KANCALI KURTLAR (Ancylostomatidae)

Alm. Hakenwürmer (pl), Fr. Ancylostomes (pl), İng. Hookworms. İnsan vücûduna girip hastalık yapan parazitlerden. Erginleri, insan ve maymunların ince barsaklarında asalak olarak yaşar. Larvaların ara konağı yoktur. İki tipi vardır: Ancylostoma duodenale ve Necator Americanus.

Ancylostoma duodenale; Hatay, Adana, Mersin bölgesinde yaşayanlarda % 10 oranında, Necator Americanus ise Rize, Samsun bölgesinde % 80 oranında görülür.

Taşıyıcı insanların dışkısıyla toprağa karışan yumurtalar uygun şartlarda toprakta 18 ay canlı kalabilirler. Rutubetli, oksijenli, kısa ağaçların gölgesindeki topraklarda (çay ve portakal ağaçlarının diplerinde), 20°C’nin üstünde yaşarlar. Yumurta, toprakta bulaşıcı larva hâline dönüşür. Bulaşıcı larva insan vücûduna deriyi delerek girer. Larva dolaşımla akciğerlere, oradan ağıza ve sonra ince barsağa bir haftada gelir. 3-4 haftada erişkin hâle döner. Erişkin kancalı kurt 8-10 milimetredir. Ağzı kitinden ve sağlamdır. İki dişi vardır. Erkek ve dişisi ince barsak duvarına yapışıp kan emerek beslenirler. Her erişkin günde 0,2 cc kan emer. Necator Americanus daha az kan emer. Yumurtalarını ince barsağa bırakır. Erişkinleri barsakta 14 yıl gibi uzun süre yaşayabilirler. Genel olarak Ancylostoma duodenale 6-7 yıl, Necator Americanus 2-4 yıl yaşar. Ancylostoma tedâvîye dirençli olduğundan ve fazla kan emdiğinden halk sağlığını daha fazla tehdit eder.

Girdiği yerde kaşıntı olur. Göğüs kemiğinin arkasında ağrı yapabilir. Sindirim sistemine girdiğinde, ağrı, ishal yapar. Ağrı, aç karnına ve yemekten sonra olabilir. Hasta ağrıyı dindirmek için her şeyi yemek ister. Uzun süren vak’alarda anemi (kansızlık), ödem (protein eksikliği sonucu) olur. Çocuklarda beslenme bozukluğu yapar. Zekâ ve gelişme geriliği olur. Pyrantel Pamoate ve Mebendazola ile tedâvîsi kolaylaşmıştır.

KANDELA

Alm. Candela, Lichtstaerke einheit, Fr. Candela, İng. Candela. Bir ışık kaynağının ışık kaynağı şiddeti birimi. Bir siyah cismin ergime noktasındaki (1773°C) ışık şiddetinin 60’ta birine eşittir. Buna yeni mum da denir. Simgesi (rumuzu) “cd”dir. Milletlerarası birim sistemi olan (SI)ya göre ışık şiddeti birimi kandeladır. Bu birim önce belirli bir mum alevinin ışık şiddeti, daha sonra belirli bir lamba yağı alevinin ışık şiddeti olarak târif edilmiş olan mumun yerini almıştır. Bir kandela özel şartlar altında belirli bir miktar ergimiş platinin ışık şiddeti olarak târif edilir. Gerçekte mum ile kandela takriben birbirine eşittir. Gücü 100 W olan bir ampülün ışık şiddeti, yaklaşık olarak 17 cd’dir. Bir ışıldağın ise ışık şiddeti birkaç bin kandela mertebesindedir.

KANDİL

Alm. Öllampe (f), Fr. Lampe (f) a huile, İng. Oil lamp. İçine sıvı yağ (zeytin ve gaz yağı gibi) ve fitil konarak yakılan ve aydınlatmada kullanılan bir âlet. Târihin çeşitli zamanlarında yaşayan insanlar kültür ve yaşayışlarına göre değişik şekillerde kandiller kullanmışlardır. Bunlar, kurşun, taş, cam, pişmiş toprak, altın ve gümüş gibi değişik maddelerden yapılırdı. Bu maddelerden en çok rastlanılanı, pişmiş topraktan yapılanı olup, ayrıca saraylarda kullanılanları altın ve gümüşten yapılır ve çok süslü olurdu.

Yapılan târihî kazılarda Mısırlılar, Fenikeliler, İbraniler, Yunanlılar ve Romalılar tarafından kandilin yaygın olarak kullanıldığı anlaşılmıştır. Evlerde, sokaklarda, ibâdethânelerde, saraylarda kullanıldığı gibi, gaz lambalarından önce, câmilerde de kullanılmıştı.

Kandiller, yağ konan hazne ile fitil bulunan kısımdan ibârettir. Genel olarak yağ konan kısım yuvarlak, yassı, üstü açık veya kapalı olurdu. Bu kapakların üzerinde bir veya daha fazla delik açılarak fitiller yüzük ile buraya tutturulurdu. Böylece kandilden bir veya daha fazla ışık elde edilebilirdi. Fitiller kükürtlenmiş üstüpüden veya papirüs yapraklarından yapılırdı. Ayrıca, kandilin yanında, fitili düzeltmek için küçük bir maşa bulunurdu. Fitilin yağ bittiği zaman yanmaması için yağ kabına su konurdu. Yağ üstte bulunduğundan fitil onunla temas ederek yanar, bittiği anda da su ile temasa geçer. Fitil kendiliğinden sönerdi. Bu bir bakıma emniyet teşkilâtıydı.

Müslümanlar mukaddes olan bâzı gecelere, câmilerde yapılan ışıklandırmadan dolayı kandil gecesi demektedirler. (Bkz. Mübarek Geceler)

KANDİL GECELERİ

(Bkz. Mübarek Geceler)

KANEVİÇE

Alm. Kanevas (m), Fr. Canevas (m), İng. Canvas. İşleme yapılacak kumaş üzerine sonradan sökülmek üzere seyrek olarak pamuk veya keten ipliğinden dokunmuş kolalı bez. El ile yapılan işlemlerde kullanılan, sentetik ve seyrek tüllere de kaneviçe adı verilir.

Kendir ve kenevir ipliklerinden seyrek bir şekilde çuval olarak dokunan, bâzı eşyalar dışında ve ambalaj sanâyiinde rutubetin içe işlemesini önlemek için kullanılan seyrek ve yağlı bezler de bu isimle anılırlar.

Kaneviçe işi, dikiş ve nakışın dekoratif bir şekil almasından ortaya çıkmıştır. Yapılan arkeolojik kazılarda bulunan bâzı işlemeli testiler ile vazo ve eşyalardan anlaşıldığına göre, kanaviçe yapmak insanlık târihi kadar eskidir. İbrâni târihi, Nuh aleyhisselâmın peygamberliği devrinde kaneviçe ile işlenmiş, çeşitli eşyâların bulunduğunu yazmaktadır. Bu bilgilere göre kaneviçe sanatı Asya’dan Avrupa’ya geçmiş, 16. yüzyılda ise çok benimsenen ev ve el işlerinden biri hâline gelmiştir. Kolay yapılışı, renkli ve gösterişli bir işleme oluşu yönünden ev hanımlarının ve genç kızların dikkatini çekmiştir.

Kaneviçe, işi için kullanılan kumaşa “kanava” ismi verilir. Kaneviçenin ilk çıkış târihlerinde kanavalar ipek ve yünden yapılırdı. Şimdi ise ucuz ve kullanışlı olması bakımından pamuk ipliğinden dokunmaktadır.

Kaneviçe işi, köylerde ve şehirlerde bütün kadınların boş vakitlerini değerlendirmek için zevkle yaptıkları bir işlemedir. Son zamanlarda bu iş giyim süslemelerinde fazlaca yer almış ve herkesin dikkatini çekmiştir. Yün buluz, yün mantolar, ceketler üzerinde, çocukların mama önlüklerinde yatak ve sofra takımlarında, şaselerde ve seccadelerde kendisini göstermiştir.

Anadolu’nun kazâ ve köylerinde, kaneviçe işlenmiş çeyizler hâlâ genç kızların sandıklarını doldurmaktadır. Göz nûrunun, ince bir zevkin mahsûlü olan kaneviçe işler, karyola takımlarında kendisini daha çok göstermektedir. (Bkz. İşleme)

Kaneviçe puanları üç şekilde sınıflandırılır:

1. İşlenmek istenen kaneviçe işi, kumaş üzerine teğellenen kanava bezi üzerine işlenir, işlemenin sonunda kanava bezinin iplikleri çekilerek temizlenir.

2. Motif ve desenlerin güzel görünmesi için doğrudan doğruya kanava bezinin üzerine işlemek idealdir. Kanava bezinin üzeri kanava puanları ile tamamen doldurulur.

3. Kaneviçe deseni, ipliği ve aralıkları sayılabilen bir kumaş üzerine işlenir.

Kaneviçe yapımında kullanılan araç ve gereçler; üzerine eşleme yapılacak kumaş, kanava, desen, renkli iplikler, kanava iğnesi ve nakış malzemesinden ibârettir.

KANGREN (Gangren)

Alm. Brand (m), Gangrän (-e f) (n), Fr. Gangréne (f), İng. Gangrene. Dokuların, kendilerini besleyen atardamarın herhangi bir sebeple tamamen yetersiz hale gelmesi neticesinde hayatiyetini kaybetmesi durumu.

Kangren, kuru veya yaş diye isimlendirilir. Kuru kangren’de simsiyah bir renk alan kangren bölgesi kurumuş bir haldedir ve bir mumyayı andırır. Bu tip kangren atardamar tıkanması sonucu olur. Kangrenli bölge, canlı bölgeden çok belirgin bir çizgi ile ayrılır. Buna demerkasyon hattı veya atılma çizgisi denir.

Yaş kangren, beslenmesi aşırı derecede bozulmuş dokuların sıyrık yoluyla mikrop kapması veya kuru kangrenin enfeksiyona maruz kalması neticesinde meydana gelir. Bu kangren, en çok, şeker hastalığının yaptığı damar bozuklukları sonucu meydana gelen kangrenlerde görülür. Çünkü şeker hastalığında enfeksiyonlara karşı bir temayül (eğilim) vardır. Enfeksiyon süratle ilerlediğinden, kangrenli uzvun sağlamca görünen kısımları da şişer, kızarır ve bu kısımda su dolu kesecikler meydana gelir. Zararlı maddelerin kana geçmesi neticesi hastanın durumu süratle bozulur.

Kangren hemen hemen birçok organ ve dokuda görülebilir ve en çok kollar, bacaklar, apandisit ve ince barsaklarda görülür. Nâdiren safra kesesi, erbezleri ve erkeklik uzvunda da ortaya çıkabilir.

Kangrenin bir çeşidi de gazlı kangren’dir. Bol kas harâbiyeti olan yaralara, oksijensiz yerlerde yaşayan bakterilerin girmesiyle meydana gelen ve zamanında müdâhale edilmezse ölümle neticelenen bir durumdur. En çok harp yaralarında, kirli ve bakımsız yaralarda görülür. Çoğalan bakteriler gaz meydana getirirler. Bu bakteriler içinde en mühimi Clostridium perfringens’tir. Dokular gazla gerildiği için ilk belirti olarak, hasta pansumanların, sargının veya varsa alçının sıkmasından şikayet eder. Daha sonra fasiaların (kaslar üzerini örten zarlar), altında toplanan gazla gerilmesi sonucu çok şiddetli ağrılar olur. Bir pensle derinin üzerine vurulunca davul sesi alınır. Durum daha da ilerleyince besleyici damarlar çok sıkıştığından deride mavimsi lekeler meydana gelir. Buna paralel olarak ağır bir septik (iltihâbî) şok tablosu, rûhî bozukluklar ve had böbrek yetmezliği ortaya çıkar.

Kangrene sebeb olan birçok durum vardır:

1. Damar sertliği zemininde bir atardamarın cidârında bir pıhtı teşekkül ederse, o damarın beslediği organda kangren husûle gelir. Meselâ, bacakta husûle gelirse; önce şiddetli ağrı, karıncalanma, solukluk veya morarma, bacağı hareket ettirememe, bacağın altındaki damarlarda nabzın alınamaması ve soğukluk ortaya çıkar. Daha sonra kuru veya yaş kangren gelişir.

2. Bâzan bacaktaki büyük toplardamarlardan birisinin de tıkanması neticesi kan dolaşımı güçleşir, bacak şişer ve nihayet o bacağı besleyen atardamardaki kan ilerleyemez olur. Kangren gelişir ki buna da venöz kangren denir.

3. Kan dolaşımına, hasta bir kalpten, bir pıhtı atılabilir. Bu pıhtı tamâmen normal olan bir atardamarı tıkar ki buna emboli denir. Neticede o damarın beslediği dokuda kangren ortaya çıkar.

4. Şeker hastalığı da atardamarları bozarak tıkanmalarına ve kangrene sebebiyet olur. Bu daha çok ayak parmaklarında görülür.

5. Raynaud hastalığı denen sempatik sinir sisteminin bir rahatsızlığında da özellikle elleri besleyen atar damarlarda uzun süreli spazmlar (kasılmalar) olur. Bunlar sık sık tekrarlarsa, el parmaklarında simetrik olarak küçük kangren odakları husule gelmesine sebeb olur.

6. Ergot kangreni: Çavdar ekmeği yiyenlerde görülebilir. Çavdar mahmuzunda bulunan ve ergot alkoloitleri denen maddeler, özellikle vücûdun uç kısımlarını (parmaklar, burun, erkeklik uzvu) besleyen atardamarları spazma uğratarak kangrene yol açabilirler. Buna daha çok Akdeniz kıyılarında ve Rus steplerinde rastlanmaktadır.

7. Darbe ve kemik kırıkları neticesinde de o uzvu besleyen damar sıkışarak kangren meydana gelebilir.

8. Buerger hastalığı denen bir atardamar hastalığında da kangrenlere çok rastlanır. Bu hastalık, sigara ile sıkı sıkıya ilgilidir. Vak’aların % 90’dan fazlasını sigara içen erkekler teşkil eder.

9. Barsak düğümlenmeleri, fıtık muhteviyâtının (kapsamının) fıtık boynu tarafında sıkıştırılması da kangrene sebeb olur. Akut apandisit neticesinde apandisitte kangren gelişebilir.

10. Soğukların yol açtığı donuklar da kangren sebebidir. Soğuk, damar çeperindeki hücrelerin zedelenmesine, dokuya sıvı sızmasına ve kan dolaşımına mâni olan bir ödeme yol açar. Hasta, aşırı bir yanma hissi duyar. Etkilenen bu kısımda bir süre sonra ağrı diner ve doku balmumunu andıran bir görüntü kazanır.

11. İatrojenik kangrenler de vardır. Bunlar sağlık personelinin yanlışlıkla yol açtığı kangrenlerdir. Meselâ, kırık bir kolun kötü bir pozisyonda sıkıca alçıya alınması veya parmaklara adrenalin ihtivâ eden lokal anesteziklerin enjekte edilmesi kangrene yol açabilir.

Tedâvi: Komşu dokulardaki dolaşımın durumuna, kangrene sebeb olan hâle ve kangrenin yerine göre değişiklik arz eder. Meselâ, barsak düğümlenmeleri sonucu ortaya çıkan kangrenler, akut apandisit âcil cerrahî müdâhale gerektirir. Uzuvlarda ortaya çıkan bir kuru kangren durumunda, kangrenli dokunun kendiliğinden düşmesi beklenebilir. Fakat yaş kangren durumunda, âcilen kesmek gerekebilir. Gazlı kangren durumunda da vakit kaybetmeden ilgili uzuv kesilebilir. Son zamanlarda, gazlı kangrenlerin tedâvisinde hiperborik oksijen tedâvisi olumlu sonuç vermekte ve kangrenli uzvu telef olmaktan kurtarmaktadır. Son zamanlarda, gazlı kangrenlerin tedâvisinde hiperborik oksijen tedâvisi olumlu sonuç vermekte ve kangrenli uzuv telef olmaktan kurtulmaktadır. Öte yandan enerjik bir ilâç tedâvisi uygulanır. Şeker hastalığına bağlı kangrenleri önlemek için, öncelikle şeker hastalığı kontrol altına alınmalıdır. Kısacası tedâvi, sebebe yönelik olmalıdır.

KANGURU

Alm. Känguruh (n), F. Kangourou (m), İng. Kangaroo.Familyası: Kangurugiller (Macropodidae). Yaşadığı yerler: Büyük kangurular Avustralya, ağaç kangurusu Yeni Gine’de. Özellikleri: Arka ayakları üzerine sıçrayarak yol alabilen otçul, keseli bir memeli. Arka ayakları ve kuyruğu üzerine oturur. Dişi, yavrusunu karnındaki kesesinde taşır. Evcilleştirilebilirler. Ömrü: 15 yıl. Çeşitleri: Kaya kangurusu, dev kanguru, gri kanguru, kızıl kanguru, ağaç kangurusu en meşhur türleridir.

Avustralya ve Yeni Gine’ye mahsus, sıçrayıcı, keseli memelilere verilen genel ad. Adını Avustralya yerlilerinin dilinden almıştır. Hepsi ot ve diğer bitkilerle beslenirler. Dişilerin karınlarının altında torba şeklinde kesesi vardır. Doğan yavrularına burada ihtimam ve şefkatle bakarlar. Başları küçük, kulakları büyüktür.

Arka ayakları ön ayaklarından büyük ve güçlüdür. Ön ayaklarını yukarı kaldırıp, arka ayakları ve güçlü, uzun kuyrukları üzerinde oturur ve sıçrayarak yol alırlar. Arka ayakları üzerinde hızla koşarken, kuyruk pek yere dokunmaz, denge organı(balans) olarak kullanılır. Dört ayağı üzerinde yürürken, kuyruk yerde sürüklenerek kendine has bir iz bırakır. Beş parmaklı ve pençeli olan zayıf ön ayaklarını yiyeceklerini ağızlarına götürmek için kullanırlar. Arka ayakları dört parmaklı olup, ikinci ve üçüncü parmaklar bir deri ile birbirine yapışık gibidir.

Çeşitli boyda birçok türü vardır. Bâzıları tavşandan büyük değildir ve ağaçlara tırmanırlar. Herkes tarafından bilinip sevilen kanguru, Avustralya’nın millî sembolüdür. Büyük kangurular Avustralya’da, tırmanıcı olan ağaç kanguruları ise Yeni Gine’de yaşarlar. Kangurular keseli memeli hayvanların en büyüğüdür. Boyu 210 cm ve ağırlığı 90-100 kg gelenleri vardır. Ağaçlarda yaşayan ağaç kanguruları, 140 cm boyunda ve 11 kg kadardır. Erkekler dişilerden daha iri olurlar.

Araştırmacı kaptan James Cook, 1770 yılında gemideki tayfalarını yiyecek bulmak için Avustralya kıyılarına gönderdi. Bir müddet sonra gemiye dönen adamlar yanlarında ilginç bir hayvan getirdiler. 1,5 metreden büyük olan bu hayvanın 120 cm kadar uzunlukta güçlü bir kuyruğu vardı. Ayrıca karnının üstünde yavrularını korumaya yarayan kıllarla örtülü bir keseye sâhipti. Mâsum görünüşlü, parlak gözlü, tavşana benzer başlı, insana benzer elli, geyik boyunlu bu ilginç hayvancığı şaşkınlıkla seyrettiler; sevdiler, okşadılar. Avustralya yerlilerinden “anlatması çok zor” anlamına gelen “kanguru” ismini taşıdığını öğrendiler.

Kangurular, sürüler hâlinde dolaşarak otlarlar. Başlarında tecrübeli bir erkek lider bulunur. Zekâ seviyeleri koyundan aşağıdır. Sesleri yoktur. Tehlike ânında güçlü arka ayaklarını hızla yere vurarak arkadaşlarını uyarırlar. Çoğunun postu toprak rengindedir.

Avustralya ovalarının hâkimi olan bu hayvanlar, hayâta çok cılız olarak başlarlar. Yeni doğmuş iki kanguru yavrusu bir çay kaşığına sığabilir. Dişilerin hâmilelik dönemleri türlere göre 29 ile 38 gün arasında değişir. Genelde tek yavru doğururlar. Dişi kanguru doğumunun yaklaştığını hissedince torbasının iç kısmını güzelce yalayarak temizler. Yeni doğan kanguru yavrusu(joey), insan yarım parmağı veya bir bal arısı büyüklüğündedir. Boyu 2,5 santimetreden küçük ve bir gramdan hafiftir. Minik kanguru yavrusu sıvı bir kese içinde dünyâya gelir. Doğumdan sonra bu keseyi yırtar ve bir ile beş dakika arasında annesinin kesesinin içine tırmanarak girer ve dört meme ucundan birine yapışır. Yeni doğmuş yavru kanguru kör, sağır ve tüysüzdür; içgüdü ve koku alma hissi ile annenin tüylerinden tırmanarak keseye ulaşır. Bu sırada anne kendi kanlı postunu yalamakla meşgul olduğundan yavrusuna yardım etmez. Yavru bu kesede kendini iyice emniyette hissedinceye kadar ana kanguru sükûnetini muhâfaza eder.

Memeye yapışan yavru, süt emecek güçte değildir. Anne, güçlü kaslarıyla ağzına süt pompalar. Yavru, süt emerken de nefes alabilir. Gırtlağının bir uzantısı buruna âit bir geçitle birleşmiştir. Bu geçitten hava direk olarak akciğerlere gittiğinden, yavru boğulmadan hem sütünü içer, hem de hava teneffüs eder. Dokuz ay içinde, yavru kese içindeki gelişimini tamamlar. Zamânın çoğunu kesenin içinde süt emerek ve bol bol uyuyarak geçirir.

Gelişimi gâyet yavaş olur. Üç aylıkken vücûdu kıllanmaya, dört aylıkken gözleri açılmaya başlar. Beş aylık olunca başını keseden çıkarıp rastladığı otları yemeye başlar. Bu gelişim dönemi içinde zaman zaman keseden çıkarak annesi ile otlar. Keseye başı önde girer ve içerde dönerek normal duruma gelir.

Kanguru sütünün bileşimi, yavrunun gelişme süresine göre değişir. İlk dönemlerde berrak bir sıvıyken, sonraları koyulaşmaya başlar. Dişi kangurular bâzan yavrularını emzirirken, ikinci bir yavru daha doğururlar. İki yavru da aynı kesede barınmaya başlar ve süt salgısında enteresan bir olay ortaya çıkar. Bir memeden yeni yavru için renksiz, berrak süt salgılanırken, diğer memelerden ise yaşlı yavru için koyu ve yağlı süt salgılanmaya devam eder. Kengurunun süt salgı bezlerinde aynı anda birbirinden tamâmen farklı iki bileşikte süt salgılanması, yüce Allah’ın sonsuz merhametini gösteren sayısız delillerden biridir.

Yavru kendi başına dolaşabilecek hâle gelince bile, bir tehlike ânında hemen koşarak annesinin torbasına girer. Meselâ bir köpek görünce yavru hemen torbaya sığınır. Annesi de kaçmaya başlar. Köpek kovalamaya devam edince, torbasında yavru bulunduğu için ana kanguru yorulur. Hiç değilse yavrusunu emniyete almak ve daha hızlı koşabilmek için uygun bir yere yavrusunu bırakıp, başka bir yöne saparak köpeği peşine takar. Böylece yavrusunun bulunduğu yerden uzaklaşır. Kendisi kurtulabilirse tekrar yavrusunun yanına gelir. Düşmanından kurtulamazsa hayâtı pahasına yavrusunu kurtarmış olur.

Kanguru kuvvetli arka ayakları sâyesinde iyi sıçrar. Bir sıçrayışta, 2-3 metre yükseklik ve 6-7 metre ileriye fırlayabilirler. Kuyruklarını atlama sırığı gibi kullanırlar.

Queensland’da köpekler tarafından kovalanan bir kangurunun 3 metre yüksekliğinde ve 8 metre genişliğindeki bir odun yığınını bir sıçrayışta aştığı görülmüştür. Sıçrayarak koşarken saatte 40 km yol alır.

Pek sâkin olan ve nâdiren hiddetlenen kanguru, bir köşeye sıkıştırılırsa, kuyruğunu destek yaparak, arka ayaklarıyla öyle güçlü tekmeler atar ki, bir insanı veya yırtıcı koca bir köpeği bir darbede öldürebilir. Bir kavgada 10’dan fazla köpeği haklayabilir. Kuyruğunu bir sallayışı ile insanın bacaklarını bir kibrit çöpü gibi kırabilir. Kanguru mecbur olmadıkça döğüşmez. Her zaman sıçrayarak kaçmayı tercih eder.

Avustralya’da nesli korunmaya çalışılan kanguru, bir taraftan da avlanılmaktadır. Özel yetiştirilen avcı köpekleriyle kovalanarak avlanır. Kanguru kolay yutulur bir lokma değildir. Fazla avcı köpeklerinin saldırısına uğradığında güçlü tekmelerini kullanarak hepsini halledemeyeceğini anlayınca koşmaya başlar. Köpekleri peşinden göl veya nehir gibi bir su birikintisine çeker. Kendisi suya girerek ilerler. Su belinin hizasına gelince durarak köpekleri bekler. Suya giren köpeklerden her biri yanına yaklaşınca kafasından tutar ve su altına çekerek boğar. Yetişkin bir kanguru bu yolla 6-7 köpeğin hakkından gelebilir.

Kangurular saatlerce birbiriyle boks maçı yaparlar. İki kanguru dövüşecekleri zaman karşı karşıya gelerek, insan eline benzeyen beş parmaklı ön kollarını yumruk yaparak göğüsleri hizasına kaldırırlar. Kuyruklarını destek yaparak bir müddet hareketsiz durur ve birbirlerini süzerler. Ardından maça başlarlar. Karşılıklı boks yapan kangurular bir süre sanki raund sonuymuş gibi maçı keserek geri çekilirler. Bir süre sonra tekrar başlarlar. Uzmanları şaşırtan olay, dövüşme ve dinlenme sürelerinin hemen hemen eşit olmasıdır. Bu süreyi nasıl ayarladıkları hâlen bir sırdır.

Kangurular kazanmak için değil, spor için maç yaparlar. Saatlerce döğüşseler bile hiç hiddetlenmezler. Kanguruların bu özelliğinden istifâde edilerek sirklerde özel kanguru maçları düzenlenir. Bu maçları yaptıranların bu iş için uzun süreye ihtiyaçları olduğu sanılır. Halbuki asıl problem kanguruya boks yapmasını değil, tekme atmamasını öğretmektir.

Kangurular sabahın erken saatlerinde, akşam üstü ve ay ışığında otlarlar. Tavşanlar gibi çimler üzerinde saatlerce uzanmayı ve oyun oynamayı da çok severler. Medeniyet onları engin ovalara sürüklemiştir. Bir kanguru, koyundan kat kat fazla yer. Kurak yıllarda mer’aları silip süpürürler. Kanguru avı, Avustralya’da neşe veren bir spordur. Ahâli için eti bulunmaz yiyecektir. Kuyruğundan da kendilerine çok sevilen çorba yaparlar. Her yıl bir milyondan fazla deri marketlere satılır. Bunlardan da kürk, eldiven gibi çeşitli giyecekler imâl edilir. Kanguru hikâyeleri de ayrı bir gelir kaynağıdır. Hülâsa, kanguru Avustralya halkı için büyük bir nîmettir.

KANO

Alm. Kanu, Fr. Canot, İng. Canoe. Her iki ucu sivri, düz dipli, hafif ve elde taşınabilen tekne. Ağaç kütüğünün oyulmasıyla yapılan “oyma kayıklar” da bu adla anılır. Günümüzde spor ve eğlence maksadıyla kullanılan kanolar, çoğunlukla sert ağaçtan, kalıplanmış plastikten, alüminyumdan, cam elyaftan veya ahşap üzerine gerilmiş çadır bezinden yapılır. Kano sporu adıyla, hızlı akıntı ve azgın dalgalı ırmaklarda tabiî ve sun’î engelleri aşmada kullanılır.

Tek kişilik kano (C1); 16 kg ağırlık, 5,2 metre uzunluk, 75 cm genişliktedir. İki kişilik (C2) ise, 20 kg ağırlık, 6,5 metre uzunluk ve 75 cm genişlikte olup, kano derinlikleri 30-35 cm arasında değişir. Kanoda bulunan her yarışçı, kısa saplı basit yapılı tek bir kürek kullanır. Kürek, teknenin herhangi bir noktasına sâbitleştirilmemiştir. Kanoda dümen tertibâtı yoktur. Yön verme, kürekle ve ağırlığın değiştirilmesiyle gerçekleştirilir. Yedek kürek bulundurulur. Baş muhâfazası ve yüzme yeleğinin giyilmesi mecburidir.

Müsâbakalar, en az 3 km uzunluktaki süratli akarsularda 500-1000 metrelik mesâfelerde tek kişilik (C1) veya iki kişilik (C2) kanolarla yapılır. Düz yol, nehir inişi ve slalom olmak üzere üç çeşit yarış mevcuttur. Kano devrildiğinde, kanocu kendi imkânlarıyla yardımsız olarak teknesini düzeltip yarışı devâm ettirebilirse, diskalifiye sayılmaz. Her kanocunun tehlikeli durumlarda hasmını kurtarması mecburidir. Aksi taktirde ömür boyu diskalifiye edilir.

Bir uçtan öbür uca kadar üzeri açık olan kanolarda kürek, tek palalıdır. Üstü kapalı olan ve kürekçinin sıkıca yerleştiği bir sahanlığı bulunan güverteli kanoların kürekleri çift palalıdır. Kanonun sahanlığına tutturulmuş ve kanocunun gövdesine göre ayarlanmış kauçuk kaplı etekler mevcuttur. Bunların sâyesinde içeriye suyun sızması önlenir. Bu tip kanolar genelde “kayak” adıyla anılır. 7 kişilik kanolar (C7) da mevcuttur fakat bunlar olimpiyat yarışlarına sokulmazlar.

Kano sporları Avrupa ülkelerinde yaygındır. Türkiye’de yok gibidir.

KANSER

Alm. Krebs (m), Fr. Cancer (m), İng. Cancer. Vücuttaki dokulardan birine âit bir veya birkaç hücrenin normal özelliklerinin dışında bir değişim göstermesi ve kontrolsüz çoğalması ile meydana gelen ve genellikle tümör (kitle) meydana gelmesine sebeb olan, çağımızın en mühim hastalığı. Kanser, kelime mânâsı olarak “yengeç” demektir.

Vücûdumuzun çeşitli doku ve organlarında meydana gelebilen tümörler veya urlar iki türlüdür. İyi huylu (selim) urlar, kötü huylu (habis) urlar. Kötü huylu urların epitel dokusundan gelişen türlerine kanser veya karsinoma, bağ dokusundan gelişen türlerine ise sarkom ismi verilmektedir. Fakat kötü huylu urların hepsine kanser demek âdet haline gelmiştir.

Kanser çok eski çağlardan beri bilinmekte ise de, 20. yüzyılda dikkatleri üstüne çekmiş ve çağımız insanlarının en çok çekindiği bir hastalık olma vasfını kazanmıştır. Çağımızda kanserin en yaygın hastalıklardan biri olmasında, kesin teşhis imkânlarının artmış olmasının da rolü büyüktür. Kanser ilk geliştiği yerden vücudun diğer kesimlerine de sıçrarsa (metastaz), iyileşme ümidi hemen hemen yok gibidir.Günümüzde kesin teşhis ve tedâvi imkânları oldukça arttığından, erkenden teşhis edilen birçok vak’alar şifâ bulabilmektedir. Fakat teşhis, hastaların çoğu defâ ihmalleri yüzünden erken yapılamamakta, dolayısiyle de kanser, ölüm sebepleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Birçok gelişmiş ülkelerde ve yurdumuzda kanserden olan ölümler ikinci sırayı almaktadır. Gerçekte ise, bu oran daha fazladır. Çünkü kanserden olan ölümlerin birçoğu istatistik kayıtlara geçmemekte bir kısmı ise kanser ölümü olarak gösterilmemektedir. Yurdumuzda her sene 40-50 bin kişinin kanserden öldüğü tahmin edilmektedir. Modern teşhis ve tedâvi metodlarının gelişmesine rağmen İngiltere’de bütün ölümlerin % 20’si kansere bağlıdır.

Kanserin bir genetik hastalık olduğu inancı, gün geçtikçe artmaktadır. Köklerinin hücrelerimizin derinliklerinde yattığı sanılmaktadır. Anarşik olarak gelişen bir hücre vücudun normal biyolojik kânunlarına uymaksızın çoğalmaktadır. Kanserin sebebi ve meydana geliş mekanizması kesin olarak bilinmemektedir. Yeni çalışmalar kanserleşmenin hemen her zaman tek bir hücrede başladığını ortaya koymuştur. Monoklonal immün globülin yapan lenfoit doku tümörleri, kromozom işâretleri ve enzim işâretleri ile yapılan çalışmalar organizmadaki bütün tümör hücrelerinin kanserleşmiş tek bir hücreden geliştiği intibaını vermektedir. Kanser olmaya potansiyel gücü olan normal genlere protoonkojen (protooncogene) gen denir. Onları bu tip bir değişime zorlayan sebepler muhit, diyet, yâhut ırsî faktörlerdir. Bu demektir ki kanser, hemofili (kan pıhtılaşma yetersizliği) veya kistik fibrozisde olduğu gibi ırsî değildir. Bununla berâber kanserde ırsî faktörlerin de önemi tecrübî (deneysel) ve klinik müşâhedelerle (gözlemlerle) belirlenmiştir. Meselâ meme, mîde, kolon (kalın barsak), prostat, akciğer kanserlerinin yakın akrabâlar arasında görülme riski, normal halk topluluklarına (popülasyon) göre üç defâ daha fazladır. İnsan kanserlerinde dış tesirlerin de rol oynayabileceği bilinmektedir. Kansere yol açtığı düşünülen bu faktörleri üç ana grupta toplamak mümkündür: Kimyâsal ajanlar, virüsler ve radyasyon. Radyoaktivitenin kanser gelişiminde rolü olabileceğine iyi bir misâl, Japonya’ya atılan atom bombasından sonra kan kanserinin o bölgede yaşayanlarda yüksek bir artış göstermesidir. Kansere sebeb olduğu düşünülen maddelere “kanserojen” ismi verilmektedir. Bu maddeler hücre çekirdeği ile ilişkiye girerler. Asbestoz hastalığı ile akciğer zarı kanseri (mesothelioma) ve akciğer kanseri arasında sıkı bir ilişki vardır.

Yine kadmium, uranyum, arsenik, nikel ve katranın da kanserle ilişkili olduğu durumlar bildirilmiştir. Kanser tedâvisinde kullanılan bâzı ilâçların da başka tür kanserlere sebep olduğundan söz edilmektedir. Bâzı hormonların kanserle ilişkisi olduğu ileri sürülmektedir. Buna misâl olarak içinde sentetik östrojen (kadınlık hormonu) bulunan doğum kontrol hapları ile rahim ve meme kanserleri arasındaki ilişki ve testosteron (erkeklik hormonu) ile prostat kanseri arasındaki ilişki verilebilir. Alkol ve sigaranın da kanserin meydana gelişinde rolleri olduğu kabul edilmektedir. Meselâ akciğer kanseri sigara içenlerde içmeyenlere göre 100 kat daha fazladır. Alkoliklerde mîde ve karaciğer kanseri daha fazla görülmektedir.

Virüslerle yapılan incelemelerde, bozuk genlerin görünüşü genlerin kanserde rol aldığına dâir ipucudur. Virüslerin, yaklaşık olarak tamâmı genetik materyalden yapıldığı için, böyle bir araştırmaya çok müsâittirler. 1970’de Kaliforniya Üniversitesi’nde Berkeley ve diğer araştırıcılar târihî bir araştırma yaptılar. Tavuklarda kansere sebeb olan bir virüsle çalışırken genlerden birini çekip çıkardıklarında, kanser yapıcı özelliğinin kaybolduğu görüldü. Virüslerin de insanda kansere sebeb olduklarına dâir deliller gittikçe artmaktadır. Bâzı alışkanlıkların da kanser meydana gelmesinde rolleri vardır. Meselâ, çocuğunu emzirmeyen kadınlarda meme kanseri, emzirenlere oranla çok daha fazladır.

Müslüman ülkelerdeki kadınlarda rahim kanseri, diğer memleketlere göre daha az görülür. Bunda Müslüman erkeklerin sünnet olmasının rolü unutulmamalıdır. Ayrıca Müslümanlarda fuhuş olmaması da bu tip kanseri önlemektedir.

Kanserlerin ortaya çıkmasında sürekli mekanik, fizikî ve iltihabî tahrişler ve güneş ışığına aşırı ve devamlı mâruz kalınmasının da rolü büyüktür. Bütün bu sebeplerin yanısıra şahsın bedenî ve rûhî bünyesinin zayıflaması da kansere bir zemin teşkil edebilmektedir.

İmmünolojik teori; vücutta sürekli olarak anormal hücrelerin meydana geldiğini, ancak vücudun savunma mekanizmalarının bunları yok ettiğini, fakat bilinmeyen sebeplerle bu savunma sisteminin kırılması durumunda anormal hücrelerin çoğalarak kansere yol açtığını ileri sürmektedir. Bugün bu teori en çok taraftar bulan teoridir.

Kanser hücresi, normal hücrelere benzemez. Kanser, normal hücre çoğalmasını kontrol eden faktörlerin denetimi dışındadır. Vücud, kanser hücrelerini yabancı bir doku olarak değerlendirip reddetmeksizin benimser, halbuki normalde bütün parazitlere karşı vücut red cevâbı gösterir.

Araştırmacılar, insanın mesâne kanseri hücrelerinden DNA’yı (kromozom içinde protein zinciri), yâni genleri yapan materyeli çekip, test tüplerinde gelişen sıhhatli fârelere aşıladılar. Böylece fârenin hücrelerinde kanser yapmaya muvaffak oldular. Sonra, bu tip sağlam fârelere; DNA’nın daha küçük parçalarını çekerek aşıladılar. Böylece, kansere sebep olan geni ortaya çıkardılar. Bu parça, protoonkojenlerin bir parça değişiği oluyor. O zamandan beri muhtelif onkojenler bulundu. Hepsi protoonkojenlere benzemektedir; fakat, bunlar, sağlam hücreleri kanser yapmaz. Onları onkojen hâle çevirmek için muhakkak bir olay olmalıdır. Bu târihe kadar üç farklı işlem üzerinde duruldu.

A. Genler, nükleotit denen moleküllerin tesbih gibi bir araya gelmesinden DNA’yı ortaya çıkarması esâsından başlar. Bu nükleotitlerin dizisi ve tabiatı, yapacakları proteinlerin kalıpları olması bakımından çok önemlidir. Nokta mütasyonu denen (genlerin kesiştiği nokta) olayda, bir nükleotit başka bir nükleotitle yer değiştirirse bozuk bir protein îmâline yol açacak, bu da kansere sebeb olacaktır.

B. Başka bir genetik olay, kromozom translokasyonu (yerdeğiştirmesi) dur. Bu kromozomlar genlerin içine yerleştiği serbest ünitelerdir. Bir translokasyon olayı esnâsında iki kromozom, genetik materyelin bir parçasını diğeri ile değiştirir. Meselâ Burkit lenfomalı çocukların % 100’ünde translokasyon olduğu bildirilmiştir. Bu değişme esnâsında “myc” geni hücre büyüme ve çoğalması yani proliferasyonunda kontrolör görevi yapıyorsa, uygun olmayan dokunuş düğmeyi nasıl ki devamlı açık tutarsa, burada da hücrenin devamlı büyümesine yol açar.

C. Üçüncü hâdise ise amplifikasyon yâni büyütmedir. Hücreler garip bir şekilde çoğalmaya veya genlerin birçok kopyalarını yapmaya muktedirdirler. Böylece her hücrenin iki kopyası olması yerine yüzlerce olabilir. İncelemeler netîcesinde bir kolon (kalın barsak) kanserinde “myc” antijeninde 30-50 misli artma olduğu belirtilmiştir.

Sonuç olarak, insan kanserlerinin oluş mekanizmalarının kesinlikle anlaşılamadığını belirtmek gerekir. Bilinen bütün karsinojenlerin de hücrenin genetik materyelini doğrudan veya dolaylı olarak etkiledikleri anlaşılmaktadır. Bu arada çevremizde çeşitli sebeplerle karsinojenlerin sürekli olarak arttığını belirtmek faydalı olur. Teşhis ve tedâvi gâyesiyle x ışınları ile röntgen cihazlarının ve atom reaktörleri ile bomba denemelerinin artıkları sebebiyle insanların mâruz kaldıkları radyasyon dozu hergün yükselmektedir. Kanserojen kimyâsal maddeler de çok büyük bir hızla artmaktadır. Yeni kimyâsal ürünlerin sentezi, atmosfer, su ve besin maddelerinin kirlenmesi, değişik ilâçların klinik kullanım sahasına girmesi bu tehlikeyi artırmaktadır. Herhangi bir kimyâsal maddenin kanserojen olup olmayacağını önceden kesin olarak tesbit edebilecek tecrübî usuller de henüz geliştirilememiştir. Bilinen odur ki kanser hücreleri, vücûdun normal hücrelerinden gelişirler ve tek bir hücreden bir tümör gelişmesi başlayabilir. Ancak normal hücreden kanser özellikleri taşıyan hücreye geçiş yavaş bir olaydır ve yıllar süren değişik safhaları ihtivâ eder. Zaman ile tam bir kanser hücresi hâlini alır. Bu gelişim genellikle fark edilmeden olur. Ancak bâzı durumlarda kanser öncesi safha tesbit edilip tedâvi imkânı doğabilir. Buna en güzel misâl rahim ağzı kanserlerinin daha kanser hâline geçmeden erken safhalarda hücre incelemeleri ile tesbit edilmesidir.

İnsanlarda en çok görülen kanser türleri, erkeklerde akciğer, mîde ve barsak, kadınlarda; meme ve rahim kanserleridir. Kanser hemen her yaşta görülmesine rağmen, en çok 40 yaşın üzerinde rastlanılmaktadır. Yâni yaşlandıkça, kansere yakalanma ihtimâli artmaktadır. Çocuklarda ve gençlerden en sık rastlanan kanserler; kan kanserleri, sarkomlar (meselâ kemik kanseri) ve böbrek kanserleridir.

En kötü gidişli kanser türleri; osteosarkom (kemik kanseri) ve malin melanom (genellikle deri üzerindeki benlerden gelişen pigment kanseri)dur. Gidişâtı en az kötü olan kanser türleri ise deri kanserleri(çok yavaş yayılırlar, teşhis ve tedâvileri kolaydır) ve kan kanserlerinin müzmin lenfositik tipidir.

Kanser hücrelerinin vücûdun içlerine doğru yayılma kâbiliyetinde olmaları, kanseri kanser yapan en mühim özelliktir. Kanser, önce yakınındaki dokulara yayılım gösterir. Bu durum lokal belirtilere ve tahribata yol açar. Daha sonra kanser hücreleri bulundukları yerden koparak vücut sıvılarına geçerler ve vücûdun savunma sisteminden kurtulanları lenf sistemi vâsıtasıyla veya direkt olarak kana karışarak, vücûdun uzak yerlerine kadar giderler (beyin, akciğer, karaciğer, kemik vs.). Buralara giden hücrelerden de gittikleri yerde yeni yeni kanser kitleleri gelişmeye başlar ve bu organlarla ilgili bölgesel çeşitli belirtiler ve birtakım genel sistemik belirtiler ortaya çıkar.

Kanserin belirti ve bulguları menşe aldığı doku tipine, vücut bölgesine ve hastalığın safhasına göre çok çeşitli olabilmektedir. Bu belirtiler kansere has olmayıp diğer bâzı tip hastalıklarda da görülebilmektedir. Kanserli hastalarda görülebilen bâzı belirti ve bulgular olarak; uzun süre iyileşmeyen yaralar, memelerde ele gelen sert yuvarlak kistlerle bezelerde meydana gelen sertlik, vücudun herhangi bir yerinden sebepsiz yere kan gelmesi, uzun süren inatçı ses kısıklığı, sebebi izah edilemeyen kilo kaybı, iştahsızlık, ete karşı tiksinti duymak, karaciğerin büyümesi, vücutta herhangi bir yerde süratle büyüyen bir kitlenin mevcudiyeti, meme başından veya rahim ağzından devam eden kokulu bir akıntı, kanlı balgam ve öksürük, dışkılama alışkanlığında meydana gelen değişiklikler (ishal veya kabızlık), vücudun bulaşıcı hastalıklara karşı direncini kaybetmesi sayılabilir.

Kanserle mücâdele ve tedâvide neler yapılabilir: Herşeyden önce kanseri kontrol etmesini öğrenmeli ve erken safhada yakalamalıdır. Hakikaten ilim adamlarının çoğunluğu kanseri yenmek için hastalığın öldürücü safhaya gelmeden fark edilmesi ve bugünkünden daha iyi tedâviler bulunması hususunda hemfikirdirler. Kemoterapi (ilâç tedâvisi) ve şuâ (ışın) tedâvisi faydalı kabul edilmemektedir. Onlar kanser hücrelerini tahrib ederken sağlam hücreleri de öldürmektedirler. Ekseriya bulantı, saç dökülmesi gibi yan etkileri de olmaktadır.

Kanserin erken teşhisi, tedâvisinden daha fazla önem arz etmektedir. Çeşitli teşhis metodları geliştirilmiştir. Kanserden şüphe edilen hastanın hastalık hikâyesi etraflı ve ayrıntılı dinlenmeli, iyi bir şekilde muayene edilmelidir. Daha sonra gerekli laboratuvar metodları uygulanmalı, biopsi yani parça alınarak kesin teşhis konulmalıdır. Biopsi yapılmadan kesin teşhis konulmamalıdır. Kanser teşhisinde kullanılan metodlar arasında çeşitli tekniklerde çekilmiş röntgen filmleri, sintigrafi, ultrasonografi, anjiografi, positron emisyon tomografi (PET), bilgisayarlı tomografi (BT), nükleer manyetik rezonans tekniği (NMR) ve birçok özel testler sayılabilir. Bu metodlarla kanserin vücuttaki yayılma durumu hakkında da bilgi edinilmekte ve tedâvi ona göre ayarlanmaktadır.

Hâlen yapılan ve çoğu defa vücûda zararlı olan kemoterapi ve şuâ tedâvisi yerine, kansere karşı vücûdun kendi müdâfaa sistemi olan “İmmün sistemi” tenbih etmek, uyarmak daha iyi olacağı kabul edilmektedir. İmmün sistemin kanser dokusunu seçme kâbiliyeti vardır. İmmün sistem, vücûdu koruyan polis hücrelerden yapılmıştır. Onlar virüsleri ve bâzı bakterileri ve bunlara benzer yabancı ajanları tanır ve tahrib ederler. Bu faaliyetlerini vücutta bulunan ve adı geçen yabancı ajanlara karşı meydana getirdikleri “antikor”larla yaparlar. Bu bilgiler çerçevesinde kanserin tedâvi edilebilir bir hastalık olduğu söylenebilir. İlim adamları antijenlere karşı antikorlardan İmmün sistem parçalarını yapabilmektedirler. Bu parça vücuda girince İmmün sistemi uyarır. Spesifik kanser tiplerine karşı gelen ve “Monoclonal” denen sun’î zıt cisimler (antibody), hâlen yapılabilmektedir. Monoclonal antibody’ler (MAB) halen tecrübe safhasındadır. Diğer yandan tümörlerden çıkarılan antijenler, tatbik edilecek aşılar için kullanılma çâreleri aranmaktadır. Vücûdun kansere direncini artırma metodları(BCG aşısı uygulama, interferon gibi biyolojik ajanların uygulanması) termal (ısı ile ilgili) tedâvi gibi yeni metodlar da tatbik edilmeye başlanmıştır. Deri kanserleri erken dönemde şuâ tedâvisi veya cerrahî tedâvi ile tamâmen iyileşebilmektedir. Nâdiren de olsa, bâzan kanserin tedâvisiz, kendiliğinden gerileyebileceği bildirilmiştir. Son yıllarda moleküler biyoloji, moleküler genetik ve immünoloji dallarındaki gelişmeler, kanser probleminde yeni merhalelere imkân vermiştir.

Kanserin çeşidine ve kanser yapıcı tesirin özelliğine göre bilinen ve başarıyla uygulanabilen bir kısım korunma yolları vardır. Bunlardan bâzıları, kanserojen etkisi bilinen ilâç, kimyâsal madde, tarım ilâçları, sanâyi ve yakıt artıkları, radyoaktif maddeler gibi sebepleri zararsız hâle getirici, hiç değilse asgariye indirici yollar, tedbirler gerektirir. Bunlarla berâber alkol, aşırı sigara kullanımı, aşırı derecede güneşe mâruz kalma, kirli havada uzun süre yaşama ile mücâdele edilmelidir. Diğer yandan ileride kansere dönüşebilen bâzı cilt, ağız, kalınbarsak ve kadın üreme organları hastalıklarının zamanında tedâvî ettirilmeleri de ihmal edilmemesi gereken tedbirlerdir.

Erken teşhisi sağlamak için herkes veya hiç olmazsa risk grupları altı aylık aralarla periyodik kontrollerden geçirilmeli ve en ufak bir kanser şüphesi durumunda derhal ilgili hekime veya kuruluşa başvurulmalıdır.

Kanserli bir hastaya, hastalığı hakkında verilmesi gereken bilgi, toplumun yapısına, şahsın sosyal, kültürel ve rûhî yapısına, gerçekleri bilme arzusuna göre değişmelidir. Hastanın kanserli olduğunu bilmesi, bu konuda edinmiş olduğu yanlış bilgiler sebebiyle tedâviyi aksatıcı, hattâ caydırıcı bir unsur olabileceği gibi, hekimi ile birlikte tedâvînin başarıya ulaşmasında da önemli rolü oynayabilir.

Zamanımızın en büyük problemlerinden biri olan kanserin ileride tam olarak anlaşılıp, kesin tedâvîsinin başarılacağına inanılmaktadır.

KANSIZLIK

(Bkz. Anemi)