KÂMİL PAŞA (Yusuf)

Sultan Abdülazîz Han devri sadrâzamlarından. 1808 yılında Arapkir’de doğan Kâmil Paşa, Akkoyunlu âilesine mensuptur.

İstanbul’da iyi bir tahsil gördükten sonra Dîvân-ı Hümâyûn kaleminde dört yıl çalıştı. 1833’te Mısır’a giderek Mehmed Ali Paşanın hizmetinde bulundu ve kızı Zeyneb Sultanla evledi. Mirliva rütbesi ile geldiği İstanbul’da Meclis-i Vâlâ ve Maârif Meclisi üyeliği, ardından Ticâret Nâzırlığında bulundu. 1854’te ikinci defâ Ticâret Nâzırlığına getirilen Kâmil Paşa aynı yıl Meclis-i Âl-i Tanzimat başkanı oldu. 1856’da tekrar Meclis-i Vâlâ Başkanlığına getirildi. İki yıl bu vazifeyi yürüten Kâmil Paşa, istifa edip Mısır’a gitti. Sultan Abdülazîz Han padişah olunca yeniden İstanbul’a geldi. 5 Ocak 1863’te Sadrâzam Keçecizâde Fuâd Paşanın istifa etmesi üzerine sadrâzamlığa getirildi. Bu vazifedeyken Haziran 1863’te Devlet Şûrası Başkanı oldu. Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye Nâzırlığı vazifesini de üstlendi. Hastalığı sebebiyle 1875’te bu vazifeden ayrıldı. 1876’da Sultan Abdülazîz Hanın ihtilalciler tarafından şehid edilmesine çok üzülen Kâmil Paşa, aynı sene İstanbul’da vefât etti.

Devrinin başarılı devlet adamlarından ve en zenginlerinden olan Paşa, dürüst ve iyiliksever bir kimse olarak tanınmıştır. Osmanlı Sultanı Abdülazîz Hana karşı hürmetkârdı. Sultan Abdülazîz Hanın kâtili Hüseyin Avni Paşa için, “Mel’un herif, padişahın başını yedi!” diyerek, hakikatı söylemiştir.

İstanbul’da birçok hayır ve hasenâtı vardır. Bunların başında hanımı ile birlikte yaptırdıkları, Üsküdar’daki Zeynep Kâmil Hastanesi gelmektedir. Ayrıca câmi, okul, çeşme gibi hayrat bırakmışlardır. Kâmil Paşanın şiirleri ve münşeâtı (nesir-mektuplar) da mevcuttur. Arapça, Farsça ve Fransızca bilirdi. Kâmil Paşanın edebiyatçı olarak tanınmasını sağlayan eser, Fenelon’un yazdığı Telemak’ın Maceraları adlı kitabın tercümesi olan Terceme-i Telemak’tır.

KAMP

Alm. Lager (n), Fr. Camp (m), İng. Camp, encampment. Belli bir iş veya eğlence müddetince kırda geçirilecek günler için çadır ve baraka kurularak yapılan konak yeri. Kamp hayatına, tabiatın vahşî kucağında yalnızlık arayan gençler ve açık arazide tecrübelerini paylaşan âile ve organize olmuş gruplar alâka gösterirler.

Dünyâ kampçılığı bugünkü durumunu Kuzey Amerika yerlilerine borçludur. Onların iptidâî yaşayışları, asrın modern insanları tarafından günümüz kampçılığına adapte edilmiştir. Zamanla bir nevi spor hâline gelen kamp hayâtı, yerlilerin âdetlerinin yanında birçok yeni gelişmenin de ilâve edilmesini mecbur kıldı.

Kampçılık, 1900’lü yıllarda Amerika’dan önce Avrupa’ya sonra bütün dünya ülkelerine yayılarak, bisiklet sporu ile bağlantılı bir şekilde gelişmeye başladı. İkinci Dünyâ Savaşından sonra bu gelişme hızlandı ve günümüzde dünyânın çeşitli bölgelerinde milyonlarca kişinin alâkasını çeken bir spor hâline geldi.

Kamp hayatına duyulan bu büyük alakanın sebebini tam tesbit edebilmek oldukça güçtür; ancak bilinen odur ki, modern hayâtın sıkıntılarından ve gerginliğinden kendisini bir an olsun kurtarmak ihtiyacı, insanları kampçılığa sevk etmektedir. Savaş sanâyiinin yan ürünleri olan dört tekerlekli araba, hafif çadırlar ve uyku tulumları da kampçılığı teşvik eden hususlar olmuştur.

Kampçılar, kendi aralarında çeşitli gruplara ayrılırlar. Bazı kişiler, uzak yerde yalnızlık ararken, bâzıları yaya olarak, bâzı gruplar ise kayıklar veya motosiklet ile seyahat etmeyi isterler.

Kampçılığın yaygın olduğu memleketlerde, çeşitli yerlerde kamp bölgeleri bulunur. Bu bölgelerde bir kampta olması gereken her türlü alt yapı mevcuttur. Avrupa’da, bilhassa Batı Avrupa’da İkinci Dünya Harbinden sonra süratle gelişen kampçılık, kıtada kamu ve özel işletmelere ait binlerce kamp yerinin kurulmasına yol açtı.

Kampçılık da, kendisine has kuralları olan bir spordur. Bu kurallara uyulmadığı takdirde kampçıların büyük tehlikelerle karşı karşıya kalacağı bir gerçektir. Bir kamp yerinin seçiminde ilk şart emniyet ve rahatlıktır. İdeal bir kamp yeri, suyu, kamp ateşi için lüzumlu olan odunu bol ve yüksek bir yerde, bataklıklardan ve uzun otlu bölgelerden uzakta olmalıdır. Kamp yapan grupların özelliklerine göre değişen malzeme ihtiyacı aşağı yukarı şu şekildedir: İlk yardım çantası, su kapları, su geçirmez kibritler, harita ve pusula, keskin bıçak, balta, el feneri veya lamba, testere, ip, güneş gözlükleri, güneş yağı ve herkes için ayrı birer uyku tulumu. Yemek için lüzumlu bıçak, çatal, kaşık, tabak ve küçük çelik bir tava. Kamp erzakı için de dondurulmuş et, tereyağı ve reçel ile kurutulmuş yiyecekler konserve ve şuruplar idealdir.

Kamp hayâtının kendisine has bir giyim tarzı vardır. Giyeceklerde aranan ilk özellik rahatlıktır. Kamp giyeceklerinin havadaki değişiklikler de dikkate alınarak seçilmesi lâzımdır. Bir diğer ifâdeyle her havaya göre giyilebilecek çeşitli elbiseler getirilmesi kişinin kamp hayatında rahat etmesini sağlar.

Bir kampçının sağlığı ve rahatlığı önceden alınacak temizlik ve emniyet tedbirleri ile yakından alâkalıdır. Bir bölgeyi terk etmeden önce kamp ateşinin söndürülüp söndürülmediğini kontrol etmesi ve artıkların gömülmesi veya belli bir yerde toplanması gereklidir. Yüzme sahalarının da temiz bırakılması yine uyulması gerekli tedbirlerin başında gelir. Kampçıların yiyeceklerini böceklerden korumak için itina göstermeleri, şüpheli suları kaynatmadan içmemeleri sağlıklarının devamı açısından son derece önemlidir. Yardım çantasının her zaman el altında bulundurulması da kampçıların uyması gereken hususlardandır.

Son yıllarda deniz kenarlarının çok kalabalıklaşması, denizlerin aşırı dercede kirlenmeleri, buralarda dinlenmek isteyenlerin kamp yapmasını zorlaştırmıştır. Buna karşılık ormanlık ve temiz havası olan yaylalarda karavan kampçılığı başlamıştır.Karadeniz, Akdeniz ve Ege bölgelerinde böyle yerler çok bulunmaktadır. İlk çağlardan beri Türkler hareketli bir hayat içinde olup, konar göçer idiler. Dağcılığa benzeyen bu hayat tarzı yerleşik hayata geçtikten sonra yaylaya çıkma şeklinde günümüze kadar devam etmiştir.

KAMPANYA

Alm. Kampagne (f), Fr. Campagne (f), İng. Campaign. Bir gâyeyi, bir işi veya bir çalışmayı gerçekleştirmek için belirli bir süreyi içine alan her türlü siyâsî, sosyal ve iktisâdî teşebbüs. Buna propaganda da denilmektedir.

Önemli bir işin yapılabilmesi için teşkilâtlanarak yorucu ve sıkıcı bir çalışmaya girmeye; bulaşıcı ve salgın hastalıklara karşı korunmak ve tedbir almak maksadıyla halkı aşı olmaya çağırma ve desteklerini almaya da kampanya denir. Ayrıca zelzele, sel, yangın gibi felâketzedelere yardım etmek ve acılarına maddî ve manevî yönden ortak olabilmek için, halkın desteğine başvurmaya da bu isim verilir. Yine, kişilerin yalnız başlarına yapamıyacakları okul, câmi, köprü vs. gibi işlerin bir an evvel tamamlanıp hizmete açılması, gerekli yardımın sağlanması için de bu yola başvurulur. Bunların yanısıra çiftçilerin, belirli bir süre içerisinde ürünlerini toplama, satma dağıtma gibi işlerine de kampanya denir. Çay, fındık, şekerpancarı toplama kampanyası gibi.

Bir ülke içerisinde veya dünyâda barış, adalet, hak ve hürriyeti sağlamak arzusundan dolayı yapılan hareket ve teşebbüslere de kampanya denir. Belirli bir ticâret hacmi olan fabrika ve işyerlerinde, ticârî faaliyetlerini içerisine alan döneme de bu isim verilir. Günümüzde, seçim kampanyası, okuma- yazma kampanyası, depremzedelere yardım kampanyası vb. kampanya isimleri kullanılmaktadır.

KAMU DÂVÂSI

(Bkz. Amme Dâvâsı)

KAMU HİZMETİ

(Bkz. Amme Hizmeti)

KAMU HUKÛKU

(Bkz. Amme Hukûku)

KAMU İKTİSÂDÎ TEŞEBBÜSLERİ (KİT)

Alm. Öffentliche Unternehmen, Fr. Entreprises Détat, İng. State Economic Enterprises. Sermâyesinin yarısından fazlası devlete veya İktisâdî Devlet Teşekküllerine âit olup, ekonomik alanda faaliyet gösteren, tüzel kişiliğe sâhip ve faaliyetlerinde özerk olan müesseseler.

Kamu İktisâdî Kuruluşları (KİK), sermâyesinin tamamı devlete âit olan, ancak tekel niteliğinde mallar ile temel mal ve hizmetleri üretmek ve pazarlamak maksadıyla kânunla kurulan ve kamu hizmeti ağır basan KİT’tir. Bu müesseseler, 2929 sıyılı kânuna bağlı olarak özel kânunla kurulur. Üçüncü kişilerle ilişkileri bakımından özel hukuk tüzel kişisi, yönetim ve denetim bakımından kamu hukuku tüzel kişisidirler. Sorumlulukları sermâyeleri ile sınırlı olup, serbest kuruluşlardır. Sermâyesinin tamâmı devlete âit bulunan İDT’nin kurmuş bulunduğu, tüzel kişiliği olan işletmelere “müessese”; sermâyesinin yarısından fazlası İDT veya kamu iktisâdî kuruluşuna âit anonim şirketlere bağlı ortaklık Kamu İktisâdî Kuruluşlarının, İktisâdî Devlet Teşekkülünün yâhut da bağlı ortaklığın sermâyesinin en az % 26 ve en çok % 50’sine katıldığı anonim şirketlere “iştirak” denir.

Türkiye’deki iktisâdî devlet teşekkülleri şunlardır:

MKE, ASOK (Teksan, Tümosan, Asilçelik), ORÜS (orman ürünleri), Türkiye Çimento Sanâyii, Demir Çelik İşi, SEKA, Etibank, Türkiye Taşkömürü K.Türkiye Kömür İşl., Et Balık Kurumu, TMO, TPAO, Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu, Türkiye Şeker Fabrikaları, Yem Sanâyii, TZDK, DMO, Türkiye Deniz İşl., Türk Gemi Sanayii A.Ş., Türkiye Gübre Sanâyii.

Kamu İktisâdî Kuruluşları ise:

TEK, Çaykur, Tekel, Tarım İşl., TCDD, PTT, DHMİ ve THY.

KAMULAŞTIRMA

(Bkz. İstimlâk)

KAN

Alm. Blut (n), Fr. Sang (m), İng. Blood. İnsan ve hayvanlarda damarları dolduran, birçok önemli vazifesi olan sıvı. Kan hayat için elzem olup, vücûdun iş görmesinde çok önemli role sâhiptir.

Kanın en önemli görevi akciğerlerden dokulara metabolik hâdiseler için gerekli oksijeni taşımaktır. Bâzı ufak ve basit yapılı canlılarda kanın yapısı deniz suyuna çok benzer. Bu canlıların vücut parçalarının gerek duyduğu oksijen bu sıvıda çözünmüş olarak taşınır. Daha karmaşık yapılı canlılarda dokuların oksijen ihtiyacı çok fazla olup, çözünmüş halde taşınan oksijen yeterli olamaz. Bunlarda “solunum pigmentleri” denilen renkli maddeler oksijeni bağlayarak dokulara taşırlar. Bu pigmentlerin (boya maddelerinin) kanda yaygın halde bulunmaları kanı kıvamlı ve akışkanlığı az bir hâle getireceğinden insan ve diğer memelilerde pigment taşıyıcı özel hücreler vardır.

İnsanlarda kan, birçok canlı hücrenin bulunduğu karmaşık bir ortamdır. Her vücut kilosunda 70 mililitre kan bulunduğu kabul edilir. Bu hesaba göre 70 kg’lık normal bir erişkinde yaklaşık 5000 ml (5 litre) kan bulunur.

Kan, kalbin pompa vazifesi yaptığı bir kapalı sistemde dolaşır. Bu sistem kalp ile dokular arasında ve kalp ile akciğer arasında olmak üzere iki bölümdür. Bunlardan birincisine “büyük dolaşım sistemi”, ikincisine de “küçük dolaşım sistemi” denilir. Toplardamarlardan gelen kan kalbin sağ kulakçığına dökülür. Buradan sağ karıncığa geçen kan, kalbin kasılmasıyla akciğere yollanır. Akciğerde temizlenen kan, kalbin sol kulakçığına gelir, buradan da karıncığa geçtikten sonra vücuda pompalanır. Kan kılcal damarlardan geçerken oksijenini bırakır ve karbondioksit alır.

Dokuların oksijen ihtiyacını karşılamak ve artıkları almaktan başka kanın birçok önemli görevi daha vardır. Besin maddelerini taşır. Vitaminler, enzimler ve hormonların gitmeleri gereken yerlere ulaşmalarını sağlar. Kan aynı zamanda, enfeksiyonlara karşı vücûdun savunmasında önemli bir role sâhiptir. Bir iltihabî olaya karşı savaşırken, bir takım kan hücereleri direkt mikrobu tahribe çalışır, diğer bâzıları antikor yaparak mikrobu tesirsizleştirir.

Kanın bir diğer önemli vazifesi de, iç dengeyi sağlamaktır. “Hemeostazis” adı verilen bu dengedeki en ufak değişiklik vücut için tehlikeli durumlar ortaya çıkarır. Vücut sıcaklığını ayarlamada önemli rol oynayan kan, metabolizması hızlı organlardan aldığı ısıyı, yüzeydeki damarlardan geçerken verir. Ayrıca kan ihtiva ettiği maddelerle vücudun sıvı-elektrolit dengesini de sağlar.

İnsan Kanının Bileşimi

Bir sıvı topluluğu gibi göründüğü halde, kan aynı zamanda bir vücut dokusudur. Bu vücut dokusunun ara maddesini diğer dokulardan farklı olarak bir sıvı meydana getirir. Bu sıvıya “plazma” denir. Plazma kanın % 55’ini teşkil eder. Kalan kısmı ise “alyuvarlar”, “akyuvarlar” ve pıhtılaşmada rol oynayan “trombosit”lerden meydana gelmiştir.

Kan hücreleri kolaylıkla plazmadan ayrılabilir. Santrifüj denilen cihazlarla yüksek süratle döndürme sağlanarak, kan hücreleri dibe çöktürülüp, plazmadan ayrılır. Kanın vizkozitesi (kıvamı) sudan 5-8 defa daha fazladır.

Her gün kanın belli kısmı yenilenir. Yaklaşık % 1 kadar kırmızı kan hücresi ölürken, yerlerine aynı miktar genç hücre kemik iliğinden kana verilir. Plazma miktarı da en ufak bir değişiklikte hemen dengelenir. Bir kan kaybı durumunda vücut denge mekanizmaları ile hemen hacmi sabit tutmaya çalışır. Önce dokulardan kana sıvı geçişi olur. Daha sonra hızla genç alyuvarlar kana verilmeye başlanır. Büyük miktarlarda kanın kaybedildiği durumlarda şok ortaya çıkar. Kaybolan kan yerine konmazsa şok durumu atlatılamaz.

Plazma: Kan plazması, % 91 su, % 8 organik maddeler ve % 1 inorganik maddelerden müteşekkildir. Organik bileşenlerin tamamına yakını, proteindir ve plazma için “proteinlerin suda çözünmesiyle meydana gelir” denir. Plazmanın üç temel proteini “Albumin, globulin ve fibrinojendir.” 100 mililitre plazmada 4,5 gr albumin, 2,5 gr globulin ve 0,3 gr fibrinojen bulunur.

Albumin: Proteinlerin en küçük moleküllü olanlarından biridir. Kanın osmotik basıncının dörtte üçünü albumin sağlar. Osmotik basınç sayesinde kan-plazma oranı korunur. Albumin karaciğerde yapılır. Karaciğer bozukluğu olanlarda “hipoalbuminemi” denilen plazma albumin seviyesi düşüklüğü ortaya çıkar.

Globulin: Plazma globulinleri birçok değişik türdedir. Elektroforez metoduyla globulinler “alfa”, “beta” ve “gamma” parçalarına ayrılabilir. Alfa ve beta globulinler çeşitli proteinleri bağlayarak, çeşitli yerlere taşırlar. Gama globulinlerden ise hastalıklarda bağışıklık sağlayan savunma maddeleri yapılır.

Fibrinojen: Kan pıhtılaşma mekanizmasının en son basamağını yapan proteindir. Fibrinojen molekülleri fibrin liflerine dönerek katılaşırlar ve pıhtılaşma hâsıl olur.

Proteinlerden başka plazmada alınan gıdaların metabolizma ürünleri olan ürik asit, kreatinin, amino asitler gibi bir takım organik moleküller de bulunur. Diğer organik maddeler ise glikoz, yağlar ve kolesteroldür.

Plazmanın başlıca inorganik bileşenleri elektrolitlerdir. Bunlar sodyum (Na+), klor (Cl-), kalsiyum (Ca++), fosfat (PO4)-3, sulfat (SO4)-2 ve mağnezyum (Mg++)dur.

Alyuvarlar: Kırmızı kan hücreleri kanın hücre kısmının tamâmına yakınını meydana getirirler. Kanın her milimetre kübünde yaklaşık beş milyon alyuvar bulunur. Mikroskopta bakıldığında alyuvarlar, ortası çökük tavla pulu şeklinde görülür. Ortalama çapları 7,5 mikron olup, merkezdeki kalınlıkları bir mikrondur. (Bkz. Alyuvarlar)

Hemoglobin: Her kırmızı kan hücresinde oksijen bağlama yeteneğindeki bir proteinli boya (pigment) olan hemoglobin bulunur. Oksijenle dolu olan hemoglobine “oksihemoglobin” denir. Bu, kana parlak kırmızı rengini verir. Dokulara oksijen getirdikten sonra bir miktar karbondioksiti alarak akciğerlere getirir. Buna da “karbaminohemoglobin” denir. (Bkz. Hemoglobin)

Akyuvarlar: Alyuvarlardan ayrı olarak tam hücre özelliği gösterirler. Bir çekirdekleri ve diğer hücre organelleri vardır. 10-20 mikron çaplarıyla da alyuvarlardan daha büyüktür. Hareketleri amipsi şekildedir. Bir milimetreküp kanda yaklaşık 7000 kadar akyuvar bulunur. Beyaz hücreler âilesinin en önemli fertleri “granülositler” (parçalı nüveliler), “lenfositler” ve “monositler”dir. Akyuvarların % 60-70’ini granülositler, % 30-45’ini lenfositler % 10’dan az kısmını da monositler teşkil eder. Granülositler de aralarında “nötrofil”, “bazofil” ve “eozinofil” olmak üzere üç çeşide ayrılırlar. Bunların büyük çoğunluğunu nötrofiller teşkil eder.

Beyaz kan hücreleri iki yolla vücûdun infeksiyonlara karşı savunmasını üstlenirler. Granülositler ve monositler mikroorganizmayı yutarak (fagositozla) yok ederken lenfositler antikor meydana gelmesine sebeb olarak mikroorganizmaya karşı çalışırlar. Akyuvarların en büyükleri olan monositler de bakteri ve ölü hücre kırıntılarını yerler. Ömürleri çok kısadır. İnsanda 4 gündür.Mikrobik khastalıklarda sayıları artar. (Bkz. Akyuvar, Antikor, Bağışıklık)

Trombositler: Çapları sâdece 1-2 mikron olan kanın en küçük hücreleri olan trombositler, pıhtılaşmada önemli rol oynarlar. Kırmızı kemik iliğindeki dev hücrelerin (megakaryosit) parçalanmasıyla meydana gelen oval veya yuvarlak, renksiz ve çekirdeksiz parçacıklardır. Kan pulcukları olarak da bilinirler. Her milimetreküp kanda yaklaşık 150-400 bin trombosit bulunur. Kanda 9 gün sağ kalırlar. Yağ, protein ve karbonhidratlardan gayri bir takım enzimleri de vardır. Damar yaralanmalarında, damarın iç yüzüne yapışarak tıkarlar.Salgıladıkları trombokinaz enzimiyle pıhtılaşmada rol oynarlar.Pıhtı meydana geldiğinde katılaşarak yaranın ağzını büzerler ve kanamayı durdururlar. Trombositlerin pıhtılaşmadaki çok önemli görevlerinin dışında serotonin, adrenalin, noradrenalin ve histamin maddelerini taşıma vazîfeleri de vardır.

Kan yapıcı organlar: Kan yapan organlar olarak, kemik iliği, lenf nodülleri (bezeleri) ve dalak sayılabilir. Ana karnında karaciğer, dalak ve kemik iliği tarafından yapılan akyuvar yapımını doğumdan bir süre sonra tamâmiyle kemik iliği üstlenir. Dalak ve lenf bezleri “Lenfatik doku”nun en önemli kısımları olup lenfosit ve monositleri îmâl ederler. (Bkz. İlik)

Lenfatik doku: Bâdemcikler, timus, barsak mukozasında da bulunmasına rağmen, lenfatik dokunun iki büyük merkezi lenf bezleri ve dalaktır. Bu doku, lenfositleri meydana getiren lenfoblastlar ve monositleri yapan histiositlerden husûle gelmiştir. Blenfositlerinden meydana gelen “plazma hücreleri” antikor yapımında görev alırlar.

Pıhtılaşma: Damar yaralanmalarında dışarı çıkan kanın, birtakım kimyâsal reaksiyonlar sonucu sıvı halden pelte koyuluğuna veya katı hâle geçmesine kanın pıhtılaşması denir.Pıhtılaşma sâyesinde kan kaybı önlenir.Pıhtılaşma mekanizması, çok kompleks olmakla berâber olayın son kademesini ve esâsını kanda çözünen plazma proteini fibrinojen’in çözünmeyen ipliksi yapıdaki Fibrin’e dönüşmesi teşkil eder.

Kan pıhtılaşması şöyle özetlenebilir:

Herhangi bir darbe sonucu hasar gören doku, yırtılan kan damarlarının çeperleri ve kan pulcukları (trombositler) tarafından pıhtılaşma mekanizmasını başlatacak olan trombokinaz (tromboplastin) enzimi salgılanır.

Karaciğer tarafından salgınan ve üretimi için K vitaminine ihtiyaç duyulan aktif olmayan plazma proteini protrombin, trombokinaz enzimi tarafından trombin’e çevrilir.

                    Trombokinaz

(Protrombin ¾¾¾¾¾¾¾¾¾> Trombin).

Trombin, kan pulcuklarını da yapışkan yapar. Böylece trombositler, yırtılan damarı tıkamak için damarın iç çeperine yapışmaya başlar.

Trombin, kalsiyum tuzları’nın varlığında bir enzim gibi görev yaparak karaciğerin bir salgısı olan plazma proteini fibrinojen’i, ince uzun iplikçikler şeklinde teşekkül eden fibrin’e dönüştürür

                       Trombin

(Fibrinojen ¾¾¾¾¾¾¾¾¾> Fibrin).

                       Ca tuzları

Fibrin iplikçikleri, kırmızı kan hücrelerini, kan pulcuklarını ve proteinlerini bir ağ gibi sararak çökeltir. Yaranın içini dolduran bu çökeltiye pıhtı denir. Pıhtı, yavaşça büzülerek küçülür ve temiz sarı bir sıvı açığa bırakır. Bu sıvıya serum adı verilir.

Pıhtı bir süre sonra kurur.Yara, fibroblast hücreleri ve deriye âit dış tabaka hücreleri tarafından onarılır:

Damarların iç yüzeyleri kaygan olduğundan, kan buralara yapışıp pıhtılaşamaz. Ayrıca normal kan dolaşımı esnâsında çeşitli maddeler pıhtılaşmayı önler. Bunlardan biri karaciğer tarafından üretilen heparin’dir. Heparinin çokluğu, K vitamini eksikliği, karaciğer hastalıkları pıhtılaşmayı geciktirir. Bu gibi durumlarda, bedende nokta hâlinde kanamalar görülür. K vitamini, hava teması, sıcaklık, asitler, kalsiyum tuzlarının çokluğu da pıhtılaşmayı hızlandırır.

Damarda yaralanma, kireç toplanması veya kolesterin birikmesi gibi hallerde kan damarın içinde pıhtılaşabilir. Damarda meydana gelen bu pıhtıya emboli (tıkaç) denir. Bu pıhtının kalbi besleyen ince damarları (karonerleri) tıkamasından kalp enfarktüsü ortaya çıkar. Çok tehlikeli olan bu hastalıkta kalp kasları beslenemediğinden zaman içinde bozulur. Bu gibi hastalar kalp yetmezliğinden ölebilir.Tıkanma akciğer veya böbreklerde olursa akciğer ve böbrek enfarktüsü adını alır.

Hemofili denen irsî bir hastalıkta kan pıhtılaşması olmaz veya pek yavaş olur. Bu tip hastalar, bir diş çekiminden veya sünnet olmaktan ileri gelen kanamaların durmaması yüzünden hayâtını kaybedebilirler. Bunlara kan vermek ve pıhtılaştırıcı ilâçlar şırınga etmek sûretiyle yardım edilmeye çalışılır. Bu hastalık daha çok erkeklerde görülür. (Bkz. Hemofili)

KAN GRUPLARI

Alm. Blutgruppen (pl.), Fr. Groupes sanguins (pl.) İng. Blood groups. Kırmızı kan hücrelerinin üzerlerinde bulunan ve diğer kanlarda “antijen” özelliği gösteren maddelere göre insan kanlarının gösterdiği farktan doğan sınıflar.

Yirminci yüzyıldan önceki kan nakli denemeleri vahim ve düş kırıklığına sebeb olacak sonuçlar vermişti. 1900 yıllarında Karl Landsteiner kanın dört ana grupta olduğunu, bu grupların kişiden kişiye farklı bulunduğunu gösterdi. Bu gruplama ABO sistemi olarak bilinir. Landsteiner’in buluşu kan naklinde emniyetlilik yolunu açtı. 1940 yılında yine Landsteiner ve çalışma arkadaşı Amerikalı Patolog Alexander S.Wiener, kan gruplamada yeni bir sistem keşfettiler. Rhesus türü maymunlarda yapılan çalışmalarla ortaya çıkarılmasından dolayı bu sisteme “Rh sistemi” denildi.

ABO sistemi: Bu sisteme göre her kişi dört kan grubundan birine girer. Gruplar A, B, AB ve 0’dır. Ayırma işi, kırmızı kan hücreleri ve plazmada bulunan özel proteinlere göredir. Plazmadaki proteinler “aglutininler”, alyuvarların üzerindekiler ise “aglutiojenler” olarak adlandırılırlar. A ve B diye adlandırılan iki cins aglutinojen, a(alfa) ve b (beta) olarak adlandırılan iki cins aglutinin vardır. A grubu bir kişi alyuvarlarında A aglutinojenini ve plazmasında b aglutinini taşır. Bu kişinin kanı B aglutinojeni ve aaglutinini taşıyan B grubu bir kişiye verilirse alcının kanındaki a aglutininleri verenin A aglutinojeniyle birleşir ve çöker. Bu çökme vücûdun her yanında olur ve hayatla bağdaşmaz. Verilen kan oldukça az miktardaysa ortaya çıkan az miktar çökelti, çeşitli damarları tıkayarak birçok organlarda hasar yapar.

AB grubundaki kişiler A ve B aglutinojenlerine sâhiptirler. Ancak bunların plazmasında aglutinin bulunmaz. 0 grubunda ise hiç aglutinojen olmayıp ave b aglutininleri vardır. Tabloda kan gruplarına göre aglutinojen ve aglutininler gösterilmiştir.

Kan Grubu

Alyuvarlardaki Aglutinojen

Plazmadaki Aglutinin

A    

A   

(Anti A)

B   

B   

(Anti B)

AB   

AB 

(-)

0    

(-) (Yok)

a,b (Anti A ve B)

 Tabloda görüldüğü gibi grupların adlandırılması aglutinojenlerine göre olmaktadır. Aglutinini olmayan AB grubuna “genel alıcı” grup, aglutinojeni olmayan 0 grubuna da “genel verici” grup isimleri verilmiştir. Tabloya bakarsak: Bir kan naklinde aynı harfli aglutinojen ve aglutinin karşılaşınca, çökelme (aglütine durumu) olacağı anlaşılır.

Rh sistemi: Rhesus proteini veya diğer adıyla Rh faktörü, kırmızı kan hücreleri üzerinde bulunan bir özel proteindir. Rh faktörüne göre iki tür kan ayrılır, Rh (+) ve Rh (-); yâni Rh proteinine sâhip veya sâhib olmayan kanlar. Rh (+) kişiye Rh (-) kan verilmesi hiçbir reaksiyon ortaya çıkarmaz. Rh (-) kişiye Rh (+) kan verilince ilk nakilde bir olay ortaya çıkmaz. Ancak bu sırada alıcının kanının serumunda verilen kanın Rh faktörüne karşı ortaya çıkan Anti Rh antikorları teşekkül eder. Aynı durum Rh (+) baba ile Rh (-) anneden doğan Rh (+) çocukta da söz konusudur. Çünkü Rh negatif olan annenin serumunda çocuğun Rh (+) antijenine karşı anti Rh antikorlar meydana gelir. Bu antikorlar müteakip hamileliklerde annenin kanıyla fetüsa geçtiğinde doğum sırasında veya hemen sonra hemolitik anemi ve buna bağlı ölümle biten durumlar ortaya çıkar. İkinci Rh (+) kan vermede birinci nakilde vücûdun meydana getirdiği anti Rh antikorları verici kanıyla reaksiyona girer ve damar içinde çökelme ortaya çıkar. Âcil kan değişimi uygulanmazsa bu durum hayatla bağdaşmaz.

Çocuğun kan grubu ana-babasına benzemeyebilir:Çocuğun kan grubu, baba veya anasınınkine benzer. Bâzan her ikisine de benzer veya her ikisine de benzemez. Eğer çocuğun kan grubu, ana-babasının kan grubundan başka türlü olmasaydı, yeryüzünde yalnız iki çeşit kan grubu bulunurdu. Çünkü bütün insanlar, bir erkekle bir kadından meydana gelmişlerdir.

Âdem aleyhiselâmın kan grubu (A), hazret-i Havva vâlidemizin kan grubu (B) ise; (A) grubunda, (B) grubunda ve (AB) grubunda çocukları olacağı gibi, 0 (Sıfır) grubunda da çocukları olabilir. Çünkü A ve B’nin yarısı 0 (Sıfır) genini taşır. Hamilelik, lohusalık, narkoz, radyoterapi ve arsenikli ilâçlar bâzan kan grubunu değiştirir. Bir insanın kan grubu değişince anasının da, babasının da kan grubuna benzemeyebilir. Bu bakımdan aynı ana-babadan meydana gelen çocukların kan grupları iki çeşit değildir. Kan grupları sistemler şeklinde incelenmektedir. Meselâ ABO, Rh sistemi gibi başka kan grubu sistemleri de bilinmektedir. Daha başka bilinmeyenlerin de bulunduğu söylenmektedir. Her kan grubu sistemi, diğer sistemlerden müstakil olarak çalışmaktadır.Tıbbî tatbikatta, yâni hastalık ve tedâviyi ilgilendiren kan grubu uyuşmazlıklarında herkesin bildiği yukarıdaki ABO ve Rh sistemleri önemlidir.

ABO sistemindeki kan gruplarından;

1. Sıfır (0) grubunda, kişiler 0 ve 0 genlerini taşır ve homozigottur (iki geni aynı).

2. A grubundakinin genleri, A ve 0’dır (heterozigot, yâni iki geni farklı) veya A ve A’dır (homozigot).

3. B grubundakilerin genleri, ya B ve B’dir (Homozigot) veya B ve 0’dır. (heterozigot).

4. AB grubundakinin genleri ise, A ve B’dir. (heterozigot).

Mesela, A grubundaki heterozigot bir erkeğin toplam spermlerinin yarısı A, yarısı da 0 genini taşır. B grubundaki heterozigot bir dişinin yumurta sayısının yarısı B, yarısı da 0 genini taşır. Bu vasfa hâiz kimseler, evlendiklerinde aşağıdaki şemada görüldüğü gibi, ABO sisteminin dört grubunda da, yâni A, B, AB, 0 gruplarında da çocukları olabilir.

Bunu açıklayalım:

1. Birinin A genini taşıyan yumurta veya sperm, diğerinin 0 genini taşıyan üreme elemanı ile bir embriyon yaparsa bundan A grubunda çocuk olur.

2. B geni 0 ile birleşince B grubunda,

3. A geni B geni ile birleşince AB grubunda,

4. 0 geni 0 geni ile birleşince 0 grubunda çocuk veya çocuklar olur. Rh sisteminde de Rh (+) olan bir kimse, heterozigot ise, yâni genlerinden biri (+), diğeri (-) ise, kan grubu Rh (-) olan biri ile evlenince, çocukların kan grubu Rh (+) da olabilir, Rh (-) de olabilir. Yukarıdaki sistemde genlerin A, B ve (+) genleri, 0 ve (-) genlere karşı baskın (dominant) olup, onların özelliklerini örter.

Diğer kan grubu sistemlerinde de durum böyledir.

KAN KANSERİ

Alm. Blutkrebs (m), Leukamie (f), Fr. Leucémier (f), İng. Leukemia. Kanda, kan yapıcı dokularda ve diğer organlarda anormal kan hücrelerinin kontrolsuz olarak çoğalmasıyla ortaya çıkan bir hastalık. Tıp dilinde lösemi veya lökoz olarak geçer.

Sebebi tam olarak bilinmemekle beraber çeşitli kimyevî ajanların, radyasyonun, virüs adı verilen mikropların hastalığın meydana gelişinde rol oynadığı ve bâzı genetik hastalıkların da, hastalığa yatkınlık teşkil ettiği düşünülmektedir.

İlerleyici bir seyir gösteren hastalığın belirtileri, anormal (habis) hücrelerin, kan yapıcı organlarda normal hücrelerin yapımını engellemesi sonucunda ortaya çıkar. Normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi); normal akyuvarların yapımındaki azalma neticesinde mikrobik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir. Ayrıca, hastalığın diğer bâzı bulguları da habis hücrelerin bâzı organları işgal etmesine ve çeşitli kimyevî maddeler salgılamasına bağlanır. Bütün bu hızlı hücre yapım ve yıkımı kilo kaybı ve terlemeye de yol açar. Hastalarda dalak ve bezelerin de genellikle büyümüş olduğu tesbit edilir.

Kan kanserinin hücre tipine göre (myeloit, lenfoit gibi) ve hastalığın süresine göre (müzmin ve had) çeşitleri vardır. Bâzı tipler daha hızlı ve kötü bir gidiş gösterir. Çocukluk çağında lösemi tipleri diğer kanser tiplerine göre daha sık görülmektedir.

Hastalığın tedâvisinde, son yıllarda oldukça önemli adımlar atılmışsa da sebepler bilinemediği için sebebe yönelik tedâvi yapılamamaktadır. Günümüzde tatbik edilen tedâvilerin temel amacı, habis hücreleri ortadan kaldırmaktır. Tedâvi şemaları hastalığın tiplerine ve safhalarına göre değişiklik gösterir. Radyasyon (şuâ) tedâvisi; çeşitli kanser ilâçlarının tatbiki; bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedâvisi (immünoterapi), kemik iliği nakli başlıca tedâvi şekilleridir. Kemik iliği nakli, kriz (atak) atlatıldığı zamanda kişinin kendi hücrelerinin (ototransplantasyon) veya uygun bir vericinin hücrelerinin (allotransplantasyon) verilmesi ile olabilmektedir. Bu tedâvi şekillerine ek olarak birçok yeni metod deneme safhasında olup, müsbet neticeler vermektedir. Hastaların kaybedilmelerinin en önemli sebepleri, aşırı zayıflık, mikrobik hastalıklar, kanama ve işgale bağlı organ yetmezlikleridir.

Tatbik edilen tedâvilerle hastalık krizi (atağı) atlatılabilmektedir. Ancak bâzan kısa bâzan da yıllarca süren aralardan sonra hastalık yeniden ortaya çıkabilmektedir.

Kan kanseri içinde en iyi tip, müzmin lenfositer tiptir. Bu tip genellikle 50 yaşından sonra görülür, 20-25 sene devam edebilir. Bunun tipik soya çekimle (irsiyet) alâkası vardır. Akut lösemiler ise genellikle 3-12 ay içinde ölümle sonlanmaktadır.

KAN KARDEŞİ

Alm. Blutsbruder (m), Fr. Frére (m) de sang, İng. Blood brother. Türklerin çok eskiden beri birbirlerinin kanını içmek veya yalamak suretiyle, yabancı iki kişi arasında kurulduğuna inandıkları kardeşlik.

Eskiden Türkler ve Moğollar hakîkî akrabalıktan başka, iki kişinin birbirinin kanlarını içmek sûretiyle kardeş olduklarına inanırlardı. Bunun için iki kişi bâzı şâhitlerin huzurunda kollarından bir damar keserek kanlarını küçük bir kaba akıtır, bunu süt ve kımız ile karıştırıp yarısını biri, diğer yarısını da diğeri içerdi. Özel merâsimlerle yapılan bu işten sonra o iki kişi, aynı kandan olan kardeşler gibi muâmele görürdü. Batı Türklerinde pek görülmeyen bu hal, Türklerin Müslüman olmasıyla tamâmen terk edildi. Zira her türlü kanı içmenin haram olması yanında İslâm dininde böyle bir kardeşliğin yeri yoktu. Bunun yerine bir anneden süt emerek meydana gelen süt kardeşliği vardı. (Bkz. Süt Kardeşi)

KAN NAKLİ

Alm. Blutübertrangung, Transfusion (f), Fr. Transfusion (f), İng. Transfusion. Kan hacminin azalmış olduğu durumlarda, özellikle bir yaralanma sonucu çok miktarda kan kaybetmiş bir yaralının tedâvisinde en kesin ve esaslı sonucu veren bir tedâvi şekli.

İlk kan nakli bir Mûsevî doktor tarafından Papa Sekizinci İnnocent üzerinde denenmiş, ancak hem papayı hem de kan alınan üç genci kurtarmak mümkün olmamıştır (1492). Bu olay daha önce genç kimselerin kanını içmek veya kan banyosu yapmakla daha genç ve dinç kalınacağı konusundaki Avrupa’daki inanca rağmen, kan nakli konusunun uzun seneler ele alınmamasına yol açmıştır. 1600 yıllarında Richart Lewer, melankolik bir hastaya koyun kanı nakletmiş, ancak meydana gelen hemoliz (alyuvarların erimesi) neticesi hasta ölmekten zor kurtulmuştur. Bu olay, kan nakillerinde meydana gelen hemolize dikkatleri çekmiş ve bu yönde çalışmalar yapılmıştır. Fransa’dan sonra İtalya’da da sonu fâcialarla biten bu tür kan nakilleri yapılmaya başlanınca, zamanın papası bu uygulamayı yasaklamış ve kan nakilleri uzunca bir süre gene unutulmuştur.

1818’de James Blundell insandan insana yaptığı 10 kan naklinden beşinde başarılı olmuştu. 1900’de Stesher ve Wiener ABO kan gruplarını ayırt etmişlerdir. İki yıl sonra da De Costello AB kan grubunu bulmuştur. 1914’te sodyum sitratın kan pıhtılaşmasını önleyici etkilerinden faydalanılarak konserve kan kullanılmaya başlanmış ve o zamana kadar mevcut olan alıcı ve vericinin birlikte bulunmaları konusu ortadan kaldırılmıştır. Bu husustan faydalanan Fransızlar, Birinci Dünyâ Savaşında kan naklini başarıyla kullanmışlardır.

1936’da Robertron’un Chicago’da ilk kan bankasını gerçekleştirmesinden sonra, kan nakli İkinci Dünyâ Harbinden başlayarak standart bir metod ve özel teşkilâtlanmış ekipler tarafından geniş çapta kullanılır ve uygulanır hale getirilmiştir.

Kan nakli şu durumlarda yapılabilmektedir:

1. Kanın oksijen taşıma yeteneğinin azaldığı haller:

a) Anemi (kırmızı hücrelerin sayıca azlığı+kansızlık),

b) Bazı zehirlenmeler.

c) Kanamalar neticesi kan hacmindeki azalma.

2. Pıhtılaşmayı sağlayan kan faktörlerinin azlığı (hemofili vb.).

3. Enfeksiyon hastalıkları.

4. Kan proteinlerinin azaldığı haller.

Kan naklinin yapılmasının tehlikeli olduğu haller de vardır. Yaygın akciğer hastalıkları, bâzı kalp hastalıkları (kalp yetmezliği, kalp krizi), kanın kıvamının arttığı haller (aşırı su kaybı), had böbrek yetmezliği gibi hallerde, kan nakli yapılması mahzurludur.

Kan nakli için en uygun yol, koldaki toplardamarlardır. Kan nakli vericiden alıcıya doğrudan doğruya yapılabilirse de, yaygın uygulamada konserve kan kullanılmaktadır. Vericiden alınan 350 ml kadar kan, içinde 120 ml sitrat tamponlu dekstroz solüsyonu bulunan vakumlu kaplara çekilir ve kullanılıncaya kadar +4°C’de saklanarak korunur. Kan, gerektiği zaman tekrar vücut sıcaklığına kadar ısıtıldıktan sonra kullanılır.

Kan alınacak kişilerde şu şartların bulunması gerekir: Tansiyon düşüklüğü olmamalı; son üç dört haftadan beri ateşli bir rahatsızlık görmemiş olmalı; verem, frengi, sıtma ve bulaşıcı sarılık geçirmemiş olmalı; astım, kurdeşen gibi allerjik hastalığı bulunmamalı; son kan verişinden sonra iki ay kadar bir süre geçmeli; AIDS hastası veya taşıyıcısı olmamalıdır.

Kanın cam şişe yerine plastik kaplarda saklanması daha avantajlıdır. Çünkü taşıması kolaydır, kırılma tehlikesi yoktur. Kanın şekilli elemanları, özellikle pıhtılaşma elemanları olan trombositler, daha uygun süre yaşarlar. Kurallara uygun olarak alınan ve saklanan bir konserve kanda dört beş gün sonra, kırmızı hücrelerde erime başlar. Mikroplar, sıcaklık ve sarsıntı bu erimeyi artırır. Konserve kanda yirmi birinci günde bu erime oldukça önemli boyutlara ulaştığından, bu süreden sonra kanın kullanılması mahzurludur. Kan nakline bağlı olarak ortaya çıkabilecek çeşitli istenmeyen reaksiyonların yanısıra ölüm tehlikesi de vardır. Bu reaksiyonlar, taze kana göre bekletilmiş kanda daha sık görülür. Bugün daha dikkatli yapılan kan nakilleri sonucu tehlikeler azalmıştır.

Kan nakli yapılan hastaların çoğunda yirmi dört saat kadar devam eden bir ateş yükselmesi görülür. Ateşle birlikte bulantı, kusma, baş, gövde, kol ve bacaklarda ağrılar, nadiren de kurdeşen, anjionörotik ödem ve anaflaktik şoka kadar gidebilen üzücü tablolar ortaya çıkabilir. Bunlara kana karışan mikroplar, yabancı maddeler, altgrup uyuşmazlıkları ve kanın soğuk olarak takılması gibi sebepler yol açmaktadır. Hafif ateş yükselmesi tedâvî gerektirmez. Kan nakli sırasında titreme ve âni ateş yükselmeleri olursa, kan verme işlemi hemen durdurulmalı ve sebebi araştırılmalıdır. Bir de daha az görülen, fakat çok daha tehlikeli olan hemolitik reaksiyonlar vardır ki bunlar, ekseriya verilen kanın alıcı kanı ile uygunluk göstermemesinden veya hemolize olmuş kanın naklinden ileri gelir. Bu durumda titreme, kusma, bel ve başağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, idrarda kızarma, sarılık, idrar miktarının giderek azalması, böbrek yetmezliği ve ölüm görülür. Böyle durumları önlemek için kan vermeden önce, kan gruplarının uygunluğu kontrol edilmeli, kullanılacak malzeme tamâmen mikropsuz olmalıdır.

Bunlardan başka kan nakli ile alıcıya frengi, sıtma, tifo, bulaşıcı sarılık ve AIDS gibi hastalıklar nakledilebilir. Kalbi ve akciğeri hasta olanlara fazla kan vermek de tehlikeli olabilir. Kan verme sırasında, damara hava ve kan pıhtısı girme riski de vardır.

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, çok mühim bir tedâvi vâsıtası olan kan nakli, bilgi ve dikkat isteyen, aksi takdirde ölüme kadar giden reaksiyonlara yol açabilen bir tedâvi vâsıtasıdır.

Kan bankaları: İhtiyaç hasıl olduğunda bir verici bulabilmek, son derece güç bir olaydır. Bu sebeple âcil cerrâhî merkezlerinde, büyük hastahanelerde, büyük şehirlerde kan bankaları kurulmuştur. Kan bankalarında gruplarına göre sınıflanan kan gerektiğinde kullanılır.

Bankalardaki kan bir pıhtılaşma önleyici (antikoagulan) maddeyle birlikte saklanır. Kana karıştırılan bu madde, asid-sitrat-dekstroz kompleksidir. Bir kan, bankada yirmi bir günden fazla kalırsa nakil işinde kullanılmaz.

Plazma da çeşitli durumlarda hastalara verilebilir. Bunun verildiği hastalıklar, kan hücrelerinin normal, plazmanın ve pıhtılaşma faktörlerinin eksik olduğu hallerdir. Plazma, kandan santrifüje edilerek ayrılır. Bir buzdolabında birkaç hafta boyunca saklanabilir.