KALE

Alm. Burg, Festung (f), Fr. Fort (m), forteresse (f), İng. Fortress, castle; stronghold. Stratejik yol üzerinde, geçit ve dar boğazlarda, askerî önemi olan şehirlerde, gerekli askerî kuvveti barındırarak, savunma ve güvenliği sağlamak için yapılan kalın duvarlı, burçlu, mazgallı yapı.

Askerî mîmârî, çerçevesi içine giren kaleyi, benzeri olan hisar ve surdan ayırd etmek lazımdır. Hisar bir mesken olarak düşünülüp tahkim edilmiş, tek bir kütle hâlindeki yapıdır. Batı dilerinden dilimize geçen şato kelimesinin karşılığıdır. Sur ise bir şehir veya kasabayı korumak üzere, bu yerin etrafını çeviren kuleli tahkimât duvarına verilen addır.

Kale genellikle stratejik yerlerde, arazinin tabiî özelliklerinden faydalanarak inşâ edilirdi. Kale yapımında kolay ve az sayıda bir kuvvetle savunulabilmesi, gerektiğinde içeriden dışarıya çıkılabilmesi, uzun süreli kuşatmalara dayanabilmesi, bir veya birkaç tarafın tabiî engeller ile emniyette olması gibi özellikler gözönünde bulundurulurdu. Bâzı kalelerde uzun süreli kuşatmalara dayanabilmesi için, kale içinden dışarıdaki bir akarsu veya göle inen gizli bir yol da bulunurdu. Ankara Kalesinin Bent Deresine inen böyle bir gizli geçidi vardı. Kalelerin içlerinde umumiyetle yağmur sularını toplayan su sarnıçları yapılırdı. Çok büyük ve mîmârî bakımdan haşmetli sarnıçlar, Arnavutluk’ta Osmanlı devrinden kalma Berat Kalesinde, Güney Anadolu’da Mersin yolundaki Akkale’de görülebilir. Çok sarp bir kaya kütlesi üzerinde bulunan Afyonkarahisar Kalesinde su ihtiyacı yağmur ve kar sularının kayalara oyulan pekçok sayıdaki küçük sarnıçlara toplanması suretiyle karşılanırdı.

Kale mîmârîsi, târihin ilk devirlerinden îtibâren tekniğin ve askerlik ile savaş usûllerinin ilerleyişine uyarak gelişme göstermiştir. Hitit, Urartu, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı kaleleri arasında açık farklar olmakla beraber, hemen hemen hepsi aynı gâye ile yapılmıştır.

Kale mîmârîsinin başlıca özellikleri olan hendek, çifte duvar sistemi, kapıları çifte burç ile korumak gibi bâzı esaslar ve çok eskiden olduğu gibi yakın târihlere kadar kulanılagelmiştir.

Kale duvarları bir veya iki kat hâlinde, yüksek tahkim edilirdi. Bâzı kalelerin duvarları dışında su dolu hendek bulunurdu. Duvarlar kulelerle takviye edilirdi. Kuleleri birbirine bağlayan kale duvarları son derece kalındı. Kale duvarlarının üzerinde ve dış tarafında insan boyundan yüksek “barbata” denilen bir duvar yapılırdı. Buradan düşmana ok, taş atmak, kaynar su ve kızgın yağ dökmek için mazgallar, arka taraflarında, ok atanları korumak için mazgal siperleri bulunurdu. Bunların arkasında da nöbetçilerin ve askerlerin dolaşmalarına ve bir siperden diğer bir sipere gitmesine yarayan “seğirdim” denilen yol, düzlük kısım vardı. Bâzı kalelerde duvarın üst kısmından sur dibine yaklaşan düşmana ateş ve ok atmaya yarayan, şerefe gibi ahşap çıkmalar da yapılırdı. Bunlara “sengendaz” veya “metris” denirdi. Duvarlar dik olarak kireç ve öğütülmüş kiremit karışımı bir harçla birbirine tutturulan, büyük moloz taşlarla örülürdü. Mazgal siperlerinin üst kısımları, yağmur sularının iki yana akmasını sağlayacak şekilde, eğimli taş döşemelerle veya kiremitle örtülürdü. Kale kuleleri saldırılara karşı korumak ve savunmak için düzenli aralıklarla yapılırdı. Bu kuleler kışla ve askerî cezâevi olarak kullanılırdı.

Kale kapısı, savaş esnâsında askerin dışarıya saldırı yapmasına yarar ve tehlikeli zamanlarda kapatılırdı. Kale kapıları çift olarak sağlam ve kalın ağaçlardan yapılırdı. Üzerine madenî levhalar çivilenerek kuvvetlendirilirdi. Her kapının, iki yanında burayı korumaya yarayan kule yapılırdı. Kapıların yanlarına dönerek açılanları olduğu gibi, yukarıdan aşağıya inerek kapanan ve istenildiğinde zincirle kaldırılan asma kapı biçiminde olanları da vardı.

Kalenin en son sınırına kadar dayanması gereken kale burcu, iç istihkam veya merkez yuvanın temelini teşkil ederdi.

Kale bedeninin üzerinde, seğirdim yolunun kenarında, ok atım ve etrafı gözetlemede kullanılan diş biçimindeki duvara “kale mazgalı” denirdi.

Kale mîmârîsinde en büyük değişiklik topçuluğun gelişmesi ile oldu. On dokuzuncu yüzyılda ateşli silahların önem kazanması üzerine yeni bir gelişme gösterdikten sonra, içinde bulunduğumuz yüzyılın savaş usullerinin ve silahlarının inanılmaz gelişmesi karşısında değersiz kaldı. Bugün hiçbir devlet askerî savunma maksadıyla kale inşâ etmemektedir. Eski kalelerin tâmirinde ise târihin canlanması eski hatıraların ayakta kalması gibi bir gaye düşünülmektedir.

KALEM

Alm. Ble-i, Farb-stift (m), Feder (f), Schreibrohr (n), Fr. Plume (f) crayon (m), Pinceau (m), ciseau (m), de sculpteur, İng. Pencil, pen; reed. Yazı âleti. Yazmak ve çizmek için kullanılan araç. Resmî dâirelerde yazı, muhâsebe, kayıt vb. işlerin görüldüğü yer, büro (kalem odası); taş, ağaç veya mâdenleri oymaya veya üzerine yazı veya resim kazımaya mahsus ucu sivri ve keskin kalem şeklinde çelikten yapılmış âlet (taşçı kalemi, ayna kalemi, kazı kalemi, heykeltraş kalemi gibi). Çeşit, tür mânâsında da kulanılır. Tülbent veya başka kumaş üzerine resim ve nakış yapmak için kullanılan ince fırça veya sivri çöp (kalem işi...). Bir pusulaya veya deftere yazılan eşyanın cins ve çeşit îtibâriyle bir sırada ve bir tek rakam altında yazılması (sekiz cins, sekiz kalem eşya... gibi). Gayet ince boya fırçası. Desen çizme sanatı veya tarzı. Aşı yapmak için ağaçtan kesilen ince çubuk (aşı kalemi). Beynin dördüncü karıncığının çukurcuğuna da kaleme benzediği için kalem denir. Bir hesap, bir hesap cetveli veya bir hesap durumunun maddelerinden her birine de “kalem” denir (üç kalem ilâç... gibi). Kalemin buna benzer birçok mânâları vardır.

İslâm dîninde de; din , dünyâ işlerinden meydana gelecek yaş ve kuru, canlı ve cansız, ölü ve diri, su ve taş, harap ve mamur yerler kısaca her şeyi levh- i mahfuza yazan şeye de “kalem” denilmiştir. Hadîs-i şerîfte: “Allahü teâlânın ilk yarattığı şey Kalem’dir. Kalem’e yaz, buyurdu. Kalem ne yazayım? dedi. Allahü teâlâ Kaderi yaz buyurdu. Kalem, ebede (sonsuza) kadar olacak şeylerin hepsini yazdı.” buyrulmuştur. Kalem, Levh-i Mahfûz üzerinde kıyâmete kadar olacak şeyleri yazar. En’am sûresi 59. âyetinde, Allahü teâlâ meâlen; “Yaş ve kuru (canlı ve cansız, ölü ve diri, su ve taş, harap ve mamur yerler, az ve çok) her şey kitab-ı mübînde vardır.” buyurmuştur. Kitab-ı mübîn, levh-i mahfûz mânâsınadır. Levh-i mahfûz, Allahü teâlânın katında şeytandan muhâfaza edilmiş olan levhadır (kitaptır). Üzerinde Kur’ân-ı kerîm de yazılıdır. (Bkz. Levh-i Mahfûz)

Osmanlı saray teşkilâtı târihinde, Osmanlı mâliyesini meydana getiren dairelerden her birine de “kalem” adı verilirdi. Devletin amme hizmetlerinin görüldüğü her kapıya, resmî dâireye de kalem, devlet memurlarına da “kalem efendisi” denmiştir. Osmanlılarda kalem, sâdece devlet işlerinin görüldüğü bürolar değildi. Aynı zamanda buraları, oraya çocuk denecek yaşta alınan gençlerin, eğitim ve terbiye gördükleri birer ilim ve irfan kaynağı, birer mektep (okul) mâhiyetindeydi. Osmanlının birçok ilim ve sanat adamları, kalemlerden yetişmiştir. Kaleme alınan çocuk, kalem âmiri tarafından edebi, terbiyesi, güzel ahlâkı, ilim ve irfanı ile tanınmış, yaşlı ve tecrübeli bir Osmanlı efendisinin yanına verilirdi. Bu mürebbî katip, kendini mânevî bir baba kabul edip, çocuğun yetiştirilmesini bir vazife, bir mesuliyet, bir şeref ve haysiyet meselesi kabul ederdi. Ona şefkat ve merhametle, acıyarak her türlü meslekî bilgiyi, güzel yazı yazmayı öğretir, kalemde evrakın nasıl işlem gördüğünü anlatırdı. Bir yandan da çocuğun her türlü kabiliyetini araştırır, kalemde Arapça, Farsça ve batı lisanlarından birini öğretir, bilgi ve görgüsünü arttırmaya çalışırdı. Sonra uygun bir ünvan ile vazifeye tâyin edilirdi.

Yazı âleti olan kalem, ilim için lüzumlu bir malzemedir. İlmin zabtı ve böylece korunması kalem ile olur. Kalem, siyâset ilmini de mecâzen ifade etmektedir. Milletlerin kaderinde silâhla, kılıçla elde edilen çok hak ve menfaatleri kalemle, yâni masa başında yok olup gitmiştir. Çok kere harp sonundaki anlaşmalarda kalemi, siyâseti kuvvetli olan kazanmıştır. Kalem; ilim, irfan ve kültürün de sembolüdür. Bu mânâsıyla kalemde kuvvetli ve devamlı olan milletler, yalnız silâh bakımından üstün olan milletleri dâimâ yenmişlerdir. Atalarımız bu hakikatı “kalem kılıçtan keskindir” vecizesiyle anlatmışlardır.

Kalem, çeşitleri, yapısı ve yapılışı, kullanılış yerleri ve şekilleri itibarıyla birçok isimler ile anlatılmaktadır. Kalemin yazı hayâtında kullanılmaya başlaması da çok eski bir târihe dayanır. Orta çağda, yumuşak ve kızıl bakır, gümüş ve altından yapılmış iğneler veya içine erimiş kurşun akıtılmış deri tüpler, kalem olarak kullanılmıştır. 1564’te grafit mâdenlerinin bulunmasıyla, grafitten kalemlerin yapımına başlanmıştır. 1792’de, grafit ve kil karışımından, çevresi sedir ağacı tahtasıyla kaplanmış kalemler yapıldı. Bu kalemler, bugün kullandığımız “kurşun kalemi”nin başlangıcı oldu. Bu târihlerden günümüze kadar kalem yapım sanatında büyük ilerlemeler ve gelişmeler olmuştur. Hele Kur’ân-ı kerîm yazısı olan Arap harflerinin hattında (yazılmasında) öyle sanatlar ve kalemler geliştirilmiştir ki, bugün dahi bunlar orijinalliğini korumaktadırlar. (Bkz. Hat)

Kalemler yapılış ve kullanıldığı yerlere göre pekçok çeşitlere ayrılırlar. Kurşun kalem, dolma kalem, tükenmez kalem, boyalı kalem, kopya kalemi gibi.

KALEMTRAŞ

Alm. Federmesser (n); Bleistiftspitzer (m), Fr. Canif (m); taille-crayon (m), İng. Pencil sharpener. Kamış yazı kalemlerini açmağa mahsus, uzunca saplı ve demiri sâbit, açılıp kapanmayan kesici âlet.

Kalemtraş üç parçadan meydana gelir: Birincisi, su verilmiş çelikten yapılan kesici kısım (tığ). Kesen tarafına “ağız” aksine “sırt” denir. Tığın şekline göre kalemtraşa hattâtî, kâtibi, söğüt yaprağı, cam kırığı, küt, servi gibi adlar verilirdi. Âhârlı kâğıt üzerindeki hatâların kazınmasında, kesici kısmı küçük ve sivri olarak yapılan, ufak tashih kalemtraşını hattatlar çok kullanırdı. İkincisi, kemik, fildişi, mercan, ünnap, öd ağacı, bağa, som, abanoz, pelesenk, çelik, altın kakmalı çelik vb. gibi malzemelerden yapılan ve kesici kısmın iki katı boyu olan sap kısmı. Üzerinde sanat gösterilen ve kalemtraşa kıymet kazandıran yer burasıdır. Üçüncüsü, bu iki kısmın birbiriyle sağlamca kaynaşmasını sağlayan parazvanadır. Çelikten, pirinçten, nadir olarak altın ve gümüşten yapılırdı.

Her sanatkâr, kendi eseri olan kalemtraşa, pirinçten, gümüş ve altından olmak üzere parazvanaya yakın bir yere damgasını koyardı. Bu mühürler, armut, kalp, şişe biçiminde yapılırdı. Kalemtraşı yapan şahsın adı, buraya kabartma olarak çıkardı. Kalemtraşcıya, peştemal kuşanırken, yâni diploma alırken, kendisini yetiştiren ustası veya mesleğin en yaşlısı tarafından hakiki adından ayrı, bir başka ad (mahlas) verilirdi. Bu mahlas, bir başka meslektaşı tarafından kullanılmayan ve sonu “Δ ile biten bir addır. Muhyî, Medhî, Recaî gibi.

Osmanlılarda kalemtraşçılık bediî (güzel) sanatlardan sayılırdı. Her devirde sanatında mahir birkaç kalemtraşçı bulunurdu. On yedinci asırda Galatalı ve İstanbullu iki Recaî; son asırda adları hürmetle anılan Fennî ve Yümnî Recaî’lerden sonra gelen ustalardandır. On dokuzuncu asır başlarında Sâfî, Kemalî, Sıtkî, Bursalı Hüsnî gibi değerli kalemtraşçılar yetişti. Yarım asır evvel, Hacı Resmî, eserlerinde, eski kalemtraşçıları unutturacak bir kâbiliyet gösterdi ise de ömrü uzun sürmedi. Son zaman kalemtraşçıları Horhor’da oturan Muhyî ile Zekî, Sıtkı ve Rıza idi.

Günümüzde, kurşun kalemleri açmak için çeşitli boy ve şekillerde yapılan kalem açacaklarına da kalemtraş denmektedir.

KALIN BARSAK

Alm. Dickdarm (m), Fr. Gros intestin (m), İng. Large intestine (Colon). Sindirim sisteminde ince barsağın sonundan, dışa açılan son nokta olan anüse kadarki bölümü.

Kalın barsak, ince barsaktan geniştir ve bir dizi cep ve boğum ihtiva eder. Yaklaşık olarak 1,5 m uzunlukta ve 3-8 cm genişliktedir. Karnın sağ alt bölgesinde ince barsağın son kısmı ile birleşir. Kalın barsağın ilk kısmı olan çekum (kör barsak) geniş bir cep şeklindedir. Bu kısımdan parmak gibi bir çıkıntı şeklinde apandisit uzanır. İnce barsak son kısmı ile kalın barsak başlangıç kısmı arasında bir kapak vardır. Bu kapak normalde maddelerin kalın barsaktan ince barsağa geçmesine engel olur. Çekumdan sonraki kalın barsak parçasına kolon denir. Kolon dört parçadan meydana gelir; çıkan, yatay, inen ve sigmoit (eğri) kolon. Sigmoit kolondan sonra gelen rektum, anal kanala açılan 13 santimetrelik bir borudur. Anal kanal barsağın en son ve en kısa bölümüdür. Yaklaşık 2,5 cm uzunluktadır. Anal kanalın sonlandığı yer anüs (dübür, makat) olarak bilinir. Anüste kanalı çevreleyen biri düz, diğeri çizgili kas liflerinden yapılmış iki kas vardır. Bu kaslar anüsün yalnız dışkılama sırasında açılmasını ve başka zamanlarda dâimî sûrette kapalı kalmasını sağlamaktadır.

Görevleri: Sindirilen yiyecekler, kalın barsağa geçince çok az işe yarayan madde ihtivâ ederler. Kalın barsağın en önemli görevi, suyu ve inorganik tuzları bu sindirilmiş kütleden emmektir. Böylece su kaybı önlenir ve dışarıya atılması îcâb eden maddelerin koyulaşması sağlanır. Kalın barsak vâsıtasıyla dışkı rektuma iletilir ve anüsten atılır. Kalın barsağın iç duvarında balgam gibi kıvamlı salgı yapan hücreler çok miktarda bulunur. Kalın barsakta da sindirim işi devam eder. Bir taraftan besin maddelerine karışmış olarak gelen ince barsak salgılarının etkisi burada da devam ederken, diğer taraftan kalın barsaktaki hazım işine burada çok miktarda bulunan bakteriler de karışır. Bu bakterilerin çokluğu yüzünden kalın barsağın delinip içindekilerin karın boşluğuna dökülmesi çok tehlikelidir. Bakteriler bitkisel hücrelerin selüloz duvarlarını eriterek sindirilmesini sağlarlar.

İnsanlarda apandisit, barsak görevini yapmaz. Körelmiş bir barsak parçası olarak düşünülür. Daha çok vücut savunmasında rol alan lemfoid bir organ olarak vazife görmektedir.

Hastalıkları: Apandisit, hemeroid (basur), kolit (kalın barsak iltihabı), iyi huylu ve kötü huylu tümörlerdir.

Tümörlerin içinde en mühimi kalın barsak kanseridir. Kalın barsaktaki kanserlerin büyük bölümü son kısımlarında yer almaktadır.

Kalın barsaklarda kansere öncülük eden bâzı hastalıklar da bulunabilir (âilevî polipozis, kolitis ülseroza gibi). Kalın barsaktaki kanserin belirtisi yerleştiği yere göre değişiklik gösterir. Belirtiler genel olarak şöyle sıralanabilir: İştahsızlık, halsizlik, büyük abdestten kan gelmesi, dışkılama alışkanlığında meydana gelen değişiklikler (ishal veya kabız), yalancı ishal veya buruntu (hasta dışkılama ihtiyâcı ile helâya gider, fakat bir şey yapamaz, biraz sonra bir daha gider), büyük abdestin kalem gibi incelmesi, barsak tıkanıklığı belirtileri vb.

Kesin teşhis, endoskopik muâyene ve parça alınıp incelenmesiyle konur. En ufak bir şüphelenme durumunda derhal bir hekime gitmeli ve muâyene olmaktan çekinmemelidir.

Erken teşhis edilen vak’alarda yapılan cerrâhî tedâvi başarılı olmaktadır. Geç kalınan vak’alarda yapılan ilâç ve şuâ tedâvisi, pek başarılı olamamaktadır.

KALIP

Alm. Form (f), Fr. Moule (m), İng. Mold. Bir cismi îmâl edebilmek için kullanılan iki veya daha fazla ayrı parçadan müteşekkil, içi cismin şekline tam olarak uygun metal bloklar.

Modern teknolojide her türlü seri îmâlât için metal (umumiyetle çelikten yapılmış) kalıplar kullanılır. Soğuk şekillendirme kalıpları ile sıcak şekillendirme kalıpları farklı iki grubu teşkil eder.

Soğuk şekillendirme kalıpları: Metal levhaları soğuk olarak şekillendirmek için bu kalıplardan faydalanılır. Bu tür kalıplar genelde iki parçadan meydana gelir. Birincisi alt kalıp olup, umûmiyetle oyuk şeklinde olur ve dişi kalıp adını alır. İkincisi üst kalıp olup malafa şeklindedir ve erkek kalıp adını alır. Bu iki kalıp hidrolik, eksantrik veya pnömatik sistemle çalışan preslere bağlantı civataları ve tâkipçilerle bağlanır. Şekillendirilecek metal levha (saç) bu iki kalıp arasına konulur. Alt kalıp hareketsiz olup sâbittir. Üst kalıp hidrolik preslerde yavaşça, eksantrik veya mekanik preslerde yüksek hızla, pnömatik preslerde âniden inerek levhaya arzu edilen cismin şeklini verir. Kenarlarda meydana gelen çapaklar ayrı kalıplarla kesilip atılır.

Sıcak şekillendirme kalıpları: Bu kalıplar da başlıca dövme ve döküm kalıpları diye tekrar iki gruba ayrılır.

Dövme kalıpları: Soğuk şekillendirmede olduğu gibi iki ayrı parça metal bloktan müteşekkil olup, hem üst hem de alt kalıp umumiyetle oyuklu dişi kalıptır. Bu kalıplar havalı preslere, friksiyon preslere veya düşmeli çekişlere bağlanır. Zorlamaya mâruz kalan makina parçaları dövme kalıplar yardımıyla îmâl edilirler. Havalı preslerin çekiçleri bir kompresörün verdiği 7-8 atm basınç altındaki hava ile çalışır. Buna mukâbil friksiyon presler, mücellitlerin kullandığı preslerin vidalarına benzer bir büyük vida tertibâtı yardımıyla çalışır. Düşmeli çekiçler kayış tertibâtı ile çalışır.Kalın kayış yardımıyla elektrikî bir düzenden enerji alınarak yukarıya kaldırılan üst kalıp, âni olarak serbest düşmeye terk edilir. Üst kalıbın potansiyel enerjisinden istifâde edilerek istenen form elde edilir.

Cisim ağırlığının % 30-60’ı fazla ağırıkta olan çelik parçalar tav ocaklarında ortalama 20-40 dakika kadar 900-1100°C’de ısıtılır. Tavlanan (ısıtılan) parçanın alt kalıbın üzerine konarak, üst kalıbın hızla birkaç vuruşu yardımıyla istenen form elde edilir. Kenarlarda meydana gelen çapaklar ayrı bir eksantrik (mekanik) preste kesilerek cisim soğumaya terk edilir. Dövme sıcaklığı 900-1100°C’dir. Kalıptan çıkan cisim ise 600-700°C arasındadır. Zira parça dövme sırasında ısı kaybeder.

Döküm kalıpları: Ergimiş halde bulunan metalin kalıba dökümü ya serbest şekilde veya basınç altında yapılır. Buna göre basınçsız döküm ve basınçlı döküm olarak sınıflandırılır.

Basınçsız döküm kalıpları: Potalar içerisinde eritilen metal, kalıbın içerisine boşaltılır. Ergimiş haldeki metal kendi ağırlığı sebebiyle akar. Eğer kalıp içindeki girinti ve çıkıntılar fazla ve keskin ise metal bu boşlukları tam olarak dolduramayacağından basınçsız döküm kalıpları elverişli olmaz. Basınçsız dökümde kalıp maliyeti yüksek olmasına mukabil üretim maliyeti düşük olduğundan tercih sebebidir.

Basınçlı döküm kalıpları: Montaj hattına çok sayıda ve düşük maliyette parça sağlamak için basınçlı döküm kalıpları kullanılır. Alüminyum alaşımlı motor parçalarından kapı kollarına kadar 250’ye yakın otomobil parçası bu tür kalıplarda dökülür. Bazı basit parçaların otomatik makinalarda dökümü dakikada yüzlerce sayıda olabilir. Basınçlı döküm makinalarında ergimiş metal kalıba doldurulur. Binlerce tonluk kuvvetlerle kalıbın iki parçası birbirine geçirilir. Soğuduğunda parça dışarı atılır. Bu cins makinaların maliyeti ancak uzun imalat dönemlerinde amorti edilebilir. Bu sebepledir ki, dökülecek parça sayısı 5000’den az ise basınçlı döküm metodu tercih edilmez.

Basınçlı dökümde başlıca iki metod vardır: Birinci metod, soğuk oda metodu, ikincisi ise sıcak oda metodudur.

Soğuk oda metodu: Potada eritilen metal bir silindire boşaltılır. Hidrolik veya pnömatik bir pistonla kalıbın içine doldurulur.

Sıcak oda metodu: Erimiş metalin içine basınç silindirinin kendisi daldırılmıştır. Müteakip doldurmalar ya basınçlı hava ile veya bir pistonla gerçekleştirilir. Bunun yanında alçak basınç ve yüksek basınç metodları da mevcuttur. Bir başka yeni gelişmiş olarak da vakumlu kalıpları kaydedebiliriz. Bütün kalıplarda basınç altında püskürtmenin kalıbı daha hızlı doldurmasını sağlıyacak bir vakum meydana getirilir.

Plastik kalıpları da basınçlı veya basınçsız döküm kalıbı şeklinde îmâl edilirler.

KALITIM

Alm. Vererbung (f), Fr. Hérédité (f), İng. Heredity. Fiziksel ve psikolojik karakterlerin ana-babadan, çocuklarına nakledilmesi. Bu karakterler, hatta içgüdü davranışları nesilden nesile kromozomların üzerindeki kalıtım birimleri (genler) tarafından nakledilir. Genetik ilmi, kalıtımın dayandığı fizyolojik ve biyokimyâsal temelleri açıklar.

Mendel’in bitkiler üzerindeki çalışmaları, kalıtımın dayandığı temelleri açıklaması bakımından önemlidir. Mendel Kânunlarının insan genetiği üzerine uygulanmış hâlinin gösterilmesi 1903 yılında William C. Farabee ve William E.Castle tarafından yapılmıştır. Bu iki araştırmacı bildirilerinin temelini, üç nesildir geçen bir albinizm (akşınlık) vak’ası üzerine oturtmuşlardır. Kalıtım üzerindeki bir diğer önemli çalışma 1908 yılında Archibald Garrod tarafından açıklandı. Garrod, insanlarda rastlanan dört önemli metabolitik hastalık, albinizm, alkaptonüri, sistinüri ve pentosürinin âilevî olup, doğumda mevcut olduğunu bildirdi. (Bkz. Genetik, Gen, DNA, Kromozom, Genetik Mühendislik)

KÂLİB ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem’ûn’un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ’dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti (bildirdi.)

Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını arz-ı mev’ûd (Filistin ve Suriye) denilen yere götürmek üzere yola çıkınca, İsrâiloğullarının her kolundan birer temsilci seçerek, Filistin bölgesinde yaşayan cebbârların (zâlim hükümdârların) ve ahâlisinin durumu hakkında haber getirmeye gönderdi. Bu temsilciler arasında Kâlib aleyhisselâm da vardı. Gidenler, cebbârların ve ahâlinin iri cüsseli ve kuvvetli olduklarını görerek korktular. Gördüklerini İsrâiloğullarına anlatıp, onları harbe gitmekten vazgeçirdiler. Temsilciler arasında bulunan Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm gidip gördükleri kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, zâhirde öyle olsa bile korkak ve kalplerinin zayıf olduğunu söylediler. İsrâiloğullarının, Allahü teâlânın yardımıyla o beldeleri fethedebileceklerini anlattılar. İsrâiloğulları Yûşâ ve Kâlib aleyhimesselâma karşı çıkarak taşa tuttular. Fakat Mûsâ aleyhisselâmın diğer yardımcıları gibi Kâlib aleyhisselâm da azan ve yoldan çıkan İsrâiloğulları karşısında onu yalnız bırakmayıp, yardım ettiler.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Mâide sûresi 23. âyetinde meâlen buyurdu ki:

Allahü teâlâya îmân edip, O’ndan korkanlardan(Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: “Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defa kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın yardımıyla) elbette siz gâliplerden olursunuz. Siz gerçekten mümin kimseler iseniz, Allahü teâlâya tevekkül ediniz.

İsrâiloğullarının Tih Çölünde kaldığı kırk sene içinde, Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrılmayan Kâlib aleyhisselâm, onun vefâtından sonra, Yûşâ aleyhisselâma yardım etti. Yûşâ aleyhisselâm vefât etmeden önce Kâlib aleyhisselâmı yerine halîfe bıraktı. Yûşâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarından ordu hazırlayıp, zâlim hükümdârlarla savaştı ve onları mağlûb etti. Sonra Mısır’a gitti. Hazkîl aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edip, Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere kalmaları için çalıştı ve Mısır’da vefât etti.

KALİTE

Alm. Qualität (f), Fr. Qualité (f), İng. Quality. Bir şeyin iyi veya kötü olma özelliği. Mala değer verdiren, yapım, dış manzara, renk ve tat gibi ona âit özelliklerin hepsine kalite denir. Burada ifâde edilen, herhangi bir bakımdan, üstünlük ve eksikliktir. Halk dilinde kalite, üstünlüğü, iyiliği belirtir. Avrupa kalite kontrol birliğine göre ise kalite, bir ürün veya hizmetin, belirli ihtiyacı karşılayabilme kâbiliyetini ortaya koyan özelliklerin hepsidir. Sanâyi içindeki mânâsı ise bir firmanın ürettiği ürünü, aynı gâye ile ürettiği benzer olanlardan veya başka firmalarca üretilenlerden ayıran özelliklerin toplamıdır. Üretimde kalite, tesbit edilmiş iki sınır arasında kalınabilme özelliği şeklinde de târif edilebilir.

Üreticinin kalitede aradığı özellikler fabrikada proje çalışmaları yapılarak tesbit edilir. Bunun neticesinde ilerleme ve gelişmeye göre mal üretmede kullanılacak tezgah, araç ve âletlerin tesbiti yapılır. Böylece kaliteli mal üretimi için lüzumlu olan tedbirler önceden alınır. Kalitede beğenilme ve mâliyet iç içedir. Bir firma birbirine benzer, fakat değişik kalitede ürün üretip farklı fiyatlarla satabilir. Bu ürünler arasında tabiî olarak güvenilirlik açısından farklar olur. Daha fazla masrafla, emekle bir malı daha kaliteli yapmak mümkündür. Yalnız mühim olan hem kalite hem de alım gücünün beraberce düşünülmesidir. Bu bakımdan herkesce benimsenecek mutlak kaliteden söz edilemez.

Bazı ürünlerin kalite durumları millî veya milletlerarası standartlara göre belirlenir. Bunlara uyulması gerekir. Uyulmadığı zaman bilhassa ihracatta olan aksaklıklar, millî ekonomi bakımından çok zararlı neticeler doğurur. Bugün üretim sanayiinde ölçme teknikleri o kadar gelişmiştir ki, kusurlu malları tesbit etmek çok kolay ve basittir. Kusurlu olduğu için işe yaramayan veya zarara sebeb olan ürün değeri, her ülke için çok önemli boyutlardadır. Bunu ortadan kaldırmak veya çok azaltmak için daha iyi, daha kontrollu mal îmâli ancak kalite kontrolunun çok iyi yapılmasına bağlıdır.

KALİTE KONTROL

Alm. Qualitätskontrolle (f), Fr. Côtrole (m) de la qualité. İng. Quality control. Bir üretim yerinde çeşitli kesimlerin gösterdiği kaliteyi geliştirme, onu koruma ve iyileştirme, tüketicinin tam beğenisini kazanma ve ekonomik seviyede bir üretim yapma imkânlarının sağlanmasını amaçlayan çalışmaların tamâmı. Ürünlerin çeşidi, özellikleri ve miktarları, alıcının istekleri, üretim araçları ve çalışan işçilerin durumları kalite kontrolunda çok tesirli olurlar. Her fabrika kendi üretiminin istenilen özelliklere uygun olup olmadığının, yani kalitesinin tesbit edilmesi için kalite kontrol teşkilâtını kurması çok faydalı olur. Böylece piyasaya kalitesiz mal sevki ve bunların kullanış yerlerine göre doğacak aksaklıkların önü alınmış olur. Devletçe yapılan sıkı kalite kontrolları ile de vatandaşların kalitesiz, bozuk mal almalarına mâni olunmuş olunur.

Memleketimizde Türk Standartlar Enstitüsü piyasaya çıkarılan malları kontrol etmek ve kalitesiz maların piyasaya sürülmesine mâni olmakla görevlidir.

Kalite kontrolünün faydaları:

1. Ürünlerin kalitesi ıslah edilir, kullanışlılığı ve kullanma süresi arttırılır.

2. Verim artışı sağlanır.

3. Mâliyetlerde düşme sağlanır.

4. Sanâyinin üretim zamanlamasına uymasına, mal ve hizmetlerin daha iyi pazarlanabilmesine imkân sağlar.

Kalite kontrolü artık çeşitli alternatifler arasında bir tercih değil, her ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmesi için vazgeçilmez bir unsur olmuştur.

KALKAN

Alm. Schild (m), Fr. Bouclier (m) Ecu (m), İng. Shield, bucker. Savaşlarda ateşli silâhların kullanılmaya başlanmasından önce, savaşçıların ok, mızrak, kılıç, topuz, gürz darbelerinden kendilerini korumak için kullandıkları âlet. Genellikle dirkdörtgen, yuvarlak ve oval biçiminde olan kalkanların üzerleri çeşitli süslemelerle bezenirdi. Kalkan yapımında muhtelif mâdenler, gergedan ve fil derisi, jüt, kablumbağa kabuğu, kamış, ağaç kabuğu gibi malzemeler kullanılırdı. Eski savaşçılar, düşmanın kılıç, mızrak ve oklarından kendilerini korumak için kalkanlarını sol elleriyle tutup, sağ elleriyle de savaşırlardı.

Eski Türk kalkanları yuvarlak, dikdörtgen, göbekli veya kabarık olurdu. Türk kalkanları yapıldıkları malzemeye göre çeşitli isimler alırlardı. Meselâ; demir olanlara “hacefe”, kamış üzerine deri gerilenlere “dereka” veya “matrak”, çelikten yuvarlak kalkanlara ise “yeleb” denilirdi, bu cinsin kabarık olanları “kubbeli” olarak anılırdı.

Topların yapılıp savaş alanlarında kullanılmasından sonra başındaki personelin zarar görmemesi için yapılan sağlam siperlere de kalkan adı verildi. Günümüzdeki klasik toplarda, top mürettebatının, atılan top, roket ve diğer silâh mermilerinden zarar görmemesi için kalkanlar kullanılmaktadır.

Kalkan kelimesi askerî mânâsından başka, diğer ilim dallarında çeşitli mânâlarda kullanılmaktadır. Astronomide ısı kalkanı, uydunun atmosfere girerken ısı etkisinden korumak için kullanılan elemandır. İnşaata kalkan duvarı, çatıların eğik yüzlerini desteklemek gâyesiyle yapılmış mîmârî eleman. Denizcilikte ise, gemilerde baştan gelen dalgaların güverteye girmesini engelleyen kısım mânâlarında kullanılmaktadır.

KALKAN BALIĞI (Rhombus maximus)

Alm. Steinbutt (m), Fr. Turbot (m), İng. Turbot. Familyası: Yanyüzergiller (Pleuronectidae). Yaşadığı yerler: Avrupa kıyıları, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz suları. Özellikleri: Yassı vücutlu bir balık. Dipte devamlı sağ tarafına yattığından gözleri sol taraftadır. Gümüş ve hamsi gibi küçük balıklarla beslenir. Derisinin üzerinde sert kemiksi düğmeler vardır. Ömrü: 25 yıl kadar. Çeşitleri: Çivili kalkan (R.maximus), çivisiz kalkan (R.laevis).

Kumluk ve çakıllık diplerde yaşayan yassı vücutlu bir balık. Kemikli balıklar takımındandır. Vücûdu kalkana benzer. “Çivili” veya sâdece “kalkan balığı” olarak bilinir. Derisinin üzeri pulsuz ve çiviye benzer kemiksi düğmelerle kaplıdır. Gözleri vücûdun tek tarafında bulunur. Kuma bakan gözsüz tarafı sarımtrak veya beyaz renkte olur. Boyları 60-100 cm kadardır. 8-12 kg gelenleri vardır. Denizlerimizdekiler 3-4 kg ağırlığındadır. Kalkanın dişisinin yumurtaları sevilmez ve yenmez. Erkeğinin eti daha makbul ve pahalıdır.

Atlas Okyanusu orijinlidir (menşelidir). Eti beyaz ve makbuldur. Karadeniz’de en çok Samsun ve Sinop civârında avlanır. 3-60 m derinliklerde rastlanır. Küçük balıklar, kabuklu ve yumuşakçalarla beslenir. Şubat-eylül arasında yumurtlar. Yumurtalar 3-4 gün içinde açılır. Pelajik (açık denizlerde yaşayan) larvalar simetriktir. Kıyılara yaklaşarak küçük kabuklularla beslenirler. Geliştikçe gözlerinin yeri ve vücutlarının şekli değişir. Kum tarafındaki göz üsttekinin yanına gelerek dip hayâtına başlarlar.

Trawl ağı denen 100-500 iğnelik özel oltalarla avlanırlar. Çakıllı diplerde tutulanlar, balçıklı diplerdekilerden makbul sayılırlar.

Çivisiz kalkan balığında sert çıkıntılar bulunmaz. Boyları 50 cm kadardır. Derisinde, çivilerin yerine siyah lekeler bulunur. 60-70 m derinlikte kumlu diplerde yaşarlar. Etleri çivili kalkan kadar lezzetli değildir.

KALKAŞENDÎ

Fıkıh, târih ve edebiyat âlimi. İsmi, Ahmed bin Ali bin Ahmed el-Fezârî el- Kalkaşendî olup, künyesi Ebü’l-Abbâs, lakabı Şihâbüddîn’dir. 1355 (H.756) senesinde Kahire yakınındaki Kalyubiyye nahiyesinin köylerinden olan Kalkaşend’de doğdu. Meşhur bir âileye mensuptur. Kalkaşendî’nin baba ve dedeleri âlim olduğu gibi, oğulları da büyük âlimlerdendiler. Kalkaşendî, küçüklüğünden îtibâren ilimle meşgul olarak yetişti.

Yirmi yaşındayken büyük âlim İbn-i Mülakkın, Şâfiî mezhebine göre fetvâ verip, ders okutması ve kendisinden rivâyette bulunması için Kalkaşendî’ye icâzet verdi. Zamanın büyük âlimlerinden ve İbn-i Şıhne’den hadîs-i şerîf öğrendi. Fıkıh ve edebiyat ile ilgili ilimlerde çok büyük âlim oldu. Meşhur altı hadis kitabını, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in Müsned’lerini okutmak için icâzet aldı. Kahire’de uzun müddet kâdılık yaptı, ayrıca müderrislik yaparak pekçok talebe yetiştirdi.Müderrisliğin yanında târihî sahada, bilhassa Arap kabîleleri ve bunların yaşadıkları coğrafî bölgeler üzerinde araştırmalarda bulundu. Mısır Memlûklerinin merkez inşa dîvânında devâdar (sultanın genel sekreteri) olarak uzun zaman vazife yaptı. 15 Temmuz 1418 (H.821)de Cumartesi günü Kahire’de vefât etti.

Kalkaşendî’nin en önemli eseri Subuh-ul-A’şâ fî Kavânîn-il-İnşâ’dır. Bâzı kaynaklarda Sınâat-il-İnşâ veya Kitâbet-il-İnşâ diye de geçmektedir. Bu eser yedi (veya on dört) cilttir. Yazı sanatının inceliklerini ve usûllerini bildirmektedir. Yine eserde kavimlere âit bilgilerden, milletlerin âdetlerinden, dînî ve fennî ilimlerden, hayvanlardan, tabiat hâdiselerinden bahsedilmektedir. Güvercinler hakkındaki bilgiler oldukça ilgi çekicidir. Güvercin kuleleri tasvir edilmiş ve güvercin postasının târihi açıklanmıştır. Bir bölümde de, çeşitli İslâm devletlerinden, gayri müslim millet ve devletlerden, buraların coğrafî durumlarından bahsedilmektedir. Sudan’dan bahsederken, ilk olarak uyku hastalığını bildirmektedir. Bu hastalık, Avrupalılar tarafından 1734 senesinde İngiliz doktoru John Atkins sâyesinde öğrenilmiştir.

Kalkaşendî’nin yazdığı diğer eserlerden bâzıları şunlardır:

1. Nihâyet-ül- Ereb fî Ma’rifeti Kabâil-il-Arab (veya Ensâb-ül-Arab): Eser, Arap kabîlelerinden ve bunların bulunduğu coğrafî bölgelerden bahsetmektedir.

2. Kalâid-ül-Cümân,

3. El-Kevâkib-üd-Dürriyye fî Menâkıb-il-Bedriyye,

4. Dav-üs-Subh-il-Müfsir,

5. Câmi-ul-Muhtasarât: Şâfiî mezhebi fıkhına dâir bir eserdir.

6. Hilyet-ül-Fadl ve Zînet-ül-Kerem fil-Mefâhereti Beyn-es-Seyfî vel-Kalem,

7. Kasîdetün fî Medh-in-Nebî: Peygamber efendimizi medh eden manzum bir eserdir.

8. Künh-ül-Murâd fî Şerh-i Bânet Suât:Ka’b bin Züheyr’in meşhur Bânet Suât Kasîdesi’nin şerhidir. Kendisi, bu eser hakkında; “Bânet Suât Kasîdesi’ne bir şerh yazdım. Ona Künh-ül-Murâd fî Şerh-i Bânet Suât ismini verdim. Allahü teâlâ bana, o kasîdede daha önce vâkıf olmadığım mânâları yazmamı nasîb eyledi.” demektedir.

KALKOPİRİT

Alm. Chalkopyrit (m), Fr. Chalcpyrite (f), İng. Chalcopyrite. Bir bakır-demir sülfür minerali, bakır elde edilen en önemli kaynaktır. Bileşimi CuFeS2 olup yoğunluğu 4,1-4,3 g/cm3 arasındadır. Daha ziyâde sülfür damarlarında pirit ve galenle birlikte bulunur. Kristalleri gevrek, pirinç sarısı renkte ve metalik parlaklıkta olduğu için sahte altın diye de adlandırılır.

Kalkopirit, pritten açık rengi ile ve biraz daha yumuşak olması ile ayırd edilebilir. Kalkopirit bıçak ağzı ile kolayca açılabildiği halde, prite bıçak tesir etmez. Kalkopirit % 34,5 bakır, % 30,5 kükürt bileşimlidir. Eser miktarda altın, gümüş, selenyum ihtivâ eder.

KALMUKLAR

Moğol kökenli halk topluluğu. Çungarlar ve Öletler de denilen bu topluluk, kendilerini Oyrat olarak adlandırırlar. Moğolcanın Oyrat lehçesini konuşurlar. Bugün Moğolistan, Doğu Türkistan ve bunlara komşu Çin eyâletlerinde Oyrat lisanını konuşanlar vardır.

Cengiz Han sonrasında Çin’den çıkarılan (1367) Moğollar, Moğolistan’a geri döndüler. Diğer Moğollardan ayrılan Oyratlar, Togan Hanın yönetiminde Doğu Moğolistan’da Çungar Hanlığını kurdular (1416). Çağatay hükümdarı Muhammed Veys Hanı yaptıkları üç savaşta da yendiler (1418-1428). Çağatay Hanlığının doğu topraklarına sâhib oldular. Esen Tayşi döneminde (1439-1455) en güçlü devirlerini yaşadılar. Özbek Sultanı Ebü’l-Hayr Hanı haraca bağladılar (1447). Batı Sibirya’da bâzı bölgeleri yağmaladılar. Esen Tayşi’nin ölümünden sonra Çungar Hanlığı parçalandı (1460). Küçük beyliklere ayrılan Kalmuklar, öteki Moğol boylarının aksine İslâmiyeti kabul etmediler. 1604’te Harezm’i ele geçirdiler. Volga boylarında İdil (Volga) Kalmukları Hanlığını kurdular (1632). Bir diğer grubu ise, Çungarya’da Oyrat Devletini yeniden kurdu. Bunlar, önce Kaşgar’ı (1682), daha sonra da, Taşkent’i (1723) elegeçirdiler. Türkistan’ın büyük bir bölümüne hâkim oldular. 1724’te Doğu Kalmuk Devletinin yıkılmasından sonra, bu topraklar tekrar Müslüman Kazakların eline geçti. İdil Kalmukları ise, Rusların idâresi altına girdi (1724). Ruslar, 1770’te bölgeyi tamâmen işgal ettiler. Doğu Kalmuklara ise, Çinliler son verdiler (1758). İdil Kalmukları, 1917’de, Astrahan’da teşkil ettikleri mecliste Kalmukistan’ın idâresini ele geçirdiler. 1920’de Rusya’ya bağlı özerk bir ülke hâline gelen Kalmukistan, 1935’te Rusya cumhûriyetlerinden biri oldu. Kalmuklar, İkinci Dünyâ Savaşında Almanlarla işbirliği ettikleri iddiâsıyla 1943’te memleketlerinden Orta Asya’ya sürüldüler. 1958’de başkent Elista olmak üzere Kalmuk Özerk Cumhûriyeti tekrar kuruldu.

Çok eski târihlerden beri göçebe bir hayat yaşayan Kalmuklar, çobanlıkla geçinirler, at, sığır, koyun, keçi ve deve beslerlerdi. Evleri, kafes üzerine keçe gererek yapılan çadırlardan ibaret olup, tarımla uğraşanların evler yaptığı da görülmektedir.

KALORİ

Alm. Kalorie (f), Fr. Calorie (f), İng. Calory. Atmosfer basıncında bir gram suyun sıcaklığını 1°C yükseltmek için gerekli enerji veya ısı miktarı olarak tanımlanan bir enerji birimi. Kilokalori (bâzan kilogramkalori veya büyük kalori de denir) 1000 kaloridir. Yiyeceklerin kalori değeri umûmiyetle kilokalori terimi ile ifâde edilir ve ekseriyâ kilo söylenmeyip sâdece kalori olarak belirtilir.

Takriben 1925’ten beri kalori, jul terimi ile belirlenmektedir. Enerji birimi olarak kalori, bir tesir elde edecek şekilde bir maddeye ısının verildiği veya eklendiği fen ve mühendislik dallarında ısı miktarını belirlemek için kullanılır. Maddelerin ısı kapasiteleri, erime ve buharlaşma ısıları ve kimyevî değişmeye bağlı reaksiyon ısıları daima kalori terimi ile ifade edilir. Bir kalori yaklaşık 4,18 jouleye eşittir.

KALORİFER

(Bkz. Isıtma)

KALORİMETRE

Alm. Warmemasstechnik, Kaloriemetrie (f), Fr. Caloriemètrie (f), İng. Claroimetry. Isı ile ilgili büyüklükleri ölçme bilgisi. Isının ölçüldüğü âlete “kalorimetre” denir. Isı, başka cisimler üzerinde meydana getirdiği etkiye dayanarak dolaylı olarak ölçülür. Bu etkilerden en çok bilinenleri; 1) Bir maddenin hacminde sıcaklıkla meydana gelen artma, 2) Bir maddede durum değişmesine sebeb olma, 3) Enerjiye dönüşme olarak verilir.

Isı ölçümünde ilk gerekli olan şey birimin tesbit edilmesidir. Böyle değişik birimler ortaya atılmıştır.

Buz kalorimetresi: En basit ısı ölçü birimi, bir kilogram buzu eritmek için gerekli ısı miktarıdır. Birime dayanan ölçme şeklinde, bir buz kütlesi alınır. İçinde bir oyuk açılır. Mesela belirli bir sıcaklıktaki bir cismin sıfır dereceye inmek için vereceği ısıyı ölçmek için, o cisim bu oyuğa konulur ve üstü bir buz tabakasıyla kapatılır.Konulan cismin sıcaklığı sıfır dereceye bir müddet sonra iner. Sonra meydana gelen su alınarak tartılır. Cismin sıfır dereceye inmek için vereceği ısı su hâline geçen buzun erimesi için gerekli olan ısıya eşit olacağından, kilogram cinsinden ölçülen su ağırlığı ısı miktarını verir. Daha sonra Joseph Black tarafından kullanılan bu âlet, Pierre Laplace tarafından geliştirilmiştir.

Robert W. E. Bunsen ise, bu âleti iki hazneli yaparak daha da pratik hâle getirmiştir. İç hazne ısısı ölçülecek cisim için olup, dışta bulunan ve iç hazneyi çeviren haznede buz ve su karışımı bulunur. Dış hazneye bir kapiller boru bağlanmıştır. Ayrıca aleti, dış tesirlerden korumak için bütün dış hazne buz parçacıklarıyla sarılmıştır. Çalışma durumunda dış haznedeki buz ve su karışımı tamamen dengede olup, ne erime ve ne de donma mevcuttur. Isısı ölçülecek cisim, iç hazneye konulduğunda buz-su karışımındaki buzlar erimeğe başlar.

Eriyen buz miktarı bu haznede meydana gelen hacim değişikliğinden ve bu ise eklenmiş bulunan tüpteki seviye değişikliğinden anlaşılır. Bu değerden, cismin sâhib olduğu ısıya geçmek mümkündür.

Buhar kalorimetresi: Bir kilogram buharın yoğunlaşıp aynı sıcaklıkta su hâline dönüşürken verdiği ısı da, başka bir ısı birimi olarak tarif edilir. Bugünkü durumuna fizikçi John Joly’in çalışmalarıyla gelmiştir. Hassas bir terâzinin bir kefesine sahib olduğu sıcaklığı ölçülecek cisim konur. Cismin sıcaklığı kendisini saran buharın sıcaklığına çıkarken, buharın bir kısmı cisim üzerinde yoğunlaşır. Daha sonra cisim tartılarak yoğunlaşmış olan buharın ağırlığı bulunur. Bu kadar buharın yoğunlaşması için gerekli olan ısı miktarı, cismin bulunduğu sıcaklıktan, buharın sıcaklığına gelmesi için gerekli olan ısı miktarına eşit olacaktır.

Kab kalorimetresi: Değişik bir ısı birimi de, belirli bir su kütlesinin sıcaklığını 1°C artırmak için gerekli olan ısı miktarı olarak tarif edilir. Bu birim oldukça yaygın olarak kullanılır. Yaklaşık olarak mesela, bir kilogram suyu 32°C’den 33°C’ye çıkarmak için gerekli olan ısı miktarı 99°C’den 100°C’ye çıkarmak için gerekli olana eşittir. Ancak daha kesin bir tarif yapmak için bu bir kilogram suyu, 15°C’den 16°C’ye çıkarmak için gerekli olan ısı miktarı olarak târif edilir ve kilokalori olarak isimlendirilir. Bu birim sisteminde başka bir birim de “Joule”dür ve bu sâniyede bir watta veya 107 erge eşdeğerdir. Diğer benzer bir birim de, 1 pound (0,454 kg)luk suyun 59°F’den 60°F’ye çıkarmak için gerekli olan ısı miktarı olarak târif edilir ve “Btu- Biritish thermal Unt” olarak isimlendirilir. Bu birimle bir cismin sâhib olduğu ısıyı ölçmek için dışarıya karşı tamâmen yalıtılmış kapta bulunan suya atılır. Suyun sıcaklığındaki artma ölçülür. Buradan ısı miktarı hesap edilir. Herhangi bir yakıtın ısı kapasitesini bulmak için yakıt, hava geçirmeyen, içinde bol oksijen bulunan bir kaba konulur. Bu kap su ile çevrilmiş olup, suyun sıcaklığındaki yükselme ölçülerek ısı miktarı hesap edilir.