KAFKAS DAĞLARI

Alm. Kaukasus (gebirge n) (m), Fr. Caucase (m), İng. Caucasus. Rusya’nın güneyinde bulunan dağ sırası. Batısında, Karadeniz; kuzeyinde, Kuma Ovası; doğusunda, Hazar Denizi; güneyinde, Türkiye ve İran ile çevrilmiştir. 440.000 km2lik bir alanı kaplamaktadır. Kafkas Dağları, Kuzey ve Güney Kafkaslar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kuzeyde kalan sıra dağlara Büyük Kafkas, Güney Kafkas Dağlarına ise Küçük Kafkas Dağları denir. Bu iki dağ silsilesini Karadeniz’e dökülen Riyon Nehri ile Hazar Denizine dökülen Kura Nehirleri birbirinden ayırır.

Büyük (Kuzey) Kafkas Dağları 1300 km kadar bir uzunluğa sâhib olmakla birlikte, yüksekliği 2000 m’nin altına hiç düşmemektedir. Bu dağ silsilesi de kendi arasında Batı Kafkas, Orta Kafkas ve Doğu Kafkas olarak üçe ayrılmaktadır. Batı Kafkaslarda, Kafkas Dağlarının en yüksek noktası Elburz Tepesi (5633 m) bulunmakta olup, Terek Nehrinin bir kolu tarafından açılan vâdiye kadar (Hamison Geçidi) olan bölgedir. Orta Kafkaslardaki hiçbir yükselti 4000 m’nin altında değildir. Bu kısımdaki en yüksek yer Kazbek (5047 m) olup, Sulak Irmağının açtığı vâdiye kadar devam eder. Doğu Kafkaslar Sulak Irmağı vâdisinden Apşeron Yarımadasına kadar olan dağlardır. Burada en yüksek yer Bazardyuzu (4466 m) dur. Batı Kafkaslarda dağların genişliği 200 km’yi bulur. Büyük Kafkasların tepeleri hattından geçtiği farz edilen hat, aynı zamanda Asya ve Avrupa kıtalarını birbirinden ayıran hattır.

Bu sırada büyük volkanik kütleler hâkimdir. Elbruz, Sakara (5060 m) ve Kazbek’in dördüncü zamanda püskürttüğü öne sürülmektedir. Bu hipotez sâhiplerinin dayanak noktaları, hâlen sıcak su kaynaklarının ortaya çıkması ve zelzelelerin devam etmesidir. Bölgenin batı kısmında bulunan buzulların alanı 2000 km2dir.

Riyon Vâdisi kanalıyla Karadeniz’den esen çok şiddetli ve nemli rüzgarlara açık olan batı kesim, sık ormanlarla örtülüdür. Doğu kesim ise kuraktır. Bölgede dağların yüksek olması sebebiyle geçit mümkün olmayıp, Terek Irmağının açmış olduğu Deryal Geçidi vâsıtasıyla geçit mümkündür. Geçit, askerî ve ulaştırma bakımından büyük önem taşır.

Güney Kafkas Dağları birçok küçük parçadan meydana gelmiş olup, dağlar üzerindeki tepelerin ortalama yüksekliği 3720 m civârındadır. Genel olarak iki kütleden meydana gelmiş sayılabilir: Batum ile Yukarı Kura arasında Acaro-İmertya Dağları (2580 m), Yukarı Kura ile Tiflis arasındaki Triyaletya Dağları (2750 m) ve Savsark Dağları (3300 m)dır.

Bölgenin yüzey şekilleri çok farklıdır. Küçük ovalar, volkanik tepeler, yamaçlar ve hemen yanlarında dik tıkaçlar ürkütücü bir manzara arz eder. Karadenize açık yamaçlarının hemen hepsi sulak olan dağlar, doğuya doğru kuraklaşır. Yazları çok sıcak olan bu iklim bütün Azerbaycan ovasına hakimdir. Güney dağları bölgesi de yine geçit vermeyip, sâdece Gümrü ile Karakilise arasındaki Akbulak Geçidi vâsıtasıyla geçit mümkündür.

Bölgede ülke ortası ile ulaşım ya Karadeniz ve Hazar Denizi kıyılarından veya geçitlerden yapılabilmektedir. Demiryolları da kıyılarda bulunmaktadır.

Büyük Kafkas Dağlarında mâden yatakları vardır. Kömür azdır. Kuzey bölgelerde petrol çıkarılır. Riyon’un orta bölümünde zengin manganez yatakları vardır. Âzerbaycan’da demir filizi ve boksit çıkarılarak işlenir.

KAFKASYA

Karadeniz’in kuzeydoğusundaki Taman Yarımadasından, Hazar Denizinin batısındaki Apşeron Yarımadasına kadar uzanan dağlık bölgeye verilen ad. Yaklaşık 379.880 km2 alanı kaplayan bu bölge Kafkas dağlarıyla ikiye bölünmüştür. Kuzeyde kalan kısma Kuzey Kafkasya veya Sirkafkasiyen (Kafkasönü), güneyde kalan kısma ise Transkafkasya (Kafkasardı) adı verilmektedir. Kuzey kafkasya bölgesinde çoğu tahıl ekimi yapılan geniş düzlükler vardır. Transkafkasya ise benzer düzlükler ve Küçük Kafkaslarla kaplıdır. Kuzeybatı-Kuzeydoğu istikametinde iki sıra hâlinde uzanan Kafkas dağlarının kuzeyde olanlarına Büyük Kafkaslar, güneyde olanlarına ise Küçük Kafkaslar denilmektedir.

Kafkasya coğrafî olarak; sıradağlar, platolar, vâdiler, ovalar, ırmaklar ve göllerin yer aldığı muhtelif yüzey şekillerine sahiptir. Büyük Kafkasların uzunluğu yaklaşık 1200 km.dir. Bu dağlar üzerindeki belli başlı doruk noktalar Elburz (5642 m), Dihtau (5203 m), Koştantau (5144 m), Şhara (5068 m) ve Kazbek (5033 m) tir. Dağlarda geniş alanlar kaplayan iki binden fazla buzul bulunmaktadır. Kafkaslarda büyük su kaynakları vardır. En derin ve büyük ırmakları Rioni, Kura ve Aragvi’dir. En büyük göl ise Sevan gölüdür. Dağların yamaçları meşe, kestane, kayın, kızılağaç, çam, ıhlamur gibi ağaçlardan meydana gelen ormanlarla kaplıdır. Kafkas dağlarında, kömür, demir, kurşun, çinko, bakır, molibden, manganez gibi maden yatakları, zengin yeraltı kaynakları vardır. Azerbaycan, Krasnodor ve Stavrapol bölgelerinde petrol çıkarılır. Kafkas dağları şifâlı maden suları, yapı malzemesi olarak kullanılan taşlar ve diğer mineraller bakımından da zengindir.

Kafkasyanın değişik yerlerinde bir kaç yüz kişiden meydana gelen dil topluluklarından, sayıları milyonlara ulaşan büyük milli topluluklara kadar ellinin üzerinde insan topluluğu yaşamaktadır. Kafkasya’da yerleşmiş olan milletleri üç grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi; Çerkezler, Abazalar, Lezgiler, Çeçenler ve Gürcülerden olan kafkas kavimleri, ikincisi; Ermeniler, Osnsetler, Svanlar, Ruslar ve İranlılarla bâzı Avrupa milletlerinden olan İndo-Avrupa kavimleri, Üçüncüsü ise; Azerî, Kumuk, Karaçay, Balkar, Nogay, Kafkasya Türkmeni ve Kundur Türkleridir.

Kafkasya’da 30-40 kadar çeşitli dil konuşulmaktadır. Bu diller dilbilimcileri tarafından çeşitli sınıflandırmalara tâbi tutulmuştur. Dilbilimcilerinin çoğunun kabûl ettiği tasnife göre Kafkas dilleri; Güney Kafkas dilleri, Kuzeybatı Kafkas dilleri ve Kuzeydoğu Kafkas dilleri diye kısımlara ayrılmıştır. Güney Kafkas dil ailesine; Gürcüce, Megrelce (Mingrelce), Lazca, Svanca dilleri, Kuzeybatı Kafkas dilleri ailesine; Abhaz, Abaza, Adige, Kabartay ve Ubuh (Vubih) dilleri Kuzeydoğu Kafkas dilleri ailesine ise; Nah ve Dağıstan dilleri girmektedir. Çeçen ve İnguş dillerini de içine alan Kuzeydoğu Kafkas dilleri ailesi üç kısma ayrılabilir. Birincisi; Dağıstanın iç ve batı kesimleriyle Azerbaycan, BDT’nin bir bölümünde konuşulan Avar-Andi-Dido dilleri, ikincisi; Dağıstanın iç kesimlerinde konuşulan Lak-Dargva dilleri, üçüncüsü ise; Dağıstan’ın güneyinde konuşulan Lezgi dilleridir. Kafkasya’daki yazılı diller resmî dillerdir. Basın, radyo ve televizyon mahalli dillerde yayın yapmaktadır. İlköğrenimde öğrenciler anadillerinde öğrenim görürler. Alfabe olarak ise Kiril alfabesi benimsenmiştir.

Dünyânın en eski yerleşim merkezlerinden ve batı ile doğu arasındaki önemli kavşak noktalarından olan Kafkasya’da birçok milletler yerleştiler. Kimmerler, İskitler, Sarmatlar, Hunlar, Avarlar ve Hazarlardan sonra Romalıların hakimiyeti altında kalan Kafkasya, İran’da hüküm süren Sâsâniler tarafından istilâ edildi. İslâm orduları hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Derbent’e kadar geldilerse de Hazarlar onların ilerlemesine izin vermediler. Emevî halîfelerinden Hişâm bin Abdülmelik devrinde Kafkasya İslâm devletinin sınırları içine alındı. El-Cezîre valiliği ile Kafkasya’dan feth olunan yerler idârî olarak birleştirildi. Kuzey ve Güney Kafkasya bölgeleri tamâmen fethedildikten sonra Arran’ın merkezi Bazza’da bir ordugâh kuruldu. Azerbaycan, Arran, Şirvan, Ermenistan ve Gürcistan’ı da içine alan büyük bir vilâyet teşkil edildi. Abbâsiler zamanında bu vilâyet parçalanıp ayrı ayrı, Azerbaycan, Ermenistan ve Şirvan eyâleti ile Tifliste bir Müslüman Gürcistan emirliği kuruldu.

Onbirinci yüzyılın ikinci yarısından îtibâren Kafkasya’ya Selçuklu Türklerinin akınları başladı. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Hazar Denizinin batı ve güneybatı sahillerine ve Kafkasya’nın diğer yerlerine Müslüman-Türk kabilelerini yerleştirdi. İki yüz sene kadar Selçuklu hâkimiyetinde kalan kafkasya Moğol istilasına maruz kaldı. Menuçehr Şah Dağıstan’ın güneyinde bir devlet kurdu. Daha sonra Selçukluların bir şubesi olan Şirvanşâhlar hânedanı bu bölgede hâkimiyet kurdu. Şirvanşahlar Timur Han’ın Kafkasya seferine kadar hâkimiyetlerini sürdürdüler. Bu sırada Şirvan Şahı olan Şeyh İbrâhim bin Sultan Mehmet birçok muharebelerde Timur Han’la birlikte bulundu. Bu devlet Dağıstan yöresinde 1535 senesine kadar hüküm sürdükten sonra, Safevîler tarafından yıkıldı. Onaltıncı yüzyıldan îtibâren Osmanlı devleti de Kafkasya’da nüfuz tesis etmeye başladı. Bunda Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra halifeliği bizzat kendi üzerinde bulundurmasının önemli yeri vardır. Çünkü dinî yönden bütün Kafkasya Müslümanları halifeye bağlanmış oluyorlardı.

Kırım’ı sınırları içine alarak Kafkasya’ya kuzeyden nüfûz etmeye çalışan Osmanlı devleti, Güney Kafkasya’da etkili olan İran üzerine sefer düzenledi. Çaldıran Savaşında İran hükümdârı Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim Han tarafından yenilmesi üzerine Osmanlı ordusu Kafkasyaya fiilen girmiş oldu.

Osmanlı Devleti 1568 yılında Don-Volga kanal projesini gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Bu projenin gayesi Osmanlı Devletinin Orta Asya Türk Devletleriyle irtibatını sağlamak ve Rusya’nın Orta-Asya ile Kafkaslardaki yayılmasına mâni olmaktı. Hatta İran bile hâkimiyet altına alınabilecekti. Ancak Rus Çarının bu büyük projeye mani olmak yolunda giriştiği faaliyetler yanında Kırım Hanı Gazi Girayında aleyhte çalışmaları sebebiyle başarı sağlanamadı.

24 Ağustos 1578’de Gürcistan zaptedildi. Gürcistan’dan sonra Azerbaycan Osmanlı ülkesine katıldı. Bir müddet Osmanlı hakimiyetinde kalan Kafkasya, Anadoluda başgösteren Celâlî isyanları sebebiyle İran idâresi altına girdi. Kafkaslarda meydana gelen bâzı karışıklıkları fırsat bilen Rusya 1722’de Agrahan’ı ve Derbend’i işgâl etti ve İran üzerine hücum etti. İran kuvvetlerini yenerek 1724 senesinde anlaşma imzalandı. Bu andlaşmaya göre; Derbend kalesi, Bakü, Geylan, Mazenderan ve Esterabad Rusyaya bırakıldı. Rusya böylece Kafkasların güneyine kadar inerek Kafkasyadaki İran topraklarını Osmanlılarla paylaştı. 1727’de Osmanlılar İran üzerine Sefer düzenleyerek Tiflis’i aldılar. Revan, Nahçıvan, Lesi ve Gence alındı. Osmanlılar, Ruslar ve İranlılar arasındaKafkasya’da çeşitli zamanlarda harpler oldu. Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlılar yenilerek Küçük Kaynarca andlaşmasını imzalamak zorunda kaldılar. Bu andlaşmaya göre OrtaKafkasya’nın kuzeyinde bulunan küçük ve büyük Kabartaylar Ruslara bırakıldı. Ruslar tarafından alınan Gürcistan taraflarındaki Kutayis ve Şehriban Osmanlılara, diğer yerler ise Gürcülere verildi. 1774’te Kırım elden çıkınca Osmanlı devleti 1787’de Rusya’ya karşı savaş ilân etti. Fakat yenilerek 1791’de yaş andlaşması imzâlandı. Bu andlaşmaya göre Kafkaslarda sınırın Kuban ırmağı olması kararlaştırıldı. Ondokuzuncu yüzyılın başında Gürcistan Rusya’nın bir eyâleti haline geldi. Ruslar Kafkasya’ya asker göndererek Dağıstan’ın ve Kafkasya’nın büyük bir kısmını aldılar ve Doğu Anadoluya kadar ilerlediler. Daha sonraki yıllarda da Kafkasya’da Rus nüfûzu etkili olmaya devâm etti.

Rusların baskıcı ve sömürgeci siyâseti karşısında dayanamayan Kafkasyalı Müslümanlar Rusya’ya karşı genel harb ilân ettiler. Bu karşı hareketin çekirdeğini Kafkas Avarları teşkil ettiler. Hareketi 1829 tarihinden itibaren İmam Gâzi Muhammed başlattı. Gâzi Molla lakabıyla da tanınan bu zât tesirli vâaz ve nasîhatleriyle Müslümanları Ruslara karşı cihâda teşvik etti. Nihâyet bir beyannâme neşrederek Ruslara karşı fiili mücâdeleye girişti. Gâzi Molla’dan sonra Hamzat (Gamzet) Bey, Şeyh Şâmil ve Hacı Murat gibi mücâhidler bu mücâdeleyi devam ettirdiler. Bilhassa Şeyh Şâmil Ruslara karşı Kafkasyayı korumak için savaşan kahramanlardan biri oldu. 25 yıl Ruslara karşı savaştı. Hâkim olduğu bölgede islâmî cumhuriyet teşkilatı kurdu. Talebeleriyle birlikte Rusların ilerleyişini durdurmağa çalıştı. Kuvvetlerinin azalması, silah ve techizatının kalmaması sebebiyle 1859’da Ruslara teslim olmak zorunda kaldı. Nihâyet Ruslar 1864’te bütün Kafkasya’daki millî mücâdele hareketlerini kanlı bir şekilde bastırarak Kafkasya’yı tahakkümleri altına aldılar. Onbinlerce Türk Anadolu’ya hicret etti. Rus çarları bütün Kafkasya’da sömürgeleştirme ve Ruslaştırma siyâseti uyguladılar. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Rus idâresine karşı milliyetçi hareketler genişledi, Çar hükümetlerine karşı muhâlefet şiddetlendi. Bu muhalefet hareketleri netîcesinde 1905 ve 1917 Rus devrimleri ortaya çıktı.

Batılı ülkelerin teşvik ve tahrikleri netîcesinde, başta bulunan Talat, Enver ve Cemâl paşalar oldu-bittiye getirerek Osmanlı devletini Birinci Dünya savaşına soktular. Enver paşa idâresindeki bir orduyla Kafkasya üzerine sefer düzenledi, ordunun kış şartlarına uygun donatılmaması ve Enver paşanın harp tecrübesine sahib olmaması sebebiyle Osmanlı ordusu Ruslara yenik düştü. Kafkasya’nın alınması bir tarafa, Rus orduları Doğu Anadolu’da ilerleyerek Erzurum, Erzincan, Muş, Bitlis’i işgâl ettiler. Karadeniz kıyısında da ilerleyen Ruslar Trabzonu işgâl ettiler. Ekim 1917’de Rusya’da Bolşevik ihtilâli olunca Rus orduları Kafkasya cephesinden geri çekildi. Brest-Litovsk andlaşması imzalanarak Kars, Ardahan ve Batum Osmanlı Devletine bırakıldı.

Kafkasyada yaşayan milletler de Rusya’dan ayrılarak bir federasyon kurdular. Fakat bu federasyon kısa sürede parçalandı. Mayıs 1918’de Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan bağımsızlıklarını îlân ederek sosyalist idâreyi benimsemiş birer cumhûriyet oldular. Kuzey Kafkasya da bağımsızlığını îlân etmek istediyse de başarılı olamadı. 15 Aralık 1922’de Kafkasardı Sovyet Federasyonu ve SSCB’ye katıldı.

İkinci Dünya Savaşında, Bakü petrol kuyularını ele geçirmek için Kafkasyayı stratejik bir hedef olarak seçen Almanlar 1942 yazında Elburz dağı ve Terek nehri kıyısına kadar ilerlediler. Ancak Stalingradda bozguna uğrayınca ele geçirdikleri tüm topraklardan geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu savaş sırasında Almanlarla işbirliği yapan Kafkas milletleri (Çeçenler, İnguşlar, Karaçaylar) vatanlarından sürüldüler. Daha sonra tekrar yurtlarına döndürüldüler. Kafkasya’da yaşayan milletlere karşı komünist idare zamanında çeşitli baskı ve zulümler uygulandı. Bu milletler yıllarca devam eden kültür emperyalizmi sonunda kendi kültür ve dînî inançlarından uzaklaştırıldılar.

Bugün Kafkasya’da Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan olmak üzere üç bağımsız devlet bulunmaktadır. Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk kavimleriyle irtibatını sağlayabileceği tek geçiş yeri olan Nahcivan Özerk Cumhuriyeti 13 Ekim 1921 Kars antlaşmasıyla Azerbaycan’ın himâyesine verilmişti. 1990’da SSCB’nin dağılmasından sonra Ermenistan Azerbaycan’ı hedef alan saldırılarını başlattı. Rusya ve batılı ülkelerinde desteklediği Ermeni saldırılarının gayesi Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle münasebetlerini kesmeye yöneliktir.

Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın dışında Kafkaslarda Dağıstan, Kuzey Osetya, Çeçen-İnguş ve Kabartay-Balkar Özerk Cumhûriyetleri Rusya federasyonuna bağlıdırlar. Rusya’ya bağlı Adigey ve Karaçay-Çerkez Özerk bölgeleri, Azerbaycana bağlı Nahçıvan ve Yukarı Karabağ özerk bölgeleri, Gürcistan’a bağlı  Ahazya (Abhazistan), Acaristan ve Güney Osetya özerk bölgeleri Kafkasyada yer almaktadır.

KAFTAN

Alm. Kaftan (m), Fr. Robe d’honneur, cafetan, caftan (m), İng. Robe of honor, caftan. Üste giyilen, kumaştan yapılan, uzun, süslü ve astarsız elbise, hil’at. Üzerine cübbe giyilirdi. Kaftanlar cins ve nevilerine göre “murabba”, “keçe”, “çuha” gibi isimler alır. Kaftanların kıymetleri, renk, şerit ve düğmelerinden anlaşılırdı.

Ağır kıymetli kumaştan yapılanların önü ve kolları altın telli şeritler ve kordonlarla süslenirdi. Kadifeden yapılan vezir kaftanları ise kıymetli düğmeli, sırma şeritli olur ve kışın üzerine samur kürk geçirilirdi. Yeniçeriler, entariler üzerine kaftan giyer, yürürken zorluk vermemesi için eteklerini toplayıp bellerine sokarlardı. Bunlara “dolama” denilirdi.

Osmanlılarda, önemli hizmetler görenleri mükâfatlandırmak için, pâdişah tarafından kaftan hediye edilirdi. Kumandanlara bir imtiyaz verildiği zaman, buna işâret olarak kılıç ve kaftan verilirdi.

Pâdişah tarafından Mekke Şerifi ile başkalarına ihsân olunan kaftanları giydirene “kaftan ağası” denirdi.

Mükâfât maksadıyla kaftanı, bâzan pâdişahlar giydirdikleri gibi sadrâzamlar ve vezirler de giydirirlerdi.

KÂFUR AĞACI (Cinnamomun camphora)

Alm. Kampferbaum, Fr. Comphier (m), arbre, İng. Camphor tree.Familyası: Defnegiller (Lauraceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Yetişmez.

Vatanı, Güney Çin, Hintçini, Güney Japonya ve Formoza gibi uzak doğu olan, 40-50 m yüksekliğinde, tabiî ormanlar meydana getiren büyük ağaçlar.

Kâfur ağacı uzun yıllar (2000 yıl) yaşar. Tropik bölgelerde kültürü yapılır. Ağacın yaprağında, gövde kabuğunda ve odununda bulunan yağ hücrelerinde Camphora (kâfur) meydana gelir ve yaşlı gövdelerde yarıklar içersinde kristalleşir. Sonra dal ve gövdelerinin su buharı distilasyonu ile kâfur elde edilir.

Kâfur elde edilmesi: 20-25 yaşlarındaki ağaçların odunu kesilip, uçucu yağ elde edilir. Bu uçucu yağ, soğukta bekletilince kâfur kristallenerek çöker, süzülerek temizlenir. Tablet veya prizmatik kristaller hâlinde ticârete çıkarılır. Tabiî kâfur, monoterpenik bir maddedir. Sun’î kâfur rasemiktir ve pinenden çeşitli işlemlerle hazırlanır.

Kullanıldığı yerler: Kalp ve solunum antiseptiği olarak, çoğunlukla yağlı enjeksiyonları hâlinde kullanılmaktadır. Akciğer ve solunum yollarında antiseptik bir etki yapar. Bu sebeple kâfur taşıyan preparatlar buğu olarak veya kâfur merhemleri, göğüs ve sırta sürülerek kullanılır.

Kâfur, sabun ve selüloit sanâyiinde de kullanılmaktadır. Türkiye’de yılda 10-15 ton kadar kâfur ithal edilmektedir. Kâfur ağacı bir tropik bölge bitkisi olduğundan, Türkiye’de yetiştirilememektedir.

KÂĞIT

Alm. Papier (n), Fr. Papier (m), İng. Paper. Hamur hâline getirilmiş, çeşitli nebâtî (bitkisel) maddelerden yapılan, üzerine yazı yazılan, ince, kuru yaprak. İnce bitki liflerinin keçeleşmesi ile meydana gelen bugünkü kâğıdın ilk olarak M.S. 1. yüzyılda Çin’de yapıldığı sanılmaktadır.

İnsanoğlunun hayatının bir parçası olan yazı, daha önceleri, düz konik, taş ve ağaç gövdeleri ile killi topraktan yapılmış yazı levhaları üzerine yazılmaktaydı.

Aslında M.Ö. 4000 yıllarında Mısır’da bulunan Cyperius (papirüs) denilen bitkinin sapı uygun boyutlarda kesilip bir tahta üzerine dizilip, sulu vaziyette tokmaklanarak bir çeşit kâğıt üretilmekdeydi. Yapılışı ve özelliği bakımından bugünkü kâğıttan farklı olmakla beraber, kâğıt ismi bu “papirüs” kâğıdından kalmıştır.

Papirüsle beraber, çeşitli hayvan derilerinden yapılan pergament (parşumen) kâğıdı da târih boyunca kullanılmıştır. Parşumen, bugün bile kullanılan, yazı yazmaya ve resim yapmaya çok elverişli, uzun ömürlü bir kâğıt çeşididir.

Kâğıt, ilim ve kültürün yayılıp gelişmesinde çok büyük bir rol oynamıştır. Yazma, taşıma ve muhâfazasındaki kolaylıklar, herhangi bir yerdeki ilim ve bilginin çok kısa bir zamanda dünyânın her tarafına kolayca yayılmasını temin etmiş, böylece bugünkü medeniyete ulaşılmasının başlıca vâsıtalarından birisi olmuştur. Bugünkü dünyâda kâğıt, en başta gelen sanayî mâmullerinden biridir ve günlük hayatta en çok ihtiyaç duyulan bir maddedir. İlmî çalışmalar, eğitim ve öğretim müesseseleri, her türlü basın, yayın faaliyetlerinin yanısıra para basımında, ambalaj işlerinde, mutfakta ve daha pekçok yerde kâğıt kullanılmaktadır.

Eskiden kâğıt üretimi az yapıldığı için, dünyânın her yerinde kıymetli tutulurdu. Sonradan üretimin bollaşması ve yaygınlaşması ile eski îtibârını kaybetti. Ancak son yıllarda kâğıt yapımında kullanılan hammaddenin tükenmeye yüz tutması, artan maliyetler ve diğer sebeplerle günden güne kıymetlenmektedir. Müslümanlar arasında kâğıt, her zaman ve her yerde muhterem tutulmuştur. İlme, tarihte hiç görülmemiş bir derecede önem ve kıymet veren İslâmiyet, ilmin yayılmasının esas vâsıtalarından olan kâğıda da hürmet duygularını telkin etmiştir. Müslümanlar, üzeri yazılı olan veya olmayan bütün kâğıtlara günlük hayâtın her safhasına îtinâ göstermişlerdir. Hele bu kâğıtta Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve diğer din, ahlâk ve tarih bilgileri yazılmış ise gösterilen hürmet ve saygı o derece artmıştır. Bunları rastgele yerlere atmaktan, yakmaktan ve yıpratmaktan titizlikle sakınmışlardır.

Kâğıdın kimin tarafından bulunduğu bugün kesin bilinmemektedir. Mîlâttan sonra 105’te Çin’de Ts’ai Lun tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Keşfinden bugüne kadar 2000 yıl geçmiştir. Orta Asya’da yapılan araştırma ve kazılarda, üçüncü ve yedinci yüzyıllar arasında kullanılan kâğıtların dut ağacı kabukları, kendir, kenevir ve pamuktan yapılmış olduğu anlaşılmıştır.

Kâğıt, Çin’den, Orta Asya’ya oradan da İran’a geçti. 751 senesinde yapılan Talas Meydan Muhârebesinden sonra, Çin’den alınan esirlerden kâğıt yapımı öğrenildi. Çin’in dışında ilk defa Semerkand’da kâğıt yapım merkezi kuruldu.

Yakın Doğuda ilk defa Abbâsî hükümdârı Hârûn Reşîd zamanında 754 senesinde Bağdat’ta kurulmuştur. Batı âlemi ise Müslümanlardan 400 yıl gibi uzun bir zaman sonra yine Müslümanlar sâyesinde kâğıdın varlığından haberdar oldular. Bundan sonra Şam, Trablusşam, Yergen ve Mısır’da kâğıt fabrikaları kurulmuştur.

Kuzey Afrika’nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve daha sonra İspanya’ya geçilmesi üzerine, kâğıt fabrikaları da oraya taşınmıştır. Müslümanlar tarafından kurulması ve Avrupa’nın ilk kâğıt fabrikası olması bakımından bu fabrikalar çok önemlidir.

Böylece Çin’de binlerce yıl önce îmâlatına başlanan kâğıt, zamanla daha yeni metodlarla üretilmiş ve 18. yüzyılda Fransa’da ilk defa kâğıt makinası yapılmıştır. Kâğıt makinalarında da sürekli olarak teknolojik gelişmelere paralel olarak değişiklikler olmuş ve bugünkü çok motorlu tahrik sistemli, Hamurun kesâfet (yoğunluk), sıcaklık, pH, gramaj ve rutûbet gibi özelliklerini kontrol altında tutabilen otomatik kâğıt makinaları ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de de dünyâdaki gelişmelere paralel olarak kâğıt sanâyii sürekli bir ilerleme göstermiştir. Osmanlılar, kâğıt ihtiyaçlarını doğudan temin ediyorlardı. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme adlı eserinden,İstanbul’da Bizans’tan kalma bir kâğıt fabrikasının, Kâğıthane semtinde bulunduğu öğrenilmiştir. Üçüncü Sultan Selim Han zamanında, küçük de olsa bir kâğıt fabrikası yapılmış, fakat daha sonra üretimin çok pahalıya mâl olması sebebiyle fabrika kapatılmıştır.

İlk kâğıt fabrikası 1744 yılında Yalova’da kurulmuştur. İbrâhim Müteferrika tarafından ilk Türk matbaasının kurulmasıyla artan kâğıt ihtiyacını temin etmek için, Yalova’da kâğıt fabrikasının yapılmasına karar verildi. Bu fabrikada birçok cins kâğıt îmâl edildi. Sultan Birinci Mahmûd Han bu fabrikadan çok memnun oldu. Kur’ân-ı kerîm ve diğer İslâmî kitapları çoğaltmak gâyesiyle başka kâğıt fabrikalarının da yapılmasını istedi. Fakat su azlığı, su yollarının bozulması ve Avrupa kâğıtlarının rekâbeti yüzünden, Yalova Kâğıt Fabrikası kapandı. Osmanlı Devleti zamanında kurulan uzun ömürlü fabrika Beykoz Kâğıt Fabrikasıdır. 1804’te hizmete açılan bu kâğıt fabrikasında İngiliz ve Flemenk kâğıtları kalitesinde kâğıt yapmak istenmiştir. Bilâhare dışarıdan kâğıt getirmek daha ekonomik olmuş, yabancı devletler kâğıtlarını mâliyetin altında, zaranına bize satmak suretiyle kâğıt sanayimizi baltalamışlardır. Neticede Beykoz Fabrikası da kapanmıştır.

İzmir Kâğıt Fabrikasının temeli ise 1844’te atıldı. Fabrikanın buhar kuvvetiyle çalıştırılması kararlaştırılmıştı. Bu fabrika bir süre devletin kâğıt ihtiyacını karşılayabilmiştir. Yine Avrupa’nın çeşitli oyunları neticesinde kapanmaya mahkûm olmuştur.

Hamidiye Kâğıt Fabrikası, Osmanlı Devleti döneminde kurulan son kâğıt fabrikamızdır. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Hamidiye Kâğıt Fabrikasını kurmakla Serkârın Osman Beyi vazifelendirmiştir. Fabrikanın yeri olarak Beykoz’da, Kır Mevkiî ve Hünkâr İskelesi seçilmiştir. Osman Beyin oğlu Ali Cevat Beyin kırk iki dönümlük yeri de satın alınarak genişletilmiştir. Bu fabrika İstanbul ve Londra’da şubeleri olan “Hamidiye Kâğıt Fabrikası” veya “Ottoman Paper Manifacturing Company Limited” adıyla kurulan şirket tarafından idâre ediliyordu. Şirketin çıkardığı hisse senetleri satılmadı. Masson Scott firması bir müddet bu fabrikayı çalıştırdı. Şirket (Hamidiye Kâğıt Fabrikası), borcunu ödemeyince mahkeme kararıyla Masson Scott firmasına devredildi. Bilhahare bu firma da 1912 yılında hisse senetlerini satışa çıkardı. Hamidiye, şirketi tekrar satın aldı. Fakat o sırada Birinci Dünyâ Savaşı çıkınca İngiliz personeli memleketine döndü. Osmanlı Devletinin savaştan yenik çıkması üzerine gâlip devletler kağıt fabrikasını dağıttılar.

Cumhûriyet döneminde ilk kâğıt fabrikasının temeli İzmit’te 14 Ağustos 1934’te atıldı ve fabrika 1936 yılında işletmeye açıldı. Bu fabrikaya 1944 yılında ikinci kağıt selüloz fabrikası, 1945’te Klor Alkali Fabrikası ilâve edildi. 1954’te de Üçüncü kâğıt fabrikası kuruldu. 1957’den sonra eski makineler değiştirildi. 1960 yılında dördüncü, 1961’de beşinci kâğıt fabrikası kuruldu. 1955 senesine kadar Sümerbank Kâğıt ve Karton Fabrikası ismi ile çalıştıktan sonra İzmit Selüloz Sanayiî Müessesesi adı verildi. Bilâhare, 21 Haziran 1955’te çıkarılan bir kânunla Sümerbank’tan ayrılıp “Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi Genel Müdürlüğü” (SEKA) adı ile iktisadî bir devlet kuruluşu oldu.

İzmit’te SEKA’ya bağlı yedi kâğıt ve karton fabrikasının yanısıra, Mekanik Odun Hamuru Tesisleri, Oluklu Mukavva, Odun selülozu Fabrikası, Saman Selülozu Fabrikası, Klor Alkali Fabrikası, kuvvet santralı, su tesisleri ve atölyeler vardır.

SEKA’nın Zonguldak-Çaycuma kuruluşu 1970’te işletmeye açılmıştır. Burada kraft selülozu, kraft kâğıdı ve yarı kimyevî selüloz îmâl edilmektedir. Giresun-Aksu’daki mekanik odun hamuru ve gazete kağıdı tesisi ile 1971’de açılan Muğla-Dalaman’daki tesisler de SEKA’ya bağlıdır. Dalaman’daki tesiste sülfat ve viskoz selülozu, tabiî kâğıt ve karton imâl edilmektedir.

SEKA’ya bağlı diğer tesis ve müesseseler de 1975’ten sonra hizmete açılan Afyon Beyaz Saman Selülozu Tesisi, Balıkesir Selüloz Kâğıt Tesisleri. Antalya Kraft Selülozu ve Kraft Kâğıdı Tesisleri, Akdeniz (İçel), Kastamonu, Bolu müesseseleridir. 1936 yılında 10.000 ton olan kâğıt üretimimiz, 1992 yılında 932.000 tona ulaşmıştır. Bu miktârın yarısını SEKA üretmekte, diğer yarısını da özel sektör üretmektedir.

Kâğıt çeşitleri: Hayatın her safhasında çok çeşitli maksatlarla kullanılan kâğıt, ağırlığına (gramajına), kullanılan hamurun cinsine, dolayısıyle yırtılma ve patlama mukâvemetine ve buna benzer diğer özelliklerine göre çeşitli sınıflara ayrılabilir. Fakat genel hatları ile şu şekilde tasnif etmek mümkündür:

1. Yazı tab’ı kâğıtları (1, 2 ve 3. hamur kâğıtlar, ofset kâğıdı, aydınger kâğıdı vb.),

2. Sargılık kâğıtlar,

3. Kraft torba veya çimento torba kâğıdı,

4. Temizlik kâğıtları ve hijyenik kâğıtlar,

5. İnce özel kâğıtlar (sigara kâğıdı vb.),

6. Oluklu mukavva kâğıtları (kraft liner, test liner, saman fluting),

7. Kartonlar.

Bir başka sınıflandırma ise:

1. Kültürel kâğıtlar,

2. Endüstriyel kâğıtlar şeklinde olabilir.

Kâğıdın hammaddesi: Kâğıdın ana hammaddesi odundur. Kâğıtlık odun, mobilya vs. üretiminde kullanılan odundan düşük, yakacak olarak kullanılan odundan daha yüksek kalite seviyesindedir. Bu odun da, ya iğne yapraklı (çam vb. yumuşak) ağaçlardan veya yapraklı (meşe vb. sert) ağaçlardan elde edilir.

Aslında memleketin orman kaynaklarının tüketiminde kâğıt sanayii, orman ürünleri sanayii ve yakacaktan sonra üçüncü sırayı işgal etmekle beraber, ormanın yetişmesinin çok zaman alması dikkate alınırsa, sâdece kâğıt sanayii bile, ormancılığa gereken önem verilmezse, bir memleketin orman kaynaklarını kısa zamanda tüketebilecektir. Bundan dolayı bütün dünyâda kâğıt sanayii, odun dışındaki kaynaklara her geçen gün daha süratle yönelmektedir. Bunlar arasında yıllık bitkiler olarak bilinen saman, kamış, kendir-kenevir ile tütün, ayçiçeği vb. bitkilerin sapları sayılabilir. Çok çeşitli olan bu bitkiler arasından şimdiye kadar sâdece saman, kamış ve kendir ekonomik kullanım seviyesine erişebilmişlerdir. Genellikle diğerlerinin toplanması ve stoklanması ekonomik gözükmemektedir.

Diğer önemli bir hammadde eski kâğıttır. Eski ve artık kâğıtlar, ucuz bir hammadde olarak görünmekteyse de kullanılan baskı mürekkebi ve kâğıdın yapısına bağlı olarak mürekkep çıkarma işlemi, özellikle yazı tab’ı kâğıtları yapımında en önemli problemi teşkil etmektedir. Bu kabil eski kâğıttan, mürekkebi çıkarılmadan, hâlen yaygın şekilde kullanılan gri karton üretimi yapılmaktadır.

Yardımcı hammaddeler: Bunlar dolgu maddaleri, boyar maddeler ve kâğıdı yapıştırıcı maddeler olarak üç bölümde mütalâa edilebilir:

Dolgu maddeleri, liflerden meydana gelen ve girintili çıkıntılı bir durumda olan kâğıt yüzeyine lifler arasındaki boşlukları doldurarak, daha düzgün bir şekil vermek maksadıyla kullanılır. Bunun yanında mürekkebin dağılmasını önleyerek, daha iyi emilmesini sağlar. Kâğıdın parlaklığını arttırır. Kâğıdın yumuşaklığını da olumlu yönde etkiler.

Diğer yandan lifler arası bağlantıyı zayıflattıklarından kâğıdın kopma, yırtılma, çift katlama ve patlama direncini zayıflatırlar. Kâğıt makinasına hamur verilirken, eleğin üzerinden akan hamurun üst tarafında daha çok tutunduklarından, kâğıtta iki yüzlülük meydana getirebilirler. Kâğıdın yapışmasına menfî tesirleri vardır. Kâğıt üzerinde zayıf tutunmaları hâlinde silme sırasında leke ve kirlenmeye, yıpranmaya sebeb olurlar.

Fazla oranda kullanılmaları işletmeci açısından kâğıdın mâliyetini düşürücü bir unsur olarak görülebilirse de, sayılan mahzurları da dikkate alınarak ancak belirli bir oranda dolgu maddesi kâğıt hamuruna ilâve olunabilir.

Baryum sülfat, kalsiyum sülfat (CaSO4) vb. dolgu maddeleri içinde daha çok yaygın olarak kaolen (bir çeşit kil) kullanılmaktadır.

Kâğıda istenen rengin verilebilmesi için yeterli miktarda boyar madde (sentetik boyalar veya pigmentler) kullanılır.

Çeşitli kâğıtların (özellikle baskı, para ve harita kâğıtları gibi) su ve mürekkep gibi sıvı maddelere karşı dayanıklı olmaları istenir. Bu maksatla kâğıdın iç yapıştırmasını sağlamak için kâğıt hamuruna, lifler süspanse haldeyken, önce belli oranda kolofan ilâve edilir. Daha sonra kolofanın lifler üzerinde çökmesini sağlamak için şap katılır. Çam ağaçlarından elde edilen reçine, % 80 oranında kolofan ihtivâ etmektedir.

Kâğıt yapımı: Kâğıt îmâlâtı yapan fabrikaları “kâğıt hamuru fabrikaları” (Bugün selüloz fabrikaları olarak bilinmektedir.) ve “kâğıt fabrikaları”olarak ikiye ayırmak mümkündür. Ancak bugün kâğıt fabrikaları hem kâğıt hem de hamur üretimi yapar, entegre tesisler olarak kurulmaktadır.

Hamur üretim bölümünde çeşitli metodlarla sözkonusu hammaddelerden kâğıt hamuru üretilir. Üretilen hamur ya sulu halde uygun karışımlar ile doğrudan doğruya kâğıt makinasına verilir veya suyu alınarak teksif edilmiş halde stoklanır.

Başlıca hamur üretim metodları:

Mekanik hamur: Genellikle meşe gibi sert ağaçların dışındaki ağaçlar belli boylarda kesilerek, gerekiyorsa havuzlarda nemlendirildikten sonra, taşlı değirmen denilen bir makinada liflerine ayrılarak lif süspansiyonu hazırlanır. Muhtelif eleklerden geçirildikten sonra, kâğıt makinası hamur hazırlama kısmına istenen yoğunlukta verilerek stoklanır.

Odunun beslendiği bölmelerine göre, tek cepli ve çok cepli gibi isimlerle adlandırılan bu makinalarda; odun, basınçlı bir şekilde dönen bir taşa karşı beslenmektedir.

İşlem çok basit olmakla beraber, çıkan hamurun kalitesini kontrol altında tutma zorluğu, işlemin en büyük dezavantajını teşkil etmektedir. Bir ton mekanik hamur üretebilmek için 2,33 m3 kabuğu soyulmuş oduna, 10-15 m3 temiz suya, 6.000 volt ceryan gücü ile 800-1500 kwh elektrik enerjisine ihtiyaç vardır. Ayrıca bu hamurla her tür kâğıdı üretmek mümkün değildir. Daha çok diğer çeşit hamurlarla karışım yapılarak makinaya verilmektedir.

Rafine mekanik hamur: Bu metodla da kimyevî madde ve buhar kullanılmadan, ağaç yongaları diskli rafinörlerde inceltilerek, hamur üretimi yapılmaktadır. Odun, ya kütük hâlinde fabrikaya gelmekte, yongalanarak rafinörlere verilmekte veya yonga ve hatta marangoz talaşı olarak işleme sokulmaktadır.

Hamurun kalitesi mekanik hamurdan daha iyi (% 50-% 100) olmakla beraber bu üstünlük % 50 daha fazla elektrik enerjisi harcanarak sağlanır (Ton başına 1200-2200 kwh). Buna karşılık, testere talaşı gibi çok daha ucuz odun hammaddesi kullanılabilmektedir.

Termomekanik hamur: Rafine mekanik hamur usûlünden farklı, odun yongalarının rafinöre girmeden önce kızgın buharla işleme sokularak yumuşatılmasıdır. Bundan dolayı liflendirme işleminde lifler daha az hasar görerek daha iyi kalitede bir hamur elde edilebilir.

Kimyâsal hamur: Yarı kimyasal hamurla ve çok değişik çeşitleri bulunmakla beraber, en çok yaygın olarak kullanılan kimyevî metod sülfat (kraft) prosesidir.

Sülfat işleminde hazırlanan her türlü yonga esas olarak alkali ve sodyum sülfit çözeltisi içerisinde 160-170°C’de 2-3 saat pişirilir.

Çözelti tekrar kullanılmak üzere kurulan geri kazanma üniteleri ile geri kazanılır. İşlem kaliteli hamur üretimi için uygun ise de yeterli teknoloji seviyesinde olmayan ve kimyevî madde tedârikinde güçlükleri bulunan memleketlerde problemler çıkarmaktadır.

Gazete kâğıtları % 100 oranında mekanik rafinör ve termomekanik hamurdan yapılabilirse de çeşitli bakımlardan bir miktar (% 20 civârında) sülfat prosesi ile imal edilmiş piyasa hamurunun katılması uygun görülmektedir. Dergi kâğıtlarında mekanik hamur % 60-% 100 oranında kullanılmaktadır. Kaliteli baskı kâğıtları ise % 100 kimyevî hamurdan îmâl edilmektedir. Oluklu mukavva ve çimento torba kâğıtlarında genellikle mukavemeti yüksek sülfat, kimyâsal veya yarı kimyevî hamur kullanılmaktadır.

Önceki kısımlarda bahsedilen hammaddelerden, anlatılan metodlarla elde edilen kâğıt hamuru, hamur hazırlama dairelerinde çeşitli hamur, dolgu maddeleri, boyar maddeler vs. ile karıştırıldıktan sonra kâğıt makinasına verilmektedir. Kâğıt makinasında çeşitli kademelerden geçen hamur, uygun basınç ve  sıcaklıkta kuruyup şekillenerek istediğimiz kâğıt mâmul şeklinde bobinlere sarılmaktadır.

KAĞNI

Alm. Ochsenkarren mit zwei Rädern, Fr. Chariotm àdeux roues, İng. Ox-cart with two wheels. İki tekerlekli, tekerlekleri dingile bağlı çift öküz veya camızla çekilen ekseriya yük taşımada kullanılan araba. İnsanların tekerlekleri yapıp kullanmasından sonra kağnı tipindeki arabalar onun en büyük yardımcısı olmuştur. Yapılan kazılarda tekerlekli arabalara ilk defa mîlâttan 4000 yıl önce, Sümer ülkesinde rastlanmaktadır. Buradan Anadolu yolu ile Avrupa’ya yayılan tekerlekli arabalar, M.Ö. 2000 yıllarında İskandinavya’ya kadar ulaşmıştır. Anadolu’da yapılan kazılar bu hususta yeni bilgiler elde edilmesine yardımcı olacaktır.

Kağnı sözüne, Orhun Yazıtlarında rastlanmaktadır. Bu bakımdan kağnının, Türkler tarafından kullanılması çok eskidir. Uygurcada boyunduruk kayışı tâbiri geçmektedir. Anadolu’da yüzyıllardır kullanılan kağnı, bilhassa İstiklâl Harbinin sembolü hâline gelmişti. Yolsuz, izsiz, çamurlu yerlerde, cephede, malzeme ve insan taşımada kağnıdan çok istifâde edilmişti. Ağır yük altında tekerleklerden çıkan gıcırtılar iniltilere benzetilerek zaman zaman edebiyata konu olmuştur.

Kağnılar teker, kağnı evi ve boyunduruk olarak üç parçadan meydana gelir. Tekerlekler ay biçimi iki tahta ile bunların arasında bir göbekten ibârettir. Tekerin çevresine bir cm kalınlığında iki üç cm genişliğinde demir çember kızdırılarak geçirilir. Böylece tahta tekerleğin kısa zamanda parçalanıp elden çıkması önlenmiş olurdu. Tekerlekleri birleştiren dingil üzerine oklar, bu okların üzerine de kağnı evi tâbir edilen kısım oturtulurdu. Boyunduruk ise hayvana kayışlarla bağlanan kısımdır.

Kağnıyı idâre eden kimse ayakta veya oturarak elindeki iki metre boyundaki meses veya üvendere adı verilen ucu nodullu (sivri demir) değnekle öküzleri yönlendirir. Anadolu’nun bâzı yörelerinde hâlâ kağnılara rastlanmaktadır.

KÂHİN

Alm. Wahrsager, (m), Fr. Devin, (m), İng. Soothsayer, augur. Kehânette bulunan, gâipten haber verdiğini iddiâ eden ve fala bakan şahıs. Eskiden tabiat üstü yollardan gizli şeyleri bulma ve geleceği okuma iddiâsında olan kimse. Eski Mısırlılar, Hintliler, Mecûsîler, müşrik Araplar, gâipten haber veren kâhinleri rûhânî reis kabul etmişlerdir. Savaşlarda ve diğer mühim işlere başlarken bunlara sorup, danışmışlar ve karar vermişlerdir.

Kâhinlik ve kehânet fen bilgileri yoluyla anlaşılabilen bir bilgi değildir. Çeşitli inançlarda görülen kehânet hakkında İslâm dîninin temel kitaplarında bâzı bilgiler verilmiştir. Buralarda bildirildiği üzere İslâmiyetten evvel, kâhinlik çok yayılmıştı. Her kavimde meşhur kâhinler yetişmişti. Kâhinler cinden bir arkadaş edinip, olmuş şeyleri ona sorup öğrenir ve başkalarına bildirirlerdi. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm doğmadan evvel, cinlerden bâzıları göklerin yedi kat tabakasına çıkarlar, göklere girerler ve buralara girip çıkmaktan men olunmazlardı. Göklerde melekler birbirleriyle konuşurlarken, işittiklerini gelip kâhinlere haber verirlerdi. Eski devirlerde meşhur olan ve îtibâr edilen kâhinlerden bâzıları Muhammed aleyhisselâmın geleceğini ve vasıflarını bu yolla haber vermişlerdir.

Sevgili Peygamberimiz doğduğu zaman, cinler göklere çıkmaktan men olundular. Göklerin kapıları onlara kapandı ve artık haber alamaz oldular. Bu hâl Kur’ân-ı kerîmde Cin sûresi 8 ve 9. âyetlerde meâlen şöyle anlatılmaktadır: “Doğrusu biz (cinler topluluğu) ciddî bir sûrette (haber çalmak için) göğe erişmek istedik. Fakat onu sert bekçilerle (meleklerle) ve yakıcı şihaplarla (akan yakıcı yıldızlarla) doldurulmuş bulduk. Hâlbuki hakîkaten biz, (Muhammed aleyhisselâmın gönderilmesinden önce) haber dinlemek için göğün bâzı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinleyecek olursa, kendini gözetleyen bir şihap (yakıcı bir yıldız) buluyor.”

İslâm dîninde hesâbın ve tecrübenin bildirmediği şeylere “gayb” denir. Gaybı Allah’tan başkası bilemez. Gayb, Allahü teâlânın bir sırrıdır. Dilediğine dilediği kadarını açar, bildirir. Peygamberleri ve evliyâsı bunlardandır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “...Kâhinlik yapan ve kâhine giden, sihir ve büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur’ân-ı kerîme inanmamıştır.”

İslâmiyet; cinle arkadaşlık yapmayı, böyle falcılardan ve kâhinlerden gayba dâir bir şey sormayı ve bunların sözüne inanmayı açıkça yasaklamıştır. Cin de gaybı bilmez ve gaybe dâir sözlerine îtibâr edilmez. Hele cinnin her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak küfür olur, îmânsızlık olur. Çünkü “Her şeyi bilen ve her dilediğini yapan yalnız Allahü teâlâdır.”