KADMİYUM

Alm. Kadmium (n), Fr. Cadmium (m), İng. Cadmium. Sembolü Cd olan metalik bir element. Friedrich Stromeyer 1817’de, çinko karbonatın rengini sarartmak için uğraşırken, kadmiyumu keşfetti. İsmi, eskiden çinko cevheri için söylenen kadmia kelimesinden türetildi.

Özellikleri: Kadmiyum, yumuşak, mavimtrak bir metaldir. Nemli havada yavaş yavaş oksitlenir, oksit kararlı olup, metali kaplar. Periyodik cetvelde IIB grubunda bulunur. Atom numarası 48 ve atom ağırlığı 112,40’tır. Kadmiyum atomunda elektronların orbitallere dağılımı(Kr) 4 d10 5 s2dir. Oldukça elektropozitiftir. Bileşiklerinde (2+) değelikli haldedir. Kadmiyumun 104Cd ile 118Cd arasında bir seri izotopları vardır. Tabiatta en çok bulunan 110Cd ve 114Cd izotoplarıdır. Tipik test numunelerinde, bu izotopların herbirinden % 12 ilâ 24 arasında bulunmaktadır.

Kadmiyum 321°C’de erir, 767°C’de kaynar. Erime gizli ısısı 13.2 cal/gr’dır. Gizli buharlaşma ısısı ise yaklaşık 286,4 cal/gr’dır. Yoğunluğu 8,65 g/cm3tür. Büküldüğü zaman kalaya benzer ses çıkarır. Hegsagonal kristal yapısına sâhiptir. Birçok bakımdan çinkoya benzerlik gösterir. Kalevilerde (bazlarda) çözünmez.

Bulunuşu: Kadmiyum mineralleri yer kabuğunun yaklaşık % 0,01’den azını teşkil eder. Kadmiyum elde etmek için işlenen başlı başına bir mineral mevcut değildir. Umumiyetle minerallerde çinko ile beraber olarak bulunur. En çok bilinen kadmiyum minerali grinokin (CdS) olup dâimâ çinko sülfür minerallerinde % 2 oranında bulunur. Kadmiyum cevheri çinko ihtivâ eden kurşun ve bakır minerallerinde de bulunur. Saf kadmiyum tabiata bulunmaz. Kadmiyum mineralde bulunan saf metallerin elde edilmesinde yan ürün olarak elde edilir. Meselâ çinko elde edilirken, kadmiyum da yan ürün olarak üretilir.

Elde edilişi: Çinko elde edilmesinde ele geçen baca külleri kadmiyum elde edilmesinde başlangıç maddesidir. Bu baca külü % 8-20 kadmiyum, % 30-45 kurşun, % 10-25 çinko, çok az miktarda kükürt, bakır ve gümüş ihtivâ eder. Bu elementlerin çoğu oksit hâlindedir.

Bu tozlar sulu bir çamur hâline getirildikten sonra karıştırılarak sülfat asidi ile muamele edilir. Oksit hâlindeki kadmiyum, kadmiyum sülfat haline geçer. Ortamdaki zararlı SO2’yi yok etmek için sodyum klorat kullanılır. Asit muâmelesinden sonra kurşun, sülfat hâlinde çöker ve ayrılır. Süzülen çözeltiye asit miktarı % 10 oluncaya kadar H2SO4 ilâve edilir ve sıcaklık 80°C’ye kadar çıkarılır. Bundan sonra azar azar karıştırarak çinko tozu ilâve edilir, böylece bakır iyonu çinko metali ile yer değiştirir. Çinko fazlası filitre edildiği zaman metalik bakır ile ayrılır. Tekrar ilâve edilen çinko tozu kadmiyum iyonu ile yer değiştirir ve çöker. Bu çökelti % 99,6 kadmiyum % 0,2 çinko ihtivâ eder. Preslenerek kalıplanan bu çökelti 390°C’de NaOH ile eritilir. Böylece çinko uzaklaştırıldığı gibi saf kadmiyumun oksitlenmesinin önüne geçilir. Bu erimiş madde içine az miktarda ilâve edilen amonyum klorür, talyumun uzaklaşmasına sebeb olur. Sıvı kadmiyum % 99,99 saflıktadır. Destilasyon metodu ile bu saflık % 99,99999 çıkarılabilir. Ayrıca kadmiyum, bakır ve kurşun eritmesinden elektrolitik metotla çinko elde edilen fabrikalarda litopon artıklarından elde edilebilir.

Bileşikleri: Kadmiyum nemli havada yavaş olarak oksitlendiği halde kızıl derecede, havada yanarak kadmiyum oksit (CdO) meydana getirir. Kadmiyum, asitler ile hızla reaksiyon vererek tuzları meydana getirir. Kadmiyumun klorür, nitrat ve sülfat tuzları suda çözünür. Kadmiyum sülfür açık sarı renkte olup, çözünmez. Kadmiyum tuzları çözeltilerinden H2S geçirilirse CdS çöker. Bu deneme kadmiyum analizine yarar. Kadmiyum tuzlarının çözeltilerine NaOH ilâve edildiğinde kadmiyum hidroksit Cd(OH)2 çöker. Bu davranışı çinkoya çok benzer. Yalnız çinko hidroksit baz fazlalığında çözünür. Bu özellikten dolayı kadmiyum çinkodan fark edilir. Kadmiyumun arsenat, fosfat, ferrosiyanür ve oksalat tuzları suda çözünmez. Bunlar amonyak ile amin kompleksi vererek çözünür. Yine bu tuzlar klorür ve siyanür asidinde çözünür. Bazı kadmiyum bileşikleri fosforesans ve floresans gösterir.

Kullanılışı: Kadmiyumun en önemli kullanılışı çelik kaplamacılığındadır. Çünkü çok kolay kaplanır ve oksidasyona dirençli, kararlı bir yüzey meydana getirir. Kaplama ya elektrolizle veya buhar kaplaması şeklinde yapılır. Bilye yatakları gibi sürtünme olan yerler, sürtünmeyi azalttığı için kadmiyumla kaplanır. Kadmiyum-nikel pillerinin yapısında, nükleer reaktörlerde kontrol çubuğu olarak ve Westan standart pillerinde kullanılır. Düşük erime noktalı lehim yapımında, çeşitli döküm alaşımların yapımında kullanılır.

Kadmiyum oksit, katalizör olarak kaplama banyosunda ve saflığı çok yüksek olan kadmiyumun elde edilmesinde kullanılır. Kadmiyum sülfür, seramik çilikte sarı pigment olarak, kadmiyum klorür (CdCl2) fotoğrafçılıkta, pamuklu boyamada ve galvanoplastide kullanılır. Kadmiyum nitrat Cd(NO3)2 camlara kırmızımsı sarı renk verir.

Kadmiyum zehirlenmesi: Kadmiyum veya kadmiyum bileşiklerinin ağız veya teneffüs yolu ile alınmasında meydana gelen zehirlenme durumudur. Kadmiyum kaplı kaplarda yiyecek veya içicek alınması, sanâyide çalışan işçilerin teneffüs yolu ile kadmiyum alması zehirlenmeye yol açabilir. Belirtileri bulantı, kusma, ishal ve bitkinlik meydana getirmesidir.

Teneffüs yolu ile alındığında akciğerlerde iltihaplara yol açar. Kadmiyum zehirlenmesi kalsiyum disodyum edetat ilâcı ile tedâvi edilir.

KAFADANBACAKLILAR (Cephalopoda)

Alm. Kopffüsser, Kephalopoden, Fr. Céphalopodes, İng. Cuttlefishes, Cephalopoda. Çok hücreli omurgasız hayvanların yumuşakçalar (Mollusea) şubesinin en gelişmiş sınıfı. Başları büyük olup gözleri ve sinir sistemleri iyi gelişmiştir. Başlarının ön kısmından çekmenli veya çengelli kollar uzanır. Bunlarla avlarını yakalar ve sürünebilirler.

Açık denizlerde sürüler hâlinde veya diplerde yaşayan deniz yumuşakçalarıdır. Mürekkepbalığı, ahtapot, nautilus (sedefli deniz helezonu) en çok bilinen kafadanbacaklılardır. Nautilusta, helezon şekilli kalkerli bir dış kabuk bulunur. Mürekkepbalıklarında derinin salgısı olan boynuzumsu ince ve küçük kabuk, gövdenin içine gömülmüştür. Ahtapotlarda ise hiç kabuk bulunmaz. Çok çeşitli renkte olanları olduğu gibi, renk değiştirebilme özelliğine sâhib olanları da vardır. Ahtapotlara bu özelliklerinden dolayı “deniz bukalemunları” denir. Manto boşluğuna alınan suyun huni şeklindeki sifondan dışarı atılmasıyla bir su akımı meydana gelir. Hayvan su akışının tersine olarak geri geri gider. Sifonu çevirerek öne veya arkaya doğru giderek avlarını rahatça takip eder ve düşmanlarından kaçabilirler. Kol ve dokunaçlarını kürek şeklinde kullanarak hızlarını arttırırlar. Yüzgeçlerinin yardımıyla yön değiştirir, öne ve arkaya doğru ağır ağır yüzebilirler.

Nautilus hâriç hepsinde mürekkep kesesi vardır. Deniz hayvanlarına yem olmamak için tehlike anında mürekkep salarak etrafı bulandırır ve oradan uzaklaşırlar. Mürekkep kesesi hareketi sağlayan sifona açılır. Avlarını kollarıyla yakalar, papağan gagası biçimindeki çeneleriyle ve törpülü dilleriyle parçalar. Ağızlarındaki bir çift zehirli tükürük bezleriyle felce uğratırlar.

Ahtapot ısırığı tehlikelidir. Yengeç, ıstakoz, balık, midye ve diğer yumuşakçalarla beslenirler. Ahtapot, Octopoda (sekiz kollular) grubunun tipik bir çeşididir. Mağara ve kayalar arasında gizlenerek avlanır. Bir çift solungacı, 2-3 cm’den 9 metreye kadar değişik boyda 50’den fazla türü vardır. (Bkz. Ahtapot)

Mürekkepbalığı (Sepia officinalis), Dekapoda (on kollular) grubunun tanınan en gelişmiş türüdür. Sekiz kolu ve iki adet dokunacı bulunur. Bir çift solungaca sâhiptir. Boyları 20 cm ile 18 metre arasında değişen türleri vardır. Mürekkepbalığı genellikle balıkçılar tarafından balık avlamak için yem olarak kullanılır.

Nautilus, Güney Pasifik’in derin sularında yaşar. Kabuklarına Malayi Adaları sâhillerinde bol rastlanır. Helezon şekilli kabukları odacıklıdır. Bölümler ince çeperlerle ayrılmıştır. Hayvan en büyük olan son bölümde yerleşir. Diğer odalar salgıladığı bir gaz ile doludur. Arka kısmından uzanan ince bir şerit bölmelerden geçerek en son odacığa kadar ulaşır. İki çift solungaçları vardır. Ağız etrafında doksan kadar kola sâhiptir. Odacıklardaki gaz su basıncını dengeleyerek hayvanın su içinde yüzmesini ve alçalıp yükselmesini ayarlar. Bütün kafadanbacaklılar ayrı eşeylidir. Döllenme, dişinin manto boşluğunda gerçekleşir. Dişi, döllenmiş kapsüllü yumurtalarını tek tek veya mukusla örtülü kümeler hâlinde sâbit cisimlere yapıştırır. Nadir hallerde serbest olarak suya bırakır. Metamorfoz (başkalaşım) yoktur. Yumurtalardan ergine benzer yavrular çıkar. Üreme dönemlerinde ahtapot veya mürekkepbalıklarında eşler birbirine sarılmış olarak saatlerce suda sürüklenirler. Hepsi solungaç solunumu yapan yırtıcı etçil hayvanlardır.

Sepia: Mürekkepbalığının bir çeşididir. Etine gömülü olan kalkerli kabuğu, kafes kuşlarına kireç kaynağı olarak verilir. Kafes kuşları bu kabuğu zevkle gagalarlar. Mürekkep kesesindeki zengin kahverenkli pigmentli mürekkebi, sanatkârlar tarafından tercihen kullanılır.

Ahtapot: (Octopus vulgaris) Kabuksuz bir kafadanbacaklıdır. Kayalar üstünde kollarıyla sürünerek ve suyu hunisinden püskürterek hareket eder. Dev ahtapot çeşitleri korkunç bir şöhrete sebeb olmuştur. Küçük türleri kayalık ve yarıklar arasında gizlenerek avlanır. İnsan ve büyük hayvanlardan saklanırlar. Çekmenli kollarıyla yengeçleri yakalar, kabuklarını boynuzsu bir çift çeneleriyle ve dişli dilleriyle parçalarlar.

Ahtapotun yumurtaları: Ahtapotun yumurtasının her biri bir kapsülle muhâfaza edilir. Yumurtalar salkım şeklinde bir küme meydana getirir. Her kapsülün bir ucu taşa veya başka bir zemine bağlanır. Dişi ahtapot yumurtaların üzerine kuluçkaya yatar. Açlıktan ölme pahasına yumurtalarını terk etmez. Yumurtadan doğrudan doğruya ergine benzer yavrular çıkar. Bu yavrular sinir sisteminin kontrolü altında kasılarak veya gevşeyerek seri bir şekilde renklerini değiştirerek bulundukları ortama adapte olurlar.

KAFEİN

Alm. Koffein (n), Fr. Caféine (f), İng. Caffeine. Çayda, kahvede, kolada bulunan uyarıcı ve rahatlık verici özelliğiyle tanınan bir madde. Pürin bazını ihtivâ eden ksantin maddesinin metilli türevidir. İlk olarak 1920 yıllarında Runge tarafından kahveden elde edildi. Bugün birçok memleketlerde kullanılan çay, kahve ve benzeri alkolsüz ve uyarıcı meşrubatlar, çeşitli bitkilerin ürünleri ile hazırlanırlar ve hepsi değişik nisbetlerde ksantin bileşikleri ismi ile anılan müessir (etken) maddelerden en az birini ihtivâ ederler. Tıbbî ve farmokoloji bakımından kafein, teofilin ve teobromin diye anılan üç ksantin bileşiğinden en etkili olanı kafeindir.

Çayın hazırlanmasında kullanılan “thea chinensis” yapraklarında % 1,5-5 oranında kafein bulunur. Kahvenin hazırlanmasında kullanılan “caffea arabica” tâneleri % 1-2 oranında kafein ihtivâ eder.

Bir bardak çay veya bir fincan kahve, aşağı yukarı eşit miktarlarda 0,1 ilâ 0,2 gr kadar kafein taşır. Zîra çay yaprakları daha fazla kafein ihtivâ etmelerine rağmen, hazırlanış tekniği dolayısıyle bu fazlalık ortadan kalkar.

Orta Afrika yerlilerinin keyif verici içki hazırlamak için kullandıkları kola tâneleri ve Arjantin’de çay gibi, enfüzyon (sıcakta bitkisel materiyeli su ile kaynatmak ve etken maddeyi ayırma usûlü) şeklinde hazırlanan maté veya Paraguay çayı yaprakları az miktarda kafein ihtivâ ederler.

Kafeinin açık formülünün kimyâsal ismi 1,3,7-trimethylxanthine’dir. Kafein yüksek dozlarda merkezî sinir sisteminin bütün kısımlarını tembih eder. Kuvvetli uyarıcıdır. Kafein tedâvi dozlarında hem beyne hem de omuriliğe uyarıcı etkileri olan bir bileşiktir. Merkezî sinir sisteminde medulla oblangata denen kısımdaki solunum merkezini tembih ederek solunumu süratlendirir, atardamar tazyikini yükseltir, vegus denen merkezi tembih ederek kalbin atım temposunu yavaşlatır. Tedâvi dozlarının sebeb olduğu beyinde uyarma neticesinde fizik aktivite artar, adalî çalışma kapasitesi yükselir, uyku arzusu azalır, fikirler daha berraklaşır ve daha çabuk doğar. Ancak fikirlerin birbirini takiben süratle doğuşu, aralarındaki koordinasyonun kaybolmasına yol açar; dikkati tek bir şey üzerinde toplamak için daha fazla gayret sarf etmek îcâb eder.

Kafein çok yüksek dozda huzursuzluk, baş ağrısı, asabiyet, uykusuzluk ve reflekslerin şiddetlenmesine sebeb olur. Kahve ve çay gibi içeceklerle alınan kafeine karşı alışkanlık husule geldiği bilinmektedir. Ancak bu alışkanlık basit bir alışkanlık şeklindedir; yâni psikolojik bağlılık vardır, fizikî bağlılık yoktur. Uzun süre kullanılmakla ksantin bileşiklerinin bilhassa idrar miktarını arttırıcı (diüretik) ve damar genişletici (vazodilatatör) etkilerine karşı alışma husûle gelir. Devamlı olarak kafeinli içecekler kullananlarda kafeinin sebeb olduğu uyku kaçırıcı etkiye karşı bir miktar tolerans (alışarak etkilenme) görüldüğü de gerçektir. Kafeinin insan için öldürücü dozunun 10 gramın üzerinde olduğu kabul edilmektedir. Zehirlenme belirtileri, şiddetleri doza bağlı olmak üzere, yukarıda belirtilen farmakolojik tesirlerden ibârettir. Yalnız son safhada hipotansiyon (tansiyon düşmesi) ve solunum felci husûle gelir. Merkezî sinir sistemlerinin daha hassas olması dolayısıyla çocuklarda zehirlilik daha yüksektir.

Elde edilişi: Amonyakla muâmele ile serbest hâle getirilir. Kireçle muâmele edilir. Kloroformda eritilerek kahve ve çaydan ayrılır. C8H10N4O2, H2O formülündeki kafein, iğneler hâlinde billurlaşır. 100°C’de suyunu kaybeder ve susuz halde 230°C’de ergir. Ayrışmaya uğramadan süblimleşebilir. 10 kısım kaynar suda erir. Organik bir pürin bazıdır, asitlerle birleşerek tuzlarını veren acımsı bir maddedir.

 

FORMüL VA!!!!!!!

 

KAFES

Alm. Käfig (m), gefängnis (n), förderkorb (m), Fr. Cage (m), (fiz) grille, grillage, jalousie (f), İng. Cage, lattice, latticework. Aralıklı tel, mâden veya ağaç çubuklarından yapılmış yer. Kuş ve küçük hayvanları beslemek ve içinde muhâfaza etmek için çeşitli büyüklükte yapılır. Bunun etrafı, tahta veya mâdenî çubuklarla örülmüş olduğundan hayvan dışarıyı görebilir ve içinde rahatça hareket edebilir. Kuş ve hayvan kafesleriyle eskiden evlerin ekseriyâ pencerelerine konulan kafeslerinden başka, çeşitli sanat dalında veya yerlerde, değişik maksatlarla kafesler kullanılmaktadır. Anatomi, bayındırlık, deniz, doğrama, döşeme, geometri, inşâat, matematik ve teknolojide kafes terimlerinin kendilerine has mânâları vardır.

Mîmârîde kullanılan kafesler ise yüzyıllarca Anadolu’daki evlerin pencerelerini süslemiştir. Parmak kalınlığında, bir tarafı yuvarlak çıtalar, düz veya çapraz aralıklı olarak bir çerçeveye tutturulurdu. Göz siperi adı verilen bu kafesler dışarıdan bakıldığında, içerisinin görünmesine mâni olurken, içeriden bakıldığında dışarının rahatça görülmesini temin eder. Eski evlerdeki haremlik ve selâmlık kısımlarına konan kafesler de konuldukları yere göre isim alırlardı. Evlerde bâzı kısımları ayırmak için paravana şeklinde kullanılanlar ise insan boyunda olurdu. Antika eser olarak muhâfaza edilen eski evlerde kafeslerin çeşitli örnekleri bulunduğu gibi Anadolu’da bâzı yerlerde bugün de hâlâ kullanıldığı görülmektedir.

KÂFİR

Alm. Ungläubiger (m), Fr. Infidèle (m), İng. Unbeliever, infidel. Allahü teâlâyı ve O’nun gönderdiği dînin esaslarını kabul etmeyen, beğenmeyen, inanmayan. Kâfir lügatta; “örten, inkâr eden, gizleyen ve çiftçi” mânâsınadır. Divan edebiyatında siyah rengi, sevgilinin saçını ve rengini bildirmek için mazmun olarak kullanılır. Dînî bir tâbir olan kâfir, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâ tarafından bildirildiğini söylediği, sözlerinden birine veya hepsine inanmayan, doğru olduğunda şüphe eden kimseye denir. Daha önce gelen peygamberlerin sözlerini beğenmeyen kimselere de denir.

Allahü teâlâ, her asırda insanlara bir peygamber göndererek, kendisinin razı olduğu yolunu göstermiştir. Dünyâda ve âhirette huzur ve saadete kavuşmak isteyen herkesin bu peygamberlere uymasını emretmiştir. Peygamberlerine itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu haber vermiştir. Nitekim Kur’ân-ı kerimde Nisâ sûresi 80. âyetinde meâlen; “Kim o peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir.” buyurdu. Her peygamber, ya bir din getirmiş veya daha önce gelen dînin esaslarını tekrar hatırlatarak uyulmasını tebliğ etmiştir. Her asırdaki insanlardan, kendi zamanındaki peygambere tâbi olan, inanan kimseye “mümin veya Müslüman” denir, inanmayana da “kâfir” denir. Hazret-i Âdem zamanında yaşayan insanların, O’nun sözlerine inanması, tâbi olması gerekiyordu. O’nun bildirdiklerine inanmayan “kâfir” olurdu. Hazret-i Nûh zamanındakilerin de, Nûh’a inanmaları şart olup, O’na inanmayanlara kâfir denirdi. Son Peygamber Muhammed aleyhisselâm gelinceye kadar hep böyledir. Hazret-i Mûsâ zamanında yaşayan ve O’na tâbi olanlar mümin idi, inanmayıp yüz çevirenler kâfir oldu. Hazret-i Îsâ gelince, herkesin O’na inanması emrolundu. Muhammed aleyhisselâm gelince, kıyâmete kadar herkesin, O’nun peygamberliğine inanması ve O’na tâbi olması emrolundu. İslâm dînine göre O’nun sözlerinden birini reddeden, beğenmeyen kâfir olur. Çünkü O’nun bütün sözleri Allahü teâlânın O’na vahyettikleridir. Cebrâil adındaki melek vâsıtasıyle bildirdikleridir. (Bkz. Vahiy)

Allahü teâlâ tarafından gönderilen her din, insanlara saâdet, kurtuluş yolunu göstermek için gönderilmiştir. İlâhî olan bütün dinlerde îmân esasları hep aynı idi. İbâdetlerde ve dünyâ hayâtını ilgilendiren bâzı muamele bilgilerinde değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliği bizzat Allahü teâlâ yapmıştır. İnsanların, Allahü teâlânın gönderdiği dinde değişiklik yapmak veya kaldırmak yetkisi yoktur. Bununla beraber Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinleri insanlar tarafından bozulmuş ve Allah’tan gelen şeklini koruyamamıştır. Kıyâmete kadar hiç bozulmayacak ve değiştirilmeyecek olan İslâm dîni, insanlara gönderilen son dindi. O’nun peygamberi Muhammed aleyhisselâm da son peygamberdir. Îmân etmiş olmak için bu dîni kabul etmek ve O’nun peygamberine tâbi olmak lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Muhammed (aleyhisselam)in getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Din-i İslâma arka çeviren, âhirette zarar görecek, Cehenneme girecektir.” (Âl-i İmrân sûresi: 15) ve; “Muhammed’e (aleyhisselam) inanıp, âhirete yarayan işleri yapanlara, Allahü teâlâ, vaad ettiklerini verecek ve ayrıca çok ihsan yapacaktır. Allahü teâlâya ibâdet etmeyi, yâni Muhammed (aleyhisselam)e itaat etmeyip aşağılık, gericilik sanıp, kendilerine asrî ve münevver diyerek), büyüklük taslayanlara çok azab edecektir. Kendilerini herkesin üstünde sanan bu kâfirler, kendilerini Cehennemden kurtaracak bir yardımcı, Allahü teâlâdan başka bir kuvvet sahibi bulamayacaktır.” (Nisâ sûresi: 173) buyrulmaktadır.

İslâm dînine göre yeryüzünde beş isim altında kâfir bulunmaktadır:

1. Aslî kâfir: Kâfir olan kimselerin çocuğudur. Kâfir olarak büyümüştür. Kâfir olduğunu söyler. Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmaz. Bunlar da ikiye ayrılır:

a) Kitaplı kâfir: Ehl-i kitap da denir. Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir kitaba inanırlar. Fakat bu kitabın aslı bozulmuştur. Yahûdîler Tevrat’a ve Hıristiyanlar da İncil’e inandıkları için kitaplı kâfirdirler. Allah hakkındaki inanışları yanlış ve bozuktur. Kur’ân-ı kerîme ve hazret-i Muhammed’in peygamberliğine inanmadıkları için kâfir oluyorlar.

b) Kitapsız kâfir: Allah tarafından gönderilen hiçbir kitaba inanmayan, bozuk, eğri ve sapık yollara inanan ve Allahü teâlânın varlığını hiç kabul etmeyen kâfirdir. Bunlar kıyamette, tekrar dirilmeye de inanmazlar. Putlara, heykellere tapınan kâfirlere (müşrik) denir. Müşrikler, Budistler, Brehmenler, Mecûsîler, Komünistler ve Masonlar vs. kitapsız kâfirdirler.

2. Mürted: Müslümanken, dinden çıkan, kâfir olan kimsedir. Müslümanken yapmış olduğu ibâdetlerin ve iyiliklerin hepsi yok olur. Âhirette ona fayda vermezler. Tekrar Müslüman olursa affolur, tertemiz mümin olur. (Bkz. Mürted)

3. Münâfık: Müslümanları aldatmak için Müslüman gözüken kimsedir. Müslüman olduğunu söylediği halde Müslüman değildir. Başka bir dindedir. Kalbi ile kâfirdir. Münâfık, diğer kâfirlerden daha fenâdır. Müslümanlara zararı daha çoktur. (Bkz. Münâfık)

4. Zındık: Müslüman olduğunu söylediği halde, hiçbir dîne inanmayan kimsedir. Müslümanları dinden çıkarmak, dinleri içerden yıkmak için bozuk inanışlarını Müslümanlık olarak tanıtır. Âhirette tekrar dirilmeye inanmaz. Kâdıyânîler, Behâîler sapık yolda bulunan ve kendilerini Bektaşî diyerek tanıtan Hurûfîler böyledir.

5. Mülhid: Müslüman olduğunu söylediği ve kendisini Müslüman sandığı halde, sapık inanışı sebebiyle kâfir olan kimsedir. İbâdetleri yapar. Haramlardan sakınır. Fakat Kur’ân-ı kerîme mânâ verirken doğru yoldan (Ehl-i sünnet îtikâdından) o kadar çok ayrılmıştır ki, îmânı gideren, kâfirliğe sebeb olan inanışları vardır. Şiîlerin Nusayri ve İsmâilî fırkaları ve Vehhâbîler böyledir. Kendisini mümin, Sünnîleri, yâni doğru îmânlıları ise kâfir olarak tanıtmaya çalışırlar. Müslümanlara zararları çoktur.

İslâmiyete göre kâfirler Cehenneme girecek ve sonsuz yanacaktır. Dünyâda yaptığı iyiliklerin hiçbiri, âhirette ona yaramayacak, onu Cehennemden kurtaramayacaktır. Ölmeden önce Müslüman olursa affolur. Bütün kâfirler, İslâmiyetin ve Müslümanların düşmanıdırlar.

Kâfirlere ibâdet emredilmemiştir. Bir Müslüman kadın, kâfirle evlenemez. Kitab ehli olan Hıristiyan ve Yahûdîlerin kızları ile Müslüman erkeklerin evlenmesine izin verilmiştir. Mürted olan (dinden çıkan) erkek ve kadınla Müslümanın evlenmesi yasaktır.

Kâfirlerin âdetlerini yapmak, onlara benzemek niyetiyle olmazsa ve haram veya kötü âdetler değilse, faydalı şeyler ise, yapılabilir. Onlara uymak için olur veya haram ve fenâ şeyler ise, haram olur. Kâfirlerin ibâdetlerini, ibâdet olarak yapmak, dînin kâfirlik alâmeti saydığı şeyleri zarûret ve zorlama olmaksızın kullanmak İslâm dînine göre küfür olur, îmânı giderir. Yahûdî ve Hıristiyanların bağladıkları zünnâr denilen kuşağı bağlamak gibi.

İslâm dîninde, kâfirlerin dînî yaşayışlarından yüz çevirmek, onlardan uzak durmak ve onların âyinlerine katılmamak her Müslümanın vazîfesidir. Müslümanlığın izzet ve şerefini korumak için, kâfirleri tâzim etmemek, büyük bilip saygı göstermemek lâzım olduğu bildirilmektedir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerimde, Âl-i İmrân sûresi, 149. âyetinde, kâfirlere kıymet verenlerin ve onlara tâbi olanların aldandıklarını ve pişman olacaklarını bildirerek, meâlen; “Ey benim sevgili peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem) inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün yolundan ayrılırsanız, kendilerine Müslüman süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyâ ve âhirette ziyân edersiniz.” buyurdu.

Kâfirlerden birçok kimselerin, nîmetler içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zannediliyorsa da, bunlarda nîmet olarak görülenler, hakikatte azap ve felâket, Allahü teâlânın aldatarak, nîmet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. O kimseleri harab etmek ve onların daha çok azıp, sapıtmaları içindir. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Kâfirler, mal ve çok evlat gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor? Peygamberime inanmadıkları ve İslâm dînini beğenmedikleri için onlara mükâfat mı ediyoruz, diyorlar? Hayır, öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp musibet olduğunu anlamıyorlar.” buyrulmaktadır (Mü’minûn sûresi: 55-56). Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyâlıklar, şeker hastasına verilen tatlılar ve helvalar gibidir. Onu bir an evvel helâke sürükler. Sonsuz saâdete kavuşmak için, kâfir olmaktan sakınıp hakîkî Müslüman olmak lâzımdır.

KAFİYE

Alm. Reim (n), Fr.  Rime (f), İng. Rhyme, rime. Mısra sonlarında, iki veya daha çok mısra arasında, değişik mânâda olan kelime ve eklerin heceleri arasındaki ses benzerliği. Arapça olan kelime; tâbi olan şey, her şeyin son tarafı mânâlarını taşımaktadır. Kafiye, mısraların doğuşlarına yardım ettiği gibi, mısralardaki ortak ahengin yürüyüşünde de ayak vazifesi görür.

Türk edebiyatının genel akışı içinde kâfiye dâima önemli bir unsur olmuştur. Son devir serbest nazımcıları onu kullanmamakta ısrar ederek, edebiyattan silmeye çalışmışlarsa da, yine de mısraların kuruluğunu gidermek için kafiyeye sarılmak zorunda kalmışlardır. Nazımla beraber doğan kafiye bir kenara itilecek veya temelli ortadan kaldırılacak bir şey değildir. Divan edebiyatının başından Tanzimat edebiyatının sonuna kadar “göz kafiyesi”; Servet-i Fünûn edebiyatının başından bugüne kadar ise, “kulak kafiyesi” kullanılmıştır. Göz kafiyesi, kafiye teşkil eden kelimelerin yazılışlarının da aynı olmasına denir. Kulak kafiyesi ise, kafiye teşkil eden kelimelerdeki seslerin benzemesi demektir.

İslâmiyetin kabûlüyle Arap alfabesi yazı hayatımıza girince; divan edebiyatı sanatkarlarımız bu alfabenin tesirinde kalarak kafiyeyi harflerin şekillerine bağlamışlardır. Yâni kafiye olan kelimelerden ilki hangi harfle biterse, ötekilerin de aynı cins harfle bitmesi lâzımdır. Meselâ; kafiye olan kelimelerden ilki “kef” denilen harfle bitmişse, ondan sonraki kafiye kelimeleri de kef harfiyle bitmek zorundadır.

Servet-i Fünûncular göz kafiyesi düşüncesini söküp atmaya çabaladılar. Göz kafiyesini müdâfaa eden Muallim Nâci ve taraftârlarıyla Servet-i Fünûncular arasında şiddetli çatışmalar oldu.

Hasan Âsaf ismindeki şâirin şu beytindeki:

Zerre-i nûrundan iken muktebes,

Mihr ü mâha etmek işâret abes.

kafiyeli olan Muktebes-abes kelimeleri her ne kadar sesçe benzeşiyorlarsa da, Arap harfleriyle yazılışları birbirine uymuyordu. Muktebes kelimesinin sonundaki harf “se”, abes kelimesinin sonundaki harf de “sin” idi. Göz kafiyesi kâidesine göre kafiyeli olmayan bu kelimeler, kulak kafiyesi kâidesine göre kafiyeli kabul ediliyordu. Aslında seyrek de olsa bu durum divan edebiyâtımızda da görülüyordu. Ancak eski edebiyâtımız göz tarafındaydı.

Halk Edebiyatımızda ise kafiye, bir ses aracı olarak kullanıldı. Daha çok yarım kafiye olmak üzere; redif, zengin kafiye ustalıkla işlendi. Bu durum, edebiyatımızın başlangıcından zamanımıza kadar aynı şekilde sürüp geldi.

Edebiyatımızda yaşayan kafiye şekilleri şunlardır:

a) Redif: Söylenişleri ve mânâları birbirlerinin aynısı olan ek, kelime veya kelime gruplarıdır. Redif, dünyâda yalnız Türk edebiyatında vardır. Önceden redif ve kafiye iyi bilinmezse parçaların ne oldukları ve kafiyeleri ayırmakta güçlük çekilir. Kafiyeler dâimâ redifin ardında bulunur. Redif, Türk halk edebiyatı sanatçıları tarafından çok kullanılmış ve sevilmiştir. Hattâ divan edebiyatında bâzı kasideler rediflere göre adlandırılmışlar ve şöhret kazanmışlardır, bunlardan, döne döne, su, nergis, sözüm redifli kasîdeler meşhurdur.

Redif, birkaç sesten meydana geldiği gibi, aşağıdaki beyitte görüldüğü üzere tek ses de olabilir:

Kurban edip vücudumu ben râh-ı millete

Terk eyledim hayatımı fikr-i hamiyyete

Namık Kemal

Redif, kelime hâlinde ise şöyledir:

Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına

Gülbâng-i âsmânı tutan pîr aşkına

Yahya Kemal

Redif; bir kelime olabileceği gibi, kafiyeye bağlı bir ek ve bir kelimeden de meydana gelebilir:

Oturmuş ak gelin taşın üstüne

Taramış zûlfünü kaşın üstüne

Bir selâmı geldi başın üstüne

Dadaloğlu 

Redif, birden fazla kelimede olabilir:

Gel söyleşelim cümle geçen demleri cânâ,

Gayrına ebkem der idin şimdi ne dersin.

Gördün mü nedir, âkibet-i cinnet-i nahvet,

Evvel kime âdem der idin şimdi ne dersin.

 Sâmi 

Bâzan da redif bir mısraı kaplar, asıl kafiye mısranın başında tek kelimede kalacak şekilde kullanılabilir. Fakat bu redifi kullanmak edebiyatımızda iyi karşılanmamıştır:

Safâ-yı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim,

Vefâ-yı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim.

Bâzan da redif mısra hattâ iki mısra hâlinde de bulunabilir. Bu tür rediflere nakarat denmektedir. Nakarat rediflere türkülerde çok rastlanır:

Bir bülbülcük konmuş dağlar başına,

Sal Allahım sal sılama varayım.

Şahin yuva yapar kendi başına,

Sal Allahım sal sılama varayım.

Halk edebiyatımızın malı olan redif, divan edebiyatı şâirlerimizce de benimsenmiştir. Hattâ bâzı kasidelerin redifleri kendilerine isim olmuştur. Fuzûlî’nin su redifiyle yazdığı“Sû Kasidesi” gibi:

Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlâre su

Kim bu denlû dutuşan odlâre kılmaz çâre su

 Fuzûlî

b) Yarım kafiye: Kafiye görevinde bulunan kelimeler arasında tek bir sessiz sesin benzeşmesidir. Harf, sesin yazıdaki şekil hâline denilmesi sebebiyle harf benzeşmesi denilmemektedir. Sessiz sesler yarım kabul edilir:

Salınır tuba dalları

Kur’ân okur hem dilleri

Cennet bağının gülleri

Gezer Allah deyû, deyû

Yunus Emre

Yukarıdaki şiirde, kafiye aranan kelime köklerinde sâdece “l” sesleri benzeşir. Sonraki “l” redife âittir. Kafiye dâimâ kelime kökünde aranır; köke bağlı ekler rediftir.

c) Tam kafiye: Bu tür kafiyede bir sessizle birlikte, bir de sesli benzemekte, yâhut sâdece bir sesli benzemektedir.

Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünyâ, sim ü zer,

Bir harâb olmuş gönül tâmîr etmekdir hüner.

Bu beyitte, zer ve hüner kelimeleri birbirleriyle kafiyelidir. Kelimelerdeki uygunluk gösteren sesli ve sessizler “e ile r” sesleridir. Bunlardan öncekilerde uyum yoktur. Bu şekildeki kafiyeler tam kafiyedir.

ç) Zengin kafiye (Mukayyet kafiye): İkiden fazla ses benzerliği yapılan kafiyedir. Bu tür kafiyede en az üç sesin uygun olması şarttır. Uyum sağlayan seslerin, sesli ve sessiz olarak sıralanışlarında bir şarta bağlılık yoktur. Benzeşen sesler üçten fazla olduğu zaman zenginleşme artar:

Varlığın bilmek, ne hâcet kürre-i âlem ile

Yeter isbâtına, halk ettiği bir zerre bile

Bu mısraların sonlarındaki “i, l, e” sesleri belli bir ses uyumu meydana getirmek suretiyle zengin bir kafiye olmuştur.

d) Cinaslı kafiye: Aslında kafiye karakteri taşımayan mısra sonlarındaki cinaslı sözlere denir. Cinas; söylenişleri ve ses bakımından birbirlerinin aynı olan, fakat mânâ îtibâriyle ayrılan kelimelere denir. Bu kafiye türü bâzı divan şâirleri tarafından kullanılmış olmasına rağmen daha ziyâde mânilerde önemli bir yer tutar:

Kara gözler, kara gözler

Kararmış, kara gözler

Gemim deryâda kaldı

Yelkenim kara gözler

Bu dörtlükteki “kara gözler” kelime grubundan birinci ve ikinci mısralarda bulunanlar “siyah gözler” mânâsını, dördüncü mısrâda ise “kara”yı; yani “toprak”ı gözlemek mânâlarını taşımaktadır. Bu şekilde düzen alan kelimelere cinaslı kafiye denir.

e) Seci (Kafiyeli nesir): Türk nesrinde cümle veya cümlecik sonlarında rastlanan kafiye çeşitlerine denir. Divan edebiyatındaki ismi seci, halk edebiyatında ise kafiyeli nesirdir.

“Semi’sin, sem’ine âlet yok. Basir’sin, basârına âfet yok. Hâlık’sın ki, mahlûkuna nihâyet yok. Hay’sın ki, hayâtına maraz yok.”

Tazarrûnâme’den (Sinan Paşa)

f) Aliterasyon: Peş peşe gelen mısralar içinde birbirine benzeyen seslerin sık sık ve ahenk sağlayacak güzellikte kullanılmasına denir. Eski şiirlerimizde aliterasyon, “ön kafiye” gibi mısra başlarında bulunur. Mısra ahengine önem veren bütün şâirler aliterasyondan faydalanmışlardır:

Gül gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti

Gül bülbüle, bülbül güle yâr olmadı gitti

Görüldüğü gibi mısra başlarında ön kafiye vardır. Ayrıca değişik sesler de tekrarlanmaktadır.

Kafiyeleniş şekilleri:

a) Çapraz diziliş: En az dört mısra arasında uygulanabilecek bir kafiye dizilişidir. Her mısra, kendinden bir sonraki mısra ile kafiyelenir.

İlâhi nedir bu aşk, yakdı cism ü cânımı?        a

Bundaki zevk başkadır, duyulur izhar olmaz   b

Ne tarafa giderim, bırakıp Sultanımı,             a

Seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz!        b

b) Sarma diziliş (Sarmal kafiye): Yine ancak dört mısra arasında uygulanabilecek bir kafiye dizilişidir. Bir ve dördüncü mısralar kendi aralarında, iki ve üçüncü mısralar da kendi aralarında kafiyelenir:

Yavuz Sultan Selim Hanın önünde  a

Ok atan ihtiyar Bektaş Subaşı         b

Bu yüksek tepeye dikti bu taşı        b

O Gâzi Hünkârın mutlu gününde.     a

c) Yeni mesnevî: Bir beyitte her mısranın kendi aralarında kafiyelenmesi demek olan nazım şekli. Tanzimâttan sonra günümüze kadar da kullanılmıştır:

Ey insan adını taşıyan varlık.         a

Kendine gel, uyan gafletten artık!  a

Se’âdet yolun, göremezsen nâdân, b

Niye vermiş sana, bu aklı Yezdân?  b

 

Niçin geldin fâni cihana, böyle!             c

Yalnız yemek, içmek için mi, söyle?      c

d) Sone kafiyelenişi: İtalyan edebiyatında çıkmış ve sonra batı edebiyatlarında da kullanılmış kurallı bir nazım şekli olan sone, bize Fransız edebiyatından geçmiş en çok Servet-i Fûnun şiirinde görülmüştür. Sone’de bilhassa mısraların (4+4+3+3) şeklinde kümelenişi önemlidir. Bentler içinde kafiye dizilişi değişik tarz ve şekillerde olabilir. Kafiyeleniş, bir şiirin tamâmında aranmak zorundadır.

TÂRİH

Tuna’yı görmedim fakat tanırım.     a

Bir ümit önünde koştuğum zaman,   b

Geçmişi anarak coştuğum zaman,   b

Kendimi Budin’in beyi sanırım.         a

***

Hülyâmda Vistül’e dek uzanırım,     c

Atım eğilerek içer o sudan              d

Avucumda gibidir Eflak ve Buğdan,  d

Erdel, Basarabya, Azak ve Kırım      c

***

Târihi ne zaman açıp okusam,        e

Günlerce bir ateş şakaklarımda,      f

Günlerce içerim yanar, kor olur.      g

***

Bir istek tutuşur dudaklarımda,       f

Sonra parça parça dağılır tasam,    e

İçim Sakarya’da teselli bulur.         g

e) Terza-rima: İtalya nazmından bütün Avrupa’ya geçmiş bir nazım şekli. Bize Fransız edebiyatından gelmiş, Servet-i Fûnûnda, Fecr-i Âtide ve daha sonra kullanılmıştır. Terza-rima’nın mısra kümelenişi ve kafiye dizilişi aşağıdaki gibidir. Son üçlünün bitiminde bağımsız bir mısra bulunur.

…..…..…..…..…..…..…..…..…..a

…..…..…..…..…..…..…..…..…..b

…..…..…..…..…..…..…..…..…..a

 

…..…..…..…..…..…..…..…..…..b

…..…..…..…..…..…..…..…..…..c

…..…..…..…..…..…..…..…..…..b

 

…..…..…..…..…..…..…..…..…..c

…..…..…..…..…..…..…..…..…..d

…..…..…..…..…..…..…..…..…..c

Halk Edebiyatı ve Divan Edebiyatı nazım şekillerinin kafiyelenişi için (Bkz. Nazım Şekilleri).