KÂDI MUHAMMED ZÂHİD
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Semerkand’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a dâvet eden ve Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on dokuzuncusudur. Silsile-i aliyye büyüklerinden Ya’kûb-i Çerhî’nin kızının oğludur. Semerkandlı olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1529 (H. 936) senesinde Semerkand’a bağlı Hisâr’ın Vahş köyünde vefât etti. Kabri oradadır.
İlk tahsilini Semerkand’da yapıp, o beldenin âlimlerinden ilim öğrendi. Daha fazla ilim öğrenmek için Semerkand’dan Hirât’a giderken büyük evliyâ Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle karşılaşıp, talebesi oldu. On iki sene müddetle sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Tasavvuf yolunda ondan feyz alarak olgunlaştı. Asrındaki âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden oldu. Hocasının vefâtından sonra, onun talebelerini yetiştirdi. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını uzun uzun anlattı. Kendinden sonra kız kardeşinin oğlu Derviş Muhammed yetiştirdiği velîler arasında en büyüğüdür.
Buyurdu ki:
“İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun aslı ve özü ise her halükârda Allahü teâlâyı unutmamak, gâfil olmamak, tazarrû (yalvarma) ve huşû (korku) içinde bulunmaktır.”
“Gençlik zamânı fırsat ve ganîmettir. Bu kıymetli zamânı ve nefesleri saâdet vesîlesi yapmayana yazıklar olsun. Saâdet arayan kimse, Resûlullah’ın ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem (cömertlik), tevâzu (alçak gönüllülük), îsâr (başkasını kendisine tercih etmek) ve diğer güzel ahlâk ile ahlâklanmalıdır. Özellikle, kalpte Allah’tan başka hiçbir şeye bağlılık kalmamasına çok çalışmak lâzımdır.”
“Dünyâya düşkün olmayanlarla, âhiret adamlarıyla oturmak, berâber bulunmak çok tesirli ve faydalıdır. Önce tesiri anlaşılmasa da, doğan bir çocuğun her gün yavaş yavaş büyüdüğü gibi, insan yavaş yavaş dünyâya düşkün olmaktan kurtulur.”
Eserleri:
1. Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid: Bu eserinde hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetlerinde dinlediklerini toplamıştır. Farsça olan eser 155 varak (yaprak) olup Süleymâniye Kütüphânesinde vardır.
2. Silsilet-ül-Ârifîn: Bu da hocasının sözlerini ihtivâ eder. Aynı kütüphânedeEs’ad Efendi kısmı, 1715 numarada kayıtlıdır.
On altıncı yüzyılda Semerkand’daki Meraga Rasathânesinde yetişen büyük fen âlimi. İsmi, Muhammed bin Fâdıl bin Ali bin Muhammed el-Miskînî’dir. Kâdı Semerkandî adıyla meşhur oldu. Doğum ve vefât târihi bilinmemekte ve hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Kâdı Semerkandî, Uluğ Beyin yanında yetişmiştir. Bâbürlü Sultânı Hümâyûn Şahın (1530-1556) ilim meclislerinde bulunurdu. Cevâhir-i Ulûm-i Hümâyûnî ismiyle yazdığı ansiklopedik eserini Hümâyûn Şâha ithâf etti.
Kâdı Semerkandî eserinde, Müslüman ilim adamlarından yaptığı nakilleri yüz yirmi bölüm altında toplamıştır. Her bölüm, detaylı bir eser olabilecek şekilde uzun hazırlanmıştır. Fahreddîn Râzî’nin metodunu tâkib etmiştir. Giriş bölümünde ilim ve ilim adamının kıymetini bildirmektedir. Daha sonra üç ana bölüm gelmektedir. Her ana bölümün alt bölümleri vardır. Her alt bölümde sayıları 12 ilâ 33 arasında değişen bâblar mevcuttur. Eserin 25 bölümü, tabiat ilimlerine ayrılmıştır. Bunların başında fizik gelmekte, madde, uzay, hareket, denge ve çekim gibi ana bilgiler verilmektedir. Maddenin sonsuz olarak küçük parçalara ayrılabileceği görüşü ve buna karşı olan görüşler ayrıntılı olarak verilmektedir. Gezegenlerin yörüngelerinin dâirevî olduğu bildirilmekte ve yeryüzünün gezegenler sistemindeki özel yerine işâret edilmektedir. Hayvanlar iki bölümde incelenmiştir. En fazla bahsedilen hayvan, at ve doğandır. Hayvanların çoğalmaları, alışkanlıkları, özellikleri ve genel hastalıkları için tedâvi şekilleri verilmiştir. Yaklaşık otuz tür hayvandan ve özelliklerinden bahsedilmiştir.
Eserde astronomiye altı bölüm ayrılmıştır. Kâdı Semerkandî, El-Me’mun’dan Uluğ Beye kadar yapılan astronomi araştırmalarını tedkik edip, bunları zekî talebeler için bu bölümlerde özetlemiştir. Astronomi âleti usturlabdan söz edilerek, nasıl kullanılacağı bildirilmiştir. Daha sonra coğrafya için iki bölüm ayrılmıştır. Burada dünyânın büyüklüğü, çevresi, mevsimlerin uzunlukları tartışılmaktadır. Coğrafyanın diğer önemli bir bölümü ise yolcular için çeşitli yol rehberlerinin hazırlanmasıdır. Kâdı, bu tür bilgileri sanki kendisi oralarda bulunmuş gibi canlı vermiştir.
Kimyâ ile ilgili bölümde yirmiden fazla fasıl mevcuttur. Burada toprak, bitki ve hayvanla ilgili bütün organik ve inorganik bileşikler konu edilmiştir. Bu arada pekçok kimyevî âletin târifi yapılmıştır. Bu âletlerin büyük bir kısmı günümüzde kullanılmaktadır.
1258 senesinde Bağdat’ın Moğollar tarafından istilâsı, İslâm medeniyetinde bir dönüm noktası olmuş büsbütün gerileme görülmüştür. Kâdı Semerkandî’nin 1539’da yazdığı bu eseri, gerileme döneminden sonra ortaya çıkması ve yeniden parlamaya başlayan İslâm medeniyetinin habercisi olması bakımından mühimdir.
Tabiînin büyüklerinden. Künyesi Ebû Ümeyye’dir. 698 (H. 79)de 120 yaşının üzerindeyken vefât ettiği rivâyet edilir. Babası Kinde Kabîlesinden Hânî isimli bir zâttı. Hânî, kabîlesi nâmına elçi olarak Medîne’ye gelmişti. Resûlullah’ı görünce Müslüman oldu. Resûlullah ona Ebû Şüreyh künyesini verdi. Ona ve oğlu Şüreyh’e duâ etti. Kâdı Şüreyh’in Eshâb-ı kirâmdan olduğuna dâir rivâyetler varsa da doğrusu Tâbiînden olduğudur.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin seçkin Eshâbından ilim öğrendi. Hadis ve fıkıh ilminde büyük âlim oldu. Hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve İbn-i Mes’ûd’dan hadîs-i şerîf rivâyet etti. Şa’bî, Nehâî, Abdülazîz bin Refî, Muhammed bin Sîrîn ve başkalarına da kendisi hadîs-i şerîf öğretip rivâyet izni verdi. Hazret-i Ömer tarafından Kûfe’ye kâdı (hâkim) tâyin edildi. Basra’da bir sene kadar kâdılık yaptı. Hazret-i Osman, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye ve sonrakiler tarafından da Kûfe kâdılığında bırakıldı. Aralıksız altmış seneden fazla kâdılık yaptığı bildirilir.
Hüküm verme konusunda çok bilgili ve pek âdildi. Haccâc’ın kâdılık teklifini kabul etmedi. Kâdı Şüreyh hazretlerine bu kadar ilmi nasıl elde ettin diye sorduklarında; “Âlimlerle görüşerek elde ettim. Birbirimizden karşılıklı istifâde ettik.” buyurmuştur.
(Bkz. Kazasker)
(Bkz. Amberparis)
Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, pâdişâhın hanımlığına yükselen kadınlara 17. asırdan sonra verilen ünvân. Kadınefendi ünvanı yerine 16. asırda “haseki” tabiri kullanılıyordu. Erken devirlerde ve daha önce Türk-İslâm devletlerinde kullanılan “hatun” kelimesi ise Osmanlılarda sâdece padişah kızları için kullanılan bir tâbirdi.
Saraya kabul edilen kadınlar, Harem-i Hümâyûnda bir okul disiplini içinde eğitim görürlerdi. Sarayda bu kadınlara okuma yazma ve dînî bilgilerin yanında dikiş nakış, güzel konuşma ve görgü kâideleri öğretilirdi. Acemi, kalfa, haznedâr gibi mertebeleri aşanlar pâdişah hanımlığına yükselirler “gözde” veya “ikbal” ünvanını alırlardı. Eğer pâdişahtan çocukları dünyâya gelirse “haseki” olarak isimlendirilirlerdi. Pâdişahların eşleri iki kısımdı; kadınefendi ve haseki sultan. Erkek çocuğu olan hasekilere Haseki Sultan (sonraları Kadınefendi) denir ve başlarına kıymetli taşlarla süslü altın tac giydirilirdi.
Kadınefendi olanlara haslar verilir, bunlara ayrı dâireler tahsis edilir ve maiyetlerine hizmetçiler, memurlar tâyin edilirdi.
Alm. Galeere (f), Fr. Galere (f), İng. Galley. Buharlı gemilerin yapımından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kadırgalar hafif, az su çeken, dar, uzun ve alçak bordalı, kıç tarafları baş tarafından yüksek, kürekle ve müsâit rüzgârlı havalarda üç köşe yelkenle seyir yapan, manevra kâbiliyetleri yüksek harp tekneleridir. Özellikle Akdeniz devletleri tarafından kullanılırdı.
Osmanlı kadırgalarının boyları 62 ile 63, genişlikleri 25 veya 8 metre olurdu.
Fırtınalı havalar için elverişli olmayan bu tekneler kış aylarının rüzgârlı günlerini limanlarda geçirir, yazın sâkin ve fırtınasız havalarda denize açılırlardı.
Akdenizin en hareketli harp gemisi olan kadırgalar, 7 Ekim 1571 İnebahtı Deniz Muhârebesinden sonra yerlerini yelkenle hareket eden ve daha çok top taşıyan gemilere terk etmeye başladı. Akdeniz devletleri 18. yüzyılın sonuna kadar, bahriyelerinde kadırga sınıfından gemi kullanmaya devâm ettiler. Osmanlı bahriyesi de yelkene geç geçen ve kadırgayı en son terk eden denizci devletlerden biridir.
Osmanlı kadırgalarında 25, Venedik kadırgalarında 26 çift kürek bulunur ve her kürek dörder kişi tarafından çekilirdi. Osmanlı kadırgalarının baş tarafında biri büyük ve ikisi daha küçük üç top bulunurdu. Küreklerin rahat çekilmesi ve tekne ortasında leventlerin ve gemicilerin dolaşabilmeleri için kadırga bordalarında “şahnişin” denilen çıkmalar yer alırdı.
Osmanlı kadırgaları, Zakala ve Bey kadırgaları olmak üzere iki sınıftı. Zakala kadırgaları, devlet tersânelerinde yapılırdı. Bey kadırgaları ise, beylerin kendi bölgelerindeki tersânelerde yaptırılır, deniz savaşlarında da doğrudan kendileri komuta ederlerdi. Son zamanlarda top sayıları arttırıldı.
Kadırgalarının personel mevcudu; 196 kürekçi, 100 levent ve geri kalan gemici olmak üzere 330 kişiydi.
Kadırgadaki kürekçiler, esirlerden veya kürek cezâsına çarptırılmış mahkumlardan, bâzan da kısmen gönüllülerden olurdu. On beşinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca donanmalarda kullanılan kadırgalar, topçuluğun gelişmesi ve kalyon sınıfı gemilerin deniz savaşlarında önem kazanmasından sonra önemini kaybetti.
Hindistan’ın Pencap eyâletinde 1880 (H. 1296) senesinde Mirzâ Gulâm Ahmed Kâdıyânî tarafından kurulan sapık bir fırka. İngilizlerin Hindistan’ı sömürge yaptıktan bir sene sonra ortaya çıkan bu fırka, onlar tarafından kurulmuş ve beslenmiştir. İslâmiyeti içerden yıkmak için çalışan İngiliz câsuslarının yardımı ile Pencap ve Bombay’da câhil halk arasında süratle yayıldı. Bu bozuk yolun, şimdi Avrupa ve Amerika’da da taraftârları vardır.
Moğol, Tatar kavminden ve İsmâiliyye fırkasından olup, Ehl-i sünnetin azılı düşmanı olan Mirzâ Gulâm Ahmed, önce müceddîd (yenileyici) daha sonra da Mehdî olduğunu iddiâ etti. İsmâilî ve Behâîlerden taraftar buldu. En sonunda kendisinin gökten ineceği bildirilen Îsâ Mesîh olduğunu, yeni bir din getirdiğini söyledi. Kâdıyân’da yaptırdığı mescide, Mescid-i Aksâ dedi. Îsâ aleyhisselâma iftirâlarda bulundu. Kendisinin Kur’ân’da övüldüğünü iddiâ etti.
İslâm âlimleri Kâdıyânîlerin Müslüman olmadıklarını ittifakla bildirmişlerdir. İslâmiyete uymayan görüşleri çok ise de en mühimleri şunlardır:
1. “Îsâ aleyhisselâmı Yahûdîler asmak istemişlerdi. Fakat o kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabirden çıkıp Keşmir’e gitti. Orada İncîl’i öğretip tekrar öldü.” diyorlar.
2. Mehdî’nin çıkmasında ve herkesi dîne çağırmasında da, İslâmiyetten ayrılıyorlar. “Îsâ ve Muhammed aleyhisselâmın ruhları insan şeklinde görünecektir. Bu da Mirzâ Ahmed’dir. Başka Mehdî yoktur.” diyorlar.
3. İslâmiyetle bildirilen cihâdı, kendi sapık görüşlerine göre yorumlayarak, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını değiştiriyorlar. Cihâd âyetlerini inkâr ediyorlar.
Mirzâ Gulâm Ahmed, Hakîkat-ul-Vahy adlı kitâbının 148. sayfasında; “Allah bu ümmet arasında, Îsâ’dan daha üstün bir Mesîh yarattı. O da benim. Îsâ şimdi sağ olsaydı, benim yaptıklarımı yapamazdı. Bende görülen mûcizeler, onda görülmezdi.” ve 68. sayfasında; “Allah beni peygamber olarak gönderdi. Bana 300.000 mûcize verdi.” diyerek sapıklığını ve küfrünü ortaya koymuştur.
İngilizlerin maşası olan Gulâm Ahmed Kâdıyânî öldükten sonra yerine Hâkim Nûreddîn geçti. Bu kimseden sonra da 1914’te Kâdıyânîler’in başına Beşirüddîn Muhammed geçti. Ahmed Kâdiyânî’nin oğlu Beşir, Kâdıyânîlerin merkezini Rabwah kasabasına nakledip, bu yolun sapık inançlarını gerçek İslâmiyet adı altında yaymaya başladı.
Kâdıyânîliğin İslâmiyeti içerden yıkmak için İngilizler tarafından kurulmuş olduğunu vesîkalarla anlatan El-Mütenebbi-ül-Kâdıyânî kitâbı İstanbul’da İhlâs A.Ş. tarafından bastırılmıştır.
Kâdıyânîlerin sapık fikirlerini veİslâm âlimlerinin bunlara verdiği cevapları dikkate alan Pakistan Parlamentosu, 7 Eylül 1974 târihli kararıyla Kâdıyânîleri İslâm dışı azınlık olarak îlân etmiştir.
Osmanlı âlimlerinden. Edirne’de yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, Osmanlı şeyhülislâmlarının on altıncısıdır. İsmi, Ahmed bin Mahmûd el Edirnevî er-Rûmî olup, lakabı Şemseddîn’dir. Kâdızâde diye tanınır. 1512 (H.918) senesinde dünyâya geldi. 1580 (H.988) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii yakınında bulunan Küçük Karaman’daki çeşme yanındadır. Babası Bedrüddîn Mahmûd Efendi de âlim bir zâttı.
İlim tahsiline Edirne’de İshak Çelebi’nin huzûrunda başladı. Yine Edirne’de bulunan Üç Şerefeli Medreselerinde, o zamânın meşhur âlimlerinden Şeyhülislâm Çivizâde Muhammed Muhyiddîn Efendiden okudu. Bundan sonra İstanbul’da Sahn-ı Semân Medreselerinde, Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendinin derslerine devâm etti. Ayrıca Sa’dî Çelebi ve Mevlânâ Kadri Efendi gibi asrının en büyük âlimlerinden ders ve feyz alarak kemâle gelip, zamânının önde gelen âlimlerinden oldu.
Kâdızâde Ahmed Efendi, sıra ile Bursa’daki Ferhâdiyye, Veliyyüddîn oğlu AhmedPaşa ve Kaplıca medreselerinde daha sonra da İstanbul’da Atîk Ali Paşa Medresesinde müderrislik yaptı. 1555’te Haleb kâdısı oldu. 1559 senesinde müfettişlik memuriyeti verildi. 1563’te İstanbul kâdısı ve 1566 Rebîülâhir ayında Rumeli kazaskeri oldu. Bu sırada Sadrâzam MehmedPaşa ile aralarında meydana gelen bir soğukluk sebebiyle Edirne’ye gitti. Orada Dârülhadîs Medreselerinde ders vermekle meşgulken, oğlu Kâdı Abdürrahmân Çelebi’nin vefâtı üzerine İstanbul’a geldi.
O sırada tahta geçen Sultan Üçüncü Murâd Hanın iltifâtına kavuşan Kâdızâde, hâtırı hoş edilerek, 1575’te Süleymâniye Dârülhadîsine tâyin edildi. Aynı sene kendisine tekrar Rumeli kazaskerliği vazîfesi verildi. 1577’de Hamîd Efendinin vefâtıyla şeyhülislâm oldu. Vazîfesini hakkıyla îfâ edip, herkesin hürmet, takdir ve tebrikini kazandı. 1580’de vefâtı üzerine yerine Ma’lûlzâde Nakîb Mehmed Efendi getirildi.
Pekçok üstün ve güzel sıfatları kendinde toplamış ilim, ihlâs ve ihsân sâhibiydi. Akıl ve zekâsı pek kuvvetliydi.
Allah rızâsı için çok çalışıp, çok eser bıraktı. Çukurhamam yakınındaki evinin karşısında yaptırdığı câmi ve dârülkurrâsı vardır. Edirne’de babasının yaptırdığı câmiyi genişletip tâmir ettirdi. Câminin gelirlerini de genişletip çoğalttı.
Eserleri:
1) Netâic-ül-Efkâr fî Keşf-ir-Rümûz vel-Esrâr: Bu kitap, İbn-i Hümâm hazretlerinin Feth-ul-Kadîr isimli meşhur eserine tekmiledir. Feth-ul-Kadîr, vekâlet bahsine kadar olup, sonra tekmile başlamaktadır. Bu eser sekiz cilt olarak 1900’de Mısır’da basılmış ve 1968’de Beyrut’ta fotokopisi yapılmıştır.
2) Ta’lîkâtün alet-Telvîh: Sa’düddîn-i Teftâzânî’nin Tenkîh-ul-Usûl şerhine ta’lîktir.
3) Şerh-uş-Şerîfî li Miftâh-ıl-Ulûm lis-Sekkâkî, 4) Hâşiyetün alâ Tecrîd-il-Kelâm, 5) Şerhu Hidâyet-ül-Hikme lil-Ebherî, 6) Hâşiyetün alâ Evâili Sadr-üş-Şerî’a, 7) Ta’lîkâtün alel-Mevâkıf, 8. Haşiye-i Beydâvî.
Matematik, astronomi ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Mûsâ Paşa bin Mehmed bin Kâdı Mahmûd Efendidir. Dedesi Mahmûd Efendi, uzun zaman Bursa kâdılığı yapması sebebiyle Koca Kâdı adıyla tanınmıştı. Babası Mehmed Efendi de genç yaşta Bursa kâdılığına getirildi. Fakat kısa bir süre sonra vefât etti. Âilenin büyük oğlu olması hasebiyle, adının sonuna paşa kelimesi eklenerek, Mûsâ Paşa denilen Kâdızâde’ye, Selâhaddîn lakabı verildi. Dede ve babasına nisbetle Kâdızâde, Anadolu’dan Semerkand’a gittiği için de Rûmî denildi.
Muhtemelen 1337 (H. 738) senesinde Bursa’da doğan Kâdızâde-i Rûmî’nin doğum yeri ve târihi ihtilâflıdır. 1421 (H.824) senesinde Semerkand’da vefât etti.
Kâdızâde, babası Mehmed Efendinin vefâtından sonra dedesi Kâdı Mahmûd’un himâyesinde büyüdü. Dedesinden ve talebelerinden ilim öğrendi. Molla Fenârî’den fıkıh, matematik ve astronomi ilimlerini tahsil etti. Bursa’daki tahsilini tamamladıktan sonra, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin nâmını duyunca, ilim öğrenmek için 25 yaşlarındayken, 1362’de Horasan taraflarına gitti. Seyyid Şerîf Cürcânî’den kelâm ve fen ilimlerini öğrendi. Astronomi ve matematikte söz sâhibi oldu. Mâverâünnehr taraflarına gitti. Semerkand’da Tîmûr Hanın oğlu Şahruh’tan büyük îtibâr gördü. Şahruh’un büyük oğlu Uluğ Beyin hocalığına tâyin edildi. Uluğ Beye Türkistan ve Mâverâünnehr bölgesinin idâresi verilince, Semerkand’ı kendisine merkez yaptı. Hocası, Kâdızâde’ye büyük ihtimâm gösterip, onun için bir medrese ve rasathâne inşâ ettirdi. Her talebe için bir dershâne yaptırdı. Medreseye müderrisler ve müderrislerin başına Kâdızâde’yi tâyin etti.
Uluğ Bey Medresesine başmüderris olan Kâdızâde, medresesinin ortasında bulunan kare şeklindeki sahaya müderrisleri toplar, ders verirdi. Onlar da kendi dershânelerinde talebelerine anlatarak îzâhta bulunurlardı. Hattâ Uluğ Bey de Kâdızâde’nin derslerini dinlerdi.
Uluğ Bey Medresesinde yüksek din bilgileri ile matematik ve astronomi ilminin incelikleri öğretilirdi. Uluğ Bey, medresenin yerinde yaptırdığı rasathânede de Kâdızâde’ye vazîfe verdi. Rasathânenin müdürü olan astronomi âlimi Gıyâseddîn Cemşid’in ölümü üzerine, müdürlüğe Kâdızâde-i Rûmî getirildi. Kâdızâde-i Rûmî, rasathânede yaptığı gözlemler netîcesinde eski Yunan bilginlerinden intikal eden birçok bilgilerin hatâlı olduğunu ortaya koydu. Astronomik cetvel ve tabloların yeniden tanzim edilerek, hatâların düzeltilmesi için Uluğ Bey Zîc’ini hazırlamaya başladı. Ancak ömrü vefâ etmeyip, zîci tamamlayamadan 1421 senesinde Semerkand’da vefât etti.
Kâdızâde’nin yetiştirdiği Ali Kuşçu ve Fethullah Şirvânî isimli iki meşhur talebesi sâyesinde yüksek matematik ilmi, batı Türkleri arasında (Anadolu’da) da yayıldı. Kâdızâde ve talebeleri, gök cisimlerinin kendi etrâfındaki hareketlerini incelerken, zamânında bilinen yüksek matematiğin en son geliştirilen kâidelerini daha da geliştirip uyguladılar. Astronomi ile ilgili fizik kurallarını da, astronomiye ilk olarak tatbik ettiler.
Eserleri:
1. Muhtasar fil-Hisâb: Muhtasar bir aritmetik kitabıdır ve allâme Selâhaddîn Mûsâ imzâsını taşımaktadır.
2. Câmi-ul-Mahmûd: Harezmî’nin El-Mulahhas fil-Hey’e adlı astronomiye dâir eserinin şerhi olup, Osmanlı medreselerinin temel kitaplarındandır. Çeşitli kütüphânelerde birçok yazma nüshası olan eser, üç-dört defâ basılmıştır.
3. Şerhu Eşkâl-it-Te’sis fil-Hendese: Muhammed bin Eşref Semerkandî tarafından Oklid’in Kitâb-ül-Usûl’ünde bahsedilen mevzûlara dâir yazılan ilk geometri çizimleri ve üçgenlerin niteliklerine dâir Eşkâl-i Te’sis adlı eserin şerhidir. Bu eser de Osmanlılarda çok meşhur olup, pekçok yazmaları mevcuttur ve baskısı da yapılmıştır.
4. Risâle fi İstihrâc-il-Ceyb Derece Vâhide: Gıyâseddîn Cemşid’in bir eserinin şerhidir. Bu eserde, bir derecelik yayın sinüsünü bulma usûlünü, kitabın aslından daha iyi ve basit bir şekilde, devrinde bilinen matematik kâidelerinden daha ileri bir seviyede hesap şeklini ortaya koyarak açıklamıştır. Bu kıymetli eserde, bir derecelik yayın sinüs değerinin, yarıçap bir birim alındığında; 0,017452406437 olduğu gösterilmiştir ki, bugünkü ile aynıdır.
5. Şerhu Kitâbu Mulahhas fil-Hendese,
6. Şerh-ut-Tezkire,
7. Hâşiye alâ-Şerh-il-Hidâye,
8. Şerh-ul-Mulahhas fil-Hey’e.
KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ (Mîrim Kösesi)
Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Kutbüddîn Muhammed bin Muhammed bin Kâdızâde-i Rûmî, lâkabı Muhyiddîn’dir. On beşinci asrın ortalarında vefât eden meşhur Osmanlı âlimlerinden Kâdızâde-i Rûmî diye bilinen Mûsâ bin Muhammed’in torunu olan Kutbüddîn Muhammed’in oğludur. Büyük dedesine nisbetle Kâdızâde-i Rûmî diye meşhur oldu. Ayrıca; Mîrim Kösesi ve Kutbüddînzâde isimleriyle de tanındı. Kaynaklarda doğum târihi bulunamayan Kâdızâde, 1550 (H.957) de vefât etti.
Baba ve dedeleri âlim ve fâdıl kimseler olan Kâdızâde, anne tarafından da asîl bir âileye mensuptur. Annesi, meşhur âlim Hocazâde’nin kerîmesi (kızı) olup, babaannesi de, büyük kelâm ve astronomi âlimi Ali Kuşçu’nun kerîmesiydi.
Muzafferüddîn-i Acemî, Mevlânâ Koçavî, Yâkub bin Seyyid Ali, Mevlânâ Müeyyedzâde gibi zamânının meşhûr, büyük âlimlerinden ilim öğrenerek yetişti. Bu büyük âlimlerin huzûr ve hizmetlerinde bulunmakla, ilmî bakımdan yükseldiği gibi, güzel hasletleri de kendisinde topladı. Böylece zâhirî, bâtınî kemâlâta, yüksek olgunluklara ve mânevî derecelere kavuştu.
İlim tahsilini tamamladıktan sonra, ilk olarak, Bursa Veliyyüddînzâde Ahmed Paşa Medresesine müderris oldu. Daha sonra İstanbul’da Atik Ali ve Hacı Hasanzâde; İznik’te İznik; Edirne’de Dâr-ül-hadîs; Bursa’da Murâdiye ve Bâyezîd Han medreselerinde müderrislik yaptı. Adı geçen medreselerde uzun müddet hizmet edip, çok talebe yetiştirdi. Talebeler, onun anlattıkları ince bilgilerden, yüksek ilimlerden ve akıcı lisânından çok istifâde edip, âlim oldular.
Müderrislikten sonra kâdılık vazîfesine geçen Kâdızâde, Haleb ve Edirne kâdılıklarında bulundu. 1538’de saltanat merkezi olan İstanbul’a kâdı, daha sonra da Anadolu kazaskeri oldu. Bir müddet sonra bu vazîfeden alınıp, tekrar İstanbul’da bulunan Sahn-ı Semân Medreselerinden birine müderris yapıldı. Kısa bir müddet buradaki vazîfeye devâm dan sonra hac niyetiyle yola çıktı. Hac vazîfelerini edâ edip, tekrar İstanbul’a döndü ve emekliye ayrıldı.
İlim sâhibi ve ilmi ile amel eden âlimlerin büyüklerinden olan Kâdızâde-i Rûmî Muhyiddîn Efendi, dînimizin emirlerine hassâsiyetle bağlıydı. Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Edebi, aklı ve zekâsı fevkalâdeydi. Şuûr ve idrâki kuvvetli, basîret sâhibi ve asîl bir zâttı. Gece gündüz devamlı ilim öğrenmekle meşguldü. Kıymetli meclisinde her mahlûku hayır ile yâd eder, hiçbir şeyi kötülümezdi. Hayâ ve edebini hiç bir zaman terk etmezdi. Temkin, ihtiyat, vakar ve heybet sâhibiydi. Bütün fazîletleri kendisinde toplamıştı. Tasavvuf yolunda yüksek derece sâhibi olup, bu yolda bulunanlara da çok muhabbet ederdi. Kendisi umûmiyetle insanlardan uzak durur, kendi hâliyle meşgûl olurdu. Allahü teâlânın muhabbetiyle yanan, keşf ve kerâmet sâhibi bir zâttı.
Kâdızâde-i Rûmî, amcası olan Mîrim Çelebi’nin yanında yetiştiği için, Mîrim Kösesi diye meşhur olmuştur. Böylece, hey’et (astronomi) ve hendese (geometri) gibi aklî ilimlerde de ilerledi. Hey’et ilmine dâir bir risâle, ayrıca Kâfiye isimli nahiv kitabına bir hâşiye yazdı. İstanbul’da bir mescit ve bir mektep yaptırdığı bilinmektedir.
Osmanlı âlimlerinden. Yüz dördüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. Osmanlı târihinde Vak’a-i Hayriyye adıyla anılan yeniçeri ocağının kaldırılması için fetvâyı veren şeyhülislâmdır. İsmi Mehmed Tâhir olup, Tokatlı Kâdı Ömer Efendinin oğludur. Bu sebeple Kâdızâde diye şöhret bulmuştur. 1747 (H. 1160) senesinde Tokat’ta doğdu. 1838 (H. 1254) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civârında, Bostan İskelesi yakınına defnedildi.
Çocuk yaşında tahsile başladı ve ilk tahsilini babasından aldı. Daha sonra İstanbul’a gelip, zamânının meşhur âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. 1782 senesinde girdiği imtihânda üstün başarı göstererek, müderrislik rüûsunu (diplomasını) kazandı ve kadılık mesleğini seçti. Anadolu ve Rumeli’nin birçok illerinde kâdılık yaptı. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak, onların din ve dünyâ saâdetine vesîle oldu. 1818 senesinde İstanbul kâdılığına tâyin edildi. 1824 senesinde Anadolu kazaskeri oldu. Bu arada Rumeli pâyesini de kazanıp, 1825 senesinde Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendinin ayrılmasıyla boşalan şeyhülislâmlık makâmına yükseltildi.
Sultan İkinci Mahmûd Hanın, yeniçeri ocağını kaldırıp, yerine disiplinli ve itâatkâr bir ordu kurulması fikrini samîmiyetle destekledi. 1826 senesinde yeniçeri ocağının kaldırılması için fetvâ verdi. Bu cesur ve kararlı davranışı sebebiyle Sultan İkinci Mahmûd Hanın iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Pâdişâh, elmas taşlı kıymeti bir yüzüğü Mehmed Tâhir Efendiye hediye etti. Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından, şeyhülislâmın fetvâsıyla Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adlı yeni bir ordu kuruldu. Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi bu makamda iki buçuk yıl kaldıktan sonra, yaşı seksene ulaştığında, 1828 senesinde vazîfeden ayrıldı ve evinde istirâhate çekildi. Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul olduğu sırada vefât etti.
Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve cesûr bir zâttı. Kâdılığı ve şeyhülislâmlığı müddetince adâlet ve doğruluktan ayrılmadı. Zühd ve takvâ sâhibiydi. Başta pâdişâh olmak, üzere herkesin sevgi ve teveccühüne kavuştu. Zekî, çalışkan, ileri görüşlü ve yeniliklere çabuk uyum sağlardı. Vazîfesini müdrik olup, kendisine bir mesele sorulduğu zaman iyice araştırır, düşünür ve cevâbını verirdi. Fıkıh ilminde yüksek ilim sâhibi ve edebiyâta karşı meraklıydı. Cömert olup hayır hasenât yapmayı severdi. Kocamustafapaşa Altımermer civârında bir dergâh binâ ettirmişti.
Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendinin eserleri şunlardır: 1) Mecmûât-ül-Fetâvâ, 2) Şerh-i Kelimet-üt-Tevhîd, 3) On iki tarîk üzere yazılmış Nûriyye Risâlesi, 4) Tefsîr-i Sûre-i İhlâs, 5) Talâk hakkında bir risâle.
Alm. Samt (m), Fr. Velours (m), İng. Velvet. Dokunurken hammadde liflerinin dokuma yüzeyini belirli uzunlukta kaplayacak şekilde bırakılması ile ona güzel bir görünüş verdiren yumuşak kumaş. Bu kumaş naylon, yün, pamuk reyon veya ipekle dokunur. Eski kadifelerin çoğu ipek ve pamuktan dokunurdu. Atkı ve çözgüsünün ipek ve pamuk olmasına göre de kadifeler değişirdi.
Daha ziyâde Afrika ve doğuda kullanılan kadifelerin yapımı ilk çağlara kadar uzanmaktadır. İslâm dîninin temel kitapları ilk peygamber ve ilk insan hazret-i Âdem’den beri insanların dokuma sanatını bildiğini ve bunu Allahü teâlânın gönderdiği kitaplardan öğrendiğini bildirmektedir. Bu bakımdan bir dokuma çeşidi olan kadifelerin de insanlar tarafından kullanılması çok eskidir. Doğuda yapılan bu kumaş zamanla batıya girmiş; giyim eşyâsı ve döşemelik olarak kullanılmıştır.
Türk giyiminde asırlar boyunca vazgeçilmez bir kumaş olan kadifenin, bilhassa 15 ve 16. yüzyıllarda Bursa, Bilecik, Aydos’ta en güzelleri dokunurdu. Bursa, ipekli kadifelerin dokuma merkezi olup kumaşlar, dünyânın en değerli giyim eşyâlarında kullanılırdı. İstanbul, kadife ticâretinin merkeziydi.
Bursa kadifeleri tezyinâtı yönünden İran, İtalya ve İspanya kadifelerinden daha sâde ve daha sağlamdı. Türk kadifelerindeki renk, sâdelik, zarafet, hatlardaki uygunluk dünyâda birinci derecede idi. On altıncı yüzyılın sonlarına doğru Bursa’da yüz civârında kadife tezgâhı vardı. Bunlar Avrupa’nın yanında Çin’den, İran’dan sipâriş alıyorlardı. Zamanla gerileyen kadife sanâyii 19. yüzyılda iyice durakladı. Bu arada kumaş dokuma için açılan Hereke dokuma fabrikasında kadifenin çeşitleri de dokunmuştu. Günümüzde tekstil sanâyinin en güzel örnekleri dokunan fabrikalarda çeşitli kadife kumaşlar îmâl edilmektedir. Memleketimizde dokunan kadife kumaşlar, Avrupa piyasasında kolayca rekâbet etmektedir.
Osmanlılar zamânında her esnaf topluluğunun şeyhi bulunduğu gibi, kadife esnafının da şeyhi vardı. Buna “yiğitbaşı” denirdi. Yiğitbaşılar dokumayı yapan ustalar arasından seçilirdi. Bunların vazîfesi kumaşları dokunurken kontrol etmek, kalitesiz malın çıkmasına müsâade etmemek, piyasa araştırması yaparak uygun fiyatı bulmaktı. Kadife dokumanın merkezi sayılan Bursa’da, Cumartesi günleri bu işle uğraşanlar şimdiki Setbaşı denilen yerde toplanırlar, burada ham madde, îmâlat ve satış piyasaları hakkında aralarında görüşmeler yaparlardı.
Türkler, eskiden diğer kumaşlar gibi el ile dokunan kadifelerden, kaftan, ceket, şalvar, yelek, cepken, entari yaparlardı. Günümüzde ise her çeşit giyim eşyâsı ve döşemecilikte kullanılan kadifeler; fitilli, kordlu veya desenli olarak da dokunulmaktadır.
İslâm dîninde mübârek gecelerin en kıymetlisi. Kadir Gecesi, Ramazân-ı şerîf ayı içinde bulunan bir gecedir. Hangi gecesinde olduğu kesin ve açık bildirilmemiştir. İmâm-ı Şâfiî on yedi, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, yirmi yedinci gece olması çok vâki olur (meydana gelir) dediler. Yirmi ile otuzuncu geceleri arasında aranması tavsiye edilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde medhedilen, övülen en kıymetli gecedir. Kur’ân-ı kerîm Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gece gelmeye başlamıştır.
Hadîs-i şerîfte; “Kadir Gecesini inanarak ve sevâbını bekleyerek ihyâ edenin geçmiş bütün günâhlarını Allahü teâlâ mağfiret eder, bağışlar.” buyruldu. İhyâ etmek için kazâ namazları kılmalı, Kur’ân-ı kerîm okumalı, duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölülere de göndermelidir. Bu geceye saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle olur. Kur’ân-ı kerîm, levh-i mahfûzdan dünyâ semâsına bu gece indirildi. Bu gecenin bin aydan hayırlı olduğu Kadr sûresinde bildirilmiştir. Kadir Gecesi çok fazîletli bir gece olmakla berâber, kulların gaflete dalmaması ve her ânını ibâdet ve tâatla süslemesi için ne zaman olduğu kesin olarak bildirilmemiştir. Bu da, Kadir Gecesini arayanların, birçok geceleri ihyâ etmesi gerektiğindendir. Fakat o geceyi tanıtan bâzı alâmetler bildirilmiştir. Bu gecenin alâmetlerinden bâzıları şunlardır: Gece açık ve sâkin olur, ne sıcak, ne de soğuk olur. Bâzı âlimler, Kadir Gecesinde köpek sesi duyulmaz, ertesi sabah güneş, kızıl olup, şuâsız doğar.
Kadir Gecesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsus bir gecedir. Başka peygamberlere böyle bir gece verilmemiştir. Bu gecenin bin aydan hayırlı olmasının hikmetini tefsir âlimleri, Resûlullah’tan haber vererek şöyle bildiriyor:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir gün buyurdu ki: “Benî İsrâil peygamberlerinden dördü seksener sene Allahü teâlâya ibâdet ettiler, bir an âsî olmadılar. Bunlar Eyyûb, Zekeriyyâ, Hazkîl ve Yûşâ’dır.” Eshâb-ı kirâm bu hadîs-i şerîfi duyunca, hayret ettiler. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm Allahü teâlâdan gelip; “Ey Muhammed! Senin ümmetin bu peygamberlerin, bir an Allahü teâlâya âsî olmadan seksen senelik ibâdetine şaşarlar. Muhakkak ki, Allah sana ondan iyisini gönderdi.” deyip; “Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır.” (Kadr sûresi: 3) âyet-i kerîmesini okudu.
Kadir Gecesi hakkındaki hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Kadir Gecesinde, bir kere “İnnâ enzelnâ...” sûresini okuyan, başka zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatim edenden daha sevgilidir. Kadir Gecesinde bir tesbih (Sübhanallah), bir tahmid (Elhamdülillah), bir tehlil (Allahü ekber) söyleyen benim yanımda yedi yüz bin tesbih, tahmid ve tehlilden kıymetlidir. Bu gece çobanın koyunu sağma müddeti kadar (yâni çok az) namaz kılan, ibâdet eden, bir ay bütün geceleri sabaha kadar ibâdetle geçirenden daha kıymetlidir.
Kadir Gecesi üç defâ “Lâ ilâhe illallah” söyleyenin, birincisinde bütün günahları bağışlanır, mağfiret olunur. İkincisinde Cehennemden kurtulur, üçüncüsünde Cennete girer.
Kadir Gecesinde Kadr sûresini okuyan, Kur’ân-ı kerîmin dörtte birini okumuş olur (yâni bunun sevâbına kavuşur).
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) dört halîfe ve sonra kurulan bütün İslâm devletleri bu geceye çok hürmet göstermişler, ibâdet ederek geçirmişlerdir. Osmanlılar zamânında, o gece memleketin her yerindeki bütün eğlence yerleri kapatılırdı. İstanbullular Eyüb Sultan, Ayasofya, Sultan Ahmed Câmii ve bulundukları yerin câmilerinde sahura kadar ibâdet eder, affedilmeleri için cenâb-ı Hakk’a duâda bulunurlardı. Pâdişâh akşamdan sonra bir alayla Ayasofya’ya gelir, yatsı namazını orada edâ eder, sonra saraya dönerdi. Bu alaya “Kadir Alayı” denirdi.
Yazar ve siyâset adamı. Dağıstan’da 1903 yılında doğdu. Küçük yaşında babası Kafkasyalı Mehmed Bey ile Türkiye’ye geldi.
Adana ve Konya’da tahsiline devam eden Kadircan Kaflı, 1921 yılında Konya İlk Öğretmen Okulunu bitirerek ilkokul öğretmenliğine başladı. Uzun yıllar öğretmenliğe devam ettikten sonra 1938 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat bölümünü bitirdi. Bundan sonra ortaokul ve liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı ve 1961’de kurucu meclis üyeliğine seçildi. Bu şekilde başlayan siyâset hayâtına 1962 seçimlerinde Konya milletvekili olarak devam etti. Fakat parlamento hayatı uzun sürmedi ve 1965 yılından sonra seçimlere katılmadı. 1969’da İstanbul’da öldü.
Türklük, Türkçülük, yıkıcı akımlarla olan mücâdeleleriyle tanınanKadircan Kaflı, uzun müddet bâzı gazetelerde makâleler yazdı. Kitap hâlinde yayınlanan eserleri: Köpüklü Deniz, Osmanlı Devrinde Târihî Fırtınalar, Yağız Atlı, Diri Gömülenler, Midhad Paşa, Türkiye’nin Kaderi, Türkiye’ye Göçler adını taşır.
İslâmiyette meşhur tarîkatlardan biri. İslâm âlimi ve tasavvuf büyüklerinden olan Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yoludur. İslâmiyette tarîkat, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol demek olup, insanların dînin emir ve yasaklarına kolaylıkla uymalarında yardımcıdır (Bkz. Tarîkat).
Ehl-i sünnet îtikâtına bağlı tarîkatların en önemlilerinden olan bu tarîkat, 12. asırda Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ismine izâfeten Kâdirî ismini almıştır. Önce Hindistan Müslümanları, sonra da Türkler arasında çok yayılmıştır. Bu yol tasavvufta iki ana koldan “vilâyet yolu” olarak isimlendirilen yoldur ve Peygamber efendimizden hazret-i Ali, sonra Hasan ve Hüseyin (radıyallahü anhüm) vâsıtasıyla gelmektedir. “Nübüvvet yolu” ise bundan başkadır. Bunlardan sonra, sıra ile on iki imâmın evlâdına verildi (Bkz. İmâm). Bütün evliyâya gelen feyzler bunlardan gelmeye devâm etti. Abdülkâdir Geylânî kemâle gelince bu vazîfe ona verildi. Ondan sonra kimseye verilmeyip, kıyâmete kadar, vilâyet yolundan yürüyen herkese, feyz, rüşd ve hidâyet onun rûhâniyetinden ve onun vâsıtasıyla gelmektedir. Her asırda yetişen velîlerin feyz kaynağı odur.
Kâdirî tarîkatında olanlar, Allahü teâlânın ismini sesli olarak zikrederek olgunlaşırlar. Her yolun kendine has edep ve uygulaması îcâb eden usûlleri olduğu gibi, Kâdirîliğin de kendine göre usûlleri vardır. Memleketimizde de yaygın olarak bilinen Kâdirî tarîkatı son yüzyılda ehil olmayanların eline geçtiğinden aslından çok uzaklaşmıştır. (Bkz. Abdülkâdir-i Geylânî)
Sa’d bin Ebî Vakkâs kumandasındaki İslâm ordusunun, 636 senesinde İranlılara karşı zaferle netîcelenen muhârebesi. Hazret-i Ömer halîfe seçildikten sonra, İslâmiyeti yaymak üzere ordular hazırladı. O zaman, İran’da yaşayan Sâsânîlerin Kralı Yezd-i Cürd (Yezd-i Cerd) idi. Hazret-i Ömer, İranlıların üzerine gönderdiği ordunun komutanlığına Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı tâyin etti. İslâm askerinin İran üzerine yürüdüğünü öğrenen Kral Yezd-i Cürd, derhâl hazırlıklara başladı.
Sa’d bin Ebî Vakkâs, kralı İslâma dâvet için bir heyet gönderdi. Nu’man bin Mukarrin, Âsım bin Amr, Mugîre bin Zürâre ve Adiyy bin Süheyl’den meydana gelen heyet, Yezd-i Cürd’ün huzûruna çıktı. Hazret-i Nu’man, krala; “Ey Kisrâ! Allahü teâlâ, merhamet buyurarak, bize, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir Peygamber gönderdi. O’nun dâvetini kabul ettiğimiz takdirde, dünyâ ve âhiret hayırlarını vaad etti... Biz îmân ettikten sonra, bize yakın milletlerden başlayarak onları da adâlete, insâfa çağırmamızı emretti. Sizi dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmanız için İslâmiyeti kabul etmeye dâvet ediyoruz. Kabul ederseniz, Kur’ân-ı kerîmin hâkimiyetine göre hareket etmenize yardımcı oluruz. Kabul etmediğiniz takdirde, sizi başkalarına karşı korumak için, himâyemize girip cizye vermenizi istiyoruz. Bunu da kabul etmezseniz, o zaman kılıçlar konuşacaktır!..” dedi.
Yezd-i Cürd, çok hiddetlenip; “Eğer elçilerin öldürülmesi âdet olsaydı, sizi derhâl öldürürdüm! Tekliflerinizin hiçbirini kabul etmiyorum.” diye cevap verdi. Adamlarına, bir torba toprak getirmelerini emretti. Mücâhidlere dönüp; “En şerefliniz kimse bu toprağı yüklensin!... Komutanınıza, üzerinize başkumandanım Rüstem’i göndereceğimi, hepiniziKadisiyye Hendeğine gömeceğimi, ülkenize girip halkınıza nice acılar tattıracağımı söyleyin!...” dedi. Âsım bin Amr toprağı yüklendikten sonra arkadaşlarına; “Müjdeler olsun! Yemîn ederim ki, Allahü teâlâ, bize onların mülk ve saltanatlarının anahtarlarını vermiş bulunuyor.” dedi.
Elçi heyeti süratle hazret-i Sa’d’ın huzûruna giderken, Yezd-i Cürd, 40.000 kişilik öncü kuvvetle Calinus’u, arkasından 60.000 kişilik ana kuvvetle de başkumandan Rüstem’i gönderdi. Ayrıca 20.000 kişilik artçı bir kuvvet çıkardı. Böylece 120.000 kişilik koca Fars ordusu Kadisiye’de toplandı.
İran ordusunun 30 bini zırhlı ve birbirinden ayrılmaması için zincirle birbirine bağlıydılar. Ayrıca İran ordusunun ön saflarına filler yerleştirilmişti. İslâm ordusu ise 34.000 kişiydi. Hazret-i Sa’d, anlaşma ile işi halletmek istiyordu. Yine elçi göndererek; “Size üç gün süre tanıyoruz. Bu üç gün içinde ya Müslüman olursunuz, ya cizye verirsiniz veya cenge hazır olursunuz.” diye haber gönderdi. Onlar üç gün içinde bunları kabul etmediler. Dördüncü gün harp başladı. Harp başlamadan önce hazret-i Sa’d askerlerine şöyle hitâb etti:
Mevkilerinizde sebat ediniz. Öğle namazından sonra ben dört tekbir alacağım, ilkinde siz de tekbir alırsınız, harbe hazır olursunuz. İkinci tekbirde, siz de tekbir alır silâhlanırsınız. Üçüncü tekbirde siz de tekbir alıp, askeri harp için coşturursunuz. Dördüncü tekbirde düşman üzerine hücum ediniz ve “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” deyiniz.
İslâm askerleri, bildirilen emirle düşmana hücum ettiler. İran ordusu berâberinde getirdikleri fillerle karşılık verdi. İlk gün şiddetli çarpışmalar oldu. Sonraki günlerdeİslâm askeri uyguladıkları dâhiyâne taktiklerle İran ordusunu bozguna uğrattı. İran komutanları öldürüldü. İran ordusunun baş komutanı Rüstem de öldürülünce ordu dağıldı. Kaçışmaya başladılar. Kaçmaya çalışanların çoğu nehirde boğuldu, kalanlar da esir edildi. Bu harpte Müslümanlar 8500 şehid verdi. İranlıların tamâmına yakını öldürüldü. Müslümanlar büyük bir zafer kazandılar. Daha sonra hazret-i Ömer’in emriyle Sâsânî Devletinin başşehri ve İran Kisrasının bulunduğu Medâyin şehrine hareket edildi. İslâm askerinin Medâyin’e hareket ettiğini duyan İran Kisrası Yezd-i Cürd korkudan şehri terk etti. İslâm ordusu Medâyin şehrine kolayca girerek fethetti.
Kadisiye Harbi ve Medâyin’in fethinde büyük ganîmet elde edildi. Kisra’nın sarayları ve hazîneleri Müslümanların eline geçti. Bu zafer, Müslümanlara İran’ın kapılarını açtığı gibi, daha sonraki savaşların kazanılmasına da zemin hazırladı.