KADASTRO
Alm. Kataster (m), Fr. Cadastre (m), İng. Cadastre; land legistry. Yüzey ve engebeleri inceleme, yükseltileri hesaplama metodu. Dünyâ üzerindeki tabiî ve yapma engebelerin harita ve plânlarda belirtilmesi gâyesiyle bu husus devlet tarafından tesbit edilmiştir. Kadastronun gâyesi sağlam ve açık bir tapu sicili sistemi kurmaktır.
Târihî belgelerden anlaşıldığına göre kadastro ile ilgilenen ve bunu geliştiren eski Mısırlılardır. Mısır piramitlerin iri yapılması, kadastro tekniğinin uygulanması ile mümkün olmuştur. Bunun yanısıra Romalılarda da sınırları ve yeni şehirlerin kurulacağı yerleri belirtmek için veya yolların ve su kemerlerinin yapımında kadastro metodundan istifâde edilmiştir.
Osmanlı Devletinde tapu siciline âit kayıtlara Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında başlanmıştır. Bunlar 2320 cilt olarak Ankara’da “kuyûdât-ı kadîme” denilen eski kayıtlar mahzeninde saklanmaktadır. Tapu ile ilgili kânun hükmünde irâde ve fermanlarla, târifnâme ve tâlimatnâmeler olmuştur. 1858’de Arâzi Kânunu çıkarılmıştır. Buna göre arâzi beşe ayrılmıştır. 1) Mülki arâzi, 2) Askerî arâzi, 3) Vakıf arâzi, 4) Kamu arâzisi, 5) Ölü arâzi.
İlk kadastro çalışmaları Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde başlamıştır ve hâlen kadastroculuk Türkiye’de uygulanmaktadır. Cumhûriyet döneminde 22 Nisan 1925 târihli ve 658 sayılı kânunla Tapu Genel Müdürlüğü kuruldu. Aralık 1934’te 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahrir Kânunu’yla kasaba ve şehirlerde kadastro çalışmalarına başlandı. 1950 yılında ise, arâzi kadastrosuna geçildi. 21 Haziran 1987 târihli ve 3402 sayılı Kadastro Kânunu’yla, kadastro işleri yeniden düzenlendi. Aynı kânunla hâlen var olan tek hâkimli “Kadastro İhtisas Mahkemeleri” kuruldu (1991). 1949 yılında İstanbul Devlet Mühendislik ve Mîmarlık Akademisinde, Harita ve Kadastro Mühendisliği bölümü açıldı.
Tapu ve kadastro işlerinde çalıştırılacak elemanları yetiştirmek üzere İstanbul’da Tapu ve Kadastro Mekteb-i Âlisi kuruldu. Daha sonra kapatıldı. Yeniden Tapu Kadastro Genel Müdürlüğüne bağlı Ankara’da Tapu Kadastro Meslek Lisesi açıldı.
Kadastroculuğun esâsı geometri kânunlarına dayandırılmıştır. Kadastroda, engebe belirleme işlemi basit bir çelik metreyle gerçekleştirilir. Buna “Zincir Eğrisi Kadastroculuğu” adı verilmektedir. “Teodolit Çapraz Kadastroculuğu” diye bilinen kadastroculuk ise uzaklıkların yanı sıra açıların da yeraçı ölçeri ölçümünü gerçekleştirmeye yarar. Yalnızca açıların ölçülmesine dayanan kadastroculuğa da “Teodolit Arakesit Kadastroculuğu” denir.
Bir ev ve birkaç ağaçtan ibâret bir arâzi parçasının yer ölçümü, tipik bir kadastroculuk uygulamasıdır. Kadastrocunun ilk yapacağı iş, arâzinin köşelerine en yakın denetim noktalarını seçmektir. Meselâ; arâzi beş köşeli ise ABCD ve E ile belirlenen denetim noktaları seçilir. Her denetim noktalarının öteki denetim noktalarından görülebilir olması büyük kolaylık sağlar. Denetim noktaları arasındaki uzaklıklar çelik metreyle ölçülerek, ölçeğe göre plân çizilir. Buna “Düşey Uzaklık Kadastroculuğu” da denir. Arâzi eğer dik eğilimliyse, ayrıntıları plâna dökmek şüphesiz daha zor olur. Ölçülen uzunlukların, yatay uzaklıklara göre yeniden ayarlanması lâzımdır. Bu durumda kadastro yapılan alanda düzey belirlemek için, dürbünlü düzeç “mira” adı verilen metre ve santimetre bölümlü cetveller de birlikte kullanılır.
Alm. Leichnam, Kadaver (m), Leiche (f), Fr. Cadavre (m), İng. Corpse. Ceset; diseksiyon (parçalara ayırmak, kesmek) için kullanılan cansız insan vücûdu. Daha çok, hekimlik öğretiminde kullanılmak için hazırlanmış ceset mânâsındadır.
Bir kadavra diseksiyonunun gâyesi, insan vücûdunun anatomisini (yapısını) öğrenmek isteyenlere yeterli bilgiyi sağlamaktır. Bu bilgiyi sağlamak için en uygun vâsıta kadavradır. Yine de, cesette ölümün yaptığı değişiklikler ve cesedi korumak için kullanılan fiksatif sıvılar az veya çok organların normal görünümünü bozmaktadır. Ayrıca, organizmanın hayat boyunca geçirdiği hastalıkların yaptığı değişiklikler de cesedin normal anatomisi değerlendirilirken göz önünde tutulmalıdır. Bu yüzden kadavra diseksiyonunun patolojik anatomi (hastalıklarda meydana gelen yapı değişikliklerini inceleyen bilim dalı) ile olan ilgisi sonucu otopsi kavramı ortaya çıkmaktadır. Otopside, sebebi bulunamayan hastalıkları ve ölümleri aydınlatmak gâyesi ile kadavralar incelenir.
Kadavra hazırlanma safhası: Bir kadavra ölümden 1-2 saat sonra yapılacak bâzı ön hazırlıklar sonucunda hazırlanabilir duruma getirilir.
Ölümü tâkip eden bir iki saat içinde cesede şah damarı(Arteyia Carotis Communis) gibi büyük bir atardamardan kan miktarına eşit oluncaya kadar (2 lt su + 2 lt formol + 2 lt alkol) formol verilir. Formol kadavranın çabuk sertleşmesini sağlar. Bu işlemler sonunda kadavra özel olarak hazırlanmış % 10’luk formol havuzuna konur. Burada en az altı ay bekler ve bu işlemler sonucunda kadavra hazır duruma girer.
Kadavra Türkiye’de ve dünyâda, özellikle tıp eğitimi yapan fakültelerde anatomi dersinde eğitici gâyelerle kullanılır.
Organ ve doku alınması, saklanması ve nakli hakkındaki 2238 sayılı Kânunun bâzı maddeleri:
Madde: 1- Tedâvi, teşhis ve bilimsel amaçlarla organ ve doku alınması, saklanması ve nakli bu kânun hükümlerine tâbidir.
Madde: 5- On sekiz yaşını doldurmamış ve mümeyyiz olmayan kişilerden organ ve doku alınması yasaktır.
Madde: 6- On sekiz yaşını doldurmuş ve mümeyyiz olan bir kişiden organ ve doku alınabilmesi için vericinin en az iki şâhit huzurunda açık, bilinçli ve tesirden uzak olarak, önceden verilmiş yazılı ve imzâlı veya en az iki şâhit önünde sözlü olarak beyan edip, imzâladığı tutanağın bir hekim tarafından onaylanması zorunludur.
Madde: 14- Bir kimse sağlığında vücûdunun tamâmını veya organ ve dokularını, tedâvi, teşhis ve bilimsel amaçlar için bıraktığını resmî ve yazılı bir vaziyetle belirtmemiş veya bu konudaki isteğini iki şâhit huzurunda açıklamamış ise sırasıyla, ölüm anında yanında bulunan eşi, reşit çocukları, ana veya babası veya kardeşlerinden birisinin, bunlar yoksa yanında bulunan herhangi bir yakınının muvâfakatiyle ölüden organ ve doku alınabilir.
Aksine bir vasiyet veya beyan yoksa, kornea gibi ceset üzerinde bir değişiklik yapmayan dokular alınabilir.
Ölü, sağlığında kendisinden ölümden sonra organ veya doku alınmasına karşı olduğunu belirtmişse organ ve doku alınamaz.
Ek fıkra: Ayrıca vücûdunu ölümden sonra inceleme ve araştırma faaliyetlerinde faydalanılmak üzere vasiyet edenlerle, yataklı tedâvi kurumlarında ölen veya bunların morglarına getirilen ve kimsenin sâhip çıkmadığı ve adlî kovuşturma ile ilgisi olmayan cesetler, aksine bir vasiyet olmadığı takdirde 6 aya kadar muhâfaza edilmek ve bilimsel araştırma için kullanılmak üzere ilgili yüksek öğretim kurumlarına verilebilirler...
(Bkz. Muammer Kaddafi)
(Bkz. Nakş-ı Kadem-i Şerîf)
Mısır ile Hitit devleti arasında yapılan savaş ve sonundaki antlaşma.
İlkçağın bu en büyük meydan savaşı, Mısır ve Hitit devletlerinin birbirlerine denk duruma gelmesi ve iktisâdî menfaatlerinin Kuzey Suriye üzerinde birleşmesi yüzünden çıktı. Suriye, ilkçağ tarihinde askerlik ve ticâret bakımından çok önemli bir ülkeydi. Hitit Kralı Muvattaliş’in, Şuppiluliuma’nın siyâsetini devam ettirerek Suriye’den vazgeçmemesi, Mısır Firavunu İkinci Ramses’in Suriye’ye hâkim olma isteği, savaşın başlamasına sebep oldu.
Savaş Mîlâttan önce 1296 yılında bugünkü Humus yakınlarında harâbeleri bulunan antik kent Kadeş önünde cereyan etti. Muhârebenin başlarında savaş arabaları sâyesinde Hititler üstünlük sağladılar. Ancak çok geçmeden Hitit Ordusunun yağmaya dalmasını fırsat bilen İkinci Ramses, yardımcı kuvvetlerini getirterek bir baskın düzenledi. Bu baskından sonra savaş Mısırlılar tarafından kazanılmış gibi göründü. Fakat kesin bir sonuç alınamadı ve her iki taraf savaş meydanından çekildi. Üçüncü Hattuşil zamanında da Suriye’ye sâhib olma mücâdelesi devâm etti. Fakat Önasya’da gittikçe güçlenen Asurlular’ın Mitanni ülkesini ele geçirip, Suriye üzerine yürümeleri bu iki devleti telâşa düşürüp birbirine yakınlaştırdı. Neticede Hitit hükümdarıÜçüncü Hattuşil ile Mısır Firavunu İkinci Ramses arasında M.Ö. 1280 de Kadeş Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi. Bu antlaşmaya göre, iki devlet dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı birlikte savunma yapacaklardı. Mısırlılar, Kuzey Suriye’yi Hititlere bırakmayı kabul ettiler. Kadeş Antlaşması, târihî kaynaklarda bilinen ilk barış antlaşması olarak kabul edilmektedir. Antlaşmadan sonra iki devlet arasında münâsebetler düzeltilmiş, İkinci Ramses’in Üçüncü Hattuşil’in kızıyla evlenmesiyle dostlukları, akrabalık şeklinde kuvvetlendirilmiştir.
Alm. 1. İsl. Richter. Kâdi (m), 2. Osm. Landrat (m), Fr. 1. Juge Musulman, cadi (m), 2. Gowerneur (m), İng. 1. Muslim Judge, cadi, 2. Governor. Dînî ahkâma göre hüküm veren ve tatbik eden, hükûmetin idârî tasarruflara âit emirlerini yerine getiren kimse; hâkim.
İslâm hükümlerinin yürürlükte olduğu toplumlarda, halk arasında çeşitli sebeplerle meydana gelen dâvâların ve düşmanlıkların muhâkeme işlerine bakmak ve dînin hükümlerine uygun karar vererek ihtilâfı çözmek üzere halîfe (sultan veya pâdişah) tarafından seçilen ve tâyin edilen hâkime “kâdı” denir. Kâdı, kazâya yâni hâdiseye göre, hakkı gözeterek hüküm verir.
İslâmiyetin ilk kuruluş devrinde kazâ işine bizzat Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, diğer peygamberler zamânında da kazâ işine yine peygamberler bakardı. Uzak yerlere ise Eshâb-ı kirâmdan bâzılarını gönderirdi. Mesela Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderdi. Peygamber efendimizin vefâtından sonra, bu işi bizzat halîfeler yürüttüler. Fakat onların zamânında İslâmiyetin çeşitli ülkelere yayılmasıyla İslâm devleti büyümüş ve halîfenin işleri artmıştır. İlk halîfe hazret-i Ebû Bekr hilâfete geçer geçmez, hazret-i Ömer’i kazâ (adlî) işlerini kendi adına yürütmekle vazîfelendirdi. Onu kâdı, yâni hâkim olarak tâyin etti. Adâleti ile meşhûr hazret-i Ömer, halîfeliği zamânında kazâ işlerine bakmak üzere, kendi adına hüküm verecek kimseleri vekil tâyin etti. Ebü’d-Derdâ’yı Medîne, Şüreyh bin Hâris el-Kindî’yi ve Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi Basra kâdılığına tâyin ettiği meşhurdur. Bu vekillere “kâdı” adı verilmiştir. Kendilerine vekâlet verilen kâdılar, Medîne, Basra ve Kûfe’ye gönderilmiştir. Daha sonra bütün İslâm devletlerinde aynı usûl tatbik edilmiştir.
Osmanlı Devletinin kurucusuOsman Gâzi, Selçuklu kânunlarına göre kazânın ve kazâ ile ilgili siyâseti yürütme işlerini müstakil kâdılara bırakmıştı. Osmanlı Devletinde kuruluşundan şer’î mahkemelerin kaldırılmasına kadar bu esasa uyuldu. Pâdişâhlardan Sultan Birinci Bâyezîd Han, Osmanlılarda kâdılık teşkilâtının nizâmını kurmuştur. Bu nizâma göre kâdıların nerede, nasıl vazîfe yapacakları, tâyin ve terfî işleri düzenlendi.
Tanzimâttan az önce; hukuk, cezâ, ticâret ve diğer bütün dâvâlara kâdı huzûrunda bakılır, Osmanlı tebeâsından bir kimse ile herhangi bir yabancı arasındaki dâvâlar da, tercüman vâsıtasıyla yine kâdı huzûrunda ve şer’iye mahkemelerinde görülürdü. Sonradan nizâmiye mahkemelerinin kurulması ile 1887 (H.1385) târihli kararla, şer’î mahkemelerin ve kâdıların fiilî selâhiyetleri daraltıldı. Çoğu dâvâlar şer’î mahkemeler yerine nizâmiye mahkemelerinde görülmeye başlandı. Osmanlı Devletinin son zamanlarında şeyhülislâm olan Hayri Ürgüplü de, kâdılara âit kânunlarda kendi anlayışına göre değişiklikler yaptı. Bundan kısa bir zaman sonra da, 8 Nisan 1921 (H.1340) târihli şer’î mahkemelerin kaldırılmasına dâir kânun ile şer’î mahkemelerin bütün vazîfeleri, asliye mahkemelerine devredilerek bu târihten îtibâren Türkiye’de kâdılık ünvânına da son verildi.
Ülke nüfûsunun az olduğu devirlerde kâdılar, vatandaşlar arasındaki dâvâlara câmilerde bakarlardı. İlk mahkemeler câmilerdi. Sonraları insanlar çoğalınca, buna paralel olarak dâvâlar da arttı. Bu sebeple işin nezâketi icâbı dâvâların daha kolay ve daha çabuk çözülmesi için husûsî binâlar kirâlandı ve bu binâlarda kazâ işlerine bakıldı.
Kâdılarda aranan ehliyet şartları: Kâdılık mesleği, devletin amme nizâmını (kânun düzenini) koruyan temel unsur olduğundan, her önüne gelen kâdı olamazdı. Kâdılar, yüksek medrese ilimlerini okuduktan sonra, kendilerine icâzet (diploma) verilirdi. Bu diplomayı alanlar arasından uygun görülünler kazasker tarafından seçilerek sadrâzama arz edilir ve sadrâzamın tasdiki ile tâyinleri yapılırdı. Kâdı olacak kimsede aranan şartlar fıkıh kitaplarında bildirilmiş olup, Mecelle’nin 1792-1793 ve 1794. maddelerinde açıklanmıştır. Buna göre kâdı; hür, Müslüman, akıllı ve bâliğ olmalı, dînî meselelere ve muhâkeme usûllerine vâkıf olarak yeterli bilgiye sâhip, anlayışı kuvvetli, doğruluktan ayrılmayan güvenilir, vakarlı ve temkinli, sağlam, dayanıklı olmalıdır. Ayrıca hâkim (kâdı), iyiyi kötüden ayırabilecek temyiz kudretine sâhib olmalı, küçük, deli ve bunak, kör ve sağır olmamalıdır. Kazâ yâni hâdise ilmine hakkıyla vâkıf olmalıdır.
Kâdının bakamayacağı dâvâlar: İslâm hukûkuna göre, kâdılar kendileri için sû-i zanna, yâni hakkında kötü düşünmeye sebeb olmayan herkes hakkında hüküm vermek selâhiyetine sâhiptirler. Ancak kendilerinin yakın akrabâları meselâ babası, annesi ve çocukları vs. hakında hüküm veremezler. Kâdılar mahkemede taraflara eşit muâmele ile söz haklarını muhâfaza ve ispat külfetinin taraflardan hangisine düştüğünü tâyin etmekle mükelleftirler. Kâdıların, anlayış kudretini azaltan korku, hiddet, açlık ve susuzluk hâllerinde, hatâya düşmemek için, hüküm vermekten sakınmaları gerekliydi.
Kâdıya yasak olan şeyler: İslâm hukûkunda, kâdılık yüksek bir mevki ve mertebe kabul edildiği için kâdılardan zengin olanlarının, beytülmâldan (devlet hazînesinden) ücret alamayacakları bildirilmiştir. Yine zengin veya fakir hiçbir kâdının, dâvâya taraf olanlardan (dâvâcı ve dâvâlıdan) hediye kabul edemeyecekleri, bunların verdiği ziyâfetlere gidemeyecekleri beyân edilmiştir.
Hattâ kâdıların âriyet sûretiyle (bedelsiz kullanma) veya vâdeli, vâdesiz veresiye mal alamayacakları, ikrâz (borç verme) ve istikrâz (borç isteme) ve bunlara benzer tasarruflarda bulunamayacakları ve ticâret yapamayacakları belirtilmiştir.
Bir kazâya tâyin edilen kâdıya şer’î (dînî) hükümleri icrâya (uygulamaya) mezun olduğuna dâir pâdişâhın tuğrasını taşıyan bir “berât” verilir ve aynı zamanda bağlı olduğu kâdıaskerlerden de (kazaskerden) bir mühürlü mektup alarak vazîfesine giderdi.
Kâdıların vazîfeleri: Kâdıların bulundukları kazâ ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı. Kâdılar şer’i ve hükmî muâmelâtta kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazîfeleri yaparlardı. Evleneceklere nikâh kıyma, mîras taksimi, yetim ve kaybolup bulunmuş malların muhâfazası, vâsî tâyin ve vasîliği sona erdirme, vasiyetlerin ve vakıfların şartlarına uyulmasının gözetilmesi, suç, cinâyet, cezâ, hukuk, ticâret vesâir bütün dâvâlar, kâdılar tarafından görülürdü. Ayrıca köylü ile askerî sınıf arasındaki arâzi ile ilgili ihtilâflar hükûmetin emriyle kâdılar tarafından görülür ve verilen hüküm hükûmete bildirilerek karârın infazı sağlanırdı.
Kâdıların şer’î olan hukûkî vazîfelerinden başka, idârî yönden pek mühim vazîfeleri vardı. Bu hususta hükûmetçe kendilerine fermân gönderilir, onlar da îcab eden cevâbı re’sen hükûmete arz ederlerdi. Kâdıların bulundukları şehir ve kasabaların inzibat görevi, mahallî ve askerî sınıfa bırakılmıştı. Zâhire ve amele tedâriki, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisâdî işler, mahallî râyice göre satılan eşyâlara narh konması, belediye işleri, yâni askerî inzibattan başka bütün devlet işlerinin temini kâdılara âitti. Bundan dolayı kâdılar selâhiyet bakımından devlet merkezine bağlı vazîfe sâhibiydiler.
Kâdılar bu geniş vazîfeleri dolayısıyla kendilerine gelen hüküm ve fermanları ve bunlara verilen cevapları ve gördükleri çeşitli dâvâlara dâir verdikleri hükümleri kayıt için “sicil”adı verilen kayıt defterleri tutarlardı. Bugün sâdece Türkiye’de müze ve kütüphânelerde bu sicil defterlerinden çeşitli sebeplerle zâyi olan ve yananlardan geriye kalıp muhâfaza olunanlar yüzbinleri geçer. Şimdi bu sicil defterlerinin tozlu yaprakları arasında yüzyılların birikintisi koskocaman bir adâlet târihi yatmaktadır.
Kâdı nâibleri ve kassâmlar: Kâdıların vazîfeleri çok geniş olduğundan işlerin görülmesinde kâdılara yardım eden kimseler vardı. Bunlara “nâib” ve “kassâm” denirdi. Nâib, vekil demekti. Mahkeme-i şer’îlerde kâdılar nâmına muhtelif hizmetlerde vazîfe gören nâibler vardı. Nâibin bir veya birkaç olması kâdının tâyin edildiği kazânın büyük ve küçük olmasına, yapacağı işin geniş olup olmamasına bağlıydı. Bundan dolayı kazâ, sancak ve eyâlet kâdılarının nâibleri ona göreydi. Nâibler vazîfelerinin mâhiyetine göre kazâ nâibleri, kâdı nâibleri, mevâli nâibleri (büyük şehir kâdılarının nâibleri), kapı ve ayak nâibleri (bunlar çarşı pazar ve seyyar esnâfı kontrol ederlerdi) ile arpalık nâibleri idi. “Arpalık” vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıf ile ilmiye sınıfından şeyhülislâm, kazasker ve büyük kâdılara geçinmeleri için tahsis olunan geçici-tekâütlük-emeklilik maaşına denirdi.
Kassâmlar, vefât etmiş olan bir kimsenin terekesini (mîrâsını) vârisleri arasında taksim eden şer’î memurlardı. Bunlar iki kısımdı: Birincisi kazasker kassâmları olup bunlar askerî sınıfa mensup kimselerin verâset işlerine bakarlardı. İkincisi mahallin kâdılığında yâni şer’î mahkemelerde bulunan kassâmlardı. Bunlar da halk arasındaki verâset işlerine ve tereke taksîmine bakarlardı.
Ayrıca her eyâlet ve sancakta, kazâ kâdılarından başka toprak kâdıları da vardı. Toprak kâdıları, seyyâr kâdılıktı. Gerek devlet merkezinde ve gerek eyâletlerden tahkîkâtı îcâb eden bir iş, toprak kâdıları vâsıtasıyla tahkik ve teftiş olunurdu. Köylüler sancakbeyi, alaybeyi, subaşı, zeâmet, timar sâhipleri tarafından herhangi bir haksızlığa uğrayınca, şikâyetlerini, eyâlet ve sancak kâdıları ile Dîvân-ı Hümâyûna yaparlardı. Bunların tahkikâtlarını yapıp, îcâb ederse kendilerine verilen emirlerle bu dâvâlara da toprak kâdıları bakardı.
Köylülerin şikâyetleri yine köylü ile olduğu gibi, timarlı sipâhîlerin de köylülere yaptıkları haksız muâmeleler, kânuna aykırı hareketler olabilirdi. Bu durumda sipâhînin imtiyazına bakılmayarak, îcâbında onların da tevkif ve hapislerine dâir vâlilere ferman gönderilirdi.
Diğer bâzı gizli teşekküllerin tahkiki de toprak kâdılarına havâle olunurdu. Toprak kâdıları ayrıca muhârebe zamanlarında ve fevkalâde hâllerde memleket inzibatı (âsâyişi) ile alâkadâr olanlarla berâber hizmet görürlerdi.
Bu kâdılardan başka bir de “ordu kâdılığı” vardı. Pâdişâhlar, sefere gittikleri zamanlarda askerî sınıfların kâdıları olan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri de ordu ile berâber giderek kendilerine âit şer’î işleri görürlerdi. Pâdişâhlar, sefere çıkmadıklarında vezîriâzamlar, sefere serdâr-ı ekrem (başkumandan) olarak giderler, kazaskerler ise pâdişâhla berâber kalır ve bunlara vekâleten ordu kâdısı ismiyle “mevâli” denilen büyük kâdıların emeklilerinden mâlumât îtibâriyle değerlisi tâyin olunurdu. Buna şeyhülislâm konağında, kazaskerlere yapıldığı gibi, merâsimle tâyin beratı verilerek elbise giydirilir ve tâyini kendisine fermanla bildirilirdi.
Ordu kâdılığı, hem vazîfesi ve hem de meşakkat ve mahrûmiyeti bakımından ağır bir iş olduğundan bu hizmette bulunanlar değiştirildikleri zaman derecelerinden daha yükseğine tâyin edilirler ve Harameyn, yâni Mekke-Medîne kâdısı olurlardı. Kara ordusu kâdısından başka, donanmaya (deniz kuvvetlerine) tâyin edilen kâdıya da “ordu kâdısı” denilirdi. Bu tâyini Rumeli kazaskeri yapardı.
Derece îtibâriyle en önemli kâdılıklar, öncelik sırasıyla, İstanbul, Mekke-Medîne, Edirne, Bursa, Eyüp kâdılıklarıydı. Geri kalan kâdılıklar da yine sıraya tâbiydi.
İstanbul, dört kâdılık bölgesine ayrılmıştı. Sur içi, İstanbul kâdılığının bölgesiydi. Eyüp kâdılığı, Çekmeceler, Çatalca ve Silivri kazâsını ve çevrelerini içine alıyordu. Üsküdar kâdılığı, İstanbul’un Anadolu yakasıydı. Galata kâdılığı da, Beyoğlu yakasını içine alıyordu.
İstanbul kâdısının çok önemli vazîfeleri vardı. Bunlardan başlıcaları şunlardı: Kalpazanların kontrolleri, paranın alım gücünün korunması, su işleri, hamalların nizâmı, fuhuş yasaklarına uyulup uyulmadığının kontrolü, içki-kumar yasaklarına uymanın sağlanması, yangınlar için tedbir alınması, kaldırımların tâmiri, vâsıtaların kontrolü, İstanbul’un sağlık işleriyle ilâç, doktor ve cerrahların teftişleri, amele ücretlerinin kontrolü, narhtan fazlaya satılan eşyâdan dolayı yapılan şikâyetlerin tetkiki, İstanbul’a yiyecek, içecek ve giyeceklerin ne sûretle dağıtılacağı, et narhına dikkat edilmesi, esnafın kontrolü, odun ve kömürün narha göre satılması, ayakkabıların nizâma göre yapılması, dilenciliğin men’i, hırsızlara karşı tedbir alınması, mahallelerde kefilsiz olarak hiç kimsenin oturmaması, ev inşâsında dikkat edilecek şeyler, mîrî (Devlet) îmâlâthânesinden başka yerde silâh yapılmaması, İstanbul tarafına gelen gemi ve kayıkların muayyen yerlerinden başka yerlere yanaştırılmaması, bir muhârebe esnâsında kapıkulu ocaklarıyla birlikte sefere gidecek orducu esnâfının tesbiti ve zamânı gelince sevkleri, yasak eşyânın memleket dışına çıkarılmaması, şâyet özel olarak yabancı memleketlere eşyâ çıkarılacak olursa, bunun memleket ihtiyâcına zarar vermiyecekse ihrâcına müsâade edilmesi, halkın sıkıntı çekmemesi için İstanbul’un gıdâ maddelerinin stoku için önceden tedbir alınması idi.
Kâdı bunların bir kısmını doğrudan doğruya kendisi görür ve nâiblerine (yardımcılarına) gördürürdü. Bir kısmını da diğer alâkâdar olanlarla işbirliği yaparak hallederdi. Meselâ İstanbul’daki binâ işleri mîmarbaşının; sağlık işleri, doktorların ve hastânelerin kontrolleri hekimbaşının vazîfeleri cümlesindendi.
İslâmiyetin kâdılığa verdiği önemi ve kâdıların nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmesi bakımından hazret-i Ömer’in Basra kâdısı bulunan Ebû Mûsâ el-Eş’arî hazretlerine yazdığı mektup, meşhurdur. Bu mektuba, taşıdığı yüksek hükümler bakımından Kitâbüs-Siyâse ünvânı verilmiştir. Mektubun tercümesi şöyledir:
“Kazâ, dâvâları hâllederek sonuçlandırmaktır. Değiştirilerek bozulması câiz olmayan bir farzdır ve uyulması îcâb eden bir sünnettir.
Bir hâdise hakkında sana başvurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle, anla, bir hak ikrâr ve îtirâf edilince, hükme bağla ve infâz et. Çünkü infâz edilmeyecek olan bir hak sözün sâdece söylenmesi fayda vermez.
Meclisinde ve adâlet huzûrunda insanları eşit tut. Tâ ki mevki sâhipleri senden taraf tutuculuk ümidine düşmesinler, zayıflar da adâletinden üzüntülü, kalpleri kırık olmasınlar.
Beyyine (her türlü delil ve ispat vâsıtaları) ve şâhit dinletme dâvâcıya, yemin etmek de dâvâyı inkâr edene (dâvâlıya) âittir. Yâni dâvâcı şâhit bulamazsa, isteği üzerine dâvâlıya yemin teklif edilir.
Müslümanların arasında sulh yapılması câizdir. Ancak haramı helâl, helâlı haram kılacak bir sulh câiz değildir.
Dünkü gün vermiş olduğun bir hüküm, nefsine mürâcaatla, haklılığa, doğruluğa yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin. Yâni ictihâdın değişerek evvelce verdiğin bir hükümde isâbetsizliğine kanaat getirirsen, o hüküm, benzeri bir hâdise hakkında yeni ictihâdına göre hüküm vermekliğine mâni olmasın. Çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek, bâtılda ısrar etmekten hayırlıdır.
Kalbini çalıştırıp, hükümlerini Kur’ân-ı kerîm’de, sünnette bulamadığın meseleler hakkında güzelce düşün; sonra bu gibi şeylerin benzerini bul, bunları birbiriyle kıyas et. Bunlardan Hak teâlâya daha sevimli, daha yakın ve hakka, doğruya benzer olanı seç al.
Dâvâcıya, her türlü delil ve ispat vâsıtalarını, şâhitlerini bulacak kadar bir müddet ver. Bu müddet içinde her türlü delil ve ispat vâsıtalarını hazırlarsa ve ispatını yaparsa, hakkını alır; ispat edemezse aleyhine hüküm verilmesi îcâb eder. Böyle bir müddet verilmesi, mâzeret husûsunda kâdı için bir özürdür. Bu tarz hareket etme şüpheyi de yok eder.
Bütün Müslümanlar, birbiri hakkında âdildirler. Kazf’tan (zinâ isnadı) dolayı had cezâsı tatbik edilmiş olan, yâhut yakınlık ve akrabâlık sebebiyle kendisinden menfaat umulan, mâzeretleri yok etmesi şüphe edilen veyâhut yalan yere şâhitlikte bulundukları tecrübe ile anlaşılan kişiler müstesnâ, bunlardan başkasının şâhitlikleri kabul olunur. Çünkü Hak teâlâ sizi gizli işlerinizden men etmiş, her türlü delil ve ispat vâsıtaları sebebiyle sizden mesûliyeti kaldırmıştır. Yâni insanların gizli şeylerini araştırıp ona göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz. Sizin yapacağınız şey, ispat ve delil vâsıtalarına göre hüküm vermektir. Dünyevî hükümler, zâhire, görünene göredir. Bunlarda gizliler, açık olanlara tâbidir. Uhrevî hükümlerde ise, gizliler asıldır. Görünenler gizli olanlara tâbidir.
Muhâkeme esnâsında, Allahü teâlânın kendisiyle sevap vereceği ve ebedî mükâfât ihsân buyuracağı hak mevkilerinde kızmaktan, sabırsızlıktan, kalp ızdırabından ve eziklik, bıkkınlık duymaktan kaçın! Yâni mahkemeyi sabrederek ağırbaşlılıkla yürüt.
Her kim niyetini kendisiyle Allahü teâlâ arasında hâlis kılarsa, hak uğruna kendi aleyhine de olsa, Hak teâlâ onun, zâtıyla insanlar arasındaki işlerine kifâyet eder, yâni onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye mâruz kalmaz.
Herhangi bir kimse, meselâ hâkim, hilâfını (gerçeğe aykırılığını) Allahü teâlânın bildiği bir sıfatla; yâni kendisinde gerçekten bulunmayan bir fazîletle, bir hâlis niyet ve samîmiyetle insanlara karşı sûret-i haktan görünerek, iyi niyeti bozacak olursa, Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rezil eder. Diğerlerini etmez.
Hak teâlânın dünyâda rızkından ve rahmetinin hazînelerinden ihsân buyuracağı mükâfat hakkında ne düşünüyorsun? Yâni bunun derecesi sonsuzdur. Ona göre hareket et. Hükmünde Hak’tan ayrılma. Mükâfatını cenâb-ı Hak’tan bekle.”
Adâletle hüküm verme hakkında Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmuştur.
Ey Resûlüm! Sana da bu hak kitâbı (Kur’ân-ı kerîmi), kendinden önceki kitapları hem tasdik edici, hem onlar üzerine bir şâhid olarak indirdik. O hâlde sen, Ehl-i kitab arasında Allah’ın sana gönderdiği hükümlerle hüküm ver. Sana gelen bu haktan ayrılıp da onların arzûları arkasından gitme. (Mâide sûresi: 48)
Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve O’nun resûlüne ve sizden olan idârecilere itâat ediniz. Sonra bir şey hakkında anlaşamazsanız, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bu işin hükmünü Allah’tan ve Resûlullah’tan anlayınız. Bu, hem hayırlı, hem de netîce bakımından daha güzeldir. (Nisâ sûresi: 59)
Adâletle hüküm verme ve kâdılığın önemi hakkında, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinden bâzıları da şunlardır:
Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennette, ikisi Cehennemdedir. Hakkı bilenve ona göre hüküm veren kâdı Cennettedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennemdedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennemdedir.
Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp onu kendi hâline bırakırlar.
Dâvâcı ve dâvâlı karşısında oturunca, her ikisini de dinlemeden karar verme. Sence hakîkatın meydana çıkması için bu daha uygundur.
Siz dâvâcı-dâvâlı olarak bana geliyorsunuz. Ben de insanım. Biriniz delîlini diğerinden daha güzel ifâde edebilir. Ben aranızda sizden duyduğuma göre hüküm veriyorum. Her kim için, kardeşinin hakkı olan bir şeye hükmedersem onu almasın. Çünkü bu, ateşten bir parçadır. Kıyâmet günü, boynunda o ateşle gelir.
Kelâm, usûl, nahiv, fen ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdurrahmân bin Ahmed bin Abdülgaffâr olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. 1300 (H. 700) senesinde Şîrâz’da Îc kasabasında doğdu. 1355 (H.756) senesinde vefât etti.
Devrin meşhur ve seçkin âlimlerinden ilim öğrendi. En çok hizmetinde bulunup istifâde ettiği hocası, Kâdı Beydâvî hazretlerinin talebelerinden Zeyneddîn Hinkî idi. Daha çok Sultâniye şehrinde tahsil gördü. Arabî ilimlerde çok yüksek bir dereceye ulaştı. Din ve fen bilgilerinde yükseldi. Dört mezhebin fıkıh bilgilerinin inceliklerine vâkıf oldu. İlhanlı Sultânı Ebû Sa’îd Bahadır Han’la yakınlıkları sebebiyle Tasavvufta ise Safiyyüddîn Erdebîlî’nin sohbetinde kemâle geldi. İlhanlı Devletine kâdılkudât oldu. Diğer tarafta talebelerinden târihçi Reşîdüddîn Fadlullah’ın oğlu Gıyâseddîn Muhammed de, Ebû Sa’îd Hana vezir oldu. Ebû Sa’îd Han da, Safiyyüddîn Erdebîlî’nin sevenlerindendi.
Kâdı Adûdüddîn Îcî, ilmi ve ahlâkı ile, memleket içinde büyük nüfûz sâhibi ve Şâfiî mezhebinin zamânındaki reislerindendi. Müslümanların huzur içinde yaşamalarında, dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmalarında yardımcı oldu. Vezir Gıyâseddîn Muhammed’in vefâtı yıllarında Şîrâz’a giderek kâdılık ve müderrislik yaptı. Bu sırada meşhur eseri Mevâkıf’ı yazıp, Şîrâz Sultânı Şah Ebû İshâk İncûî’ye ithâf etti. Muzafferîler Devletinin kurucusu Mübârizeddîn Muhammed bin Muzaffer, Şîrâz’ı almak için harekete geçince, arabulucu olarak gitti. Büyük hürmet ve iltifât görmesine rağmen, iki hükümdârın anlaşmalarını temin edemedi. Tekrar tekrar yaptığı barış teklifleri kabul görmeyince Şîrâz’a geri döndü. Şîrâz, uzun zaman muhâsara edildi. Kâdı Adûdüddîn, bir süre sonra bir fırsatını bulup Şîrâz Kalesinden çıktı. Mübârizeddîn’den büyük hürmet gördü. Ancak onun yanında kalmayıp Şebenkâre’ye gitti. Şebenkâre meliki tarafından Direymiyân Kalesine hapsedildi. Bir rivâyette hapisteyken vefât etti. Bir başka rivâyette ise, hapisten çıkıp Şâh Şücâ ile görüştüğü bildirilmektedir.
Pek hareketli geçen hayâtında, birçok talebe yetiştiren Kâdı Adûdüddîn Îcî; Sa’deddîn Teftâzânî, Şemseddîn Kirmânî ve Ziyâeddîn Afifî gibi âlimlerin hocasıydı.
Adûdüddîn Îcî, asırlar boyu en seçkin âlimlerce okutulup şerhleri yapılan pek kıymetli eserler de yazdı. Bunlardan bâzıları, İslâm âleminin her tarafında medreselerin ihtisas sınıflarında okutuldu. Eserlerinden başlıcaları şunlardır:
1. Tahkîk-üt-Tefsîr fî Teksîr-it-Tenvîr: Tefsire dâirdir. Kâdı Beydâvî’nin Envâr-üt-Tenzîl adlı eserinin tâdil ve ikmâl edilerek yeniden tertib edilmiş şeklidir.
2. Er-Risâlet-ül-Vad’iyyet-il-Adûdiyye.
3. Eşref-it-Tevârîh: Bu eserde peygamberler aleyhimüsselâm ve peygamberlikle ilgili meseleler, Aşere-i mübeşşere, Sahâbe-i kirâm (radıyallahü anhüm), mezhep imâmları ve İmâm-ı Gazâlî’ye kadar hadis âlimlerinden bahsetmektedir. Osmanlı müverrihlerinden Âlî, bu eseri genişleterek Zübdet-üt-Tevârîh adını vermiştir.
4. Risâle-i Ahlâk: Ahlâka dâirdir.
5. El-Mevâkıf fi İlm-il-Kelâm: Adûdüddîn Îcî’nin en kıymetli ve meşhur eseridir. Bu kıymetli eser, asırlarca İslâm üniversitelerinde (medreselerinde) ihtisâs sınıfı talebelerine okutulan bir kitaptır. Galileo’dan üç yüz sene önce yazdığı bu kıymetli eserinde, yer küresinin yuvarlaklığını ve batıdan doğuya doğru döndüğünü, kendisinden önceki İslâm âlimlerinin eserlerinden alarak ispat etmekte, atom, maddenin çeşitli hâlleri, kuvvetler ve psikolojik olaylar üzerinde kıymetli bilgiler vermektedir.
6. El-Fevâid-ül-Gıyâsiyye: Arabî ilimlere dâirdir.
7. Akâid-ül-Adûdiyye: Kısa ve özlü bir şekilde îmân bilgilerini anlatmaktadır.
8. Şerh-i Muhtasar-ı İbn-i Hâcib: İbn-i Hâcib’in usûl-i fıkha dâir meşhur eseri olan Muhtasar’a yaptığı bir şerhtir.
KÂDI BURHÂNEDDÎN AHMED VE DEVLETİ
On dördüncü yüzyılda yaşamış Türk âlimi ve onun 1381-1398 yılları arasında Kayseri ve Sivas bölgesine hâkim olan devleti. Burhâneddîn Ahmed 1345 (H. 745) yılında Kayseri’de dünyâya geldi. Babası Kayseri Kâdısı Şemseddîn Mehmed olup, Oğuzların Salur boyuna mensuptur. Küçük yaşta tahsiline başlayan Burhâneddîn Ahmed, Farsça, Arapça, mantık, fıkıh, usûl, ferâiz, hadis, tefsir, hey’et ve tıp ilimlerini öğrendi. Yirmi bir yaşındayken Kayseri kâdılığına tâyin oldu (1364).
Kâdı Burhâneddîn’in Kayseri kâdılığı Eratna Devletinin çöküş hâlinde bulunduğu zamâna rastlar. Eratna Hükümdârı Ali Bey zayıf irâdeli ve kâbiliyetsiz bir kimseydi. Devlet içerisinde anarşi ve emirler arasında rekâbet bütün hızıyla devâm ediyordu. Eratna Devletinin içinde bulunduğu bu krizi değerlendirmek isteyen Karamanoğulları, Kayseri’ye hücum ederek zaptettiler. Ali Beyi esir olmaktan Kâdı Burhâneddîn kurtardı. Ali Bey bu yardımı üzerine, onu vezirlik makâmına getirdi. 1380 yılında Ali Beyin ölmesi ile yerine geçen yedi yaşındaki oğlu Mehmed Çelebi’ye nâib tâyin edildi. Bölgenin kuvvetli emirlerinden Amasya Emîri Hacı Şadgeldi Paşayı Dânişmendiye köyü önünde yaptığı muhârebede bozguna uğrattı. Şadgeldi Paşa yapılan muhârebede öldü. Böylece devlet için nüfûzunu pekiştiren Kâdı Burhâneddîn Ahmed, Eratna Hükümdârı Mehmed Çelebi’yi bertaraf ederek saltanatını îlân etti (1381). Adına hutbe okutup para bastırarak bundan böyle kendi adıyla anılacak devletini tek başına idâre etmeye başladı.
Kâdı Burhâneddîn, on sekiz sene süren hükümdârlığında, Amasya Emirliği, Erzincan Emirliği, Candaroğulları Beyliği, Karamanoğulları Beyliği ve Tâceddînoğulları Beyliği ile mücâdele ederek bu beylikler üzerine hâkimiyetini kabul ettirmeye muvaffak oldu. Memluk sultânına isyân eden Malatya Nâibi Mintaş’ın teklifi üzerine adı geçen şehri almak istemesi, Kâdı Burhâneddîn ile Memlûk Sultânı Berkok’un arasını açı. Memlûklerin Haleb Vâlisi Yılboğa, Sivas önlerine gelerek şehri muhâsara etti. Fakat Kâdı Burhâneddîn’in başarılı müdâfaası karşısında kırk günlük bir muhâsaradan sonra 1388’de çekilmek mecbûriyetinde kaldı. Sultan Berkok ile Kâdı Burhâneddîn arasında dostluk, ancak Tîmûr Hanın batı seferleri sebebiyle tekrar kuruldu. Kâdı Burhâneddîn’in Akkoyunlular ile önceleri kötü olan münâsebetleri de 1388 senesinden sonra düzeldi. Daha sonraları Akkoyunlu Devletini kuracak olan Karayülük Osman Bey de, onun yanına rehin bırakılmıştı. 1389 senesinde Karakoyunlu Türkmenleri ile Erzincan Emîri Mutahharten karşısında yenilen Akkoyunlu Ahmed Bey, Kâdı Burhâneddîn’e sığınmak mecbûriyetinde kaldı.
Kâdı Burhâneddîn, 1389 Kosova Muhârebesine kadar Osmanlılarla dostâne münâsebetler içindeydi. Bu târihten sonra onun batıya yönelerek, Osmanlı nüfuz sâhasını tehdide başlaması ve Tâceddînoğulları ve Candaroğulları gibi beyliklerin tahrikleri iki devlet arasındaki dostluğun bozulmasına sebeb oldu. Netîcede Kâdı Burhâneddîn’in kuvvetleri, Osmanlı öncülerini 1392 yılında Çorumlu sahrasında ağır bir yenilgiye uğrattı. İki taraf arasındaki mücâdele, Tîmûr Hanın Anadolu’ya gelme ihtimâli üzerine tekrar dostluğa döndü. Kâdı Burhâneddîn, Tîmûr’un Anadolu’ya geleceğini haber aldığı zaman, Sivas’ı tahkim ederek savaşa hazırlandı. Fakat Tîmûr Han, Anadolu’ya girmeden geri dönerek 1394 yılında Altınordu Hanı Toktamış’la savaşa girdi. Akkoyunlular, 1395 Erzincan Seferi sırasında Kâdı Burhâneddîn’in yanında yer aldılar. 1396 senesinde Karamanoğullarına tâbi olan Kayseri Vâlisi Şeyh Müeyyed’i cezâlandırmak için yapılan sefere Karayülük Osman Bey de katılmıştı. Şeyh Müeyyed’e onun aracılığıyla aman verilmişse de, Kâdı Burhâneddîn bir süre sonra Şeyh Müeyyed’i öldürdü. Bu yüzden bir müddet sonra Kâdı Burhâneddîn ile Karayülük Osman Beyin arası açıldı. 1398 yılında Sivas önlerinde yapılan muhârebede Karayülük Osman Bey, Kâdı Burhâneddîn’i mağlub ederek, öldürdü.
Öldürüldüğünde 54 yaşında bulunan Kâdı Burhâneddîn’in kabri Sivas’taki türbesindedir. Saltanatı boyunca savaştan savaşa koşmuş, bu sebeple kendisine Ebü’l-Feth lâkabı verilmiştir. Allah yolunda tehlikelere bizzat atılır, bu uğurda yorulmak nedir bilmez ve bu yolda varını yoğunu harcardı. Memleketin çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren Moğol artıklarını ve fitne çıkarmak için uğraşan Eshâb-ı kirâm veEhl-i sünnet düşmanı sapıkları ortadan kaldırmak ve ülke dışına sürmek için gayret etti. Kendisinden önceki âdil İslâm hükümdârları gibi dost ve düşmanlarına merhâmetli davranırdı. Asker ve kumandanlarına nasîhatlerinde savaşa iştirâk etmeyen ve savaşacak kudreti olmayan kadın, ihtiyar, çocuk ve din adamlarının mal ve can emniyetinin sağlanmasını emrederdi. Halkına adâletle muâmele eder, suçu sâbit olmayanı cezâlandırmazdı. İlmi ve ilme düşkünlüğü çok fazlaydı. Savaş esnâsında bile kitap yazar ve ilimle meşgul olurdu. Sa’deddîn Teftâzânî hazretlerinin Telvih adlı eserine yazdığı Tercîh-i Tavzîh adlı usul-i fıkha dâir hâşiyeyi, Kayseri Vâlisi Müeyyed’in isyânını bastırmak için savaşırken yazmıştı. İstanbul’da Râgıb Paşa Kütüphânesinde 831 numarada kayıtlı bir nüshası bulunan bu eserin bir nüshası da Millet Kütüphânesi Feyzullah Efendi kısmı 588 numaradadır.
Ulemâ ile sohbet etmekten büyük bir haz ve mutluluk duyardı. Pazartesi, Perşembe ve Cumâ günleri olmak üzere haftada üç gün ilmî sohbetler düzenlerdi. Bütün tebeasına karşı adâlet ve şefkat gösteren Kâdı Burhâneddîn; cesûr, cömert ve iyi huyluydu.
Kâdı Burhâneddîn Ahmed’in ölümü üzerine Sivas halkı, onun yerine Kayseri vâlisi olan oğlu Alâeddîn, o sırada yaklaşık on dört yaşındaydı. Karayölük Osman Bey, Sivas’ın kendisine teslimini istedi, fakat şehir halkı tarafından yardıma çağrılan Moğol kuvvetleri karşısında çekilmeye mecbur kaldı. Tîmûr Hanın Anadolu’ya gelme ihtimâli üzerine, devleti idâre edecek kuvvetli bir şahsiyet bulunamadığından, Sivaslılar şehri Osmanlı Sultânı Yıldırım Bâyezîd Hana teslim ettiler. Bâyezîd, oğlu Mehmed Çelebi’yi Sivas’a vâli tâyin etti. Alâeddîn Ali Bey ise eniştesi Dulkadiroğlu Nâsıreddîn Mehmed Beyin yanına gönderildi. Daha sonra Osmanlı Devleti içerisinde hizmet gören Kâdı Burhâneddîn Devleti tahtının bu tek ve son vârisi 1442 yılında öldü.
Kâdı Burhâneddîn Ahmed devletinin ömrü, kurucusunun hayâtı ile sınırlı kalmıştır. Merkeziyetçi bir idâre kurmak gâyesini güden Kâdı Burhâneddîn, devlet idâresinde eski âilelerin nüfûzlarını kırdı ve kendi emir ve arzusundan dışarı çıkmayacak kimseleri yüksek mevkilere tâyin etti. Devletin askerî ve mülkî bütün kuvvet ve selâhiyetlerini elinde topladı. Emri altında mükemmel bir hassa (kapıkulu) ordusu meydana getirdi. Savaşlarda bu hassa ordusundan başka, ıktalardan gelen asker ve göçebe (Türkmen-Moğol) ücretli askerlerinden faydalanırdı.
Hayâtı savaş içinde geçmekle berâber, Kâdı Burhâneddîn memlekette bir îmâr seferberliği de başlattı. Fethettiği şehirleri mescit, medrese, çeşme, zâviye, imâret, köprü vb. eserlerle süsledi. Turhal, Amasya, Tokat, Erzincan, Niksar ve Kırşehir hudut bölgelerinde yaptırdığı kaleler ile memleketinin güvenliğini ve yolların emniyetini sağladı. Ticâreti ve ticâret erbâbını himâye ederek ülkedeki iktisâdî hayâtı dâimâ canlı tuttu. Kayseri Şeyh Müeyyed Çeşmesi, Zile Medresesi, Turhal, Tokat ve Amasya kaleleri bu devletten günümüze kadar gelen başlıca eserlerdir.
Hanefi mezhebi fıkıh âlimlerinden. Adı, Hasan bin Mansûr Fergani, künyesi Ebü’l-Mefâhir ve Ebü’l-Mehâsin’dir. Özcend’de doğdu, doğum târihi bilinmemektedir. Kâdı Han lâkabı ile tanındı. 1196 (H.592) de vefât etti. İlmini, Zahîreddîn Ebû Hasan Ali bin Abdülazîz Merginânî’den öğrendi. Bu zâtın hocalarının silsilesi, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’ye kadar uzanır. Fıkıh ilmindeki diğer hocaları Cemâleddîn Ebû Hâmid Mahmûd Nusayrî, Şemsüleimme Muhammed Kerderî ve Necmüleimme gibi meşhur âlimlerdir.
Kâdı Hanın fetvâları çok kıymetlidir. Bu fetvâlar Fetâvâ-ı Kâdı Han adıyla meşhurdur. Sonra gelen âlimler ihtilaflı meselelerde onun tercih ettiği fetvâyı diğer fetvâlara üstün tutmuşlardır. Osmanlı Şeyhülislâmı İbn-i Kemâl Paşa, Kâdı Hanı meselelerde ictihâd sâhiplerinden saymıştır.
Eserleri:
1) Fetâvâ-yı Hâniyye: Fetvâların adıdır. Çok kıymetli olup, çeşitli târihlerde en son 1973’te Fetâva-ı Hindiyye’nin kenarında basılmıştır. 2) Vâkıât, 3) Emâli, 4) Kitâb-ül-Muhâdır, 5) Şerhu Ziyâdât, 6) Şerhu Câmi-üs-Sagîr, 7) Şerhu Edeb-il-Kâdî-lil-Hassâf, 8) Tergîb-ül-İbâd ilel Cihâd.
On birinci ve on ikinci yüzyıllarda yetişen fıkıh, tefsir ve hadis âlimi; velî. İsmi, İyâd bin Mûsâ es-Sebtî olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Kâdı İyâd diye meşhur olmuştur. Evliyânın ve Mâlikî mezhebi âlimlerinin büyüklerindendir. 1083 (H.476) senesinde Endülüs’te Sebte şehrinde doğdu. 1150 (H.544)de Merrâkeş’te vefât etti. Şehrin içinde bulunan Bâb-ı İlân denilen yerde defnedildi.
Küçük yaştan îtibâren Kurtuba’da ve diğer ilim merkezlerinde birçok âlimle görüşüp sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Ebû Ali el-Gassânî’den icâzet aldı. Fıkıh ilmini, Ebû Abdullah Muhammed bin Îsâ et-Temîmî’den öğrendi. İlim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet ettiği âlimlerin sayısı yüzden fazladır. Kendisinden de; Abdullah bin Muhammed el-Eşîrî, Ebû Câfer el-Gırnatî, Ebû Muhammed el-Hucrî ve başka birçok kimse ilim öğrendi.
Kâdı İyâd hazretleri, tefsir, hadis ve fıkıhtan başka; târih, neseb, nahiv, lügat ve diğer ilimlerde de derin âlim olup, aynı zamanda şâirdi. Çok kıymetli şiirleri vardır. Zamânında bulunan âlimlerin imâmı, önderiydi. Aklı, zekâsı, fehmi (anlayışı), dikkati fevkalâdeydi. Hadîs-i şerîfleri toplamakta, onları kaydetmekte gayret ve ihtimâmı çok fazla idi. Her hâliyle, âlimlerin makbûlü olan Kâdı İyâd haram ve şüphelilerden çok sakınır, hattâ şüpheli olmak korkusuyla mübâhların çoğunu terkederdi. Dünyâya hiç ehemmiyet ve kıymet vermez, devamlı ilim ve ibâdetle meşgul olurdu. Doğduğu şehir olan Sebte’de ve Gırnata’da uzun zaman kâdılık yaptığından Kâdı denmekle meşhur olmuştur. Dînî ve dünyevî bütün işlerinde çok sağlam, îtikâdı kuvvetli, her türlü bid’atten uzak, ilmiyle amel eden, ilim öğreten, sevilen, sayılan bir âlimdi.
Kâdı İyâd hazretleri birçok eser yazmıştır. En meşhur eseri, Şifâ-i Şerîf’tir. Bu eserin çeşitli şerh ve hâşiyeleri ile açıklamaları yapılmıştır.
Şifâ, dört kısım hâlinde tertib olunmuştur. Her kısım da kendi arasında bölümlere ayrılmıştır.
Birinci kısım: Peygamber efendimizin medhi, övülmesi hakkında olup, Allahü teâlânın, Peygamberimizi medh etmesini, Peygamberimizin her bakımdan bütün varlıklardan her zamanda üstün olduğunu, peygamberlik alâmetlerini ve mûcizelerini anlatan bölümlere ayrılır.
İkinci kısım: Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân, sünnetine uymak, O’na saygı, sevgi göstermek ve salâtü selâm getirmenin fazîleti gibi bölümlere ayrılır.
Üçüncü kısım: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında câiz olmayan ve câiz olan şeyler, din ve dünyâ işlerine âit hâller anlatılmaktadır.
Dördüncü kısım: Peygamber efendimize dil uzatan kimseler hakkında cezâî hükümler yer almaktadır. Kitap, genel olarak Peygamber efendimizi tanımayı ve O’na tâbi olmayı anlatır.
Ayrıca; Meşârik-ül-Envâr, Tertîb-ül-Medârik ve Takrîb-ül-Mesâlik, Şerhu Sahîh-i Müslim (Kitâb-ül-İkmâl), Et-Târih, İzhâr-ur-Riyâd fî Ahbâr-il-Kâdı İyâd, El-Günyetü eserlerinden bâzılarıdır.