KABİR

Alm. Grab (mal) (m), Gabstätte (f), Fr. Tombeau, sépulcre (m), İng. Tomb, grave. Mezar; ölenin toprağa gömüldüğü yer. Derin kazılmış çukur bir yerin adı. Kabir kelimesinin çoğulu “Kubûr”dur. Birçok kabrin bulunduğu yere “kabristan” veya “mezarlık” denir.

İnsanlık târihinde ilk ölen ve toprağa gömülen hazret-i Âdem’in oğullarından Hâbil’dir. Hâbil, kardeşi Kâbil tarafından öldürülmüştür. Bu ölüyü ne yapacağını bilemeyip şaşıran Kâbil, o esnâda bir kuşun ölü bir kuşu toprakla örterek gömdüğüne bakarak Hâbil’i gömmüştür (Bkz. Hâbil ve Kâbil). İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem vefât edince Allahü teâlânın emri üzere melekler yıkayıp kefenlediler. Namazını kılıp defnettikten sonra da; “Ey Âdemoğulları! Siz de ölülerinize böyle yapınız.” diyerek insanlara ölülerine yapılacak muâmeleyi öğrettiler. Daha sonraları gelen bütün peygamberler, ümmetlerine, ölülerini yıkayıp kefenlemelerini ve namazlarını kılarak uygun hazırlanmış kabirlere defnetmelerini emrettiler.

Zamanla hak dinden ayrılıp bozuk ve sapık yollar tutan kavimler, mâbetlerini putlarla doldurdukları gibi kabirleri de değiştirdiler. Mevki sâhibi ölülerinin kabirlerini âhiret hakkındaki bozuk ve uydurma inançlarına bağlı olarak yüksek piramitler, yığma tepeler yaparak, kayalara oyarak vs. düzenlediler. Bu kabirlerin içine ölünün yanısıra; hanımı, câriyesi, hizmetçisi, atı, silahları, zînet eşyâları, kap-kacak, yiyecek içecek gibi akıllarına ne gelirse koydular. Ölülerini de, bir insan ölüsüne gösterilmesi gereken hürmetten uzak şekillere sokarak gömdüler. Bu gün de dünyâdaki çeşitli milletler, ölülerine kendi inançlarına göre türlü kabirler hazırlamaktadır. Bunlar arasında ölülerini yırtıcı kuşlara yedirenler, yakanlar, suya atanlar, bir köpek leşiymiş gibi gömenlerin yanında her türlü dünyâ zîyneti ve eşyâsı ile birlikte gömenler de bulunmaktadır. Buda, Brehmen gibi sapık inanç sâhipleri ile hiçbir dîne inanmayan komünistler ölülerini toprağa gömmeyip yakmaktadırlar. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da bâzı sapıkların da ölülerini yakıp külünü bir kavanoza doldurdukları ve üstlerine ölenin kimliğini yazdıkları, sonra bu kavanozları raflara dizerek sergiledikleri görülmektedir.

Hıristiyanlar ve tek Allah inancına sâhib olan bütün ilâhî dinlerde mezarın baş kısmı, ölünün kabire konuş durumuna göre güney tarafa dönüktür. Bölge ve arâzinin durumuna göre kıbleye yöneltilme şartı vardır. Bu durum Hıristiyan ve Mûsevîlerde Kudüs’e, Müslümanlarda ise Kâbe-i muazzamaya doğrudur.

Hıristiyanlar ve Mûsevîler sâhib oldukları kendi batıl inançlarına göre, gösterişli, son derece süslü mermer kabirler yaparlar. Ölülerin baş taraflarına büyük ve süslü, put şeklinde haç yerleştirirler. Mûsevî ve Hıristiyanların kabirlerinin, âilenin mâlî ve kültürel durumları seviyesinde süslü, gösterişli olması geleneği bugün de hâlâ mevcuttur. Bütün kabirlerin toprak üstünde kalan bölümleri genellikle mermerle kaplanır. Mermer mezar taşları dikilir. Bu taşların üzerine ölünün doğum ve ölüm yılları ile ismi, yaptığı işleri, kazandığı başarıları, gördüğü vazîfeleri kitâbeler şeklinde yazılır. Ölünün bağlı olduğu dînin kutsal kitabından da bâzı cümleler ile büyük kabul ettikleri kişilerin sözlerinden de yazıldığı vâkidir. Buna, özellikle Hıristiyan geleneklerinde daha çok rastlanmaktadır.

İnsanı şerefli bir varlık kabul eden bütün ilâhî dinlerde, meyyitin (ölen kimsenin) büyük mezarlıklarda bir kabire defnedilmesi, gömülmesi emredilmiştir. İslâm dîninde meyyiti, kabir kazıp, kabrin içine defnetmek farz-ı kifâyedir. Yâni bu işi, hiç olmazsa en az bir Müslümanın yapması lâzımdır. Hattâ öyle ki, defin için lâzım olan Müslüman bulunmazsa, bunu haber alan her Müslümanın definde bulunması farz olur. İslâm dîninde ölünün yakılması, kesin olarak yasaktır.

İslâm dîninde kabrin derinliği, insanın göğsüne kadar olur. Adam boyunca olması daha iyidir. Kabir, su girmemesi, koku çıkmaması ve hayvanların açmaması için, derin olur. Uzunluğu meyyitin boyu kadar, genişliği, boyunun yarısı kadardır. Kabrin uzunluğuna istikâmeti, kıble ciheti ile dik açı yapacak şekilde olmalıdır.

Lahid yapmak sünnettir. Lahid; kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble yönüne ve kabir boyunca, içine meyyit sığacak kadar genişlik ve yükseklikte kazılan yerdir. Meyyit, lahid içine, sağ yanı üzere konur. Şak yapılmaz, yâni kabir kazıldıktan sonra ortasına çukur açıp, meyyit buraya konmaz. Toprak çürük, nemli ise, erkek meyyit lahdin veya doğruca kabrin içine tabut ile konabilir. Toprak kuru ve sağlam ise, erkeği tabut ile gömmemelidir. Meyyitin altına keçe, hasır gibi şeyler sermek de mekruhtur. Tabut ile gömülünce tabut içine biraz toprak konur. Kadınları, her zaman tabut ile gömmek daha iyidir. Toprağı kazmayıp, ölüyü yeryüzüne, binâ içine, mermerler içine koymak dînen uygun değildir. Zarûret olmadıkça, bir kabre iki kişi gömülmez. Başka mezar kazılamazsa, kemikler toplanıp, mezar içinde, toprakla örtülerek, başkası, toprağın öte yanına gömülebilir. Meyyit çürüyüp toprak olunca, bu mezara başkası defnolunabilir veya mezar üzerine tarla ev yapılabilir. Çünkü her meyyit için yeni kabir kazmaya imkân yoktur.

Bir Müslüman gömülürken kabre bir veya iki kişi girip, kıbleye dönüp, kabrin kıble tarafına ve kabre paralel olarak bırakılan meyyiti alıp, kabir içine veya lahid içine, yüzü kıbleye karşı korlar. Koyarken “Bismillah ve billahve alâ millet-i Resûlillah” derler. Ezân okumazlar. Meyyitin yüzü, lahdin içine doğru olup, arkasına toprak ve kerpiç konur.Sonra mezarın içi toprakla doldurulur. Ters konmuş meyyiti kıbleye çevirmek için mezar açmak uygun değildir. Çünkü mezarı açmak haramdır. Mezarda unutulan bir malı almak için açılabilir. Ölü mezara konunca kefenin uçları çözülür.

Lahdin kabir tarafı, kerpiç dizerek veya hasırla kapatılır. Burasını pişmiş tuğla ile,tahta ile kapatmak mekruhtur. Kerpiç bulunmazsa tahta ile de örtülebilir. Çivi, tuğla gibi fırınlanmış şeyler, zînet eşyâsıdır. Bunları kabrin içinde kullanmak mekruhtur. Kabrin üstünü, dışardan tuğla, ağaç ve mermerle örtmek caizdir. Resûlullah’ın mübârek lahdi, dokuz tâne kerpiç ile kapatılmıştır. Kadınlar kabre tabutsuz konurken, büyük bez ile perde tutulur. Kabri toprakla örtülür. Kabir bir karıştan yüksek olmamalıdır.

Din büyüklerinin kabirlerinin kaybolmaması, ziyâretçilerin bunlara lâzım olan edebi göstermeleri ve böylece mânevî istifâde temini için kabirlerini muhâfazaya almak ve türbe yapmakta dînimizde bir mahzur yoktur. Diğer ölülerin de kabirlerini hayvanların ve câhillerin ayakları altında kalmaması için gösteriş ve övünme olmayacak şekilde muhâfazaya almak uygun görülmüştür. Müslüman kabristanlarının düzenli, temiz olmaları ve çeşitli ağaç ve çiçekler dikilmesi, asırlardan beri süregelen bir husûsiyet olup çok sevaptır. İslâm dîni, insanın ölüsüne de, dirisine olduğu gibi saygı gösterilmesini emretmektedir. Müslümanların kabirlerine de saygılı olmak, üzerine basmamak, oturmamak ve çirkin şeyleri yapmamak lâzımdır.

Kabir hayâtı: Kabir hayâtı, akıl ile anlaşılabilecek bir şey değildir. Çünkü,âhiret hayâtına benzer. Aklın ise bu dünyâ işlerini anlayabilecek bir kapasitesi vardır. İslâmiyette kabir hayâtı hakkında özetle şunlar bildirilmektedir:

Kabir, âhiret âleminin başlangıcıdır. Ölümü her canlı tadacaktır. Ölüm, yok olmak değildir. Bir evden bir eve göç etmek gibidir. İnsanoğlunun ebedî (sonsuz) yaşamak arzusu, ancak âhirette gerçekleşecektir. Kur’ân-ı kerîm ’de Cennet veya Cehennem hayâtının sonsuz olacağı bildirilmektedir (Bkz. Cennet, Cehennem). Ölen her kişi kıyâmette, dünyâda yaptıklarından hesâba çekilip Cennete veya Cehenneme gönderilinceye kadar kabirde kalacaktır. Ölünün kabirdeki hâli îmânına ve ibâdetlerine göre olacaktır. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; “Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe veyâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurdular.

Kabir hayâtına inanmak, îmânın şartlarından biri olan âhirete inanmanın bir parçasıdır. Kabir hayâtı, gaybîdir. Yâni beş duygu organı ve akıl ile anlaşılamaz. Ancak nakil, doğru haber ile bilinir. Gaybe îmân etmek lâzımdır. Buna inanmamak kıyâmet günü olan ba’s, yâni mezardan kalkmaya inanmamaya yol açar. Çünkü ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmaktadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur.

Kabirde, hem rûha, hem de bedene nîmet ve azap vardır. Nîmetler ve azaplar, rûha ve cesede birlikte olacaktır. İnsan, diriyken, kabir azâbını veya nîmetini anlayamıyor ise de, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ile Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin önce gelenleri, yâni Eshâb-ı kirâmın hepsi ve bütün Ehl-i sünnet âlimleri kabir azâbı olacağını haber vermişlerdir. Bu hususta icmâ, yâni sözbirliği hâsıl olmuştur. İnsan, aklının kavrayamadığı şeyleri inkâr edemez. Çünkü birçok olayları ve eşyânın varlığını, aklı ermeden kabul etmektedir.

Peygamberler, şehitler ve evliyânın, mezarlarında, kabir hayâtı denilen, bilmediğimiz bir hayatla diri olduklarını Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler açıkça haber vermektedir. Âl-i İmrân sûresi 169. âyetinde meâlen; “Allah yolunda öldürülenleri (yâni şehitleri) ölü sanmayınız! Onlar, Rablerinin yanında diridirler. Rızıklandırılmaktadırlar.” buyruldu. Bu âyet-i kerîme, şehitlerin kabirlerinde diri olduklarını bildiriyor. Şehîdler, başka Müslümanlar gibidirler. Peygamberler, şehitlerden elbet daha üstündürler. Bütün Peygamberler, şehid olarak ölmüştür. Hadîs-i şerîflerde de: “Peygamberleri çürütmesini toprağa haram etmiştir.”, “Mîrac gecesinde, Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kabri yanından geçirildim. Mezarında, ayakta namaz kılıyordu.”, “Kendimi peygamberler arasında gördüm. Mûsâ (aleyhisselâm) ayakta namaz kılıyordu. Esmerdi, saçları dağınık ve sarkık değildi. Zât kabîlesinden bir yiğit gibiydi.” buyruldu. Bu hadîs-i şerîfler, peygamberlerin, Rableri yanında diri olduklarını gösteriyor.

Velîler de, Allahü teâlânın, kerâmet olarak ihsân etmesi ile işitir ve görürler (Bkz. Kerâmet). Allahü teâlâ sevdiği kulları için, âdetinin, kânunlarının dışında şeyler yaratır. Peygamberlerin, şehîdlerin ve velîlerin dışında kâfirlerin bile mezarda duyduklarını ve işittiklerini hadîs-i şerîfler bildirmektedir. Peygamber efendimiz; “Meyyit, ölü mezara konup, mezar başındakiler dağılırken, onların ayak seslerini işitir.” buyurdu.

Kabirde, meyyit kendini ziyârete gelenleri tanır. Bunun için kabirde bulunan meyyitlere selâm vermek sünnettir. Bir hadîs-i şerîfte: “Bir kimse din kardeşinin kabrini ziyârete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevap verir.” buyruldu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki; “Mezarda olanlara selâm vereceğiniz zaman, (Esselâmü aleyküm) deyiniz?” Bunun için “Esselâmü aleyküm! Yâ ehle dâril-kavmil mü’minîn” denir.

Kabristanda bulunan ölüler, birbirini ziyâret ederler ve buluşurlar. Bunu bildiren hadîs-i şerîflerde; “Ölülerinizin kefenlerini güzel (sünnete uygun) yapınız! Onlar, kabirlerinde birbirini ziyâret ederler, övünürler.” ve “Biriniz din kardeşinin cenâze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın!Çünküonlar, kabirleri içinde birbirlerini ziyâret ederler.” buyruldu.

Ölülerin, kabirlerinde birçok iş yaptıkları, Allahü teâlânın izni ile onlardan birçok şeyler görüldüğü, Resûlullah efendimiz tarafından bildirilmiştir. Vefât eden evliyânın ve şehitlerin, düşmanlarla yapılan harplerde Müslümanlara yardım ettiği çok görülmüştür.

Kabirde, ölüye azap yapıldığı hakkında, Kur’ân-ı kerîmde Mü’min sûresi 46. âyetinde meâlen; “Firavuna ve adamlarına her sabah ve akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir.” buyruldu. Hadîs-i şerîfte de: “Eğer gizli tutabilseydiniz, kabir azâbını, benim işittiğim gibi, size de işittirmesi için duâ ederdim.” buyruldu. Bir kimse, Resûlullah’ın yanında, “Topraktan birinin çıktığını gördüm. Bir adam buna sopa ile vurarak yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm.” dedi. Resûlullah efendimiz bunu işitince; “O gördüğün Ebû Cehil’dir. Kıyâmete kadar azab çeker.” buyurdu. Bu ve bunun gibi haberler, Peygamberler ve evliyâlar gibi, herkesin de kabirdekileri görebileceğini bildirmektedirler. Evliyânın görmesi hiç inkâr edilemez. Allahü teâlânın kudreti ile görmektedirler.

Kabir hayâtını ve oradaki nîmetleri ve azapları bildiren sağlam ve vesikalı haberler, İhlâs A.Ş. tarafından Türkçe olarak yayınlanan “Kur’ân-ı kerîmde Kıyâmet ve Âhiret” kitabının “Müslümana Nasîhat” bölümünde geniş olarak bildirilmektedir.

Kabir suâli: Ölü, kabire konulunca, bilinmeyen bir hayatla dirilecek, rahat veya azap görecektir. Nîmet ve azaptan önce, “Münker ve Nekir” adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezara gelip suâl soracaklarını hadîs-i şerîfler açıkça bildirmekdedir (Bkz. Münker ve Nekir), Kabir suâli, bâzı îmân bilgilerinden veya tamâmından olacaktır.

Meşhur olan kabir suâlleri şunlardır: Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâtta ve amelde mezhebin nedir? Bu suâllere îmânı doğru olan, Ehl-i sünnet îtikâdında olan müminler güzel, doğru cevaplar verecektir. (Bkz. Ehl-i Sünnet)

Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını insandan ve cinden başka her mahlukişitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennem’deki yerini görüp, mezardan mahşere kadar acı azaplar çeker. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: 

Kul öldüğü vakit, siyah renkli, yeşil gözlü iki melek kendisine gelir. (Suratlarına bakılamayacak kadar korkunç olduklarından) birine Nekir diğerine Münker denir. Ölüye:

“Bu peygamber hakkında ne dersin?” diye sorarlar. Şâyet mümin idiyse:

“O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür; “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” der. Onlar: “Senin böyle diyeceğini biliyorduk.” derler. Sonra mezarı enine boyuna yetmiş arşın genişletilir ve nûrlandırılır. Sonra kendisine: “Uyu.” denir. O; “Bırakın da gideyim durumu âile efrâdıma anlatayım.” der. Fakat kendisine müsâde edilmez. “En yakın adamının ancak kendisini uyandırabileceği bir güveyinin uykuya yatması gibi yat, uyu.” denir ve kıyâmete kadar yatar.

Şâyet münâfık ise, meleklerin sorularına; “İnsanlar bir şeyler derlerdi ve ben de söylerdim, fakat şimdi bilmiyorum.” der. Melekler; “Zâten biz senin böyle diyeceğini biliyorduk.” derler. Sonra mezârına; “Bunu sıkıştır.” denir. Mezar onu, kemikleri birbirine geçinceye kadar sıkar ve dirilinceye kadar kabrinde azâb çeker.”

Bu hâlleri, Resûlullah’ın ve Eshâbının yolunda bulunan Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliğiyle söylemişlerdir.

Yakılan, suya atılan veya başka bir şekilde muâmele edilen her ölü için de kabir hayâtı, suâli, azâbı veya rahatlığı vardır. Bunlar, sâdece bir kabir kazılıp içine konulan ölülere yapılır, böyle olmayanlara yapılmaz sanmamalıdır. Ölen insanların başlarına gelenler, Allahü teâlânın kudreti içindedir. Her ölü, öldükten sonra başa gelenlerden olan kabir hayâtını yaşar. Nitekim dünyâda da insanların aklının almadığı, güçlerinin yetmediği, hesaplarına uymayan birçok hâdise cereyan etmektedir. Anlaşılsın anlaşılmasın, bu dünyâda olup biten her şeye dünyâ hayâtı denilmektedir.

Kabir ziyâreti: Meyyit, kabrinde bilmediğimiz bir hayatla diridir. Müslümanların kabrini ziyâret etmek, Peygamberimizin de yaptığı ve Müslümanlara tavsiye ettiği mühim sünnetlerden biridir. Hadîs-i şerîfte; “Kabirleri ziyâret ediniz! Kabir ziyâreti, ölümü hatırlatır.” ve “Kabir ziyâretini size yasaklamıştım. Şimdiden sonra ziyâret edebilirsiniz. Böylece ibret alır, gafletten uyanırsınız.” buyruldu.

Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için, kabir ziyâret etmek ve peygamberlerin, sâlihlerin, velîlerin kabirlerinden bereketlenmek, dînimizde çok sevap verileceği bildirilen ibâdetlerdendir.

KABLO

Alm. Kabel (n), Fr. Câble (m), İng. Cable. Elektrik akımı iletiminde kullanılan üzeri yalıtkan bir madde ile kaplı mâdenî bir tel. Bir veya daha fazla iletken, yalıtıcı bir maddeyle kaplanmıştır. İletkenler bakır veya alüminyumdan bir tek tel veya daha ince tellerden örülmüş, örgü tel olabilir. Aynı miktarda akımı taşıyabilmesi için alüminyum kabloların bakıra nispeten 1/2 çap daha büyük olmasını gerektirir. Dolayısıyla yer problemi olan yerlerde bakır kablo kullanılır. Alüminyum esâsen fazla ağır olmayan havadaki hatlarda tercih edilir. Kabloların daha güçlü olması isteniyorsa, çelik örgülerle kuvvetlendirilir. Bunlar esas itibarıyla, ülke çapındaki yüksek gerilim hatları gibi havada yüksek geçen uzun hatlarda kullanılır. Kablodan istenilen güç, hem kendi ağırlığını hem de ilâve olarak, üzerinde donacak buzun veya yağacak karın ağırlığını taşımasıyla alâkalıdır. Ayrıca rüzgârın sebep olacağı gerilim bu kuvvetin tesbitinde muhakkak hesâba katılmalıdır.

Toprak altında kullanılan kablolar: Toprak altı kabloları kanal sistemiyle döşendiğinden dâima aşırı rutûbetle karşı karşıyadır. Genellikle kurşun muhafaza içinde olup, bunun içerisindeki ayrı olarak yalıtılmış iletkenlerin sayısına göre çok veya tek iletkenli olarak sınıflandırılırlar. Tek iletkenli kablolar, büyük çaplı kablo isteyen yüksek gerilim devrelerinde kullanılır. Bu durumda kanala birden fazla kablo döşenemez. Bu yüzden yekpâre tek iletkenli kablolar ayrı kanallara döşenir. Çok iletkenli kablolar nisbeten düşük voltajdaki elketrik enerjisinin dağıtımında kullanılır. Tek bir kanala yerleştirilebilirler. Mâliyetleri düşüktür. Fakat akım taşıma kapasiteleri sınırlıdır. Toprak altı kablolarında temel olarak 3 tip yalıtkan kullanılır: Lâstik, cilâlanmış patiska (varnished cambric) ve yağlı kâğıt (impregrated paper), 15.000 volta kadar enerji taşıyan kablolar lâstikle yalıtılır. Eğer kablo kimyâsal maddelerin veya yağların tesirlerine mâruzsa, genellikle lâstik yalıtkan üzerine neoprene gibi sentetik maddeyle kaplanır. Çok sıcak bölgelerde kullanım için kablolar asbestos veya yanmaz plâstik maddelerle korunur. Eğer kablonun aşınma veya içine su sızma ihtimâli varsa, kablo üzerine kurşun muhâfaza yerleştirilir.

Cilâlı patiskayla yalıtınca lâstik veya kâğıda nazaran daha fazla kat yapılır ve kablo bükülmez hâle gelir. Bu yüzden esas olarak santrallerde ve benzeri yardımcı ünitelerde kısa bağlantı kablolarını yalıtmada kullanılır. Cilâlı patiska 15.000 volta kadar varan gerilimde kullanılan her ebattaki kablo için tesirlidir.

Yağlı kâğıtla yalıtma, elektrik enerjisi kaybını azalttığı ve maliyeti düşük olduğu için tercih edilir. Böyle yalıtılmış kablolar 300.000 volta kadar kullanılır. Fakat 69.000 voltun üzerine aşıldığında, kablonun bulunduğu kanalın basıncı yağ veya nitrojen gazıyla arttırılır. Basınçtan maksat boşlukları veya kâğıdın birbirinden ayrıldığı yerleri ortadan kaldırmak ve boşluklarda gazın iyonlaşmasını önlemektir. Kabloyu yalıtırken boşluklara mâni olmak hem yalıtkanın kabloya sarımı hem de kablonun döşenmesi sırasında imkânsızdır. Kablodaki kıvrımlar, yalıtkan madde tabakalarının ayrılmasına sebep olur. Yüksek voltajda iyonlaşmayı önlemek için 3,5 kg/cm2’ye kadar varan basınç gereklidir. Cilâlı patiska ve yağlı kâğıtla yalıtılmış olan kablolar genellikle koruyucu bir kurşun tabaka ile örtülüdür. Aynı zamanda neme karşı kesin tedbir alınmış olur. Toprağın kimyâsal yapısıyla bağlantılı olarak elektroliz veya korozyon (paslanma) ihtimâli olduğundan kurşun plâstikle kaplanır. Sentetik maddeler de, yalıtıcı olarak kullanılmaktadır.

Hava kabloları: Kurşun kaplı kablolar, şartların toprak altına tesisini imkân vermediği kutup bölgelerinde havada taşınabilir.

Kablo, rehber kablo denilen, güçlü çelik kablonun desteklediği, çelik askılar üzerinde taşınır. Bu tip hava kablosu genellikle toprak altı döşemenin ekonomik olmadığı yerleşim bölgelerinde elektrik enerjisinin dağıtımı için kullanılır. Bakımı kolay, daha ekonomik olması dolayısıyla büyük fabrikalarda da kullanılmaktadır. Hava kablolarının yalıtılması, toprak altında kullanılan kablolardaki gibidir. Neme, çürütücü atmosfere ve mesela ağaç dallarının sebep olacağı aşınmaya karşı tedbir alınmalıdır.

Düşük voltaj kabloları: 600 voltu aşmayan yerlerde genel olarak 3 tip kablo kullanılır. Bunlar metalden başka maddelerle kaplı kablolar, metal kaplı kablolar ve mineralle yalıtılmış, metalik muhâfazalı kablolardır. Metalden başka maddeyle kaplı kablo her biri lastikle yalıtılmış iletkenlerden meydana gelir. Yağlı kâğıt tabakasıyla kaplanmış lâstik yalıtkanın etrafına kâğıt bant sarılır. Böyle yalıtılan iletkenler, neme ve ateşe dayanıklı bir bileşiğe doyurulmuş dış sargıyla sarılır. Bu tür kablolardan meşhur bir model de “Romex” olarak bilinmektedir.

Çelik sargılı kablolar: Her biri yağlı kâğıtla sarılmış lâstikle yalıtılmış iletkenlerden meydana gelir, iletkenleri bükülebilir. Çelik örgülü olan ve olmayan her iki tip kablonun duvar veya beton içine gömülmediği oldukça kurak yerlerde kullanılması uygundur.

Çelik örgülü kablo özellikle aşınmaya karşı dayanıklıdır. Mineralle yalıtılmış metal kaplı kablolar, kablonun gizlenmesi gereken, düşük voltajla işgören yerlerde kullanılır. Meselâ bir yerleşim yerinden garaja veya dışardaki lâmbalara giden toprak altı hatta kullanıldığı gibi. Bu tip kablo, çok iyi sıkıştırmak suretiyle doldurulmuş kapalı borular içindeki yalıtılmış iletkenlerden meydana gelir.

Koaksiyel (Coaxial) kablo: İki iletkenli elektrik kablosu genellikle yüksek frekanslı devrelerde kullanılır. İletkenlerden biri içi boş diğer iletkenin içine oturtulmuş olup, ikisinin arası sert plastikle, aralıklı olarak bırakılan boşluklarla veya basınçlı gazla yalıtılır. Dış iletken, bir noktada koruyucu olarak, metalik örgü veya bükülmez boru şeklinde olabilir. Koaksiyel kablolar polis araçlarında, taksilerde, hava araçlarının telsizlerinde, radarlarda, yayın istasyonlarında, kapalı devre televizyonda ve çok kanallı telefon devrelerinde kullanılır. Basit kablolardan farkı, yüksek frekansta daha iyi iletken olması ve kullanım kolaylığı sağlamasıdır. Dış iletken kablonun radyasyonuna engel olur ve devreyi dışarıdan gelecek etkilere karşı korur. Birçok sayıda koaksiyel kablo birleştirilerek bir hat hâlinde kullanılabilir.

KABOTAJ

Alm. Kabotage, Küstenschiffahrt (f), Fr. Cabotage (m), İng. Cabotage, Coasting trade. Belirli bir bölgedeki deniz ulaşımı. Kabotaj, bir devletin bir limanından alınan yük ve yolcuların, aynı devletin diğer bir limanına deniz yoluyla nakledilmesidir. Denizlerde ticâret serbestisigenel bir kâide olmakla birlikte, yurtiçi deniz nakliyâtı yapmak genellikle o ülkenin vatandaşlarına hasredilmiş bir haktır. Buna kabotaj hakkı denilmektedir. Türkiye’de, 1923 Lozan Antlaşmasının 28. maddesiyle kaldırılan (ilga edilen) kapütülasyonlar ve akdedilen ticâret sözleşmesi uyarınca “Ülkesinin kabotaj hakkı ile liman hizmetlerini (çekme, klavuzluk) kendi sancağına hasretmiş bulunmaktadır.” Söz konusu ticâret sözleşmesi ile elde edilen kabotaj hakkı, 815 sayılı Kabotaj Kânunu ile tesbit edilmiş ve bunun kânunun yürürlüğe girdiği 1.7.1926 târihinin yıldönümleri “Denizcilik Bayramı” kabul edilmiştir.

KABUKLULAR (Crustacea)

Alm. Krusten, Krebs-tiere, Krustazeen, Fr. Crustacés, İng. Crustaceans. Eklembacaklılar şûbesinin zengin bir sınıfı. 25.000 kadar türü bilinmektedir. Çoğu deniz ve tatlı sularda, az bir miktarı ise karaların nemli bölgelerinde yaşar. Hepsi kanatsızdır. Kabuklu dış iskeletleri, yarık ayak şekilli bacakları, iki çift antenleri ve solungaç solunumları karakteristiktir. (Böceklerde bir çift anten bulunur. Akrep ve örümcekler ise antensizdir. )

Vücutları baş, göğüs ve karın bölmelerinden meydana gelir. Bâzılarında baş ve göğüs kaynaşmıştır. Bunlara, başlıgöğüs (sefalotoraks) denir. Vücut, kitinden bir kabukla örtülüdür. Deri hücrelerinin salgısı olan bu kutikula, dış iskelet vazifesini görür. Bu kabuklar, vücudu dış etkilerden korur, kaslara tutunma yeri sağlar ve su kaybını önler. Büyümeye mâni olduğundan zaman zaman atılarak değiştirilir. Bâzılarında CaCO3 ve SiO2’in birikmesiyle direncini arttırır. Kabuk, vücudun her tarafında aynı kalınlıkta değildir. Oynak yerlerde incelerek hareketi kolaylaştırır.

Çoğu ayrı eşeyli, iri yapılıdır. Türlere göre bacak sayıları farklılık gösterir. Bâzı kabuklularda, göğüs bacaklarının dibine bağlı olan ve dışarı doğru sarkan solungaçları, kabuğun yanlarında bulunan birer odacık içinde yer alır. Bâzı türlerde ise, düzleşmiş karın bacakları solungaç görevini îfâ eder. Küçük türlerde ise hiç solungaç bulunmaz, bunlar vücutlarının bütün yüzeyiyle solunum yaparlar. Tesbih böcekleri, kütükler veya taşlar altında ve çürümüş bitkisel yiyecekler üstünde bulunur. Havanın oksijenini alabilen hassas solungaçlarının nemli kalması için rutûbetli yerlerde yaşamak zorundadırlar. Yengeç, karides, ıstakoz, su piresi (Daphnia), siklops (Cyclops), langust, balina biti ve tesbih böcekleri en iyi bilinen kabuklulardır.

KABURGA

Alm. Rippe (f), Fr.  ôte (f), İng. Rib. Göğüs kemiği ve omurlarla birleşerek göğüs kafesini yapan, sağ ve solda 12 tâne olmak üzere toplam 24 tâne olan yassı kemiklerin her biri. Göğsü çevreleyerek göğüs kafesinin paralel kemiklerini yaparlar.

Kaburgaların başları omurga sistemi ile eklem yapar. Kaburgalar birbirinin altında arada mesâfe bırakacak şekilde sıralanırlar. Gövdeleri ise öne doğru kıvrılıp, aşağı eğim yaparlar. Kaburgaların yönleri değişiktir, üsttekiler alttakilerden daha az eğimlidir. Dokuzuncu kaburgada eğim en fazladır, daha sonra azalır. Birden yedinciye kadar uzunlukları artar. On ikiye kadar azalır. Genişlikleri yukarıdan aşağıya gittikçe azalır. İlk iki ve son üç kaburganın yapıları özeldir. Diğerleri “tipik kaburgalar”olarak adlandırılır. Üstteki 7 çift, göğsün önünde kıkırdakla eklem yaparak göğüs kemiğine bağlanır (gerçek kaburgalar). 8, 9 ve 10. çiftler yalancı kaburgalar diye adlandırılır, 7. kaburganın kıkırdağı ile birleşirler. 11 ve 12. çiftler (yüzen kaburgalar) serbest olarak sallanırlar, göğüs kemiği ile bağlantı yapmazlar. Birinci çiftin haricinde cilt altından kaburgaların dış yüzleri hissedilebilir. Birinci çifti köprücük kemiği örter. Alt iç yüzlerindeki olukta bir sinir bulunur. Temiz kan damarı ve kirli kan damarı taşınır.

Ana görevleri: Akciğerleri, kalbi ve karaciğeri mekanik olarak korumak ve destek sağlamak, soluk alıp vermede diaframa yardımcı olmaktır. Ayrıca kaburgalar, omuz ve karın kasları için geniş bir taban meydana getirirler.

Soluk alırken kaburgalar yukarı kalkar. Bu hareket diaframın hareketi ile birlikte göğüs boşluğunun genişlemesine ve böylece akciğerlerin içine burundan hava dolmasına sebep olur. Göğsün genişlemesi; beyin sapındaki soluk alma merkezinin sinir yolları vâsıtasıyla kaburga kaslarına sinyal yollaması sonucu gerçekleşir. Bu kasların kasılması ile kaburgalar arasındaki mesâfe artar. Soluk almadan sonra diğer kaburga kasları kaburgaları tekrar bir araya çeker ve göğüs kafesini daraltıp soluk vermeyi sağlar.

Kaburga kemiklerinin ilikleri, vücudun kan yapma sisteminin önemli bir kısmını meydana getirir. Bu yüzden kaburga iliği, uzun kemik iliklerinin aksine kırmızıdır, sarı yağ dokusu azdır.

Hastalıkları: Kemiğin raşitizm, osteoporoz gibi sistemik hastalıkları, kaburgaları etkileyebilir. Göğüs kafesinin esnekliği yaşlılarda görülen müzmin bir akciğer hastalığı olan amfizem’de azalır. Bu hastalıkta kaburgalar öne doğru ilerler ve yuvarlak, sâbit bir fıçı göğsü meydana gelir. Göğüs ve karın cerrâhîsinde iç organlara daha rahat müdahale sağlamak için birkaç kaburganın bâzı parçaları çıkarılabilir.

Kaburgalar kırılmaya nisbeten dayanıklıdır. Çünkü eğitimi sâyesinde darbelere karşı koyabilir. Kırıklarının tedâvisinde, yatak istirahati ve kaburgayı tesbit edici bandajlar kullanılır. Nâdiren boyun veya karın bölgesinde fazla kaburga bulunabilir. Boyundaki bir fazla kaburga, kolun kan dolaşımını, sinir iletimini bozabilir.

Memelilerde kaburga sayısı genellikle karını da koruyacak şekilde 12’den fazladır. Yılanlar kaburgalarını sürünmek için kullanırlar.

KÂ’B-ÜL-AHBÂR

Tâbiînin tanınmışlarından. Yemen’de doğdu. Müslüman olmadan önce, Yahûdî âlimlerinin büyüklerindendi. Künyesi Ebû İshâk’tır. Resûlullah’ın zamânına yetişti. Ancak bu sırada Müslüman olma nîmetine kavuşamadı. Bir rivâyete göre, İslâmiyetle şereflenmek üzere Resûlullah’ın huzûruna çıkmak için hazırlanmıştı. Fakat Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin vefâtını ve bâzı Arapların irtidâdını, yâni dinden çıkışlarını duyunca geri döndü.

Hazret-i Ömer zamânında Müslüman olmuş ve onun hilâfeti sırasında Medîne-i münevvereye gelmiştir. Daha sonra Humus’a yerleşmiş ve hazret-i Osmân zamânında 652 (H.32) yılında vefât etmiştir. Vefâtı hakkında başka târihler de bildirilmiştir.

Kâ’b-ül-Ahbâr buyuruyor ki:

“Allahü teâlâ, mümin kulunu sevdiği zaman, Cennette onun derecesini yükseltmek için, dünyâyı ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyâda râhat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennemin aşağı derecelerine düşürür.”

“Dünyâdan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Lâkin kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.”

“Cehennemde dört köprü vardır: Birincisinde akrabâsı ile münâsebeti kesenler, ikincisinde üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınlık ve azgınlık yapanlar, dördüncüsünde zulmedenler oturur.”

“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmeye) dâvet edecekler, fakat kendileri zühdden uzak olacaklar; insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak; insanların makâm mevki sâhiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar; sözleriyle dünyâyı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşıp yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. İlimleriyle amel etmeyecekler, yakınlarını başkalarının yanında görseler, darılacaklardır. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir.”

“Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâma verilen sevaptan verir.”

KABZA

Alm. Grif (m), Heft (n) (bıçağın, kılıcın), Kolbenhals (m) (tüfeğin), Fr. Poignée (f), İng. Handle, butt. Tutulacak yer, sap. Ok atılan yayın tutulduğu yer. Eyer kabzası, eyerde oturulacak yerin ön kısmı; bir tüfeğin kabzası, askerin nişan almak üzere sağ eliyle kavradığı dipçik kısmıdır.

Kabza tutuşu okçulukta çok önemlidir. Yayın birçok tutulma şekilleri vardır. Parmakların ve avuç içinin büyük, küçük ve normal olmasına göre; yaz ve kış mevsimlerine göre kabza tutuşları değişir. Kabza tutuşunda yay ne kadar kuvvetli tutulur ve sallanmazsa, atışlar o kadar isâbetli olurdu.

Kabza almak: Kemankeş olmak istiyenlerin iyice bilgi edindikten sonra hocasından okçuluk müsâdesi alması hâlinde kullanılan bir tâbirdir.

Kemankeş (okçu) olmak isteyen kendine bir üstat seçer ve ondan okçuluğu öğrenirdi. Okçuluğa merâsimle başlanırdı. Kur’ân-ı kerîm okunur, salevâtlar getirilir, tirendazların hâtıraları anılırdı. Üstat sol eliyle tuttuğu yayı talebesine teslim eder, talebesi de öptükten sonra üstâdın târifi ile üç kere çekerdi. Okçuluğa âit mâlûmatı elde ettikten, attığını vurmak, okunu 900 defa kondurmak gücünü kazandıktan sonra kemankeşe üstâdı tarafından kabza verilirdi. Kabza almak merâsimle icrâ olunurdu. Bu törene “şeyh-ül-meydan” denilen tecrübeli bir kemankeş başkanlık ederdi. Kabza alacak olan tâlip ok meydanında kemankeşlerin huzurunda imtihan edilir, sonra kendisine törenle kabza verilerek kemankeş olduğu tasdik edilirdi.

Bir kılıcın kabzası, kılıç siperliğinin elle tutulan ve kavranan kısmıdır. Çok değişik biçim ve çeşitlerde kabzalar yapılmıştır: Mâdenden veya üzeri meşin kaplı ağaçtan, hayvan kabuğundan, boynuzdan vb.

KAÇARLAR

Türkistan, Âzerbaycan, İran ve Anadolu’da yaşayan Türkmen kabîlesi ve İran’da (1796-1925) târihlerinde iktidar olmuş hânedân. Kaçar adı, Türkçe kaçmak kelimesinden türetilmiştir.

Moğollar (1206-1320) devrinden beri Hazar Denizi kıyılarında otururlardı. İlhanlılardan Hülâgu Hanın (1256-1264), Alamut Bâtınîlerine ve Sûriye’ye karşı giriştiği seferlere katılan Kaçarlar; Irak, Sûriye veAnadolu’ya kadar yayıldılar. İlhanlı Devleti yıkıldığı zaman, Sûriye hudûduna yerleştiler. Tîmûr Han Sûriye’yi ele geçirince, onları esas vatanları olan Türkistan’a yolladı. On altıncı yüzyılın başında kurulan Safevî Devleti (1502-1732) kurucusu Şâh İsmâil’i (1502-1524) destekleyen Kaçarlar; bu devirde vezirlik, başkumandanlık, beylerbeylik dâhil devlet kademelerinde vazîfe aldılar. Safevîlerin yıkılmasıyla, 18. yüzyılda Afşarlar (1736-1749) ile mücâdele ettiler. Afşarlı Nâdir Şaha (1736-1747) düşmanca davranan Kaçarlar, Kuzey İran üzerinden Âzerbaycan’a yayıldılar. Kaçarlı Mehmed Ağanın Âzerbaycan vâliliği sırasında İran’daki hâkimiyetleri kuvvetlendi. Zendlere(1749-1796) karşı 1779’da Şiraz’da zafer kazanan Mehmed Ağa, İsfehan bölgesini alarak, şahlığını îlân etti. 1796’da Zendlerin hâkimiyetine son veren Mehmed Ağa, İran’ı bütünüyle zaptetti.

Böylece 1796’da kurulan Kaçar Devleti, Ruslarla mücâdele edip, 19. yüzyılda Avrupa devletleriyle diplomatik münâsebetler kurdu. Feth Ali Şah (1797-1834) devrinde Fransa ve İngiltere’ninn yanına çekilmek istenen İran’daki Kaçar Devleti, Çarlık Rusyasının Rint Okyanusuna inme politikasına karşı ordusunu kuvvetlendirerek, Avrupa’dan teknik eleman, silâh ve malzeme getirtti. Feth Ali Şah İran-Rus Harbi (1826-1828) sonunda imzâlanan Türkmençay Antlaşması ileİran, Kafkaslar havâlisindeki haklarını Rusya’ya vererek, Hazar Denizindeki Rus hâkimiyetini kabul etti. Muhammed Şâh (1834-1848) devrinde, Kuzey İran’da Acem asıllı Elbab Ali Muhammed’in talebesi İslâm düşmanı Behâullah’ın kurduğu“Behâîlik” ortaya çıktı. Behâîler Kaçarlı iktidârını tehdid edip, isyanlar çıkardı. Nâsireddîn Şah (1848-1896) Behâîleri kılıçtan geçirdi ise de bir fedâî tarafından öldürüldü. Doğu’nun fethedilmesi için Afganistan ve Herat’taki mücâdeleler, Hindistan’daki Gürganiyye Devleti (1526-1858)nin İngilizler tarafından yıkılmasına kadar devâm etti.

Rusya, İngiltere ve Fransa’nın İran bölgesindeki rekâbeti, Kaçarlar Devleti üzerinde Avrupa devletlerinin iktisâdî hâkimiyetini arttırdı. Muzaffereddîn Şâh (1896-1907) devrinde liberalizm ve meşrûtiyet verilmesini isteyenlerin hareketleri karşısında, 1 Ocak 1907’de Meclis-i Şûrâ-yi Millî açıldı. Muzaffereddîn Şahtan sonra tahta geçen Muhammed Ali Şah (1907-1909) Meşrûtiyet Anayasasını îlân etmesine rağmen, tatbik ettirmemesi üzerine, Âzerbaycan ve diğer eyâletlerde Kaçarlı Hânedânına karşı, silâhlı mücâdeleler ile isyânlar başladı. Muhammed Ali Şahın Rus ve İngiliz kontrolündeki iktidârına ihtilâlciler son verince, yerine oğlu Ahmed Şah (1909-1925) geçti. Birinci Dünyâ Harbinde tarafsız kalan Kaçarlar Hânedanının ülkesi, Ruslar ve İngilizler tarafından muhârebe alanı olarak kullanılıp, buradan Osmanlı Devletine saldırılar tertiplendi. Harp sonrasında İran’da mahallî isyânlar ve ayrılma taraftarı hareketler gelişti. Bolşevik Rus orduları Kuzey İran’a girdi. İngilizler Ahmed Şahı 1923’te Londra’ya götürünce yerine saltanat nâibi ve ordu başkumandanı Ali Rızâ Han vekâlet etti. 1924’te İran Millî Meclisini elde eden Ali Rızâ Han, 1925’te kanlı bir darbe yaparak Kaçarlar Hânedânına son verip, Pehlevî hükûmetini (1925-1979) kurdu. Pehlevî hükûmeti devrinde Kaçarlar Hânedânından ve kabîlesinden birçok devlet adamına vazîfe verildi.

Kaçarlar bugün Türkistan, Âzerbaycan ve kalabalık bir şekilde Esterâbat dâhil İran’da yaşamaktadır.

KAÇKAR DAĞI

Karadeniz bölgesinin en yüksek dağı. Artvin, Rize ve Erzurum illeri sınırlarının birleştiği noktadadır. En yüksek yeri 3932 m olup, Artvin il sınırları içindedir. Dağın yapısında volkanik ara tabakalı katmanlar vardır. Yüksek kesimlerinde 13 tâne buzyalağı gölü bulunur. Bu göllerin hepsi 2700 metreden daha yüksektir. En büyüğü Deniz Gölü olup, çapı 300 metredir.

Dağın en yüksek kesiminde, kuzeye doğru dil biçiminde uzanan üç kısa vâdi buzulu yer alır. En uzununun boyu 1,5 kilometreyi aşar ve Karadeniz kıyı dağları üzerindeki en büyük buzuludur.

Kaçkar Dağının 2000 metreye kadar olan kısmı; lâdin, kızılağaç, sarıçam ormanları ile kaplıdır. Daha yüksek kesimler ise çayırlıktır. 1200 m yükseklikte Ayder Kaplıcası yer alır. Kaplıca suları çeşitli hastalıklara iyi gelmekte olup konaklama tesisleri mevcuttur.

Dağın yüksek kesimlerindeki çayırlara yazın yaylacılık amacıyla çıkılır. Doğu ve güney yamaçlarından kaynaklanan sular, Çoruh Irmağının kollarını besler. Kuzey yamaçlarından çıkan sular ise Karadeniz’e dökülen Büyükdere’nin başlangıç kollarını meydana getirir.

KAÇMA HIZI

Bir parçanın, ana kütlenin çekim kuvvetinden kurtulabilmesi için gerekli olan minimum hız. Kaçma hızı, parabolik hız olarak da bilinir.

Dünyâ atmosferinin dağılmamasının sebebi, atmosfer içindeki gaz moleküllerinin ortalama hızlarının, dünyâ için gerekli olan kaçma hızından düşük olmasıdır. Bir roketin dünyâdan ayrılarak diğer bir gezegene gitmesi veya güneş etrafında bir yörüngeye oturabilmesi için fırlatılırken kaçma hızına ulaşması lâzımdır. “m” kütleli hareketli bir parçanın (gaz molekülü, roket) yarıçapı “r”, yüzeyindeki çekim kuvveti “g” olan bir ana kütleden, bu çekimi yenerek “h” yüksekliğine ulaşabilmesi için gerekli olan “v” kaçma hızını kinetik enerji formülünden hesaplamak mümkündür:

 Mv 2                  r                mgr 2

¾ ¾  =m   g( ¾ ¾ ) 2dh = ¾ ¾¾

                     rh               r+h

buradan :

 

v=   2 gr . r/h+r 

kaçma hızı formülüdür.

Dünyâ için r= 6,38.106 m, g= 9,8 m/s2 olduğundan uzaya fırlatılacak cisim için h=  kabul edilirse bunun yanında “r” ihmâl edilebilir bir büyüklük olmaktadır. Bu sebepten formülde ikinci kök içindeki oran yaklaşık olarak 1 alınabilmektedir.

Buradan kaçma hızı V= 11,2.103 m/s olarak hesaplanır. Güneş sistemindeki bâzı gezegenler için kaçma hızları:

Gezegen:

Kaçma Hızı (km/s):

Merkür   

  3,8

Venüs

10,4

Mars  

 5,1

Jüpiter    

61

Satürn      

36,7

Üranus    

22

Neptün    

24

Dünyâ

11,2