K

Türk alfabesinin on dördüncü harfi. Türkçede bu harfin işâret ettiği ses “ka” veya “ke” denilerek isimlendirilir. Bu durumda sesin ince ve kalın şekilleri vardır. Fonetik bakımdan kalın seslilerle birlikte art damak, ince seslilerle birlikte ön damaktan çıkarılan süreksiz ve sert bir sessiz harf olduğundan sesli-sessiz uyumunu gerektirir. Arap alfabesine dayalıGöktürk, Uygur ve Osmanlı alfabelerinde iki ayrı harf ve ses olarak “kaf” ve “kef”yerine bugünkü Türkçe’de “k” kullanılmakta olup, bu durum alfabemiz için bir eksikliktir.

“k” ince ve kalın şekliyle sekizinci yüzyıldan bu yana, Eski Türkçeden beri bütün Türk lehçelerinde kullanılmış bir sestir. Türkçe kelimelerin başında, ortasında ve sonunda bulunur. Birçok kelimede yüzyıllar boyunca hiç değişmeden gelmiştir. Ancak Anadolu ve Azerî lehçelerinde bâzı kelimelerde yumuşayarak “g”ye dönüşmüştür. Kök-gök, köl-göl, köz-göz, kemi-gemi, küve-güve gibi. Aynı ağızda Bu sesin “h” ya dönüştüğü de görülür. Kanı-hani, uyku-uyhu, yuku-yuhu, ayak-ayah, keklik-kehlih gibi. Gerçekte Eski Türkçe diye adlandırılan 8-11. yüzyıl Türkçesinde, kelimelerin başında “ga” ve “ge” sesleri yoktur. Bunlar daha sonra “ka” ve “ke” seslerinin “ga” ve “ge”ye dönüşmesi sebebi ile ortaya çıkmıştır.

Târih boyunca Fenike, Etrüks, Yunan ve Lâtin dillerinde de bulunan “k” sesi, bugün Avrupa dillerinde bâzı kelimelerde yer alırken bâzı kelimelerde de “c” ile temsil edilmeketidr.

Türkçe’de 1928’de yapılan harf inkılâbı ile Osmanlı alfabesi kaldırılıp Lâtin alfabesi getirilince, yeni alfabe düzenlenirken k harfi kabul edilmiştir.

Ayrıca k, matematikte sayı harfi olarak, 150 veya 250’yi temsil eder. Üzerine bir çizgi konulup (-k) şeklinde kullanılırsa 150 binin karşılığı olur. Mutlak ısı derecelerinden Kelvin, bu harf (°K) şeklinde kullanılarak ifâde edilir.

Küçük “k” aynı zamanda “kilo”nun sembolü olarak da kullanılır. Kimyâda ise (K), potasyumun sembolüdür.

K VİTAMİNİ

(Bkz. Vitaminler)

KÂ’B BİN ZÜHEYR

Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin şâirlerinden. Künyesi Ebü’l-Mudarreb’dir. Kasîde-i Bürde denilen meşhûr şiirin sâhibidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 645 (H.26) senesinde Şam’da vefât etti. Babası, şâir Züheyr bin Ebî Sülemî, annesi Kebşe binti Ammâr’dır. Kardeşi Büceyr de şâirdi.

Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr ile koyun güderdi. Büceyr’in, Resûlullah efendimizin huzûrunda Müslüman olduğunu haber alan Kâ’b bin Züheyr, Peygamberimiz hakkında uygunsuz bir takım şiirler söyledi. Peygamberimiz onun öldürülmesinin Müslümanlar için helâl olduğunu bildirdi. Bunun üzerine kardeşi durumu bildirip, İslâmiyeti anlattı ve Müslüman olmasını söyledi. Kısa zamanda yaptıklarına pişman olan Kâ’b bin Züheyr, Resûlullah’ın mescidine gelip, Resûlullah’ı metheden, öven ve “Bânet süâd (Sevgili uzaklaştı)” diye başlayan meşhur kasîdesini okuyup Müslüman oldu. Resûlullah bu şiiri beğenip çok memnun oldu. Onu affederek bürdesini (hırkasını) çıkardı ve omuzlarına koydu. Bu sebeple Kâ’b bin Züheyr’in kasîdesi, Kasîde-i Bürde ismi ile meşhur oldu. Bu kasîdenin birçok şerhleri (açıklamaları) vardır. Peygamber efendimizin hediye ettiği hırka, sırasıyle Emevîlere, onlardan Abbâsîlere, daha sonra da son temsilcileri tarafından Mısır’da Yavuz Sultan Selim Hana teslim edildi. Günümüze kadar korunan bu hırka, “Hırka-i Saâdet” ismiyle meşhur olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul’da Topkapı Müzesinde “Hırka-i Saâdet” odasında muhâfaza edilmektedir.

Kâ’b bin Züheyr’in Fransızca, İtalyanca ve diğer dillere çevrilen Kasîde-i Bürde’sinden başka diğer kasîdelerini ve şiirlerini içine alan bir de Dîvân’ı vardır. Dîvân’ı, Ebî Sa’îd Şükri tarafından Şerh-i Dîvân-ı Kâ’b ibni Züheyr adıyla şerhedilmiştir. Fuât Bostanî tarafından da dîvânı ve kendisi hakkında Kâ’b bin Züheyr adlı bir kitap yazılmıştır.

Kasîde-i Bürde’den bir kısmının tercümesi şöyledir:

“Yardımını umduğum dostlar bana; senden yüz çevirdim, seni tesellî edemem, dedi... Ben de onlara, çekilin yolumdan... Allahü teâlânın takdir ettiği her şey elbette olacaktır, dedim... Her ananın evlâdı bir gün mutlak tabut üzerinde taşınacak (ölecek)... Resûlullah’ın affetmesi en çok umulan şeydir..Özür beyân ederek Allah’ın Resûlünün huzûruna geldim... O’nun huzûrunda özür kabul edilir... Bana merhâmet et, beni affet (Yâ Resûlallah)... Şüphesiz ki Resûl (aleyhisselâm) nûr ve ışık saçan... Allah’ın keskin kılıçlarından yalın bir kılıçtır...”

KABAK (Cucurbita)

Alm. Küerbis  (m), Fr. Courge (f), İng. Gourd. Familyası: Kabakgiller (Cucurbitaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Memleketimizde kültür olarak yetiştirilir.

Bir yıllık, sürünücü otsu bir bitki. Gövdeleri tüylü sürünücü olup, silindir biçimindedir. Kökleri uzun ve iğ şeklindedir. Yapraklar tüylü, büyük, böbrek veya kalp şeklinde, beş parçalı, uzun saplıdır. Çiçekler tek eşeylidir. Erkek çiçekler sarımsı renkte büyük, dişi çiçekler daha küçüktür. Meyveleri çeşidine göre küremsi, silindir veya yumurtamsı şekillerde ve saplıdır. Meyve kabuğu ince veya kalın, yumuşak veya serttir. Meyveleri çok tohumludur.

Kabak, bir sıcak ve mutedil bölge bitkisidir. Şiddetli soğuk ve sıcakları sevmez. Kumlu, killi, derin ve havalı topraklarda yetişir. Tohumları ekilip çimlendikten sonra çapalamak, meyveler çıkmaya başladıktan sonra da sulamak gerekir. Şubat, mart ayında ekilenlerinden turfanda kabak elde edilir. Nisanda ekilenler ise yazın meyve verir.

Memleketimizde birçok kabak türü ve bunların varyeteleri ekilmektedir. Bilhassa sakız kabağı (Cucurbita pepo) ve kestane kabağı (C. maxima) veya helvacı kabağı önemli olup tıbbî olarak da kullanılmaktadır.

Sakız kabağı (C. pepo):Gövdeleri boyunca keskin çizgili, yaprakları beş sivri parçalıdır. Meyveleri silindir veya yumurtamsı olup, kalın ve sert kabukludur. Beyaz etli, makbul bir kabaktır. 20-30 cm kadar uzunluktadır.

Kestane kabağı-Helvacı kabağı (C. maxima): Gövdeleri silindir biçiminde, yaprakları böbrek şeklinde ve tüylüdür. Meyveleri basık küremsi, saplı, ince kabukludur. Pişirildiğinde kabukları yumuşar ve zar gibi soyulur. Kırmızı etli kısmında şekerli ve nişastalı maddeler vardır. Yemeği ve tatlısı yapılır.

Kullanıldığı yerler: Her iki türün tıbbî olarak kurutulmuş tohumları kullanılır. Tohumlarında sâbit yağ ve peporesin vardır. Tohumları (çekirdekleri) tenya ve kurt düşürücü olarak bilhassa çocuklarda kullanılmaktadır. Tohumlar dış kabuklarından ayrılarak dövülür, şekerle karıştırılarak verilebilir. Ortalama doz çocuklarda 40 gr büyüklerde takriben 100 gr’dır. Kabak çok besleyici özelliktedir C ve B1 vitamini ihtiva eder. Pişirilen etli kısmı yiyecekten başka çıban ve şiş yerlere lapa olarak da tatbik edilir.

Diğer kabak çeşitleri şunlardır:

Bal kabağı: Kestane kabağının bir cinsidir. Eti sarıdır.

Lif kabağı (Luffa cylindrica): Meyvelerinin iletim demetleri sık bir ağ teşkil eder. Bu şebeke, meyve soyulup kurutulduktan sonra, sünger gibi kullanılır.

Su kabağı (Lagerneria vulgaris): Meyvelerinin yarısı şişkin, yarısı dardır. Bu sebepten su kabı olarak veya ortadan boyuna kesilip kurutulduktan sonra maşrapa şeklinde kullanılmaktadır.

Dikenli kabak (Sechium edule): Vatanı Orta Amerika olan, memleketimizin güney bölgesinde yetiştirilen çok yıllık bir bitkidir. Meyveleri etli ve büyük bir armut şeklinde, beş dilimlidir. İçinde bir büyük tohum vardır. Meyveleri pişirildikten sonra sebze olarak yenir.

KABAKÇI MUSTAFA İSYÂNI

Osmanlı Sultânı Üçüncü Selim Hanın tahttan indirilerek yerine Dördüncü Mustafa Hanın geçirilmesiyle netîcelenen isyan. Kastamonulu olan Kabakçı Mustafa’nın Mayıs 1807’de, âsîlerin lideri seçilmesinden önceki hayâtı bilinmemektedir.

Kabakçı Mustafa isyânının sebepleri çok çeşitlidir. On sekizinci yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti içte ve dışta çeşitli düşmanlarla mücâdele ediyordu. 1789 Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa’da meydana gelen olaylar Osmanlı ülkesini etkilemedi. Hattâ Sultan Üçüncü Selim Han “Nizâm-ı Cedîd” adı ile askerî, mülkî, idârî, ticârî, içtimâî ve siyâsî bir dizi ıslâhât teşebbüslerine girişerek devlete yeni bir hayâtiyet ve canlılık getirdi. Bu durum Rusya, Fransa ve İngiltere’nin hoşuna gitmedi. 13 Aralık 1806’da çıkarılan Sırp isyânı, 1807’de Rusya’ya harp îlânı ve İngiliz donanmasının İskenderiye’yi işgâli, tamâmen Osmanlı Devletinin bu gelişme programını önlemeye yönelikti. Nitekim bu faaliyetler, içeride de Selim Hanın kurduğu modern Nizâm-ı Cedîd ordusunu istemeyen yeniçeriler ile menfaatperestleri veOsmanlı Devletinin yıkılmasını isteyen hâinleri harekete geçirdi. Akka mağlubiyetini bir türlü unutamayan Fransızların İstanbul Sefîri Sebastiani’nin teşvik ve Selânikli Sadâret Kaymakamı Köse Mûsâ’nın tahrikleriyle âsîler ayaklanmaya hazır hâle geldiler. Karadeniz Boğazı tabyalarındaki yeniçeriler ve yamaklar gizlice modern ve tâlimli yeni askerlere karşı kışkırtıldılar. Sadâret Kaymakamı Köse Mûsâ’nın telkinleriyle, yamaklar, Haseki Halil Ağayı parçaladılar. Bu hareket ile isyân başlatıldı. Büyükdere Çayırında toplanan âsîler, Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. İsyân genişledi. Beş yüz kadar âsî İstanbul’a yürüdü. Âsîleri Levend Çiftliğindeki bir tabur nizâmî asker durdurmaya kâfiyken, Köse Mûsâ Nizâm-ı Cedîd askerinin harekâtını durdurdu. Sultan Üçüncü Selim Han da, Müslüman kanı dökülmesini istemedi. Sultan Üçüncü Selim Hanın; “Bu işlere sebep, benim hilmimdir (yumuşak huylu olmamdır)!” demesi üzerine, Köse Mûsâ âsileri teskin edeceğini ifâde ederek Nizâm-ı Cedîd askerlerinin kaldırıldığı hakkındaki fermanı çıkarttı. Kararın hemen ardından Köse Mûsâ harekete geçti. Çardak ve Unkapanı İskelesine gelen âsîler, yeniçeriler ile birleşip, Nizâm-ı Cedîd taraftârı devlet adamlarını katlettiler. Daha sonra Pâdişâhı da istemiyoruz diye bağıran âsîler, 29 Mayıs 1807’de Sultan Üçüncü Selim Hanı tahttan indirip, yerine Sultan Dördüncü Mustafa Hanı geçirdiler. Bütün ilerlemeler durduruldu. Kabakçı Mustafa Turnacıbaşılık pâyesiyle Boğaz’a tâyin edildi. Hükûmet işlerinde nüfûz sâhibi oldu. Fakat bu çok kısa bir zaman sürdü. Temmuz 1808’de Boğaz’daki evinde öldürüldü.

KABAKULAK

Alm. Mumps, Ziegenpefer (m), Fr.  Oreillon (m), İng. Mumps. Tükrük bezleri ve sinir dokularına yerleşmeyi seven özel bir virüs tarafından çocuk ve erişkinlerde meydana getirilen bulaşıcı bir hastalık.

Kabakulak virüsünün yaptığı hastalık, 16-18 günlük bir kuluçka devresinden sonra ortaya çıkar. Hastalığa mâruz kalan şahısların yaklaşık % 30-40’ı herhangi bir hastalık belirtisi olmadan hastalığı geçirirler. Geri kalan şahıslarda değişen şiddetlerde hastalık kendisini gösterir.

Belirtileri:

Vak’aların çoğunda virus, tükrük bezlerini tutar. Hastalık ateş, titreme, kırıklık, kulağın önünde çiğnemeyle artan ağrı ve buradaki tükrük bezinde şişme ile başlar. Nisbeten sık görülen diğer belirtileri arasında, beyin iltihabı ve erişkin erkeklerde yumurtalık iltihabı yapması sayılabilir. Daha az sıklıkta pankreas ve tiroit bezlerini de tutabilir. Kabakulağın bu çeşitli belirtileri birlikte veya ayrı ayrı görülebilir.

Tükrük bezine âit belirtiler, hastalığın şiddetine bağlı olarak 1-6 günde geçer. Genellikle her iki yanaktaki tükrük bezlerini birden tutar ve daha ileri durumlara yol açmaz. Erişkin erkeklerde % 20-30 oranında yumurtalık iltihâbı (orşiepididimit, orşit) yapabilir. Yaygın kanâatin aksine bu durumun kısırlık ve iktidarsızlığa yol açması sık değildir. % 10 vak’ada menenjite (beyin zarı iltihâbı) sebep olur. Menenjit, ateş, baş ağrısı, kusma, ense sertliği ile kendini gösterir; genellikle 5-10 günde kendiliğinden iyileşir. Sağırlık çok nâdir olarak görülür.

Kabakulak, daha çok 5 ilâ 10 yaş grubunu tutar. Kabakulak enfeksiyonlarının % 85’i 15 yaşın altında geçirilir; hastalık diğer bütün yaşlarda da görülebilir. Her ikilim ve bölgede hastalığa yakalanabilinir.

Kabakulaklı bir hasta, belirtilerin başlamasından birkaç gün öncesinden, tükrük bezindeki şişlik geçene kadar olan sürede (yaklaşık 7-10 gün) hastalığı bulaştırabilir. Kabakulak virüsü tükrük ile atılarak bulaşmayı sağlar. Hastalığın yayılmasını önlemek zordur. Hastanın tecrit edilmesi ve karantina metodları bir derece etkilidir. Hastalık bir defa geçirildikten sonra ömür boyu bağışıklık sağlar.

Hastalıktan korunmada en etkili metod aşıdır. Bir yaşını tamamlamış ve kabakulak geçirmemiş herkes aşılanabilir. Aşı tek başına veya kızamık-kızamıkçık aşıları ile birlikte de yapılabilir. Hamilelere yapılmaz.

Tedâvi:

Kabakulak kendi kendisini sınırlayan bir hastalıktır. Destekleyici ve belirtilere yönelik tedâvi yapılır. Hastalar mutlak yatak istirahâtine alınır ve en az iki hafta diğer şahıslardan ayrı tutulmalıdır. Hastalığın başlangıcında gammaglobulin yapılırsa hafif geçmesi sağlanabilir. Antibiyotik verilmez. Şişmiş tükrük bezlerine sıcak tatbiki ve aspirin kullanma ağrıyı kontrol eder. Bu hastalar, ağrı sebebiyle katı gıdâlar alamazlar, sıvı gıdâlarla beslenmelidirler.

KABARTAY-BALKAR ÖZERK CUMHÛRİYETİ

Kafkasya’nın dağlık kesiminde Rusya Federasyonuna bağlı özerk Türk Cumhuriyeti. Kabartaylar 16. asırda Ruslarla ittifak yaparak Kabarda-Terek Kazak bölgesinin bir kısmını meydana getirdiler. Kendilerine Tavlı (dağlı) denen Balkarlar ise uzun süre Ruslara karşı koydular. 1921’de kurulan Kabartay Özerk Muhtâriyeti, bir sene sonra Balkariye ile birleştirildi ve Kabartay-Balkar Özerk Muhtâriyeti adını aldı. İkinci Dünyâ Harbi sırasında Balkarların Almanlarla işbirliği yaptığı ileri sürülerek 1943’te bölgeden sürüldüler. Balkariye’nin Yukarı Baksan Vâdisini içine alan bölümü Gürcistan Cumhûriyetine, geri kalan bölümü ise Kabartay Cumhûriyetine bırakıldı. Balkarların 1956’da geri dönmelerine izin verilince, bir sene sonra Kabartay-Balkar Özerk Cumhûriyeti kuruldu. Sovyetler Birliğinin 1991’de dağılması üzerine, Rusya Federasyonu içinde kaldı. Daha sonra Kabartay ve Balkarlar ayrılarak, kendi cumhûriyetlerini meydana getirmelerine rağmen hiçbir devlet tarafından tanınmadılar.

Bölge toprakları coğrafî bakımdan üçe ayrılır. Birinci bölge olan güneyde, birbirine paralel uzanan sıradağlardan meydana gelen ve cumhûriyetin güney sınırını çizen Büyük Kafkas Dağları uzanır. Bu dağ silsilesinin en yüksek noktaları Elbruz (5642 m), Dihtau (5203 m), Koştantau (5144 m), Djangitau’dur (5049 m). Bölgede akarsuların kaynağı olan birçok buzul vardır. İkinci bölge hemen buzulların altından başlar ve Alp tipi çayırlar ile ormanlardan meydana gelir. Üçüncü bölge kuzey ve kuzeybatıda yer alır ve düz Kabartay Ovasından meydana gelir. Ovayı Terek Irmağı sular.

Bölgede kara iklimi hakim olup, yüzey şekillerine göre bölgeden bölgeye değişir. Yıllık yağış miktarı dağlarda 750 mm, Kabartay Ovasında 500 mm’dir. Yazları genelde sıcak geçer. Ortalama sıcaklık kışın -49, yazın 22°C’dir. Dağların 500-700 m yükseklikteki kısımları yaprak döken, daha yukarıları iğne yapraklı ağaçlarla kaplıdır. İğne yapraklı ormanların bittiği yerde Alp tipi çayırlar başlar. Kabartay Ovasına sorguçotu stepleri hakim iken bu stepler temizlenerek tarıma müsait hale getirilmiştir.

Kabartay-Balkar Cumhûriyetinin yüzölçümü 12.500 km2 olup, nüfûsu 768.000’dir. Nüfûsun büyük kısmı şehirlerde yaşar. Köyler Kabartay Ovası ve büyük vâdilerde kurulmuştur. Başşehir 237.000 nüfuslu Nalçik’tir. Nüfûsun % 48.2’sini Kabartaylar, % 32’sini Ruslar, % 9.4’ünü Balkarlar, % 1.7’sini Ukraynalılar, % 8.7’sini diğer milletler meydana getirir. Çerkes boylarından olan Kabartaylar, Abhaz-Adige dil grubuna giren bir dili konuşurlar. Bölge halkının büyük bölümü Müslümandır. Çok az Hıristiyan vardır. Eğitim yaygın olarak yapılmakta olup, 243 ortaokul, 10 teknik lise, 2 üniversite bulunmaktadır.

Kabartay-Balkar ekonomisinin temeleni sanâyi meydana getirir. Başlıca sanâyi kuruluşları; kereste, mobilya, dokuma, giyim, ayakkabı, çimento, cam ürünleri, makina, petrol sondaj elemanları fabrikalarıdır. Zengin yer altı kaynaklarına sâhib olan bölgede molibden, tungsten çıkarılır. Malka Vâdisinde zengin altın, krom, nikel yatakları vardır. Bölgede sulamaya dayalı tarım yapılır. Karbartay Ovası tarım yapılan en önemli alandır. Başlıca tarım ürünleri çeşitli meyveler, ayçiçeği, mısır, buğday ve kenevirdir. Dağlık bölgelerde, koyun ve keçi beslenir. Kabartay atları çok meşhurdur. Dağ turizmi geliştiğinden ekonomik yönden önemli gelir kaynağıdır.

Rostov-Bakü demiryolu bölge topraklarından geçer. Karayolları vâdileri izler. Bütün çevresi ile karayolu bağlantısı vardır.

KABARTMA

Alm. Relief (-arbeit f) (n), getriebene Arbeit; Prägung, Fr. Haut-relief, bas-relief (m), İng. Relief. Üzeri işlenebilir malzemeleri şekillendirme. Kabartma, sanat kolları dahil endüstri, tarım ve günlük hayatta da kullanılır.

Mimarlıkta kil, alçı, taş gibi işlenebilir malzemelerin yüzeyinde, alçaklı, yüksekli şekiller meydana getirmektir. Kabartma, ışık alan ve almayan yönlerin belirme derecesine ve yüzey şekline göre, alçak, orta yüksek olarak çeşitlenir. Alçak kabartma, yüzeyden çok az ayrılan kabartmalardır. Madalyon, para vb. şeylerde görülen kabartmalar bu şekildedir. Yüksek kabartma, yüzeyden oldukça yükselen kabartmalardır. Şeklin hemen hemen yarısı denilebilecek derecede yüksektir. Rond-bos kabartmalar ise heykele yaklaşır şekildedir. Şekiller satıha alçak taraflarından yapıştırılmış gibidirler.

Kabartma olarak yapılmış süslemeler, mimârî yapılarda taşa, mermere işlendikleri gibi madenden ve ahşaptan yapılmış eşyalar üzerinde de görülürler. Şamdan, kapı tokmağı gibi madenî eşyalarda, kapı, pencere kanadı, rahle, dolap, çekmece gibi ahşap eşyalarda kabartma şeklinde yapılmış süslemelere çok rastlanır. Mimârî eserlerin dış veya iç cephelerinde yapının görülecek yerlerinde taş veya mermer üstüne kabartılarak yapılmış süslemeler vardır.

Büyük Selçuklu devri mimarları, ana malzeme olan tuğlayı süslemede kullanmalarının yanında, stüko üzerinde yaptıkları kabartmalardan da geniş ölçüde faydalanmışlardır. Arabesk süslemeler arasındaki kûfî yazıyla elde edilen kabartma süslemeler Selçuklu mimarisinin karekteristik özelliği olarak kabul edilir. Merv, Nişabur ve Kazvin’de bulunan Selçuklu eserleri, bu mimarînin kabartma süslemelerinin en güzel örnekleridir.

Anadolu Selçuklu mimarîsinde süs unsuru ön plânda yer alır. Binalar geniş süslemeye imkân verecek tarzda inşa edilmiş gibidir. Kapı, pencere, söve ve friz gibi unsurlar şerit, örgü, kabara ve palmet gibi kabartmalarla bezenmiştir. Taş işlemeciliğinin ilerlediği Anadolu Selçuklu mimarisinde özellikle portallerde rûmî denilen süsleme şekli kabartma olarak tatbik edilmiştir. Bu devre ait kabartma süslemeye en iyi örnekler, Divriği Ulu Câmi, Karatay Medresesi, Niğde Alaaddin Câmii Portali, Konya Sırçalı Medrese, Erzurum Çifte Minareli Medresede görülür.

Osmanlı sanatında taş işçiliği üç ana grupta toplanır: 1. Kabartma, 2. Şebeke, 3. Renkli taş. İlk devir Osmanlı mimarisinin taş süslemesinin önemli bir kısmını kabartmalar teşkil eder. Yuvarlak, sivri profilli veya düz yüzeyli olmak üzere çeşitli teknikler alçak kabartma olarak tatbik edilmiştir. İznik Yeşil Câmii taş süsleme sanatının en iyi örneklerine sâhiptir. Sütun ve pâye başlıkları ile kemer yastıklarında görülen lotus ve palmet motifleri düz satıhlı kabartma tekniğiyle yapılmıştır. Bursa Yıldırım Câmiinde ise kabartma klâsikleşmiş bir görüntü içindedir. Mukarnasın bol ve ince işçilikle kullanılması câmiye ayrı bir özellik kazandırmaktadır. Bursa Yeşil Câmii ise, klasik devirdeOsmanlı taş işçiliğinin varacağı en olgun seviyede süslemelere sahiptir. Edirne Üç Şerefeli Câmiinde de taşa işlenmiş kabartma yazının en girift istifli örneklerinden biri portalinde görülebilir.

Çok çeşitli zevklerin, işçiliğin ve motif bileşimlerinin ortaya konulduğu Osmanlı mimarî sanatı, on yedinci asırdan sonra klişeleşmiş ve rûmî grubu ile mukarnasın bol kullanıldığı eserler vermeye başlamıştır.

KÂBE

Yeryüzünde yapılan ilk mâbed, ibâdet yeri. Müslümanların kıblesi, namazda döndükleri cihet, taraf. Mekke-i mükerreme şehrinde Mescid-i Haram’ın ortasında dört köşeli taştan yapılmış bir odadır. Müminler hac ibâdetini yapmak için dünyânın her tarafından burayı ziyârete gelirler. Yeryüzünün en kıymetli yeri Kâbe’dir.

Kâbe, görünüşte dünyâdaki evlerden biridir. Hakikatte ise âhirettendir. Kâbe, dünyâ ve âhireti kendinde toplamıştır. Kâbe, Beytullah (Allahü teâlânın evi)tır. Rabbimizin üstün ve fazîletli kıldığı eşsiz yerdir. Kâbe’yi, yeryüzüne Âdem aleyhisselâmın inşâ ettiğini Muhammed el-Ezrâkî, Ahbâru Mekke adlı eserinde şöyle anlatmaktadır:

Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilmesi sebebiyle çok üzülüyor ve günlerini ağlamakla geçiriyordu. Onun üzüntüsüne melekler de ortak oluyorlardı. Bir defâsında Âdem aleyhisselâm secdedeyken; “Yâ Rabbî! Bana ne oldu ki, artık meleklerin seslerini, senin zâtını tesbih ve takdis etmelerini duyamıyorum. Onları göremiyorum.” diye arz edince, cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Ey Âdem! Senden sâdır olan zelle, meleklerin tesbihini işitmene mânidir. Ancak benim yeryüzünde bir beytim vardır. Sen onun temelini bulup üzerine bir beyt binâ et. Beni takdis ve beytin etrâfını tavâf et. Ey Âdem! O beyti Mekke’de kıldım. Evlâdından her kim beytime gelip, sâdece benim rızâmı isterse, bizzât beni ziyâret eden misâfirim gibidir. Bunları şânıma lâyık bir şekilde ağırlarım ve bütün ihtiyâçlarını gideririm!”

Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlânın bu emri ile Serendip Adasından Mekke’ye doğru yürümeye başladı. Bir melek kendisine yol gösteriyordu. Mekke-i mükerremenin bulunduğu yere gelince, Allahü teâlâ ona yardımcı melekler gönderdi. Melekler, Beyt-i Ma’mûr’un tam hizâsına gelecek şekilde yedi kat yere kadar varan bir temel kazdılar. Kazılan bu temele toprak seviyesine kadar otuz kişinin ancak kaldırabileceği büyüklükte taşlar yerleştirdiler. Sonra Allahü teâlâ melekler vâsıtasıyla bu temelin üzerine bir beyt indirdi. Bu beyt, Cennet yâkutlarından bir yâkut olup, parıl parıl parlıyordu. İndirilen bu beytin biri şark (doğu), diğeri garb (batı) olmak üzere iki kapısı vardı. Beytullah’ın içinde ayrıca nûrdan kandiller yakılmıştı. Kandillerin çanakları Cennetin külçe altınlarındandı ve etrâfında yıldız gibi parlayan beyaz yâkutlar diziliydi. Hacer-ül-Esved de bunlardan biriydi. Hacer-ül-Esved’in daha sonra günahkâr kimselerin el sürmesiyle karardığı rivâyet edilmiştir. Böylece Beyt-ül-Ma’mûr’un tam altına gelecek şekilde yeryüzünde de Beytullah, yâni Kâbe-i muazzama inşâ edilmiş oldu.

Bâzı rivâyetlere göre Cennetten gelen bu Beytullah (Kâbe-i muazzama) Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra tekrar göklere kaldırıldı. Âdem aleyhisselâmın evlatları önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir binâ yaptılar. Bu binâ, Nûh aleyhisselâm zamânındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi ve tûfanda yıkıldı.

Kâbe’nin tûfandan sonra İbrâhim aleyhisselâma kadar yeri belirsiz olup yalnız bulunduğu saha bilinmekteydi. Bu bölge kırmızı topraklı ve sel sularının yükselemeyeceği kadar tümsek bir tepe durumundaydı. Yeri kesin bilinmemekle berâber, insanlar Kâbe’nin o bölgede olduğunu biliyorlardı. Yeryüzünün çeşitli memleketlerinden zulme uğramış, kederli, sıkıntılı, dertli ve Allahü teâlâya sığınmak isteyen kimseler bu bölgeye gelip duâ ederler, maksatlarının hâsıl olduğunu görünce geri dönerlerdi. İbrâhim aleyhisselâmın, Beytullah’ı yeniden yapmasına kadar, bu bölgeye olan hürmet ve saygı devâm etti.

İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle Kâbe-i muazzamayı yapmak için Mekke’ye gitti. Oğlu İsmâil aleyhisselâmı ve Hacer vâlidemizi yıllar önce oraya bırakmıştı. Hazret-i İbrâhim, oğluİsmâil aleyhisselâm ile Zemzem Kuyusunun başında karşılaştılar. Senelerdir hiç görüşemeyen baba-oğul, sevinçle birbirlerine sarılıp hasret giderdiler. Zemzem kuyusunun başında oturdukları zaman İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! Allahü teâlâ, bana kendi zâtı için bir beyt yapmamı emrediyor. Sen de yardım eder misin?” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm da; “Elbette yardım ederim.” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Kâbe’yi nerede yapayım?” diye suâl etti. Cenâb-ı Hak; “Biz sana onun yerini göstereceğiz.”buyurdu. Bir rivâyete göre Kâbe’nin yerini Cebrâil aleyhisselâm gösterdi. Böylece İbrâhim aleyhisselâm, oğlu İsmâil ile birlikte temel kazmaya başladı. Âdem aleyhisselâm zamânında kazılan temeli buldular. Aynı temel üzerine, Kâbe’yi inşâ etmeye başladılar. Cebrâil aleyhisselâmın târifine göreİbrâhim aleyhisselâm, binâyıİsmâil aleyhisselâmın getirdiği taşlarla yapıyordu. Nihâyet Kâbe’nin duvarları yükseldi ve yukarıya taş yetişemez oldu. Bunun üzerine büyükçe bir taş getirdiler. İbrâhim aleyhisselâm bu taşa basarak duvarı örmeye devâm etti. Mübârek ayağının izi çıkan bu taşa Makâm-ı İbrâhim dendi. Kâbe’de tavâf namazı bu taşın bulunduğu yer olan Makâm-ı İbrâhim’de kılınır. Binânın yapımında, melekler, taş getirmede İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-Esved’e gelince İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâret olsun!” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Bundan daha iyi bir taş getir.” deyince, Ebû Kubeys Dağından; “Cebrâil aleyhisselâm tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!” diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-Esved taşı, Ebû Kubeys Dağından alınıp, Kâbe’deki yerine yerleştirildi.

Baba-oğul, Kâbe’yi yapıp bitirince, Bakara sûresi 127. âyet-i kerîmesinde meâlen bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Bizden bu hayırlı işi kabûl et! Muhakkak ki sen, duâmızı işitici, niyetimizi bilicisin.” diye niyâzda bulundular.

Kâbe-i muazzama, İbrâhim aleyhisselâmdan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşâ edilmiştir. Bu inşâların biri de, Resûlullah efendimize peygamberliği bildirilmeden önce olmuştur. Sevgili Peygamberimiz o zaman otuz beş yaşlarındaydılar. Yağmur ve seller Kâbe’nin duvarlarını iyice yıpratmıştı. Ayrıca çıkan bir yangın hasara sebeb olduğundan binâyı yeniden yapmak lâzımdı. Bunun üzerine Kureyş Kabîlesi, Kâbe’yi, İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı temele kadar yıkıp yeniden inşâ etmeye karar verdiler. Lüzûmlu malzeme ve parayı temin etmeye çalıştılar. Fakat toplananlar, ihtiyâca cevâb vermekten uzak olup, Kâbe’yi, İbrâhim aleyhisselâmın oturttuğu temel üzerinden yapacak miktarda değildi. Kendi aralarında istişâre ettiler. Kâbe’nin temelinin bir tarafını kısaltmak, topladıkları malzeme mikdârınca taştan bir binâ yapmak için karar aldılar. Hilâl şeklindeki Hatîm denilen küçük duvar ile, Kâbe arasını boş bırakıp, dört köşe, kuzey duvarını altı arşın bir karış (bir arşın = 68 cm) içerden başladılar. Diğer duvarları, eski temelin üzerine inşâ etmeye devâm ettiler. Bir sıra taş, bir sıra tahta ile duvarlar örülüyordu. İstemedikleri kimseleri içeri sokmamak için, sel sularını bahâne ederek Kâbe kapısını yer seviyesinden bir insan boyu yüksekten başladılar. Kâbe’nin içini, kapının eşiği seviyesine kadar toprakla doldurdular. Hacer-ül-Esved’in konulacağı yere kadar binâyı yükselttiler. Fakat Hacer-ül-Esved’i yerine yerleştirmek husûsunda ihtilâfa düştüler. Her kabîle bu şerefe kavuşmak istediğinden, aralarında büyük bir anlaşmazlık çıktı. Abdüddâroğulları; “Bu işi bizden başkası yaparsa kan dökeriz.” diyerek meydan okudular. Dört-beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle, neredeyse kan akıtılacaktı. Bu sırada Abdülmuttalib’in dayısı ve yaşlı bir zât olan Huzeyfe bin Mugîre; “Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakında hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın.” diyerek, Kâbe’ye açılan Benî Şeybe Kapısını gösterdi. Oradakiler bu teklifi kabul ettiler ve işin en nâzik ânında bu işi hâlledecek kimseyi beklemeye başladılar. Nihâyet kapıdan; doğruluğunu, üstün ahlâkını son derece takdir ettikleri ve El-Emin, yâni hep kendisine güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. Hep birden; “İşte El-Emîn! O’nun hükmüne râzıyız.” dediler. Durum, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma anlatılınca, bir örtü istedi. Onu yere sererek Hacer-ül-Esved’i örtünün üzerine koyup; “Her kabîleden bir kişi bir ucundan tutsun.” buyurdu. Taşı, konulacağı yere kadar kaldırttı. Sonra kendisi taşı kucaklayıp yerine koydu. Böylece çıkmak üzere olan büyük bir çarpışmanın önlendiğini gören kabîleler, bu hareketten memnun kaldılar.

Kapı yüksekliğini dört arşın bir karış yaparak binâyı tamamladılar ve tavanının düz yapılmasını tercih ettiler. Üzerine yağacak yağmurların akması için kuzey taraftaki duvara bir tâne de oluk (Altın Oluk) yaptılar. Binâ tamamlandığında ellerinde bir miktar malzeme arttı. Onunla da kuzey tarafta kalan, yapamadıkları temel üzerine yüksekliği az bir duvar yaptılar. Böylece Hatîm denilen hilâl şeklindeki duvar meydana geldi. Bu duvar ile kuzey duvarı arası Kâbe’ye âittir, yâni Kâbe’nin içidir. Onun için tavâf yapılırken Hatîm’in dışından dolaşılır. Hatîm’in içinde namaz kılmak pek kıymetlidir. İsmâil aleyhisselâmın kabr-i şerîfi de Hatîm’dedir.

683 (H. 64) senesinde Hüseyn bin Numeyr es-Sekûnî’nin Mekke kuşatması sırasında Kâbe tamâmen yandı. Bu zamanda Abdullah bin Zübeyr hazretleri, Hacer-ül-Esved’i gümüş bir bağ ile bağladı.

Abdullah bin Zübeyr Peygamber efendimizin hazret-i Âişe’ye buyurduğu; “Senin kavmin, Beytullah’ın binâsını kısalttılar. Maddî imkânları kâfî gelmedi de Hatîm tarafından birkaç arşın yer bıraktılar. Eğer senin kavminin zamânı küfre yakın olmasaydı, Kâbe’yi yıkar, bıraktıkları kısmı İbrâhim’in (aleyhisselâm) yaptığı ilk temel üzerine inşâ ederdim. Beytullah’a ayrıca, yer seviyesinden iki kapı da yapardım. Biri şark (doğu), diğeri garb (batı) kapısı olurdu. İnsanlar şark kapısından girer, garb kapısından çıkarlardı...” hadîs-i şerîfine uygun olarak Kâbe-i muazzamayı yeniden yaptırmaya başladı. BöyleceKâbe, İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı temel üzerine yapılmış oldu. Kapılar yer seviyesine indirildi. Hacer-ül-Esved’i yerine, Abdullah bin Zübeyr’in oğlu Ubbâd ile Cübeyr bin Şeybe yerleştirdi. Kâbe’ye, Mısır’da dokunan iyi cins bir kumaş ile örtü yapıldı.

Kâbe’nin bu hâli, Halîfe Abdülmelik bin Mervân’ın Mekke vâliliğine tâyin ettiği Haccâc bin Yûsuf zamânına kadar devâm etti. Haccâc, halîfeye mektup yazıp Kâbe’yi eskisi gibi yapmak istediğini bildirdi. Kabul edilince kuzey duvarını yıkıp, Hatîm’i dışarıda bıraktı. Garb kapısını kapattı. Şark kapısını yükseltti. Böylece Kâbe-i muazzama bugünkü hâle geldi.

Bundan sonra Kâbe artık tekrar yıkılıp yapılmadı. Ancak zaman zaman Osmanlı sultanları tâmîrât ve tezyinâtlar yaptılar. Meselâ 1612 senesinde Sultan Birinci Ahmed Han, seksen bin Osmanlı altını harcayarak tâmirât yaptırmış, bundan on sekiz sene sonra oğlu Dördüncü Murâd Han, pekçok altın sarfederek tâmir ve tezyinâtta bulunmuştur.

Kâbe-i muazzama, Mescid-i Harâm’ın ortasında, dört köşe taştan bir oda olup, 17 metre yüksekliktedir. Kuzey duvarı 8,8, güney duvarı 7, doğu duvarı 11,9 batı duvarı 12,8 metre uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-Esved taşı vardır. Hacer-ül-Esved’in yüksekliği, yere nazaran bir metreden fazladır. Taş, hacıların ellerini, yüzlerini sürmeleri ve öpmeleri sebebiyle çukurlaşmıştır. Kâbe’nin doğu duvarında bir kapı vardır. Kapı yerden 1,7 m yükseklikte olup, eni 1,7, boyu 2,7 metredir. Duvarlarının iç yüzü ve zemini renkli mermerlerle kaplıdır.

Kâbe’nin dört köşesine Rükn denir. Şam’a karşı olan köşeye Rükn-i Şâmî, Bağdat’a karşı olana Rükn-i Irakî, Yemen tarafında olana Rükn-i Yemânî, dördüncü köşeye de Rükn-i Hacer-ül-Esved denir. Rükn-i Irakî hizâsında; yedisi mermer, diğer basamakları ağaçtan 27 basamaklı, minâre merdiveni gibi yuvarlak olan merdiveni, Osmanlı sultanlarından İkinci Mustafa Han yenilemiştir. Kapının sağ tarafında çukur ve tavana kadar yükselen üç direk bulunmaktadır. Kâbe’nin dış yüzü ipekten siyah bir perde ile örtülüdür. Kapının perdesi yeşil atlastır.

Zemzem Kuyusu, Mescid-i Harâm içinde, hacer-ül-Esved köşesi karşısında ve köşeden 8 m uzakta bir odada olup, 1.8 m yüksekliğinde taştan yapılmış bir bileziği vardır. Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın yaptırdığı bu odanın zemini mermer döşeli ve duvarlara doğru meyillidir.

Dünyâda Mekke-i mükerremede bulunan Kâbe’den başka ikinci bir Kâbe yoktur ve burası yeryüzünün en kıymetli yeridir.

Kâbe’yi tavâf etmenin fazîleti hakkında sevgili Peygamberimizin pekçok hadîs-i şerîfi vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

Kim Beytullah’ı tavâf ederse, Allahü teâlâ, bunun her adımına bir sevâb yazıp, bir günâhını siler.

Bu beyt, İslâmın direğidir. Kim bu beyti ziyâret etmek maksadıyla hac veya umre yapmaya çıkarsa, (bu yolda) öldüğü takdirde, Allahü teâlâ onu Cennetine koymayı, sağ kaldığı takdirde ganîmet ve mükâfâtla memleketine döndürmeyi taahhüd eder.

KABIZLIK

Alm. Verstopfung. Konstipation (f), Fr. Constipation (f), İng. Constipation. Barsak hareketlerinin seyrek veya yetersiz olmasıyla ortaya çıkan bir durum. Dışkılama sayısı kişiler arasında farklılık gösterir. Kabızlık hâlinde dışkılama sayısı azalır; dışkı, sert ve düzensiz şekillidir. Sıklıkla karın ağrısı, aşırı gazlanma görülür. Hasta, dışkılama hissi olmasına rağmen, boşalamaz ve sıkıntı duyar.

Kabızlığın farklı sebepleri olmakla birlikte, büyük bir kısmı şahsın tuvalet alışkanlığı, şahsiyeti, psikolojik durumuyla ilgilidir. Titiz ve her şeyin en iyisini yapmaya büyük gayret gösteren şahıslarda daha sık görülür. Üzüntü, heyecan gibi hâllerde ortaya çıkabilir.

Şahsın beslenme alışkanlığı da kabızlık yapabilir. Posasız gıdâlarla beslenme buna bir sebep teşkil eder. Ayrıca yetersiz su ve mâyi alınması kabızlığın en mühim sebeplerindendir. Yine hareketsizlik, dışkılama isteğini baskılamada zemin olabilir.

Tiroit bezinin yeterli çalışmadığı, kanın kalsiyum seviyesinin yüksek olduğu hâllerde, depresyon gibi bâzı psikiyatrik durumlarda, basur hastalığında kabızlık görülebilir. Bunların dışında kabızlık ve buruntuya sebep olan kalın barsak kanseri de sebepler arasında düşünülmelidir. Dışkının kanlı olması, kalın barsak kanserinin lehinedir. ancak çok zor dışkılama sırasında, bâsur gibi hastalıklarda da dışkıda kanın görülebileceği unutulmamalıdır. Bâsurdaki kanama, dışkılamanın sonunda tâze kırmızıdır. Kanserdeki kanama, dışkıyla tamâmen karışıktır ve sonra gelmez, daha da koyu renktedir.

Kabızlığın tedâvisi için sebebinin tam olarak anlaşılması gerekir. Yukarıda belirtilen bâzı hastalıkların tedâvisi, belirtileri arasında olan kabızlığı da ortadan kaldıracaktır. Bunun yanı sıra kabızlık çeken şahıslara posalı yiyecekler ve yeterli mâyi alınması, düzenli beslenme, her gün aynı saatte ve düzenli tuvalete gitme, tuvalette belli bir süre bekleme, beden hareketleri, özellikle karın kaslarının çalıştırılması tavsiye edilir.

Bunlarla birlikte dışkıyı yumuşatıcı (laksatifler) ve sâkinleştirici ilâçlar kullanılır. Bâzı durumlarda lavman da yapılabilir. Her yemekte en az 1-2 bardak su içmelidir. Kabız olanlar, bilhassa spastik kabızlık olup da laksatif ilâç almak durumunda olurlarsa kaydırıcı olanları tercih etmelidir (parafin liquid, lactulose, granocol, normacol gibi). Sabah aç karnına ve yatarken bir su bardağı ılık bal şerbeti içilmesi kabızlığa iyi gelir.

Kabızlığa karşı tavsiye edilebilecek basit bir yiyecek de un kepeğidir. Hergün birkaç kaşık un kepeği yemek kabızlığı önleyecektir. Hiç değilse ekmek yerken beyaz ekmekten kaçınıp kepek ekmeği, çavdar ekmeği gibi posa bırakan ekmekleri tercih etmelidir.

KÂBİL

(Bkz. Hâbil-Kâbil)

KABİNE

(Bkz. Bakanlar Kurulu)