JENERATÖR
Alm. Stromerzeuger; Generator (m), Fr. Génératrice (f), générateur (m), İng. Generator. Herhangi bir enerji türünü elektrik enerjisine çeviren makina. Bu cihazlara, mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çeviren makinalar, kimyâsal enerjiyi elektrik enerjisine çeviren bataryalar, ışık enerjisini elektriğe dönüştüren fotoelektrik hücreleri, ısı enerjisini elektrik enerjisine çeviren termoelektrik jeneratörler dâhildir. Dinamo denilen elektromanyetik jeneratörde bir bobin, manyetik alan içinde endüksiyon çizgilerini kesecek şekilde hareket ettirilir. Elektrostatik jeneratörde (Van de Graaf jeneratörü, Wimshurst makinası) mekanik enerji, elektrostatik endüksiyon veya sürtünme ile üretilen eşit ve zıt elektrikî yüklere bölünerek sarf edilir.
Jeneratörler, en küçük tesisten en büyüklerine kadar değişik büyüklük ve kapasitelerde îmâl edilir. Alternatif yâni dalgalı akım üretenlerine alternatör, doğru akım üretenlere de, doğru akım jeneratörleri veya dinamo denir. Sonuçta elde edilen ister AC (alternatif akım) olsun ister DC (doğru akım) olsun elektrik enerjisinin kaynağı aynıdır. Sadece makinanın taslağı değişiktir. Bir jeneratörü çalıştırmak için gerekli mekanik enerji, su türbini, buhar türbini, içten yanmalı motor veya gaz türbini gibi ilk hareketi veren âletlerle sağlanır. Mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çeviren iki tip ana makina vardır: Alternatif akım AC jeneratörleri ve doğru akım DC jeneratörleri. Elektrik enerjisinin çoğu günümüzde AC jeneratörleri ile üretilir ve bu âletlere Alternatör adı verilir. AC, İngilizce Alternatif Current (Alternatif Akım) kelimelerinin baş harfleri; DC ise Dieckt Current (Doğru Akım) kelimelerinin baş harfleri alınarak kullanılmaktadır. Alternatörler, senkron jeneratörler de denilen makinalar, hemen hemen bütün buharlı ve su enerjisi ile güç elde eden santrallerde esas jeneratörlerdir. Çünkü transformatörler alternatif voltajı kolaylıkla yükseltir ve alçaltır. Elektrik enerjisinin, uzak mesâfelere nakli için yüksek voltaj, dağıtım ve kullanım için düşük voltaj uygundur.
1880’de Thomas Edison ve Joseph Swarm elektrik ampulünü bulunca, jeneratörlere ve güç kaynaklarına büyük ihtiyaç duyuldu. Edison şirketi 1882’de New York’ta, Londra’da ve Milan’da elektrik enerisini aydınlatmada kullanmak için DC üreten merkezler kurdu. Bundan az sonra DC ve AC akımlarının kullanılması hakkında bir tartışma başladı. 1890 başlarına kadar olan transformatörlerdeki ve jeneratör sistemlerindeki gelişmeler sonucunda Amerikalı Nikola Teola AC’nin elektrikî güç naklindeki kullanım avantajlarını ispat etti. AC jeneratörlerini kullanan ilk büyük hidroelektrik santrali Niagara şelâlesinde 1895’te açıldı.
Çalışma prensibi:Elektrik jeneratörlerinin çoğunun çalışma teorisi Faraday kânununa dayanır. Bir tel bobini çevreleyen magnetik akım çizgi sayısı (maxwell) değiştirildiğinde, bobinde manyetik akıya göre değişen sarım sayısıyla orantılı bir elektromotor kuvveti hâsıl olur. Âni voltaj değeri E = -n (df)/dt)10-8 volttur. Burada n sarım sayısı, f maxvell olarak manyetik akı ve t saniye cinsinden zamandır. Eksi işâreti, indüklenen voltajın, kendisini hâsıl eden kuvvete zıt olduğunu belirtir. Jeneratörün bir parçası diğerine göre mekanik olarak hareket ettirildiğinde jeneratör sargılarında voltaj indüklenir, böylece armatür sargıları adı verilen bobin çevresinde manyetik akı meydana gelir. Manyetik akı sürekli mıknatısın, DC alan sargısından veya AC kaynağından elde edilebilir.
Yapısı: Uygulamada, kalıcı manyetik alanlar sâdece küçük jeneratörlerde kullanılır. İndüksiyon jeneratörleri hâriç, büyük jeneratörler DC alan sargılarıyla teçhiz edilmiştir. Alan sargıları çoğu DC jeneratörlerinin statorüne, AC jeneratörlerinde alan sargıları normal olarak rotoruna sarılmıştır. Alan sargıları sâdece alçak voltaj ve güce dinamodan elektrik cereyanı nakleden iki tele ihtiyaç gösterir. Bunlar dönme kuvvetlerine karşı kolaylıkla izole (tecrit) edilirler.
Akı değişmesine tâbi olmayan manyetik devrenin herhangi bir kısmı katı çelikten olabilir. Buna DC makinalarının alan kutupları ve bâzı AC jeneratörlerinin bütün döner alan yapısının kısımları dâhildir. Küçük hava boşluğu olan makinalarda kutuplar, akıları esâsen sâbit olmasına rağmen, ekseriya haddeden geçirilerek safihat haline konmuş çeliktendir. Safihat haline getirme, frekans titreşimlerinden hâsıl olan kutup yüzü kayıplarını minimuma (en aza) indirmeye yardım eder. Çekirdek kaybını azaltmak için armatür çekirdeği dâima ince çelik yapraklardan teşkil edilir.
Jeneratörlerin özel tipleri:Beşgen kutuplu jeneratörler (Homopolar Generator: HPG): Bu doğrudan doğruya, doğru akım üreten tek makinadır. Bütün diğer tür DC jeneratörleri armatür sargılarında AC üretir ve sonra komütatör vâsıtasıyla AC’yi DC’ye dönüştürür. HPG armatür sargılarına veya komütatöre sâhip değildir. Bu fark bu jeneratörün çok sağlam bir makina olmasına sebep olur. HPG ilk elektromekanik jeneratör olmasına rağmen, sonuncu olarak uygulama sahasına girmiştir.
Manyeto Hidrodinamik Jeneratör: Bu jeneratör esas îtibâriyle, yüksek bir hızla fışkırtılan elektrikî bakımından iletken gazdan (iyonize gaz), iki elektrottan ve manyetik alan hâsıl eden alan sargılarından ibârettir. Bu jeneratörler henüz çok etkin değildir. Çünkü gazı yeteri derecede iletken hale getirmek için yüksek bir sıcaklık veya büyük miktarda potasyum gereklidir.
Yüksek frekans jeneratörleri: Elektrik cihazının minimum ağırlığı ve ebatı önemli olduğunda, 60 Hertzden yüksek frekanslar özellikle kullanışlıdır. Meselâ 400 Hertz, güç kaynağı yaygın olarak uçakta kullanılmaktadır.
İngiliz hekim. 17 Mayıs 1749 da İngiltere’nin Gloucestershire, Berkeley şehrinde doğdu. Küçük yaşta babasını kaybetti. Babası gibi papaz olan ağabeyi tarafından büyütüldü. İlkokulu bitirdikten sonra bir cerrahın yanında çırak olarak çalıştı. Çıraklık eğitimini tamamladıktan sonra Londra’ya giderek St. George Hastahânesinde çalışan John Hunter’in asistanı oldu. Biyoloji eğitimi ve deneylerine ek olarak cerrahi alanında da yetişti. Londra’da iki yıl kaldıktan sonra 1773’te taşra hekimliği yapmak üzere Berkeley’e döndü.
Müslüman-Türkler tarafından eskiden beri bilinen, tedâvi yolları ve aşısı uygulanan “çiçek hastalığı” konusunda incelemeler yaptı. İnekten insana geçen ve nisbeten zararsız olan inek çiçeğini geçirenlerin, sonradan yeniden hastalıkla karşılaşsalar bile çiçek hastalığına yakalanmadıklarına dikkat etti. Hastalığın bu özelliğini düşünerek, ineklerde görülen çiçek hastalığının yalnız çiçeğe karşı koruma sağlamakla kalmayıp belli bir korunma mekanizması olarak kişiden kişiye aktarılabileceği neticesine vardı. 1796 da Sarah Nelmes adlı genç bir sütçü kızın parmaklarında yaptığı çiçek aşısı denemesinin sonuçlarını yazdığı bir makaleyle Royal Society’ye gönderdi. Fakat makalesi reddedildi. Bunun üzerine 1798’de, Müslüman-Türklerde çiçek hastalığı ve tedâvi usûlleriyle ilgili olarak uzun zamandır uygulanan bilgileri derledi. Kendi buluşu gibi göstererek İnek Çiçeği Olarak Bilinen Hastalığın Sebepleri ve Etkileri Üzerine Bir İnceleme adlı kitabı yayınladı. Jenner’in çalışmaları üzerine “çiçek aşısı” uygulaması Avrupa’ya ve Amerika’ya yayıldı. Böylece kısa zamanda meşhur olan Jenner bâzı ödüller aldı. Karısının 1815’te veremden ölmesinden sonra toplumdan uzak ve yalnız kaldı. 26 Ocak 1823’te Berkeley’de öldü.
Edward Jenner Batılılar tarafından haksız olarak çiçek aşısını bulan hekim olarak anlatılmaya çalışılıyorsa da gerçekte “çiçek aşısı”nı bulanlar Müslüman-Türklerdir. Jenner henüz doğmamışken 1717’de Türkiye’de bulunan İngiliz elçisi Lord Montague’nin eşi Lady Mary W. Montague İstanbul’da çocuklarını çiçek hastalığına karşı aşılatmış ve bu tekniği İngiltere’ye yazmıştı. Madam Mentague Edirne’den Nisan 1717 târihinde Madam S.C’ye yazdığı uzun bir mektubun sonunda şunları bildirmişti:
“Kimsenin aşıdan öldüğü görülmemiş. Bu uygulamanın iyiliğine ben de o derece inanıyorum ki sevgili yavruma yaptırmaya karar verdim. Vatanımı çok sevdiğim için bu usûlün memleketimize girmesini istiyorum. Hekimlerimizin kendi çıkarlarını insanlığın iyiliğine fedâ edecek ve gelirlerinin önemli bir kısmının kaybolmasına râzı olacak derecede çalışacaklarına inansam bunu özellikle onlara yazmaktan çekinmezdim. Fakat aksine onları kızdırmaktan korkarım. Kendileriyle iyi geçinmemek pek tehlikeli olur. İhtimal ki İngiltere’ye döndüğümde onlara bir savaş açmak cüretinde bulunurum.”
Mentague’nin bu mektubu hiçbir iddiâ ile yok edilemeyecek derecede sağlam bir belgedir. Aşının Türkiye’den Avrupa’ya geçmesine de bu mektup sebeb olmuştu. Hıristiyanlığın en revaçta olduğu Ortaçağda ve tam bir zulmet diyârı olan Avrupa’da insanlar hastalıktan kırılıyordu. Çiçek hastalığının aşısı da batılılar tarafından bilinmiyordu. 1774’te Fransa Kralı Onbeşinci Louis çiçek hastalığından ölmüştü.
Berlin Prusya kraliyet eczâcısı ve hekim olan Casper Neuman’ın Almanca eserinde Türk tabâbet ve kültür târihi hakkında önemli bilgiler vardır. Çiçek aşısını “Türkiye’de kullanılan çiçek aşısı metodu” deyimi ile anlatmaktadır. Çok uzun bir zamandan beri Türkler tarafından kullanılan çiçek aşısı, ancak 1700 yıllarından sonra İngiltere’de mahkumlarda denenmek sûretiyle kullanılmaya başlamıştır. Türk usûlü çiçek aşısı 1745’ten sonra İngiltere’den Rusya’ya, İsveç’ten İtalya’ya ve Fransa’ya kadar yayıldı. Bu yayılmanın yanı sıra 1796 yılında Edward Jenner, Vaccination şeklinde inekten alınarak insana aşılama usûlünü geliştirdi.
Türklerde çiçek aşısı; çiçek hastasının çiçek kabarcıklarından alınan iltihâbın, sağlam kimselerin derisi üzerinde açılan küçük çizik üzerine sürülmesi sûretiyle yapılıyordu. Jenner ise ineklerin memelerinde meydana gelen çiçek kabarcıklarından aldığı iltihâbı sağlam ineklere tatbik etmiştir. İnek aşısı olarak bilinen bu aşı usûlü Jenner tarafından ortaya konulmuştur. Jenner yeni usûlü tatbike başlayıncaya kadar Türk usûlü çiçek aşısı yapılıyordu. Dolayısıyla Jenner çiçek aşısını bulmamış, yeni bir usûlü ortaya çıkarmıştır. Yoksa çiçek aşısını bulan Jenner değil Türklerdir.
Alm. Geodäsie. Vermessunglehre (f), Fr. Geodesie (f), İng. Geodesy. Dünyânın şekli ve ölçüleri ile ilgilenen ilim. Modern jeodezi; kullanma maksadına göre geometrik, fiziksel, astronomik ve uydu jeodezisi olarak kollara ayrılmıştır. İlk üç kol klâsik jeodezi olarak sınıflandırılır. Uydu jeodezisi ise ilk uydunun 1957 senesinde uzaya fırlatılması ile başlamış oldu.
Jeodezi; etüt, haritacılık, jeoloji, astronomi ve teorik fizik konularından kaynaklanmış ve bunların gelişmesine katkılarda bulunmuştur.
Dünyânın, küre şeklinde olduğunu söyleyen ilk düşünür mîlattân önce beşinci asırda yaşamış Parmenides’li Elea isimli bir Eski Yunanlıdır. Pisagoras ve Plato da dünyânın yuvarlak olduğunu iddiâ etmişlerdir. Aristo ise yuvarlak olduğu hakkında deliller göstermeye çalışmıştır. Ay tutulmasında arzın ay üzerindeki gölgesinin şekli, arzın çeşitli yerlerinde farklı yıldızların görülmesi arzın düz değil yuvarlak olduğuna delil olarak gösterilmiştir.
Özel âletlerle jeodezi ilmine en çok katkıda bulunanlar ortaçağda İslâm âlimleridir. El-Bîrûnî jeodezi ilminin kurucusu olarak bilinir. Müslümanlar şehirlerin enlem ve boylamlarını, dağların yüksekliğini, dünyânın çapını matematiksel olarak bulmaya çalıştılar. Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında 36° kuzey enleminde boylam derecesini, yâni 36° kuzey enlemindeki iki boylam arasındaki mesafeyi 8759 metre olarak ölçtüler. El Birûnî jeodezi ve matematiksel coğrafya üzerine on beş cilt kitap yazmıştır. Bilhassa enlem ve boylam çalışmalarında İbn-i Yûnus âdeta El-Bîrûnî’nin tamamlayıcısıdır. Suriye’de Mûsâ bin Şâkir’in oğullarıAhmed, Mehmed kardeşler Sincar Sahrasında dünyânın çapını bulmak maksadı ile enlem boyunu ölçtüler. Aynı tür çalışmaları astronom El-Bettânî ve El-Fergânî de yaptılar.
Jeodezi konusunda yine de El-Bîrûnî en sağlıklı çalışmaları yapmıştır. Hindistan’da yapmış olduğu ölçümlerden dünyâ çevresini 40.000 km olarak hesaplamıştır. Dünyânın Elipsoit değil de Geoit şeklinde olduğunu da bulmuş olsaydı; hesap, bugünkü hesaplanan değere çok yakın olacaktı. El-Bîrûnî’nin dağların yüksekliklerini hesaplamaktaki çalışmaları da küçümsenemeyecek ölçüdedir.
Müslümanların dünyâ ile ilgili çalışmaları ve buluşlarından sonra Kristof Columbus 1492 senesinde çıktığı seyahatini dünyânın yuvarlak olduğunu ispat etmekten çok, yeni ülkeler bulmak için yapmıştı. Dünyânın şekli ile ilgili olarak başta bilim adamlarından İsaac Newton 1687’de dünyânın dönüşü sebebiyle ekvator kısmının merkezkaç(santrifüj) kuvvet etkisi ile şişkin bir hâl aldığı ve kutupların basıldığını ileri sürmüştür. Bunu 1740’ta İskoçyalı bilim adamı Colin Maclaurin ispat etti. Dünyâ çapı hesabında rönesans devrinde Fransız astronomu Jean Fernel 128 km hatâ yaparak neticeye yaklaşmıştır. Doğru değer 12.762 kilometredir. 1671’de Fransız Jean Picard ilk hassas ölçümü yaparak doğru değeri buldu. Ölçümlerdeki metod El-Bîrûnî’nin tatbik ettiği iki boylam arasında kalan enlem parçasını ölçmekti. Bir grup bilim adamı Peru’ya, bir kısmı da Lopland’e giderek on sene süren ölçümler sonunda 1737’de Lopland’daki boylamın Peru’da dünyanın tam yuvarlak olmayıp ekvatordan şişkin elipsoit olduğunu anladılar.
Modern Jeodezi Çalışmaları
Dünyânın şekli ve büyüklüğünün tâyini jeodezi ilmi açısından geometri konusuna girer. Geometri yanında yer çekiminin de rolü büyüktür. Dünyâ tam bir küre olarak kabul edilirse, yarıçapı 6.371.023 m civârında ortaya çıkar. Eğer daha gerçekçi olarak dönel elipsoit olarak kabul edilirse, iki asal ekseni mevcuttur. Büyük eksende yarıçap 6.378.160 m, küçük eksende yarıçap 6.356.774 m’dir. Bu değerler milletlerarası jeodezi birliğinin 1967’de yayınladığı değerlerdir.
Dünyânın şeklini târif eden en güzel geometrik şekil geoiddir. Geoid, dünyâ yerçekimi sahası dengeli potansiyel düzeyinin okyanus yüzeyi ile çakıştığı en uygun şekle denir. (Dengeli potansiyel yüzeyi, yerçekim kuvvetleri ile dünyânın dönüş kuvvetinin birbirine eşit olduğu noktalardır.) Karaların bulunduğu kıtalarda dünyâ kütlesi okyanuslardakine nazaran daha fazla olduğu için yerçekim sahası kıtalarda büyüktür. Elipsoidden farklı olarak karaların bulunduğu kısımlarda şekil şişkindir. İdeal bir elipsoid ile geoid arasında okyanuslarda ± 1 m; karalarda ortalama ± 100 m fark vardır.
Geometrik Jeodezi
Geometrik jeodezi, jeodezi ile ilgili problemlerin doğrudan doğruya geometrik usullerle çözümüdür. Hesaplamaları yapmadan önce özel âletlerle ölçü yapılır. Yatay ve dikey açılar, çok hassas bir şekilde teodolit ile ölçülür. Mesâfe, elektronik mesafe ölçen cihazlarla ölçülür. Yatay mesafeler, üçgenleme metodu ile ölçülerek üçgenin diğer kenarları hesapla bulunur.
Fiziksel Jeodezi
Fiziksel jeodezi, dünyânın çekim kuvvetini esas alarak yeryüzünün elipsoit yapısının muhtelif noktalarındaki düzlük ve yüksekliklerinin ölçülerek bulunması metodlarıyla ilgilidir. Mutlak çekim kuvvetlerinin ölçülmesi çok zordur. Dünyânın belirli noktalarında bu ölçümler yapılabilir. Kaide olarak ölçümler sarkaçlar ile veya serbest düşme deneyleri ile yapılır.
İkinci Dünyâ Savaşı sıralarında yerçekimi kuvvetini ölçebilen statik gravimetre cihazı geliştirilmiştir. Bu cihaz hem pratik, hem de hassas ölçüm yapacak özelliktedir. Böylece çok noktada alınan ölçülerle dünya geoid yapısının ideal elipsoid yapısından farkı kolaylıkla bulunabilmektedir.
Astronomik Jeodezi
Astronomik jeodezi, gerçek yön jeodezisidir. Yâni, dünyânın herhangi bir noktasının dik doğrultusunu ekvator ve Greenwich’den geçen sıfır boylam düzlemine göre konumu esas alınır. Bu yön, o noktanın astronomik enlem ve boylamı olarak ifade edilir.
Astronomik ve jeodezik koordinatlar arasındaki fark dikey sapması olarak târif edilir ki, bu jeodezik koordinatlardaki elipsoidin o noktadaki eğimlerini verir. Bu eğimlerden geoit haritaları sayısal ve grafik olarak çizilir. Şu ana kadar dünyânın Kuzey Amerika, Avrupa veHindistan bölgelerini içine alan geoit haritaları çizilmiştir.
ŞEKIL VARR!!!!! (1)
Uydu Jeodezisi
Uydu aracılığıyla yapılan jeodezik çalışmalar çok yeni olmakla beraber en sıhhatli neticeleri vermektedir.
Uydu dünyâ etrafında dünyâ üzerindeki noktalara göre hareketsizmiş gibi kalması için sekiz km saniye hızla döner. İncelemeler geometrik ve yerçekimi kuvvetleri ile uydu ve mahallî (lokal) istasyonlar arasında yapılır.
Uydular mesâfeleri ya fotoğraflarla veya laser ışınlarıyla tesbit ederler. Uzaydan çekilen fotoğraflarda kırılma etkisi az olur. Yerçekim kuvvetleri uydu aracılığı ile daha hassas tesbit edilebilir. Dünyânın geoit yapısının elipsoidinden farkları 10 m, hata ile haritalanabilecek şekilde uydu ile ölçülebilmektedir.
şEKIL VARRR!!!! (2)
Alm. Geophysik (f), Fr. Geophysique (f), İng. Geophysics. Fiziğin prensiplerinin yerkürenin incelenmesine uygulanması. Jeofizik, katı yerküresinin fiziği, okyanusların fiziği diye sınıflandırılabilir.
Uygulamalı jeofiziğin konusu; yerkabuğunun üst kısımlarında bulunan, boyutları sınırlı ve derinliği az olan yeraltı yapılarını ve özel durumları incelemektir. Yeraltındaki antilelinalleri, senlelinalleri, fayları mâden yataklarını ve sedimanların (tabakaların) altındaki temel kayacın engebelerini aramak, bu tür çalışmalara girer. Bu gibi aramaların çoğunun ekonomik bir maksadı vardır. Mâden, petrol, su aramak ve inşaat mühendisliği ile ilgili problemlere çözüm aramak gibi.
Uygulamalı jeofiziğin belli başlı metodları şunlardır:
a) Arzın gravitasyon alanındaki değişimlerinin incelenmesi, yerçekimi ivmesi “g”nin ölçülmesi ve ölçülerden elde edilen sonuçların değerlendirilerek yeraltındaki durumun belirlenmesi maksadıyla yorumlarda bulunmasıdır.
b) Manyetik metod:Manyetik metodun gayesi yerin manyetik alanındaki değişimlerin incelenmesidir.
c) Elektrik ve elektromanyetik arama metodları: Elektrik prospeksiyonda elektrik veya elektromanyetik alanın belirli bir özelliği ölçülür. Ölçülen parametreler tabiatta potansiyel farkları, özdirenç, elektromanyetik alan vektörünün bileşenleri, indüksiyon polarizasyonu vb. gibi çok çeşitli ve birbirinden farklı olabilir.
Elektrik metodları genel anlamda ikiye ayrılır:
1) Elektrik metodları:
a) Doğan potansiyel metodu,
b) Eşpotansiyel metodu,
c) Özdirenç metodlar.
2) Elektromanyetik metodlar:
a) Afmag metodu,
b) Magnetotelürik metod,
c) İndüksiyon polarizasyon metodu.
d)Sismik metodlar: Sun’î olarak zelzeleye benzer sarsıntılarla yeraltının yapısını aramakta kullanılır. İki türlü sismik metod vardır:
1) Sismik kırılma metodu,
2) Sismik yansıma metodu.
Alm. Geologie (n), Fr. Géologie (f), İng. Geology. Yer bilimi. Yer kabuğunun bileşimi, yapısı ve târihi ile ilgilenir. Jeoloji ilmi, yeryüzünde yaradılışından îtibâren yaşamış canlıları ve çeşitlerini de inceler. Ay ve meteor taşlarının incelenmesi de jeolojinin konusudur.
Dar anlamda özellikle ortalama kalınlığı 35 km olan “yerkabuğunun” bilimidir. Bu şekli ile jeoloji yeryüzünü ve yeryüzü ile insan toplulukları ilişkisini inceleyen coğrafyadan ve yerküresini bütün olarak fiziksel metodlarla araştıran jeofizikten ayrılır. Ancak, bugün bu üç bilim dalı ve bunlara katılan jeokimya, oseanografi ve meteoroloji yalnızca yerbilimleri adı altında toplanmaktadır.
Jeolojinin târihçesi:İlk insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem yaratılıp neslinin çoğalmasından îtibâren insanlar yer kabuğundaki maddelerden faydalanmış, maddelerin yapılarını, karaların şekillerini incelemişlerdir. Buna rağmen, bugünkü modern jeoloji ilminin kuruluşu 200 seneyi geçmez. Yunanca “ge” yer anlamına gelir. Jeoloji, yer bilimi demektir. Eski çağlarda taşların ve toprakların zamanla değişikliğe uğradıkları az da olsa biliniyordu. Beşinci yüzyılda Herodot taşlara, fosillere dâir gözlemlerde bulunmuştur. Bilhassa Mısır’da Nil yatağında ve deltasında yaptığı fosil incelemeleri önemlidir. Daha sonra İbn-i Sînâ, El-Bîrûnî, Ömer Hayyâm gibi bilgin ve düşünürler de bu konuda incelemeler yapmışlardır.
On yedinci yüzyılda yer kabuğunun tabakalardan meydana geldiği ve tortu maddelerinin zamanla sıkışarak yeni tabakalar meydana getirdiği anlaşılarak üst üste binme kânununun temel prensipleri atıldı. On sekizinci yüzyılda yerkabuğunun katlarının meydana gelmesi için çok uzun zamanlar geçtiği ve katlar arasında fosillerin bulunduğu anlaşılınca jeolojik zaman kavramı meydana çıktı. On dokuzuncu yüzyılda jeolojistler, jeolojinin genel teorilerinden sıyrılıp teferruatlı incelemelere girdiler. 1860’ta Kuzey Amerika’da yapılan incelemelerde, kayaçlarda Mesozoik ve Tersiyer zamanlardan kalma bol miktarda omurgalı hayvan kemikleri bulununca, Hutton ve Playfair’in çok önceleri iddiâ ettikleri yerkabuğunun uzun zaman sürerek meydana gelmesi ve yerkabuğunun zamanla kırılıp alttaki tabakaların yüzeye çıkarak daha genç tabakalar üzerinde yer alması üst üste binme kânunu kabûl edilerek jeoloji ilminin gelişmesi bu târihten îtibâren başlamış oldu.
On dokuzuncu yüzyılın ortasında Buzul Jeolojisi önem kazandı. Bâzı bölgelerde ana kayaçın üzerinde çok ince malzemeden iri malzemeye kadar meydana gelen bir tabakanın bulunduğu tesbit edildi. Ancak 1840’ta İsviçreli Louis Agassiz buzulların malzeme hareketine sebeb olduğunu ileri sürdü. Alp vâdilerindeki bâzı tabakaların buzullar tarafından sürüklenerek Kuzey Avrupa’dan getirildiği ve buzulların erimesiyle taşınan malzemenin buralarda kaldığı ileri sürüldü. Buna benzer gözlemler Buzul Jeolojisinin kabul görmesini sağladı.
Jeolojinin diğer bir bölümü de Ekonomik Jeolojidir. 1848’de altının California’da ve Avustralya’da bulunması veAmerika ileAvrupa’daki hızlı endüstrileşme; kömür, demir ve diğer cevherlere olan ihtiyâcı çoğalttı. Bu konuda jeolojinin yardımı arandı. Petrolün keşfedilmesi ve buna olan ihtiyâcın artması, petrolün meydana gelmesinin araştırılması ihtiyacını doğurdu.
Jeoloji bilgileri petrol bölgelerinin tesbitinde kullanıldı. Bütün bunlarda yer altı tabakaları daha yakından incelendi ve jeoloji üç boyutlu bir cephe kazandı. Mâdenciliğin ilerlemesi ile jeoloji, mâden cevherlerinin oluşumunda uygulanmaya başladı.
1860-1870’lerde yeni âletlerin özellikle polarize mikroskopların ortaya çıkmasıyla, jeoloji alanında ilerlemeler görüldü. Genel olarak 0,025 mm civârında kalınlıklı pekçok mineral veya kayaçın ışık geçirdiği tesbit edildi. Bu sûretle kesin bir şekilde minerallerin tanınması ve iç yapısı belirlenmeye çalışıldı. Kristal kayaçlar mineral bileşenlerine göre sınıflandırıldı. Bu sûretle jeolojinin petroloji ve petrografi gibi önemli dalları ortaya çıktı.
Yirminci yüzyılda jeolojinin genel çerçevesi ortaya çıkmıştı. Ancak yeni âletlerin yapılması, konuların daha belirli ortaya çıkmasını sağladı. Bu zamanda en çok etkili konu Kıtaların Kayması Teorisi olmuştur. Eskiden beri GüneyAmerika’nın Afrika’nın batı kısmı ile benzeşimi dikkati çekmiştir. Bunların vaktiyle berâber olduğu çeşitli kimseler tarafından söylenmişse de dikkat çekmemiştir. Ancak Alman jeofizikçisi Alfret Wegener, 1912’de bütün kıtaların tek bir kara parçasından meydana geldiğini ileri sürmüştür. Şimdiki durumun ise, bunların değişik bölünme ve kaymalar sonucu ortaya çıktığını savunmuştur. Ancak bu ayrılmayı meydana getirecek mekanizmanın belirlenememesi ileri sürülen iddiânın kabûlünü geciktirmiştir. 1960-1962 arasında Amerikalı Robert Diotz ve H.H. Hess’nın Deniz Tabanı Yayılması teorisiyle kabul edilebilir bir mekanizma ortaya konulmuştur. Buna göre ayrılma deniz tabanında meydana gelen çatlaklar sonucu kıtalar birbirlerinden sürekli uzaklaşmaktaydılar. Deniz tabanında yapılan incelemeler bu teoriyi desteklemektedir.
Jeolojinin gelişmesinde önemli bir yeri de X ışınlarının kristallere olan uygulamasıdır. Kristallerdeki üç boyutta X ışınının kırılmalarından atomların dizilişi belirlenebilmektedir. Bu tesbitle, jeolojinin bir dalı olan mineroloji laboratuvarlarında X ışını âleti vazgeçilmez bir cihaz olmuştur. Elektron mikroskobla küçük fosillerin incelenmesi, jeolojinin ilerlemesine ayrı bir boyut kazandırdı.
Türkiye’de jeoloji:Türkiye’de bugünkü anlamıyla jeoloji 20. yüzyılın başlarında kurulmuş, günümüze kadar gelişmeler göstermiştir. 1915 yılında İstanbul Dârülfünûn jeoloji kürsüsüne Alman Walther Penek çağrılmış Vefa’da bir konaktaki jeoloji ve mineroloji enstitüsünü yönetmiş, öğretim ve araştırma alanlarında çalışmalara girişilmiştir. O devirde Penck ve yardımcısı Hamit Nâfiz Pamir, İstanbul Boğazı ve çevresi ile Bursa ve Uludağ’da geziler yapmış, jeolojik yayınlarda bulunmuşlardır. 1935 yılında bir yandan Mâden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) faaliyetlerine girişirken, bir yandan da üniversite ve bâzı yüksek okullarımızda jeoloji öğretimi araştırmaları ilerleme yoluna girmiştir. MTA’nın yayınladığı birçok kitaplar yanında, jeolojik araştırmaların önemli yer tuttuğu bir dergi düzenli olarak, daha sonra Türkiye Jeoloji Kurumu kurularak bültenler yayınlanmıştır. Bu arada Türkiye’nin 1.800.000 ölçekli ve 8 paftalık jeoloji ve tektonik haritaları yayınlanmış (1946), daha sonra 1.500.000 ölçekli ve geliştirilmiş bir jeoloji (18 pafta) haritası çıkarılmıştır. Bu gelişmeler sırasında İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesinde de jeoloji üzerine çalışmalar olmuş ve büyük gelişme sağlanmıştır.
Yer kabuğunun bileşimi ve yerin içi: Yerkabuğunun % 99 kadarı taş, mineral ve mâdenlerden meydana gelmiştir. Yerkabuğunda taşların bileşimine giren başlıca elementler şunlardır. Oksijen (%46.71), silisyum (%27.69), alüminyum (%8.07), demir (%5.05), kalsiyum (%3.65), sodyum (%2.75), potasyum (% 2.58) ve mağnezyum (% 2.08).
Mineraller, tabiatta bulunan ve belirli kimyâsal bileşimi olan homojen cisimlerdir. Çoğunluk katı ve anorganiktir. Kaya tuzu (NaCl) ve necef taşı(SiO2) gibi. Civa sıvı hâlde inorganik, tabiatta ya çeşitli kristaller hâlinde bulunur veya şekilsiz (amorf) hâlde olur. Jeolojinin esas konusu içine giren yer kabuğunun ana maddesi olan taşlar, ya mineral topluluklarıdır veya bir tek mineralin çok sayıda birleşmesinden doğmuşlardır. Meselâ granit ve andezit çeşitli minerallerden meydana gelmiş, mermer ve kuvarsit ise tek bir mineralden teşekkül etmiştir.
Sayıları binden çok olan minerallerin on veya on beş kadarı geniş ölçüde taşların bileşimine katılmıştır. Bu mineraller, kuvars, feldispat, mika, amfikol, piroksen, olvin, granat, karbonat (kalsit) ve tuzlar (özellikle jips)dır. Yerkabuğunun yapısında katkıları bulunan minerallerle mâdenler kavramları üzerinde de durmak gerekir. Mineral daha önce de bahsedildiği gibi tabiatta bulunan, belirli kimyâsal bileşimi olan, homojen, bir kısmı kristaller hâlinde, bir kısmı şekilsiz olarak teşekkül etmiş cisimlerdir. Mâdenler ise, yerkabuğunda filiz denilen bileşimler hâlinde bulunan cisimlerdir ki, bunlar yerin çeşitli derinliklerinden mâden cevheri olarak çıkarıldıktan sonra ergitilerek işlenir duruma getirilen maddedir.
Jeoloji biliminin dalları:Jeoloji, yerkabuğunun maddesini, târih sırasına göre incelediği için târih bilgilerinden, maddelerin fizik, kimyâ ilminden, fosilleri anlamak için biyoloji ilminden istifâde eder. Konularına göre jeoloji birçok bilim dallarına ayrılır.
Jeofizik: Jeofizik, yerkabuğundaki, atmosferdeki ve okyanuslardaki maddelerin fiziksel yapısını inceler. Deprem dalgalarının yayılışı, jeofizik konularına ışık tutar.
Jeokimyâ: Jeokimyâ elementlerin kimyâsal yapılarını inceleyerek onların bulunuş yer ve zamânını tâyin etmeye çalışır. Yüksek sıcaklık ve basınçta ne gibi değişmeler gösterdiğini inceler. Laboratuvarlarda kilometrelerce derinlikteki toprağın altında sıcaklık ve basınçtan maddenin nasıl etkilendiğini tesbit edebilir.
Mineroloji: Yerkabuğu kayaçlardan, kayaçlar da birçok minerallerin karışımından meydana gelmiştir. Mineroloji kimyâsal yapılarını ve kristal yapılarını inceler. Minerallerin formları ve kristal yapıları ışık mikroskobu ve elektron mikroskoplarla incelenerek tabiattaki bulunuş şekilleri, endüstrideki üretim usûlleri üzerinde bilgi edinilir.
Petroloji: Kayaç maddelerinin başlangıcı, târihi ve zamanla değişimleri üzerinde inceleme yapar. Petroloji aynı zamanda minerallerin meydana geliş şekillerini yüksek harâret ve basınç altında fiziksel ve kimyâsal özelliklerinin değişmesini inceler.
Paleontoloji: Paleontoloji, jeolojik devirlerde yaşamış hayvan ve bitkilerin taşlaşmış kalıntılarını(fosil) kayaçlar arasında bularak inceleyen jeoloji dalıdır. Paleontoloji aynı fosillerin bulunduğu yer kabuğu katlarının aynı jeolojik devre rastlamasını ipucu alarak jeolojik devirlerin zamanlamasını belirlemekte jeolojiye büyük ölçüde yardımcı olur.
Jeomorfoloji: Jeomorfoloji yüzeydeki kara şekillerini ve bunların jeoloji târihlerini inceleyen joloji dalıdır. Jeomorfolojinin bir dalı olan paleomorfoloji ise, jeolojik devirlerde yüzeyde olup sonra gömülen yüzey karaların yapısını inceler.
Jeolojik değişmeler:Jeolojik değişmeler, dünyânın dış kabuğunu çok değiştirmiştir. Değişmelerin herbiri milyonlarca sene sürmüştür. Yüzeydeki değişmeler bilinmekle berâber, yerkabuğu içlerinde de değişmeler olmaktadır. Değişmeleri meydana getiren maddeler gaz (atmosfer), sıvı(hidrosfer) veya katı (litosfer) olabilir. Bu üç madde berâber olarak da değişmeleri meydana getirebilir. Su hava ile, kaya su ile, hava kaya ile temâsa geçer.
Yerkabuğunun derinliklerindeki değişmeleri incelemek çok zordur. Dünyânın merkezi yeryüzüne 6400 km mesâfede olmasına rağmen, henüz 8 km derinliğe kadar delinerek inceleme yapılabilmiştir. Derinlerde sıcaklık 2200-2800°C’ye kadar çıkmaktadır. Basınç ise atmosfer basıncının 3,5 milyon katına ulaşmaktadır.
Yerküresinin iç yapısı: Dünyânın manyetik ve çekim sâhalarından, aytaşları ve meteorların incelenmesinden, sismik incelemelerden elde edilen ipuçları ile yerkürenin iç yapısı hakkında bilgiler elde edilebilmektedir.
Yer kabuğunun dış kayalık kısmının kalınlığı oldukça ince olup, yüksek dağlar altında 50 km deniz okyanusları altında 4 km kadardır. Kalın tabakalar granit yapıya sâhipken, ince tabakaları bazalt yapı meydana getirir. Yerkabuğunun altında 3000 km kalınlıkta gittikçe yoğunluğu artan katı bir tabaka mevcuttur. Ayrıca, 6.900 km çapında en içte yüksek basınç altında ergimiş bir kütle hâlinde çekirdek kısmı vardır.
Volkan patlaması: Volkan patlaması, ergimiş olan içerdeki kütlenin (mağma) yerkabuğunun bir noktasından dışarıya çıkıp yayılmasıdır. Yerkabuğu üzerine çıkan mağma, “lav” ismini alır. Lavların soğuması ile volkanik kayaçlar meydana gelir. Mağmanın meydana gelişi, iç hareketler sırasında sürtünmelerden açığa çıkan enerji ile kayaçların erimesi sonucu olarak düşünülmektedir. Diğer bir düşünce olarak da, radyoaktif maddelerin biraraya gelmesi ile açığa çıkan ısı enerjisinin kayaçları eritici tesirinin olduğu kabul edilmektedir.
Yerkabuğunun hareketi:Tektonik hareketler genel olarak çok yavaş olur. Meselâ dağların yer kabuğunun kırılarak meydana gelişi jeolojik devilerde milyonlarca sene gibi çok uzun zamanda olmuştur. Yer kabuğunda yukarı doğru hareketi ile okyanus dibindeki karalar yüzeye doğru itilerek yeni kıtalar meydana gelmiştir. Bunun tam tersine yerkabuğu aşağı doğru çökerek sular altında kalmıştır.
Yerkabuğunun hareketi esnâsında bâzı kayaçlar büyük gerilimler altında kalarak şekil değiştirir. Devamlı basınç altında kayaçların kırılması ile gerilmelerinde âni değişiklik olur ki, bu olayın zelzelelerin bir sebebi olduğu sanılmaktadır. Alp Dağları, Apalanş Dağları, Sierra Nevada Dağları, yerkabuğunun böyle hareketleri sonunda meydana gelen en güzel örneklerdir.
Yerkabuğunun Hareketlerinin Muhtemel Sebepleri
Büzülme teorisi:Bu teoriye göre yeryüzü ilk olarak erimiş halde bulunmaktaydı. Daha sonra iç tarafının soğuyup büzülmesi sonucu yeryüzünde seviye değişiklikleri, dağlar ve vâdiler meydana gelmiştir. Bu olaylar sonucu ortaya çıkan kuvvetler kayaçlarda fay denilen kırılma çizgilerini meydana getirmiştir.
Genişleme teorisi:Büzülme teorisinin tam tersine bu teori yeryüzünün ilk çapının şimdikinin yarısı kadar olduğunu ve yüzünde kalın bir kabuk mevcut bulunduğunu kabul eder. Ancak sonra meydana gelen genişlemeler fayları ve büyük kara kütlelerini ortaya çıkarmıştır. Daha sonra bu kütleler birbirinden ayrılmış ve okyanuslar meydana gelmiştir.
Konveksiyon teorisi:Konveksiyon terimi; bir akışkan içinde, akışkanın kendisinin hareket etmesiyle oluşan ısı iletimi mânâsını taşır. Bu teori, dış kabuk altında meydana gelen sıcaklık değişimlerinden dolayı, bâzı kısımların genişleyip üste çıktığını kabul etmektedir. Yeryüzündeki büyük sıra dağları bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Kıtasal kayma teorisi:Jeologlar tarafından yeryüzünün içinde konveksiyon işlemlerinin devâm ettiği kabul edilmektedir. Bu teoriyi Alman jeofizikcisi Alfred Wegener kurmuştur. Wegener’e göre kıtaların hepsi Paleozoikum ve Mezozoikum devirlerinde kıtalar birbirine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar Güney Amerika ile Afrika, Asya ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosen devrinden îtibâren de Afrika’da yaşayan hayvanlar, karadan Güney Amerika’ya geçmişlerdir. Konveksiyon sonucu bu tek parçadan kıtalar zamanla birbirinden ayrılmış ve bugünkü durumu ortaya çıkmıştır. Bu teoriyi destekleyen müşâhedeler mevcuttur. Kıtaların kayması, dev kıtasal blokların altta bulunan daha çok plastik olan bazalt kayaçlarından daha hafif olduğunu kabul etmektedir.
Denge teorisi: Yukarıdaki teoriler kıtaların ve okyanusların meydana gelişlerini açıkladıkları hâlde, bu bilgilerin periyodik yükselme ve alçalmalarına bir açıklama getirmemektedirler. Yeryüzündeki düşey kuvvetlerle bâzı kısımlar yükselmiştir. Ancak daha sonra erozyon etkileriyle bu kısımlar alçak bölgelere taşınmış, okyanusların bâzı bölgelerinde toplanmıştır. Daha sonra meydana gelen düşey hareketlerle, bu bölgeler tekrar yükselmiş, dağları meydana getirmiştir. Böylece bir dengeye doğru gidilmektedir. Bu teoriye göre denge için yüksek yerler, daha hafif kayalardan meydana gelirken okyanusların dipleri daha ağır kayalardan meydana gelir. Böyle olması dengenin sağlanmasının bir sonucudur. Ancak, bu teori, bu sûretle olan periyodik hareketlerin dünyânın yüzeyinin hâlâ neden dengeli düz bir görünüşe sâhib olmadığını açıklıyamamaktadır.
Yerkabuğunun aşınması:Yeryüzündeki jeolojik işlemler enerjilerini güneşten alırlar. Güneş enerjisinin dünyânın kara, hava ve su parçaları arasındaki devamlı dağılışı, yer kabuğunun değişmesine sebeb olur. Güneş enerjisi yanında yerçekimi de biyolojik ve jeolojik değişikliklerde etkilidir.
Yerkabuğu devamlı olarak aşınır ve bu kısım tekrar bâzı bölgelere dağılır. Bu aşınma, taşınma ve başka yerde depolanma, yerkabuğu varolduğundan bu yana cereyan etmektedir. Kaya ve topraklar, atmosferik etkilerle, akan su, buzullar, rüzgârlar ve dalgaların etkisiyle ufalanır, aşınır. Buna insan ve hayvanların etkilerini de ilâve etmek gerekir. Bu etkilerin bir özelliği de, insanlar tarafından görülebilmeleri veya fark edilmeleridir.
Akarsuların etkisi:Erozyona en çok sebeb olan etkidir. Akarsular yataklarını yaparken, etraftaki maddeyi sürükler ve başka bir yere depo ederler. Sürükleme akarsuyun hızlı aktığı, depolama ise suyun akış hızının yavaşladığı yerlerde ortaya çıkar. Sonuç olarak kumsallar, deltalar ve taşma ovaları meydana gelir. Jeolojik olaylar sonucu, toplanmış tabakalardan, aynı özellikte kayalar ortaya çıkar.
Hava şartlarının etkisi:Hava şartlarına mâruz kalan yerkabuğu zamanla yağmur suları, rüzgârlar ve don etkisiyle parçalanır ve ayrışır. Bu olayların pek çoğu fiziksel olup, kayaları küçük parçalara ayırma şeklinde ortaya çıkar. Bu sûretle ortaya çıkan toprak bitkisel hayâtı destekleyebilecek özelliğe sâhiptir.
Buzulların etkisi:Buzullar yüksek dağlarda meydana geldiği gibi, tamâmen bir kıtayı kaplayacak şekilde de belirebilirler. Buzullar yerçekimi etkisiyle inerken geçtikleri kayalara etkili olurlar. Bâzan kayalar da buz tutarak buzullarla kayar. Bu sırada yerkabuğunda değişikliklere sebeb olur. En sonunda erimeleri sonucu göller meydana gelir. kuzey Amerika’nın büyük göllerinin çoğu buzulların erimeleri sonucu meydana gelmiştir. Buzullar beraberlerinde pekçok madde taşırlar ve bunları eridikleri yere bırakırlar.
Rüzgârlar da yerkabuğunun değişmesinde özellikle çöl ve yarı çöl bölgelerde, etkili olurlar. Verimli üst toprak aşınıp, tamâmen başka yere taşınabilir. Yeraltı suyu da, yerkabuğu altında mağaralar açarak tesirli olur. Bâzı mağaralarda sarkıt ve dikitlerin meydana gelmesine yeraltı suları sebeb olur. Diğer bir önemli etki de kıyılar boyunca tesir eden dalgalardır. Bunlar, kıyılara çarparak, kayaların parçalanmasına ve kıyı şekillerinin değişmesine sebeb olur. Askıda bulunan bütün maddelerin çökmesinde yer çekiminin tesiri vardır. Ayrıca, yerçekimi dağlık bölgelerde parçalanmış kayaların hareketini kontrol eder. Dalga etkisine benzeyen diğer bir tesir de denizlerde meydana gelen gel-git yâni med-cezir olaylarıdır.
Değişen yeryüzü:Yeryüzü için söylenilebilecek tek kesin şey bunun değişmesidir. Bir yandan yeryüzü farkedilir bir şekilde değişirken, eskiden beri etkili olan volkanik ve tektonik hareketler de bu değişikliğe ayrı bir yön vermektedirler. Bunlar belirli devreleri olan periyodik olaylar sonucu ortaya çıkmaktadır.
Su dolaşımı:Kayaların parçalanmasında su dolaşımı veya hidrolik çevrim etkili rol oynar. Güneş enerjisi ve yerçekimi ile güç bulan bu hareket, pompalanma, yoğunlaşma ve hareketten ibâret olan bir tabiî “makina”dır. Bu işlemde su denizlerden buharlaşır, rüzgârla iç taraflara taşınır ve yağmur veya kar olarak düşer. Bir kısım su, nehirlerle veya yeraltı suyu olarak denize tekrar dönerken, bir kısmı da buharlaşma veya terleme yoluyla atmosfere iâde edilir. Su yeryüzünde hareket ederken, şeklini fiziksel veya kimyâsal olarak değiştirir, Bu, en önemli çevrim ve etkidir.
Kaya dolaşımı:Yerkabuğunda bulunan erimiş daha sonra soğuyarak sertleşmiş kaya atmosferik etkilerle aşınıp, parçalanır. Bunu tâkiben, tabakalar meydana getirmek üzere taşınır. Daha sonra bu tabakalar üsttekilerin etkisiyle katılaşır ve bir tabakalı kaya meydana getirir. Çevrede meydana gelecek ısı ve basınç etkisiyle, bu kaya tamâmen değişikliğe uğrayabilir ve metamorfik kaya meydana getirebilir. Çok büyük ısı ve basınçların etkisiyle bunlardan mağma meydana gelebilir. Mağmanın sertleşmesiyle kaya dolaşımı tamamlanmış olur. Ancak, her zaman dolaşımı bu şekilde tamamlanmayabilir ve bâzı kısa devreler meydana gelebilir.
Erezyon devreleri:Oldukça açık olan bir devredir. Meselâ, nehirlerin geçtiği vâdilerin gençlik, olgunluk ve yaşlılık devreleri vardır. Herbir devrenin kendine has vasıfları mevcuttur. Bu devrelerden geçerken, vâdilerin bâzı kısımları nehirler tarafından taşınır, denizlere depolanır. Denizlerdeki tabakalanan kısımların kaya deverânındaki gibi tekrar mağma teşekkülü ile bu devir tamamlanır.
Volkanik ve tektonik hareketlerle bütün bu devirler yeryüzünün dinamik bir gezegen olduğuna işâret etmektedir. Milyarlarca yıldır değişen gezegenimiz değişmesine hâlâ devâm etmektedir.
En çok kabul gören teoriye göre, yeryüzü 4,5 milyar yıl önce toz bulutundan ibâretti. Kendi radyo aktif ısısı sonucu erimiş bir devre geçirmiş ve bugünkü kabuk ve sıcak çekirdek durumuna gelmiştir. Yeryüzünün şekillenmesinde jeolojik kuvvetler sürekli etkili olmuşlardır. Günümüze kadar geçen devre çeşitli jeolojik zamanlara ayrılarak incelenir.