İSM-İ A’ZAM
Allahü teâlânın isimlerinden en büyük ve bütün isimlerini içine alan ismi. İsm-i A’zam’ın hangi isim olduğu kesin bilinmemektedir. Bu hususta âlimler değişik şeyler söylemişlerdir. Bir kısmı“İsm-i A’zam, Allah lafzıdır.” demişlerdir.
Mûsâ aleyhisselâm zamânında Bel’âm-ı Bâûrâ, İsm-i A’zam’ı biliyordu. Her duâsı kabul olurdu. İlmi ve ibâdeti o dereceydi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, iki bin kişi hokka-kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel’âm, Allahü teâlânın râzı olmadığı bir iş yaptığı, az bir harama yöneldiği için îmânsız gitti ve Kur’ân-ı kerîmde soluyan köpeğe benzetildi.
Arabistan’da Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın büyük oğlu ve Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dedelerinden. Annesinin adı Hacer’dir.
Hazret-i İbrâhim, Nemrud’un ateşinden kurtulduktan sonra, Bâbil’den ayrılıp, Mısır’a gittiğinde hanımı Sâre’ye Firavun musallat olmuştu. Fakat, Sâre’ye yaklaşmak istediğinde, ellerinin tutulup, nefesi kesilerek sara hastalığına benzer bir hâle düştü. Bunun üzerine Firavun korkarak İbrâhim aleyhisselâm ve Sâre’yi bıraktı ve Hacer adlı bir câriyeyi de hediye etti. İbrâhim aleyhisselâm, Firavun’un korkarak câriye olarak verdiği Hacer’i de alarak, Filistin’e döndü. Oradan Şam taraflarına gitti. Buradayken Sâre Hatunun isteği üzerine hazret-i Hacer’le evlendi. Bu evlilikten hazret-i İsmâil doğdu. Allah’ın emri ile Hacer’i, oğlu ile birlikte Kudüs’ten Hicaz’a götürdü ve bugünkü Mekke şehrinin bulunduğu yere bırakıp geri döndü. Mekke’nin üst tarafında bulunan Seniyye mevkiine gelince, ellerini açarak onlar için duâ ettiği İbrâhim sûresi 37 ve 38. âyetlerinde bildirilmektedir. Bu ıssız ve çorak vâdide bir miktar hurma, bir dağarcık su ve oğlu iki yaşındaki İsmâil ile yalnız kalan hazret-i Hacer, bu işin Allah’ın emri ile olduğunu anlayıp tevekkülle sabretti; “Allahü teâlâ bize kâfidir. O bizi korur, himâye eder. Bizi başıboş bırakmaz” dedi. Semre ağacının dallarından yaptığı küçük barınakta kalıyorlardı. Yiyecekleri ve suları bitince hazret-i İsmâil susuzluktan ağlamaya başladı. Hazret-i Hacer su bulmak ümidi ile Safâ Tepesine çıktı. Uçsuz bucaksız çölden ve ağaçsız çıplak tepelerden başka bir şey göremedi. Safa’dan inip koşarak Merve Tepesine çıktı.Safa ve Merve tepeleri arasında su bulmak ümidi ile yedi defâ koşarak gidip geldi. Bu sırada İsmâil’in (aleyhisselâm) ayağını vurduğu veya Cebrâil aleyhisselâmın vurduğu yerden su fışkırıp akmaya başladı. Hazret-i Hacer heyecanlandı ve akan su ziyan olmasın diye “Dur! Dur!” mânâsına gelen “Zem! Zem!” diyerek suyun etrâfını çevirdi. Sudan oğlu İsmâil’e (aleyhisselâm) içirdi ve kendisi de içti. Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde “Allah İsmâil’in annesi Hacer’e rahmet etsin. O, zemzemi kendi hâline bıraksaydı da avuçlamasaydı, muhakkak zemzem akan bir ırmak olurdu.” buyurmuştur.
Mekke’nin yakınında konaklayan Cürhüm kabîlesi zemzem suyunu görünce hazret-i Hacer’den izin alarak oraya yerleştiler ve böylece Mekke şehri kuruldu. Bir müddet sonra hazret-i İbrâhim hanımını ve oğlunu ziyârete geldiğinde onları bolluk ve bereket içinde buldu. Hazret-i İsmâil konuşmaya başlayınca hazret-i İbrâhim üç gün üst üste gördüğü rüyâ üzerine onu kurbân etmeye karar verdi. Zilhicce ayının 9 ve 10. günü de aynı rüyâyı görünce sahih olduğunu anladı. Bir bahâneyle annesinden izin alarak kurban etmek için götürdü. Şeytan, insan sûretinde annesi Hâcer’e hazret-i İsmâil’e ve hazret-i İbrâhim’e göründü ve onlara vesvese vermeye çalıştı ise de dinlemediler. Hazret-i İsmâil, şeytanın arkasından yedi tâne taş attı. Hazret-i İbrâhim, bugün Minâ denilen yere gelince, oğluna rüyâsını ve Allah’ın emrinin kendisini kurbân etmek olduğunu açıkladı. Hazret-i İsmâil’i tevekkülle hazırladı. Yere yatırıp bıçağı boynuna çaldı ise de bıçak, Allah’ın emri ile kesmedi. Taşa vurdu, taşı kesti. Nihâyet Cebrâil aleyhisselâm Cennetten bir koç getirdi. Cebrâil aleyhisselâm makâmından “Allahü ekber, Allahü ekber” diyerek geldi. Hazret-i İbrâhim bu tekbiri işitince; “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber” dedi. Hazret-i İsmâil de; “Allahü ekber ve lillâhil hamd,” diyerek tekbiri tamamladı. Hazret-i İbrâhim koçu kurban etti. Onların bu hâli Kur’ân-ı kerîmde anlatılmakta ve meâlen; “Muhakkak ki bu açık bir imtihandı.” buyrulmaktadır. Hazret-i İbrâhim kurban hâdisesinden sonra Sâre’nin yanına döndü (Bkz. İbrâhim Aleyhisselâm).
Hazret-i İsmâil büyüyünce Cürhüm Kabîlesinden bir kızla evlendi. Annesi hazret-i Hacer de vefât etti ve Kâbe temelinin bitişiğine defnedildi. Hazret-i İbrâhim yine arasıra gelip gidiyordu. Allahü teâlâ Kâbe’nin yapılmasını emredince baba oğul Kâbe’nin eski temelini bulup yeniden inşâ ettiler ve şöyle duâ ettiler: “Ey Rabbimiz bizden bu hayırlı işi kabul et. Hakîkaten sen duâmızı işitici, niyetimizi bilicisin.”
Hazret-i İsmâil, babası hazret-i İbrâhim’in vefâtından sonra, Yemen’den gelip Mekke’ye yerleşmiş olan Cürhüm Kabîlesine peygamber olarak gönderildi. Kendisine başka kitap ve din verilmeyip, babası İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti. İnsanları elli yıl îmâna dâvet etti, ancak pek az kimse îmânla şereflendi. Filistin’e giderek hazret-i İbrâhim’in kabrini ziyâret etti. Sonra Şam’a gidip kardeşiİshak aleyhisselâm ile görüştü. Hazret-i İsmâil’in 12 oğlu ve pekçok torunu oldu. Onun dîni İslâmiyet gönderilinceye kadar doğru olarak devâm etti. Muhammed aleyhisselâmın bütün dedeleri hazret-i İsmâil’in soyundan ve onun dînindendi. Vefâtına yakın kardeşi İshâk’ı aleyhisselâm yanına dâvet edip, kızını oğlu Iys’a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu. Mekke’de 133 veya 137 yaşlarındayken vefât etti. Mescid-i Haramda Kâbe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan ve annesi Hacer’in de kabrinin bulunduğu Hatim denilen yere defnedildi.
İsmâil aleyhisselâmın mûcizeleri:
1. Dikenli bir arâzide yaşayan müşriklerin teklifi üzerine duâ edip, dikenli ağaçlarda çeşitli meyveler bitmiştir.
2. Cürhümîleri îmâna dâvet ettiği zaman, onlar kısır koyundan süt çıkarmasını istediler. O da elini koyunun sırtına koyarak; “Beni peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın ismi ile...” dediği anda koyunun memelerinden süt akmaya başladı.
3. İsmâil aleyhisselâmın duâsı bereketiyle koyunların yünleri ipek oldu ve sayıları çoğaldı.
4. Kendisine misâfir gelen iki yüz Yemenliye ikrâm edecek bir şey bulamayınca mahcub oldu. O anda duâ etti ve yanındaki kumlar un oldu. Bunu gören misâfirlerin hepsi îmâna geldiler.
Kur’ân-ı kerîm’in, Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, En’âm, İbrâhim, Meryem, Enbiyâ ve Sa’d sûrelerinde İsmâil aleyhisselâmla ilgili haberler verilmiştir.
Târihçi, divan şâiri ve tezkirecisi. 1668 yılında Bursa’da doğdu. Asıl adı İsmâil olup Beliğ mahlasını kullandı. Babası Şâhin Emirzâde adı ile tanınan Seyyid İbrâhim’dir.
Tahsil hayatına Bursa’da başladı. Bursa’daki âlimlerden ders alarak yetişti. Mükemmel Arabî ve Fârisî öğrendi. Kısa bir süre Tokat’ta Mahkeme nâibliği yaptı. Sonra Bursa’ya döndü. Dedesinden babasına kalan imâmlık görevine Mantıcı Mescidinde devâm etti. Emir Sultan İmâretinde zâhire kâtibi olarak çalıştı. Son olarak Haremeyn Evkafı Mahkemesi Kâtipliğinde bulundu. Hayatı hakkında çok az bilgi mevcuttur. Kaynaklar, Beliğ’in tahsil ve ilmine uygun bir mevki elde edemediğini yazarlar. 1729 (H.1142) senesinde vefât ettiği, Süleyman Hâlis Efendinin Beliğ’in ölümüne düşürdüğü târihten anlaşılmaktadır. Kabri Bursa’da Çatal Fırının aşağısındaki Yeniyer Mezarlığındadır.
Beliğ, zarif, nüktedan bir şâir ve yazar olarak, 18. yüzyılın önemli şahsiyetleri arasında yer alır. Düzgün ifâdesi ve ilmî eserleri, Beliğ’i günümüze kadar ulaştırmıştır. Manzum ve mensur birçok eserlerinden bâzıları şunlardır:
1. Güldeste-i Riyâz-ı İrfan ve Vefeyât-ı Dânişverân-ı Nâdiredân: Bursa’nın alınmasından 1722 târihine kadar, Bursa’da doğan, Bursa’ya gelip yerleşen, Bursa’da doğup büyüyüp başka yere göç eden veya Bursa’da ölen hükümdâr, şehzâde, devlet adamı, şeyh, âlim, şâir ve tanınmış kimselerin hayatlarını ve eserlerini anlatır. Eser, edebiyat târihinde eşine az rastlanan bir hal tercümesi kitabı olması, yazarın istifâde ettiği kaynakları belirtmesi bakımından ayrıca kıymetini artırmaktadır.
2. Nuhbetü’l Âsâr li Zeyli Zübdetü’l Eş’âr: Kafzâde Fâizî’nin 1621’de tamamladığı Zübdetü’l Eş’âr adlı antoloji mahiyetindeki tezkiresine, 1726 yılına kadarki zeylidir. İçinde dört yüzden fazla şâirin kısa hayâtını ve şiirleri ihtiva eder.
3. Gül-i Sad-berg: Yüz hadîs-i şerîfin açıklamasıdır.
4. Şehrengiz: İki yüz altmış dokuz beyitli bir mesnevî olup Bursa ile ilgilidir.
5. Genc-i Şâyegân: Edebiyât hal tercümesi. Fıkıh meselelerini ihtivâ eder.
Felsefeci, yazar ve besteci. 1856 senesinde Bulgaristan-Tırnova’da doğdu. 1946 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Tırnova Rüşdiyesini bitirdikten sonra medrese tahsiline devâm etti. Arabî öğrendi. Öte yandan mâliye ve muhâsebe dersleri aldı. 1877-78 Türk-Rus savaşında âilesiyle berâber İstanbul’a geldi ve Mâliye Nezâretinde (Bakanlığında) memur olarak işe başladı. 1883’te Dîvân-ı Muhasebat (Sayıştay) kalemine getirildi. Bu arada Fransızca ve İngilizce öğrendi. Mabeyn-i Hümâyun bütçesi komisyon üyeliğinde bulundu. Şirket-i Hayriyyenin hesaplarını inceledi. 1898’de Dâhiliye Nezâreti muhâsebecisi oldu. 1909’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.
İsmâil Fennî’nin ihtisas konusu felsefe olmakla berâber, edebiyât ve mûsikîyle de uğraştı. Bestesi ve güftesi kendisine âit, iki yüzden fazla peşrev ve semâisi vardır.
Tasavvuf alanında birçok çalışmalar yapmış olan İsmâil Fennî, tasavvufta vahdet-i vücud meselisini ele almış, Allahü teâlânın varlığı ve birliği esâsını delillendirerek savunmuştur. Ona göre madde, ebedî (sonsuz) değildir. Sonradan var olan bu âlem, mutlaka yok olacak ve canlılar tekrar dirilecektir. İsmâil Fennî, atom konusunda da şöyle der: “Her atom güneş sistemi gibi proton ve elektrondan ibâret bir enerji kaynağıdır. Maddenin en son unsuru elektriktir. Maddeye, son derece kesifleşmiş enerji gözüyle bakılmaktadır. Atom artık bölünmezlik anlamını kaybetmiştir. Yok olması imkânsız görünen madde, aslında parçalanarak yok olmaktadır. Maddenin yok olması imkânsız olmadığı gibi enerjinin de yok olması imkânsız değildir. Madde ve enerji sonradan meydana gelmiş olduğu gibi yok olabilir de. Öyleyse âlem, sonradan meydana gelmiştir. Ebedî ve ezelî olan yalnız Allahü teâlâdır. Âlem, Allahü teâlânın yaratması ile var olmuştur.” İsmâil Fennî bu âlemin tesâdüf eseri meydana geldiğini söyleyen felsefecilere cephe almış, onları şiddetle tenkit etmiştir. Allahü teâlânın varlığının çeşitli delillerini sayarken, bilhassa gâye-sebep üzerinde durmuş; hiçbir şeyin boş yere yaratılmadığını, yaratılışının bir sebebi gâyesi olduğunu, ispat etmiştir. Materyalist (maddeci) felsefenin ilmî ve mantıkî görünen delillerini, batılı ilim ve fikir adamlarının sözlerine dayanarak etraflıca tenkit ve reddetmiştir. Materyalizme âit tenkidlerini Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlâli adlı eserinde ortaya koymuştur. Materyalizm ve ona yardımcı felsefeleri yıkmaya çalışmıştır. Materyalistlerin, âlemde hiçbir şey yaratılmaz, hiçbir şey kaybolmaz şeklindeki tezlerinin savunulamaz olduğunu, akıl ve mantıkla bağdaşır hiçbir yönünün bulunmadığını ortaya koymuştur.
İsmâil Fennî birçok eser yazmıştır. Bâzıları şunlardır: Lügatçe-i Felsefe(Felsefe Sözlüğü-1927), Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlâli (1928), Vahdet-i Vücud ve Muhyiddîn-i Arabî (1928), Kitâb-ı İzâle-i Şükûk (1928), Küçük Kitapta Büyük Mevzular (1934), Hakîkat Nurları.
Neşredilmemiş eserleri: Büyük Filozoflar, Çağdaş Maddecilik, Hürriyet, Türk Târihi, Usül-i Mâliye Hülâsası, Dürret-ül Yetimiyye, Hayat ve Madde, Hakîkat-ı Zerâfet, Gülzâr-ı Emsâl.
Anadolu’da yetişen büyük velîlerden, müfessir ve metinler şerhi üstâdı. İsmi, İsmâil Hakkı olup 1650 (H. 1062) târihinde Aydos kasabasında doğdu. Babası, sâlih bir zât olan Mustafa Efendidir. 1725(H. 1137) târihinde Bursa’da vefât etti.
İsmâil Hakkı Efendi, küçük yaşta, babası tarafından Celvetiyye yolu büyüklerinden Seyyid Osmân Fadlî Efendiye götürüldü. Onun; duâ ve iltifâtına kavuştu. On yaşındaOsman Fadlî Efendinin Edirne’de bulunan yetişmiş talebesi Abdülbâki Efendinin terbiyesi altına girip, yedi sene kendisinden din ve fen bilgilerini okudu. Okuduğu eserleri kendi yazısıyla yazardı. Abdülbâki Efendinin emri ile İstanbul’a geldi ve Osmân Fadlî Efendinin mânevî terbiyesine girdi. Kısa zamanda mânevî kemâle (olgunluğa) yükseldi. İnsanları irşâd (doğru yolu göstermek) için Bursa’ya bir müddet sonra da Üsküp’e gönderildi. Hocasının kendisine gönderdiği mektuptaki nasîhatlerle amel edip, büyük hizmetlerde bulundu.
On sene Üsküp’te kalan İsmâil Efendi, hocasının mânevî işâretiyle 1685 târihinde Bursa’ya gitti. Hocasının Magosa’ya gittiğini duyunca, o da gitti.
İsmâil Hakkı Efendi hocasının vefâtından sonra, Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul güzergâhı ile Bursa’ya geldi. Bu yolculuk sırasında Mevlânâ, Sadreddîn-i Konevî ve Eşrefzâde Abdullah Rûmî gibi büyüklerin kabirlerini ziyâret etti.
İsmâil Hakkı Efendi, Sultan İkinci Mustafa Hanın dâveti üzerine 1695 târihinde Edirne’ye vardı. Nemçe Seferinde cihadın sevâbını ve büyüklüğünü anlatarak askeri coşturdu. Ertesi sene Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. İsmâil Hakkı Efendi, sadrâzam Elmas Mehmed Paşanın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. Ordunun zaferle geri dönüşünden sonra yaralı hâliyle Bursa’ya geldi, talebe yetiştirmeye ve eser yazmaya devâm etti. Bir ara Şam’a gitti ise de tekrar döndü.
İsmâil Hakkı Efendi, Bursa’da dergâh, mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfir odalarından meydana gelen bir külliye yaptırarak ismini Câmi-i Muhammedî koydu. Câminin kitâbesini bizzât kendisi yazdı. Bursa’da vefât etti. Kabri, İsmâil Hakkı Tekkesi diye anılan yaptırdığı Câmi-i Muhammedî’nin mihrâbı arkasındadır.
İsmâil Hakkı Bursevî buyurdu ki:
“İnsana gelen belâ ve sıkıntılar kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında ilâhî tecellî meydana geldiği için kalp genişler.”
“Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile berâberdir” buyruldu. Kıyâmet günü bu büyükler şefâat edeceklerinden onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur.”
“Sâlih arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete (sapıklığa) düşersin. Topluluktan ayrılan helâk olur.”
Eserleri:
İsmâil Hakkı Bursevî’nin 106 eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân; İstanbul ve Mısır’da basılmıştır. Vaazlarda çok kullanılan bir tefsirdir. 2) Şerh-i Muhammediyye (iki cilt), 3) Şerh-i Mesnevî, 4) Şerh-i Pend-i Attâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîsi Erbaîn, 7) Dîvân ve başkaları.
Son devirde yetişmiş felsefeci ve dinler târihi araştırmacısı. 1868 (H.1285) yılında İzmir’de doğdu. 1946 (H.1365) senesinde Ankara’da öldü. İlk tahsiline, doğduğu yerde başlayıp, İzmir Rüşdiyesini bitirdi. Sonra İstanbul’a giderek, Yüksek Muallim Mektebine girdi. 1894 yılında Edebiyât Fakültesinden mezun olup, İttihatçıların gözüne girerek medreselere hoca tâyin edildi. Mülkiye ve muallim mekteplerinde görev yaptı. Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi) da dinler târihi ile felsefe dersleri okuttu. 1915 senesinde ordinaryüs profesör olarak emekliye ayrıldı.
Masonluğa da girmiş olan İsmâil Hakkı, felsefe ve dinler târihi dallarında çalışıp bu konularda eserler kaleme aldı. Ayrıca dînî konularda da eserler yazmışsa da; İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyım Cevziyye ve MuhammedAbduh gibi o da Ehl-i sünnetten ayrılmış ve kendi başına bir yol tutup hak mezhepleri kabul etmeyen kimselerin fikirlerini benimseyerek savunmuştur. Diğer taraftan da Fârâbî ve İbn-i Rüşd gibi felsefecilerin yolunu tâkib ederek dînî konularda naklen gelen temel kâidelerin dışına çıkıp bu hususta şahsî düşüncelerini ileri sürmüştür. 20 Haziran 1928 târihli Vakit Gazetesi’nin haberine göre Köprülü Fuâd, Şerâfeddin Yaltkaya ve Mehmed Ali Aynî ile beraber; câmilere sıralar, elbise askıları, müzik âletleri konulmasını, hutbeleri filozoların okumasını, ibâdetlerin Türkçe yapılmasını isteyen bir rapor hazırlamışlardır. Bu iddiâlarını ve yazdığı kitapları ve makâleleri inceleyen zamânındaki din âlimleri; onun reformcu olduğunu, doğru olan din kitaplarındaki hüküm ve ibâreleri değiştirerek yazılarına aldığını ve şahsî bozuk düşüncelerini bunlarla ispat etmeye kalkıştığını belirtmişlerdir. Meselâ; Bolvadinli müderris Yûnuszâde Ahmed Vehbi Efendi bunlardan biridir.
Şahsî düşünceleriyle dinde değişiklik yapmak istemiştir. Ancak kazdığı kuyuya kendisi gibi bir çoklarını da sürükleyerek ebedî felâkete düşmüştür. Müslüman-Türk milleti tarafından gerekli cevaplar verilerek fikirleri hiç îtibâr görmemiştir.
Eserleri: 1) Anglikan Kilisesine Cevap, 2) Ma’ânî-i Kur’ân, 3) İslâm Felsefesi Târihi, 4) Türk Filozofları, 5) Yeni İlm-i Kelâm, 6) Usûl-i Fıkıh Dersleri.
Osmanlı Devletine âit araştırmalarıyla tanınan bilim adamı. İstanbul’da 1888 yılında doğdu. Tahsilini, Dârülfünûn’un Edebiyât şûbesini bitirerek tamamladı.
İlk vazîfesi Kütahya İdâdîsinde 1912 yılında Târih, Coğrafya öğretmenliğidir. Burada kaldığı sekiz sene içinde şehrin târihini de inceledi. Kütahya Yunanlılar tarafından işgâl edilince, Eskişehir, Ankara ve oradan da Kastamonu’ya yerleşti. Kastamonu Lisesi öğretmenliğinden sonra 1922’de Balıkesir Lise Müdürlüğüne getirildi. 1924 Balıkesir Millî Eğitim Müdürü, 1925’te Millî Eğitim Bakanlığı Genel Müdürü ve 1927’de Balıkesir milletvekili oldu. Târihî araştırmalarına milletvekiliyken de devâm eden İsmâil Hakkı 1931 yılında Türk Târih Kurumu üyeliğine seçildi.
Üniversite reformundan sonra, Ord. Prof. olarak Edebiyât Fakültesinde öğretim görevine başladı. Anadolu Selçukluları ve Beylikleri, Osmanlı Devletinin Kânûnî devrinin sonuna kadar olan devrini ders olarak okuttu. Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi açılması üzerine burada da ders vermeye başladı. İstanbul’da ders saatleri dışında devamlı Başbakanlık Arşivinde bulunur, Osmanlı medeniyet ve teşkilât târihi ile ilgili vesikaları incelerdi. 1939 yılında üniversiteden ayrılarak milletvekili oldu. Halk Partisinin iktidardan ayrılması ile tekrar 1950 yılında üniversiteye döndü. Bu dönemde araştırmalarını daha çok Topkapı Sarayı Müzesi Arşivinde yapan İsmâil Hakkı Uzunçarşılı, hayâtı boyunca Türk târihine hizmet etmiş, pekçok eser yazmıştır. Bir gün arşiv dönüşü arabada geçirdiği fenâlık sonucunda 10 Ekim 1977’de öldü. Edirnekapı Şehitliğine defnedildi.
Ömrü boyunca Osmanlı târihini inceleyen İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı târihinin arşiv vesîkaları incelenmeden, kânunnâme ve yazma eserler okunmadan doğru öğrenilmeyeceğini savunur ve bu konuda şöyle der:
Târih meraklılarına şunu söyleyeyim ki Osmanlı târihini yalnız basma eserlerden okurlarsa pek noksan ve kısmen de hatâlı mâlumât (bilgi) elde etmiş olurlar. Altı buçuk asırlık devamlı bir târihi olan Osmanlı İmparatorluğunun siyâsî, mâlî, iktisâdî, askerî, ilmî, içtimâî (sosyal) vb. vaziyeti, hakîkî menbâlara (kaynaklara) dayanılarak tetkik edildiği zaman bu devletin bütün azametiyle çehresi meydana çıkar. Başka türlü, sathî, derme çatma mâlumât ve basit tetkik ile haklı olarak bu hayret ve takdire şayan azamet ve kudretin anlaşılmasına imkân yoktur. Yine bunun gibi bu devletin inhitat (gerileme) ve sukûtu (yıkılması) ve buna dâir olan vesâik (vesîkalar) ve eserler iyice incelenmedikçe doğruyu görmek imkânsızdır. İşin iç yüzü târihlerden ziyâde vesikalarda görünmekte ve vaziyet ancak o zaman aydınlanmaktadır. Ben arşivleri görüp beni alâkadar eden vesîkaları henüz incelemeden ve yine bu devlete âit yazma ve basma yüzlerce gerek perakende (dağınık) ve gerek toplu olarak yazılan kânun ve kânunnâmelerini tetkik etmeden önce kendimi Osmanlı târihine oldukça vâkıf bir adam sanırdım. Ancak kânunnâmelerle vesîkaları tetkik ettikten sonradır ki bu hususta ne kadar sathî mâlumât sâhibi olduğumu anladım ve yine o zaman Roma İmparatorluğundan sonra en çok süren ve üç kıtaya yayılmış olan bu devletin kudretini ve inhitatı (gerilemesi) esnâsında pekçok sadmelere (darbelere) rağmen neden Selçuk, Cengiz ve Timur imparatorlukları gibi az zamanda parçalanıp dağılmadığını ve köşesinden bucağından koparıldığı halde dimdik ayakta durduğunu ve sonradan, yâni 19. asırdan îtibâren de neden süratle sükût ettiğini (yıkıldığını) idrak edebildim. Îmân ve akide hâline gelmiş olan kânunların zayıf zamanlarda bile şöyle böyle tatbik edilebilmesi ve bu kânunların nesilden nesile kudsî an’ane olarak devam etmesi, Türk milletinin kendisini her zaman hâkim mevkide görmesi, onun en zayıf olan zamanlarında da kendisini, yâni İslâm câmiâsını parçalanmaktan kurtarmıştır.
Eserleri:
Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, Kapıkulu Ocakları, İlmiye Teşkilâtı, Osmanlı Târihi, Sivas Şehri, Alemdâr Mustafa Paşa, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Kütahya Şehri, Anadolu Beylikleri, Karakoyunlu veAkkoyunlu Devleti, Kitâbeler, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Çandaroğulları gibi kitapları dâhil çeşitli dergilerde yayınlanmış makâle ve araştırmaları mevcuttur.
Değerli ilim adamı. Anadolu Danişmendli Beyliğini kuran Melik Danişmend neslindendir. 1892 yılında Merzifon’da doğdu. Cebeli Garbî mutasarrıflarından Emir Mehmed Kâmil Bey ile Melek Hanım’ın oğludur.
İlk ve orta tahsilini özel olarak yapan İsmâil Hâmi, Şam İdâdîsinin son sınıfına imtihanla girerek bu okulu bitirdi. İstanbul’a gelip Mülkiye (Siyâsî Bilgiler Yüksek Okulu) Mektebine kaydoldu ve 1912 yılında burayı bitirdi. Okulu bitirince Fransa’ya gittiyse de burada fazla kalmayıp yurda döndü ve Hâriciye Nezâretine kâtip olarak girdi. Mîzac ve yetişme tarzı olarak memuriyeti benimsemediğinden öğretmenliği tercih etti. Aynı senenin Aralık ayında Mâliye Yüksek Mektebinde târih öğretmeni olarak işe başladı. Muhtelif okullarda öğretmenlik yaptıktan sonra 1914’te Bağdat Hukuk Mektebi Müdürlüğüne gönderildi. Bu vazîfede, Birinci Dünyâ Harbinde Bağdat’ın İngilizlerce işgâline kadar kaldı.
Memleketin yabancı devletler tarafından işgâl edildiği 1919 yılında Memleket Gazetesi’ni çıkardı. Baskılar netîcesinde dört ay sonra gazetesi kapanan İsmâil Hâmi, Sivas Kongresine İstanbul Temsilcisi olarak katıldı. Kongre devâmınca Genel Sekreterlik ve Kongre İstihbârât Şûbesi Şefliği vazîfesinin yanısıra ilk defâ kongre sırasında çıkan İrâde-i Milliye Gazetesi’nin baş yazarlığını da yaptı. İstiklâl Harbinin zaferle sona ermesinden sonra resmî vazîfe ve siyâsetten tamâmen çekilerek kendisini tetkik, araştırma ve yazmaya verdi. İsmâil Hâmi Fransızca, Arapça, Farsçayı çok iyi bilir, Almanca, Lâtince ve Sümerceyi okuyup anlardı. Bundan sonraki yıllarda basılan otuz bir eseri yayınlanan İsmâil Hâmi Danişmend, 12 Nisan 1967’de kalp yetmezliğinden vefât etti. İstanbul’daki Zincirlikuyu Mezarlığına defnedildi.
Eserleri:
Türklerle Hind Avrupalıların Menşe Birliği (iki cilt), Türkçe-Osmanlıca-Fransızca Sözlük, Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu (üç cilt), Fransızca Kıyâsî ve Gayr-ı Kıyâsî Fiiller, Târih ve Coğrafya’ya âit Değişik İsimler Lügatı, Seyyid (tercüme), Nikomed (tercüme), Destan ve Divan Edebiyâtında İstanbul Sevgisi, Ali Suâvi’nin Türkçülüğü, Cimri (tercüme), Hastalık Hastası (tercüme), Türk Târih Kurumuna Açık Mektup, Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (altı cilt), İstanbul Fethinin İnsânî ve Medenî Kıymeti, Baltacının Prut Zaferi, Türkiyat ve İslâmiyet Tedkikleri Külliyatı, Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur?, Garp Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, Garp Menbalarına Göre Garb Medeniyetinin Menbaı Olan İslam Medeniyeti, Sadrâzam Tevfik Paşanın Dosyasındaki Resmî ve Hususî Vesikalara Göre 31 Mart Vak’ası, Îzâhlı İslâm Târihi Kronolojisi (7 cilt), Garb Menbalarına Göre Eski Türk Demokrasisi, Türk Meseleleri, Târihî Meseleler ve Menkabeler Lügatı, Garb Menbalarına Göre Garb Âleminin Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, Sümer, Türk Dil birliği (iki cilt), İstanbul Fethinin Medenî Kıymeti, Fâtihin Hayâtı veFetih Takvimi, Târih ve Efsâneye Göre Arapların İstanbul Seferleri (tercüme).
Edebiyât târihçisi. 1889 senesinde İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Galatasaray Lisesinde, yüksek öğrenimini ise Mülkiye Mektebinde tamamladı.
İlk vazifeye Düyûn-ı Umûmiye kaleminde başladı. Galatasaray Lisesi ve Robert Koleji edebiyât öğretmenliği, Hâriciye Nezâreti Matbuat Müdürlüğü Tetkik ve Teşhis Kalemi Mümeyyizliği görevinde bulundu. Bir Süre Âzerbaycan Bakü Üniversitesinde Edebiyât Târihi Öğretim Üyeliği, Yüksek Pedegoji Enstitüsü ile Tiyatro Mektebinde Türk Edebiyâtı, Batı Edebiyatı ve Sanat Târihi Hocalıklarında bulundu (1923-27). Yurda döndüğü zaman Ankara Kız Lisesi, Gâzi Terbiye Enstitüsü Türk Edebiyâtı ve Sanat Târihi Hocalığı, Kıbrıs Türk Lisesi Müdürlüğü, Maarif Vekâleti Müfettişliği, Ankara Mûsikî Muallim Mektebi Müdürlüğü, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Müdürlüğü ile Afganistan Maârif Nezâreti Müşâvirliğinde çalıştı. Daha sonra İ.Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyâtı kürsüsünde profesör olarak tâyin oldu. Ordunaryüs profesörlüğe yükseldi. 1958 senesinde isteği üzerine emekli oldu. 1967 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Edebiyâta şiir, hikâye ve roman denemeleriyle başladı. Sonra edebiyât araştırıcılığına yönelen İsmâil Hikmet, yakın târihin değerli araştırmacılarındandır. Hayatının sonlarında çalışmalarının ağırlığını eski Türk edebiyâtı teşkil eder. Anadolu’nun birçok yerinde derlediği parçaların tıpkısını yayınlayarak Türk kültürüne büyük hizmette bulundu.
Eserleri:
Vuslat-ı Memnua (uzun hikâye, 1908), Kır Çiçekleri (şiirler), Hesap İmtihânı (mektep piyesi), Ateş Olur da Yakmaz mı? (hikâye), Türk Edebiyatı Târihi (Bakü), Türk Edebiyâtı Târihi (Osmanlı kısmı), Yunan Edebiyâtı Târihi, Âzerbaycan Edebiyâtı Târihi, Abdülhak Hâmid, Ahmet Midhat Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Nâbizâde Nazım, Nâmık Kemâl, Recâizâde Ekrem, Şinâsi, Tevfik Fikret, Ziyâ Paşa, Ahmed Hikmet, İsmâil Safa, Koca Ragıp Paşa ve Fıtnat (1933), Kırâat Dersleri (beş kitap, resimli, 1934), Kıbrıs Türk Alfabesi (1934), Lâtin Edebiyâtı Târihi (1937), Çağatay Edebiyâtı (1937), Risâle-i Sultan Hüseyin Baykara (yeni harflerle, 1945), Varaka ve Gülşah (yeni harflerle, 1945), Târih-i Âl-i Osman (tıpkıbasım, 1945), Mesnevî-i Penâhî (yeni harflerle, 1946), Târih-i Edirne, Hikâyet-i Beşir Çelebi (yeni harflerle, 1946), Falnâme (tıpkıbasım, 1951), Sultan Cem, Hayatı ve Eserleri (Sultan Cem Divanı’nın tıpkıbasımı ve muhtelif kaynaklardan derlenmiş hayatı, 1951), Fâtih ve Fütûhâtı (Bizans ve Karadeniz, 1953), Âdilşâhîler; Hindistan’da bir İslâm Devleti (1953),Gaazi Bora Giray, Hayatı ve Eserleri (1958), Bahrü’l-Hakâyık (tıpkıbasım, 1960), Tabiatnâme (Aydınoğulları zamanında yazılmış manzum bir tıp kitabı, tıpkıbasım, 1960), Yusuf ile Züleyha (1960), Kaside-i Bürde Tercümesi (Abdürrahim Karahisarî’nin manzum eseri, tıpkıbasım, 1960), Behçetü’l-Hadâyık fî Mev’izeti’l-Halâik (tıpkıbasım, 1960), Dîvân-ı Lütfî-i Çağatayî (tıpkıbasım, 1960), Dîvân-ı İlâhî (tıpkıbasım, 1961), Mârifetnâme (Yusuf Sinan Paşa, tıpkıbasım, 1961), Tevfik Fikret, Hayatı ve Eserleri (1963), Dante ve Eserleri (1964), Goethe, Hayatı ve Eserleri (1964), Zafer Dîvânı (Bir Âzerî şâirin dîvânı, 1964), Dîvân-ı Kabûlî (minyatürlü, tıpkıbasım, 1964), Divân-ı Hamîdî (tezhipli, tıpkıbasım, 1964), Fâtih’in Akdeniz ve Adalar Denizi Fütühâtı (1965), Bayron, Hayatı ve Eserleri (1965), Schiller, Hayatı ve Eserleri (1965), Vagner, Hayatı veEserleri (1965), List, Hayatı ve Eserleri (1965), Fâtih Devrinde Tezhib Sanatı (1966), Bâbür Şah, Hayatı ve Eserleri (1966), Tevfik Fikret Mirsad’da (1966), Tevfik Fikret Mâlumât’ta (1967).
Mısır hidivi. 31 Aralık 1830’da Kâhire’de doğdu. Kavalalı İbrâhim Paşanın oğludur.
Fransız Harp Akademisinde okudu. Ağabeyi Ahmed Rifat Paşanın ölmesi üzerine Mısır Veliahtı îlan edildi (1858). Sudan’da çıkan ayaklanmaları bastırarak huzur ve asâyişi temin etti. 1863’te amcası Sait Paşanın ölümü üzerine Mısır vâlisi oldu. Abdülazîz Hanın bir fermanıyla 1867’de Hidiv ünvanını aldı. Ayrıca hidivliğin hânedânın en yaşlı üyesine değil de babadan oğula geçme prensibini pâdişâha kabul ettirdi. Böylece kardeşi vezir Mustafa Fâzıl Paşanın yerine büyük oğlu Tevfik Paşa veliaht oldu. Girit Seferine katıldı.
İsmâil Paşa, Mısır’da bağımsız bir devlet kurma hevesindeydi. 1869’da Süveyş Kanalının açılışı sırasında Osmanlı Pâdişâhının tasdikini dahi almadan Avrupa devlet başkanlarını ülkeye dâvet etti. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu zor durumdan istifâde ederek dış kredi yetkisini elde etti (1872). Bunun netîcesinde İngiltere ve Fransa’ya büyük ölçüde borçlandı. Diğer taraftan almış olduğu borç paralarla ordu ve donanmasını kuvvetlendirdi. Oğlu kumandasında bir orduyu Habeşistan’a gönderdi. Eritre ve Uganda’da topraklar kazandı (1875). Ayrıca Mısır’ı mektepler, yollar, çeşmeler ve daha pekçok sosyal müesseselerle zenginleştirdi. Ancak büyük askerî harcamalar yüzünden ülkenin iktisâdi durumu sarsıldı. Süveyş Kanalının Mısır’a âit hisse senetlerini İngiltere’ye satmak zorunda kaldı. Bu durum İngiltere’nin Mısır’ın iç işlerine müdâhale etmesine yol açtı. Bu sırada Osmanlı Devleti, Sultan Abdülazîz Hanın şehid edilmesi ve akâbinde girişilen 93 Rus Harbi dolayısıyla Mısır meseleleri ile ilgilenemedi. İngiliz ve Fransızlardan meydana gelen ortak bir heyet, Mısır mâliyesini denetlemeye başladı. Keyfî vergiler ve vazîfelerinden azl edilen subaylar yüzünden Mısır’da isyânlar çıktı. Bu arada pâdişâh olan İkinci Abdülhamîd Han, İsmâil Paşayı Mısır hidivliğinden derhal azlederek yerine oğlu Tevfik Paşayı getirdi (1879). Önce Napoli’ye giden İsmâil Paşa daha sonra İstanbul’a geldi. 1895’te vefât ederek Sultan İkinci Mahmûd Han türbesine defnedildi.
On yedinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamlarından. Ayaşlıdır. Enderûn’da tahsil görüp yetişmiştir.
Kiler kethüdâlığı ve Hasodada çuhadarlık vazîfelerinde bulunduktan sonra, Rumeli Beylerbeyliği pâyesi ve günde iki yüz akçe ile emekli oldu. 1678 Martında Abdi Paşanın İstanbul Kaymakamlığına tâyini üzerine, onun yerine Nişancılığa getirildi. Daha sonra Sadâret Kaymakamı tâyin olundu ve çok geçmeden vezîriâzamlığa getirildi. Bu sırada isyân eden ocaklıya karşı, sancak-ı şerîf çıkartarak, isyânı zamânında bastırdı (Ocak 1688). Böylece İstanbul’daki zorbalara ve Rumeli’deki eşkıyâya büyük bir darbe indirdi. Ancak 1689’da Avusturya Seferine çıkmaması ve yerine zorbalıktan paşalığa çıkmış Yeğen Osman Paşayı göndermesi azline sebeb oldu ve Kavala Kalesinde hapsedildi. Daha sonra oradan Rodos’a gönderildi. İsmâil Paşa buradayken 1690 Nisanında katledildi.
Ölümünde yaşı yetmişi geçmişti. Katline sebeb olarak Fâzıl Mustafa Paşa ile olan rekâbeti gösterilir.
Servet-i Fünûn edebiyâtı şâirlerinden, 1867’de Mekke’de doğdu. Merve ile Safâ arasındaki Mes’a Mahallesinde doğduğu için kendisine Safâ adı verilmiştir. Babası Mehmed Behçet Efendi, Hicaz Mektupçuluğu vazifesindeyken vefat etmiştir. Târih düşürmekte usta olan Mehmed Behçet Efendinin Türkçe ve Farsça şiirleri de vardır. İsmâil Safâ’ya şiir zevki babasından geçmiştir.
Babasının vefâtından sonra âilesi İstanbul’a yerleşmiş ve İsmâil Safâ’yı da Darüşşafaka Lisesine yatılı kaydettirmişlerdir. Burada Nâmık Kemâl’in fikirleri ile yoğrulan İsmâil Safâ, Recâizâde Ekrem ve Muallim Nâcî arasındaki münâkaşalarla alâkadâr oldu. Gazelleri Tercümân-ı Hakikat’te basıldı. Muallim Nâcî, İsmâil Safâ ile dost olmuş ve kendisine nazîreler yazmıştır. İsmâil Safâ bir süre Evkaf Nezâreti Masârifât Kaleminde, daha sonra Telgrafhânenin Muhâberât Dâiresinde ve Meclis kalemlerinde yıllarca çalışmıştır. Muallim Nâcî’den boşalan Mülkiye ve Vefa idâdîlerinde edebiyat dersleri okutmuştur. Hicaz’a giden İsmâil Safâ’nın İstigrâk adlı şiirinde, Abdülhak Hâmid’in Makber adlı eserinin tesiri, vezni, nazım şekli ve üslûbu hissedilmektedir. Bu sıralarda Fuzûlî’yi zevkle okuyan İsmâil Safâ, ona nazîreler yazmıştır. Hâlid Ziyâ’nın tesiriyle mensur şiirler de yazmaya başlamıştır.
İttihat ve Terakki Cemiyetine giren İsmâil Safâ, Gelmiyecek mi? başlıklı şiiri yüzünden sorguya çekilmiş, bu durum ona çok tesir etmiştir. İkinci Abdülhamîd Hanın doğum ve cülus (tahta geçişinin) yıldönümü, Darüşşafaka’yı himâyesine alması dolayısıyla onun lehinde medhiyeler yazmıştır. Fakat bunlar Abdülhamîd Hanın lehinde olduğunu göstermez. Hâlid Ziyâ Uşaklıgil’in hâtıralarında İkinci Abdülhamîd Hanın hal’i hususunda müfrit (aşırılığa varan) düşünce ve hayallere kapıldığı yazılıdır. Tevfik Fikret, İsmâil Safâ’nın genç şâirlerin eserlerinde yazdığı şiirlerini çok beğenerek kendisiyle dost olmuştur.
Malûmât ve Mekteb gibi bâzı mecmualarda yazıları çıkan İsmâil Safâ, Servet-i Fünûn ekolüne girmiştir. Servet-i Fünûn’da ilk basılan şiiri Yâr ile Hasb-i Hâl’dir. Mensiyât’ta, Huzmâ Safâ’nın basımından sonra yazdığı kırk dokuz şiirini toplamıştır. Bunlar, Muallim Nâcî, Recâizâde Ekrem ve Hâmid tesirinden kurtulup, şahsiyetini artık tamamıyle bulduğunu göstermektedir. Şiirlerinde önceleri aşk, tabiat ve kendi hayatını mevzu alıyor, mersiyeler yazıyordu. 1897-1898’de Türk-Yunan savaşlarından ilhâm alarak yazılan vatanî manzumeleriyle, his bakımından tesirli örnekler verdi. Manzumelerinin yanısra Öksüz Ahmed, Zavallı İhtiyar gibi içtimâî manzum küçük hikâyeleri de vardır. Edebî meselelerde ileri sürdüğü fikirler yalnız kendisine âit olmayıp, Fransızca eserlerden adaptedir.
1900 yılında siyâsî taşkınlıklarından dolayı Sivas’ta ikâmete memur edildi. 24 Mart 1901’de 34 yaşındayken orada vefât etti. Sivas’ta Garipler Mezarlığında gömülüdür.
İsmâil Safâ’nın Sünûhât, Huzmâ Safâ, Mensiyât, Mevlid-i Pederî, Ziyâret, Mülâhazât-ı Edebiye adlı eserleri hayattayken basılmıştır. Geri kalan eserlerinden dördünün basımı sonradır.
İsmâil Safâ, divan edebiyatı an’anelerine bağlı kalarak şark klâsik nazım şekillerinin ve noktasız harflerle genel nazım şekillerinin hemen hemen hepsini kullanmış, noktasız harflerle gazel bile yazmıştır. Kaside-i Bürde’yi nesir hâline, Arapça bir şiiri manzum olarak dilimize çevirmiştir. Sağlam ve sâde Türkçeyi aruza tâbiliğini bozmaksızın en iyi uygulayan şâirlerin başında gelir. Şiirlerinde en çok işlediği tabiat, aşk, kâinat, fânîlik ve ölümdür. Ömrü boyunca birbiri ardından ölen yakınları dolayısıyla hissettiği ızdıraplar ona en güzel şiirlerini ilhâm etmiş, en çok mersiyelerinde, kitâbelerinde, düşürdüğü târihlerde ustalık göstermiştir. Şiirlerinde samîmîlik, tabiîlik, açıklık, âhenk ve kuvvetli tasvir vardır. İsmâil Safâ, klâsik tarafları yanında, şiirlerinde serbestliğe bağlı kalmış, aynı şiirde muhtelif şark klâsik nazım şekillerini, hattâ serbest kafiyeli aruzun muhtelif kalıplarını bir arada kullanmış, Servet-i Fünuncular gibi Sem’i kâfiyeyi de müdâfaa etmiş, serbest müstezatlar yazmıştır.
Eserleri: Huzmâ Safâ (Babasının şiirleriyle birlikte ilk şiirleri, 1892). Mensiyât (şiirler, 1898- 1912), Hissiyât (1896-1900 arası yazdığı son şiirleri, 1912).
Arabî dili ve edebiyâtı âlimi, kütüphâneci. 1871 senesinde İstanbul’da Kocamustafapaşa’da doğdu.
Rüştiye ve idâdi tahsilinden sonra tıbbiyeye girdi. Kendisinin ve âilesinin geçimini temin etmek zorunda kaldığından tıbbiyeyi yarıda bıraktı ve Mekteb-i Hukuka başladı. Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi ikinci hâfız-ı kütüplüğü dolayısıyle hukuk tahsilini de bırakmak zorunda kaldı. Bir yandan kütüphâne memurluğu yaparken diğer taraftan önceden başladığı câmi derslerine devam etti. Bâyezîd dersiâmlığı pâyesini kazandı. Medreselerin kapatılmasına kadar müderrislik (profesörlük) yaptı. 1920 senesinde Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi müdürü oldu. Ölünceye kadar (1940) bu vazifede kaldı ve hayatının son elli yılını burada geçirdi. Bu kütüphânede kitapların muhâfazasında mühim hizmet etti. Tedkik, araştırma yapanlara, ilim adamlarına yardımcı olurdu. Hiç evlenmedi. Hayatını kitaplara verdi. İlmi gibi ahlâkı, fâzileti de yüksekti.
Arabîyi ve Arap edebiyâtını çok iyi bilirdi. Muhtelif ilimlere âit çok kitap okumuş ve hıfz etmiştir. Kütüphânenin bir odasında kaldığı için bütün zamanını kütüphâneye ve kütüphâneye gelenlere hizmetle geçirirdi. Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z Zünûn’una birçok tashih ve ilâveler yapmak sûretiyle bir zeyl meydana getirdi. Yumuşak huylu, çok nâzik ve mütevâzi bir insandı. 1940 senesinde vefât etti ve Merkez Efendi Mezarlığına gömüldü.