İSLÂM KALKINMA BANKASI
Alm. Islamische Entwicklungsbank, Fr. Banque dévéloppement islamiqua, İng. Islamic Development Bank. Üye ülkelerde ekonomik ve sosyal kalkınmanın İslâm hukûku çerçevesinde desteklenmesi için kurulmuş olan banka. İslâm Konferansı Teşkilâtının 1973 senesinde aldığı bir kararla kurulan banka, çalışmalarına Ekim 1975’te başladı. Merkezi Suudi Arabistan’ın Cidde şehrindedir. İslam Kalkınma Bankasına İslâm Konferansı Teşkilâtına bağlı olan ülkeler üye olabilir.
İslâm Kalkınma Bankası ekonomik ve sosyal altyapı projelerine yaptığı yatırımlarla, kamu ve özel sektöre açtığı kredilerle ekonomik ve mâlî gelişmeyi ve üye ülkelerin dış ticâretini desteklemeyi gâye edinmiştir. Bankanın üye olmayan ülkelerdeki Müslüman cemaatlere yardım gâyesiyle kurulmuş özel fonları da vardır.
İslam Kalkınma Bankasının idârî teşkilâtında iki meclis bulunur:
Birincisi, Guvernörler Meclisi: Üye olan her devlet kendini temsil eden bir guvernör ve gerektiğinde onun yerine vekil olacak olan bir vazifeli tâyin eder. Bu vazifelilerin görev müddeti tâyin eden devletin isteğine bağlıdır. Bu meclis normal şartlarda senede bir defa toplanır.
İkincisi, Yetkili Müdürler Meclisidir: Bu meclis on üyeden meydana gelir. Meclisin üyeleri üç yıllık bir müddet için seçilirler.
Guvernörler Meclisi beş yıllık müddetle vazife yapacak olan bir başkan seçer. Bu başkan İslâm Kalkınma Bankasının kanûnî temsilcisi ve idârî teşkilâtının da en üst idârecisidir.
Alm. Organisation der Islamischen Konferenz, Fr. Organisation de Conférence Islamique, İng. Organization of the Islamic Conference (OIC). İslâm ülkeleri arasında ekonomik, kültürel ve siyâsî dayanışma ve işbirliğini sağlamak ve geliştirmek maksadıyla kurulmuş olan teşkilât. Arapça; “Munazzamatül-Mu’temiril-İslâmî” diye ifâde edilmektedir.
Müslümân devletler arasında dayanışma ve işbirliğini geliştirmek gâyesiyle İslâm konferansları düzenlenmesi düşüncesi bâzı İslâm devletleri tarafından zaman zaman ortaya atıldı. Suudi Arabistan Kralı 1966 yılında “İslâm Birliği” sloganıyla, Fas Kralı ise 1969 yılında “İslâm Dayanışması” adı altında bu düşüncenin önderliğini yaptılar. Bazı Arap devletleri ise Zirve Konferansları akdini tercih ettiklerini açıkladılar. Arap devletlerinin İslâm Konferansları konusundaki görüş ayrılıklarının devam ettiği sırada 21 Ağustos 1969’da İsrâilliler tarafından, Kudüs’te bulunan ve İslâm dîninin en kutsal yerlerinden biri olan Mescid-i Aksâ yakıldı. Mescid-i Aksâ’nın yakılması İslâm ülkelerinde tepkilere sebep oldu. O zamana kadar mevcut olan görüş ayrılıkları bir kenara bırakılarak Suudi Arabistan ve Fas Krallarının çabaları ile 22-25 Eylül 1969 târihinde Fas’ın Rabat şehrinde ilk İslâm Zirve Konferansı toplandı. Bu zirveye ancak 24 İslâm ülkesi katıldı. Devlet veya hükûmet başkanlarının katıldığı bu Zirve Konferansına Türkiye, Dışişleri Bakanı başkanlığında bir heyetle katıldı. Bu zirveye Filistin Kurtuluş Teşkilâtı gözlemci olarak katıldı. Irak ve Sûriye ise katılmayı reddettiler. Bâzı siyahî Afrika ülkeleri de Konferansa gelmediler.
Rabat Zirvesinde Arap ülkeleri arasında ortaya çıkan bâzı görüş ayrılıkları Konferansa devamlılık sağlayacak bir dâimî sekreterya kurulması konusunda da kendini gösterdi. Ancak bu meselenin daha ileride ele alınması kararlaştırılarak zirveye son verildi.
Konferans salonunda “Rabat Bildirisi” olarak bilinen bildiri imzâlanarak dünya kamuoyuna îlân edildi. Bu bildiride İslâm ülkeleri arasında kurulması ve kuvvetlendirilmesi istenen askerî, siyâsî, ilmî ve ekonomik işbirliği esasları yer aldı.
Rabat Zirvesinde ortaya çıkan ve 25 Mart 1970 târihinde Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde yapılan Birinci İslâm Dışişleri Bakanları Konferansı çalışmaları sırasında da devam eden bâzı görüş ayrılıkları, dâimî sekreterya kurulmasını bir müddet geciktirdi. İdâre ve organizasyonun sağlanması, konferans kararlarının uygulamasının izlenmesi ve toplantıların düzenlenmesiyle vazifeli bir sekreteryanın kurulması ve bunun iştirakçi devletler tarafından finanse edilmesi fikri üzerinde yavaş yavaş görüş birliği sağlandı. 26-29 Aralık 1970 târihinde Pakistan’ın Karaçi şehrinde yapılan ikinci İslâm Dışişleri Bakanları Konferansında İslâm ülkeleri arasındaki işbirliği esaslarını ve yeni gelişmeleri görüştüler. İslâm ülkeleri arasındaki bu işbirliği ve dayanışmayı sağlamak üzere İslâm Konferansı Teşkilâtı ve Genel Sekreterliği kurulmasını kararlaştırdılar. Bu konferansta Genel Sekreter tâyin edildi. Mayıs 1971’de Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde resmî olarak İslâm Konferansı Teşkilâtı kuruldu. 29 Şubat-4 Mart 1972 tarihinde Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde toplanan üçüncü İslâm Dışişleri Bakanları Konferansında, İslâm Konferansı kuruluş sözleşmesi kabul edildi. Böylece İslâm Konferansının hukûkî yapısı ve çalışma düzeni kurulmuş oldu. İslam Dışişleri Bakanları dördüncü konferansı 24-26 Mart 1973’te Libya’nın Bingâzi şehrinde, beşincisi Malezya’nın Kuala-Lumpur şehrinde yapıldı.
İslâm Konferansı Teşkilâtının devlet veya hükûmet başkanları seviyesindeki ikinci zirvesi 22-24 Şubat 1974 târihinde Pâkistan’ın Lâhor şehrinde toplandı.
Türkiye lâik bir devlet olarak teşkilâta tam üye olmaktan kaçındı. Bu sebeple toplantılara alt düzeyde temsilci göndererek katıldı. Daha sonra çeşitli ekonomik ve siyâsî sebeplerle siyâset değiştirildi. 15 Temmuz 1975’te Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde toplanan 6. İslâm Dışişleri Bakanları Konferansına Dışişleri Bakanı seviyesinde katıldı. Bu toplantıda Türkiye’nin teşkilâta tam üyeliği kabul edildi. Kıbrıs’taki Müslüman-Türk toplumunun temsilcilerinin de konferansa dâvet edilmesi kararlaştırıldı. İslâm Dışişleri Bakanları Konferansı 7. toplantısı 15 Mayıs 1976’da İstanbul’da yapıldı. Dışişleri bakanları seviyesindeki sekizinci toplantı 11-14 Mayıs 1977 târihinde Lübnan’ın Trablus şehrinde, dokuzuncu toplantı 24-28 Nisan 1978’de Senegal’in Dakar şehrinde, onuncu toplantı 8-12 Mayıs 1979’da Fas’ın Fez şehrinde, on birinci toplantı 17-22 Mayıs 1980’de Pakistan’ın İslamabad şehrinde yapıldı.
Îslam Konferansı Teşkilâtının devlet veya hükûmet başkanları seviyesindeki 3. Zirve toplantısı 25-28 Ocak 1981 târihinde Suudi Arabistan’ın Mekke ve Tâif şehirlerinde yapıldı.
38 İslâm ülkesinin katıldığı bu zirvede çeşitli alanlarda işbirliğini koordine etmek gâyesiyle herbirine bir devlet başkanının başkanlık edeceği üç dâimî komite kuruldu. Bunlardan kısa adı COMCEC olan bu komiteler uygulamada zirveye muhâtap olmakta ve faaliyetleri hakkındaki raporu zirveye sunmakla vazifelidirler. İktisâdî ve Ticârî İşbirliği Dâimî Komitesinin (İSEDAK) başkanlığını Türkiye Cumhurbaşkanı, Bilimsel ve Teknolojik İşbirliği Dâimî Komitesi (COMSTECH)nin başkanlığını Pakistan Cumhurbaşkanı, Enformasyon ve Kültür İşleri Dâimî Komitesi (COMIAC)nın başkanlığını Senegal Cumhurbaşkanı yapmaktadırlar. İslâm Dışişleri Bakanları Konferansının on ikincisi 1-5 Temmuz 1981’de Irak’ın başkenti Bağdat’ta toplandı.
Ayrıca olağanüstü durumlarda da zaman zaman toplanan İslâm Dışişleri Bakanları Konferansı ortaya çıkan yeni durumları değerlendirdi. Irak-İran arasındaki savaşın durdurulması için bir yıl içinde dört defa toplandı.
İslâm Konferansı Teşkilâtının devlet veya hükûmet başkanları seviyesindeki dördüncü zirve toplantısı 1984 senesinde Fas’ın Kazablanka şehrinde yapıldı. Bu zirveye Cumhurbaşkanı Kenan Evren katıldı. Konferans başkan yardımcılığına ve kısa adı COMCEC olan İktisâdî ve Ticâri İşbirliği Dâimî Komitesi (İSEDAK) başkanlığına seçildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini de Rauf Denktaş temsil etti. Aynı toplantıda Pakistan’dan Şerifüddin Pirzâde İslam Konferansı Genel Sekreteri seçildi. İsrâil’le Camp David Antlaşmasını imzaladığı için üyeliği askıya alınan Mısır da yeniden üyeliğe kabul edildi.
26-29 Ocak 1987’de Kuveyt’te yapılan İslâm Konferansı 5. zirve toplantısında İran yer almadı. 1990 yılında Senegal’de yapılması kararlaştırılan İslâm Konferansı Teşkilâtı 6. zirve toplantısı Körfez krizi sebebiyle 9-12 Aralık 1991 târihinde yapılabildi. Bu zirvede İKT kuruluş sözleşmesinde yapılan bir değişiklikle genel sekreterin vazife süresinin bir defaya mahsus olmak üzere dört yıl süreyle uzatılması imkanı sağlandı. Buna uygun olarak 1988 yılında bu vazifeye seçilen Nijer eski başbakanı Dr. Hâmid el-Gâbid’in vazife süresinin uzatılması kararlaştırıldı.
Genellikle her yıl çeşitli İslâm ülkelerinde toplanan İslâm Dışişleri Bakanları Konferansı 3-8 Ağustos 1991 târihleri arasında İstanbul’da toplandı. Bu toplantı Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından açıldı. Turgut Özal konuşmasında teşkilât üyesi ülkeler arasında ekonomik işbirliğinin geliştirilmesini istedi ve İslâm ülkeleri arasında Avrupa Güvenlik İşbirliği Konferansı (AGİK) gibi bir kuruluş teklif etti.
Bosna-Hersek’teki Müslümanlara Sırplar tarafından uygulanan insanlık dışı baskı zulüm ve cinâyetler, İsrâil’in işgâl altında tuttuğu Filistin topraklarındaki Müslümanlara karşı uyguladığı insanlık dışı tutum, ABD’nin ve Hıristiyan Avrupa’nın emrinde hareket eden Birleşmiş Milletler (BM) teşkilâtının Kıbrıs konusundaki çifte standartlı tutumu sebebiyle, Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın teklifiyle Senegal’in Dakar şehrinde 6. İslâm Zirvesi Genişletilmiş Başkanlık Divanı toplantısı 12 Ocak 1993’te yapıldı. Toplantıdan sonra yayınlanan ortak bildiride, İslâm ülkelerini ilgilendiren çeşitli meseleler ile Türkiye’nin teklif ettiği bütün hususlar yer aldı. Dakar toplantısında Bosna-Hersek için İslâm Zirvesinin toplanması kararlaştırıldı. İslâm Zirvesinin toplanması için İslâm Konferansı Teşkilâtı Başkanı ve Senegal Cumhurbaşkanı Abdou Diouf’a yetki verildi. 7. İslâm Zirvesinin daha sonra kesinleşecek bir târihte Suudi Arabistan’da yapılması kararlaştırıldı.
İslâm Konferansı Teşkilâtı üye devletlerin sosyal, ekonomik, ilmî ve kültürel faaliyetleri arasında koordinasyon sağlayarak İslâmî dayanışmayı güçlendirmeyi gâye edinir. Dünyânın çeşitli yerlerinde Müslümanların yürüttükleri mücâdeleyi güçlendirmek gâyesiyle ırk ayrımına karşı çıkar, sömürgeciliğin her şeklini ortadan kaldırmaya çalışır.
Bütün Müslüman milletlerin vekar, bağımsızlık ve millî haklarını korumak gâyesiyle onların mücâdelesini güçlendirmeye çalışır, üye devletler ile diğer devletler arasında işbirliği ve anlayışı geliştirmeye elverişli ortam hazırlar. İsrâil ve onu destekleyen devletlerin Filistin Kurtuluş Teşkilâtına (FKT) karşı izledikleri ayrımcı politikalara son vermeleri için çalışır. Üye ülkeler arasında ayrılıkların giderilmesi ve bu ülkelere yönelecek dış tehditleri önlemek için gerekli tedbirleri almaya çalışır. Mukaddes yerlerin korunması için tedbirler alır. Mukaddes yerlerin korunması için sarf edilen gayretleri ve Filistin halkının mücâdelesi için sağlanan desteği koordine eder, haklarını tekrar kazanması ve topraklarını kurtarması için Filistin halkına yardım eder.
İslâm Konferansı Teşkilâtı, adâlet üzerine kurulu milletlerarası barış ve güvenliği desteklemek için gerekli tedbirleri alır. Üye devletler arasında eşit muamele yapar. Üye ülkelerin biribirlerinin toprak bütünlüğüne bağımsızlığına ve iç işlerine karışmamalarını sağlamaya çalışır. Üye ülkeler arasında bir anlaşmazlık çıkarsa barışçı yollardan arabuluculuk yaparak halleder. İslâm ülkeleri arasındaki birliği bozmaya yönelik kuvvet kullanmaya ve tehditlere mâni olur.
İslâm Konferansı teşkilâtının en üst ve en yetkili karar organı devlet ve hükûmet başkanları seviyesindeki “İslâm Zirvesi”dir. İslâm ülkelerini ilgilendiren umûmi konularla ilgili olarak istek üzerine toplanır. İslâm Konferansı Teşkilâtının takîb edeceği umûmî siyâseti tesbit eder. 1981 senesinde Suudi Arabistan’ın Mekke ve Taif şehirlerinde toplanan üçüncü İslâm zirvesinde, sonraki zirve toplantılarının üç yılda bir yapılması kararlaştırıldı.
İkinci derecede yetkili karar organı İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansıdır. Mutad olarak senede bir defa daha önce tesbit edilen bir devlette toplanır. Teşkilâtın gâyeleri doğrultusunda yapılan çalışmaları gözden geçirir, İslâm ülkelerinin ortak meseleleriyle ilgili kararlar alır, Dâimî Mâliye bürosunun hazırladığı İslâm Konferansı Teşkilâtı Genel Sekreterliğinin bütçesini onaylar. Gerekli gördüğü durumlarda İslâm Zirvesinin toplanmasını kararlaştırır.
Üçüncü yetkili organ devamlı olarak vazife yapan İslâm Konferansı Genel Sekreterliğidir. İslam zirvesinde ve Dışişleri Bakanları Konferansında alınan kararları uygular. İslam Konferansı Teşkilâtının kuruluş sözleşmesinde belirtilen usûle göre ve genel sekreterin yaptığı plâna göre işleri yürütür. Genel Sekreterliğe, İslam Konferansı tarafından bölge esasına göre (Asya, Avrupa, Arap) üye ülkelerden seçilen genel sekreter başkanlık eder. Genel sekreter dört sene müddetle vazife yapar. Genel Sekreterliğin işlerini yürüten dört tâne genel sekreter yardımcısı bulunur.
İslâm Konferansı Genel Sekreterliği merkezi Suudi Arabistan’ın Cidde şehrindedir. Teşkilâtın kuruluş bildirisinde Genel Sekreterlik merkezinin Kudüs İsrâil işgâlinden kurtarılıncaya kadar Cidde’de bulunması, Kudüs kurtarıldıktan sonra devamlı olarak Kudüs’te bulunması karara bağlanmıştır. Genel sekreterliğin resmî olarak kullandığı diller Arapça, İngilizce ve Fransızcadır.
İslâm Konferansı Teşkilâtı bünyesinde İslâm Devletleri Adâlet Mahkemesi adıyla bir mahkeme de vardır. On bir üyesi bulunan bu mahkemenin üyeleri İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı tarafından seçilir. Bu mahkemenin müstakil bir bütçesi bulunur. Bu mahkemede Arapça, İngilizce ve Fransızca dilleri kullanılmaktadır.
İslâm Konferansı Teşkilâtı bünyesinde bulunan özel uzmanlık komitelerinden bâzıları şunlardır: Kudüs Komitesi, Dâimî Mâliye Komitesi, İslâm Ekonomik Sosyal ve Kültürel İşbirliği Komitesi.
İslâm Konferansı Teşkilâtına bağlı kuruluşlardan bâzıları da; İslâm Kalkınma Bankası, Milletlerarası İslâm Haber Ajansı, İslâm Dayanışma Fonu, Dünyâ İslâm Eğitim Merkezi, İslâm Ülkeleri Sanâyi ve Ticâret Odaları Birliği, İslâm Ülkeleri Başkentleri Birliği, İslâm Ülkeleri Eğitim, Bilim ve Kültür Birliğidir. Teşkilâtın yan organlarından olan Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi Ankara’da bulunmaktadır.
Her İslâm ülkesi İslâm Konferansı teşkilâtına üye olabilmektedir. Üyelik üçte iki (2/3) çoğunluğun onayı ile yürürlüğe girer. Üyelikten yazılı bildirimde bulunmadan ayrılmak mümkündür. İKT’nin bütçesi üye ülkelerin ödedikleri katkı paylarından meydana gelir. Katkı payları üye ülkelerin millî gelirine göre hesaplanır. Türkiye’nin payı yüzde dört (% 4) tür.
Merkezi Cidde’de bulunan İslâm Konferansı Teşkilâtına 1993 yılı başlangıcına göre 55 İslâm ülkesi üyedir. Arnavutluk, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyeti (KKTC), Mozambik ve Moro Kurtuluş Cephesi gözlemci statüsündedir. Üye ülkelerin isimleri ise şunlardır: Afganistan İslam Devleti, Arnavutluk (gözlemci), Âzerbaycan Cumhûriyeti, Bahreyn, Bangladeş Halk Cumhûriyeti, Benin Cumhûriyeti, Birleşik Arap Emirlikleri, Bosna-Hersek, Brunei Dâresselâm Sultanlığı, Burkina Faso, Cezâyir Demokratik Halk Cumhûriyeti, Cibuti Cumhûriyeti, Çad Cumhûriyeti, Endonezya Cumhûriyeti, Fas Krallığı, Filistin Devleti, Gabon Cumhûriyeti, Gambiya Cumhûriyeti, Gine Cumhûriyeti, Gine Bissau Cumhûriyeti, Irak Cumhûriyeti, İran İslâm Cumhûriyeti, Kamerun Cumhûriyeti, Katar Devleti, Kazakistan, Komor Adaları Federal Cumhûriyeti, Kuveyt Devleti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyeti (gözlemci), Libya Arap Halk Sosyalist Cemâhiriyesi, Lübnan Cumhûriyeti, Maldiv, Malezya Devleti, Mali Cumhûriyeti, Makedonya, Mısır Arap Cumhûriyeti, Moritanya İslâm Cumhûriyeti, Nijer Cumhûriyeti, Nijerya Federal Cumhûriyeti, Özbekistan, Pakistan İslâm Cumhûriyeti, Senegal Cumhûriyeti, Sierra Leone Cumhûriyeti, Somali Demokratik Cumhûriyeti, Sûdan Demokratik Cumhûriyeti, Suudi Arabistan Krallığı, Sûriye Arap Cumhûriyeti, Tacikistan, Tunus Cumhûriyeti, Türkiye Cumhûriyeti, Türkmenistan Cumhûriyeti, Umman Sultanlığı, Uganda Cumhûriyeti, Ürdün Hâşimî Krallığı, Yemen Cumhûriyeti, Zambiya, Zanzibar (Pakistan tanımamış).
(Bkz. İslâmiyet)
Nüfûsunun tamâmı veya büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkeler. Allahü teâlâ, hazret-i Muhammed’e 610 yılında Mekke’de ilâhî vahiyle İslam dinini göndermeye başladı. Sevgili Peygamberimiz Mekke halkını Allahü teâlânın birliğine ve kendisinin de onun elçisi olduğuna inanmaya çağırdı. Çeşitli sıkıntılar ve zulümler içerisinde bu çağrı 13 yıl devam etti. Mekkeli müşrikler yayılan İslâm dîninin kendileri için tehlikeli olduğunu sezerek, Müslümanlara karşı baskı, işkence ve katliama başladılar. Bu sebeple ilk Müslümanlardan bir bölümü Habeşistan (bugünkü Etiyopya)a göç ettiler. Bu arada Peygamber efendimiz 620’de hac için Mekke’ye gelen Medinelilerle görüştü. Onlara İslâm dînini anlattı. Bunun üzerine İslâm dînini kabul eden Medineliler, hazret-i Muhammed’i Medine’ye davet ettiler. Hazret-i Muhammed’in izniyle önce Mekkeli Müslümanlar, ardındanda Peygamber efendimizle birlikte hazret-i Ebû Bekir 622’de Medine’ye hicret ettiler.
Hazret-i Muhammed Medine’de ilk İslâm Devletinin temellerini attı. Yahûdî ve Medine’deki diğer kabilelerle anlaşmalar imzâladı. İslâm dîni Medine ve dışındaki kabileler arasında hızla yayılmaya başladı. Mekkeli müşrikler, İslâm dîninin bu şekilde hızlı yayılmasından çok korktular. Hazret-i Muhammedi ve Müslümanları ortadan kaldırarak, İslâm dîninin yayılmasını durdurmak istediler. Bunun için Bedir (624), Uhud (625), Hendek (627) savaşları oldu. Fakat müşrikler amaçlarına ulaşamadılar. Hepsinde de yenilerek geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu arada müşrikler; hazret-i Muhammed’in Hac ibâdetine engel oldularsa da 10 yıl süreli Hudeybiye Antlaşmasını (628) imzâladılar ve Medine’deki İslâm Devletini resmen tanımış oldular. Bu anlaşmadan sonra İslâm dîninin yayılması daha çok hızlandı. Mekkeli müşriklerin anlaşmayı bozmaları üzerine 10.000 kişilik bir ordu ile Mekke üzerine yüründü. Kan dökülmeden Mekke şehri teslim alındı. 630 yılında Huneyn Savaşı yapıldı. Kazanılan bu savaştan sonra artık önünde bir engel kalmayan İslâm dîni bütün Arabistan’a yayıldı. Hazret-i Muhammed Vedâ haccından kısa bir süre sonra 632’de Medine’de vefat etti.
Hazret-i Muhammed’in vefatından sonra, hazret-i Ebû Bekir halife seçilmesiyle 632-661 yılları arasında Hulefâ-i Râşidîn (Dört Halife), 661-750 Emevîler, 750-1258 Abbâsîler, Müslümanları idâre ettiler. Abbâsîler döneminde bilhassa Merkeze uzak bölgelerde yeni yeni İslâm devletleri kuruldu. Gazneliler, Selçuklular, Delhi Sultanlığı, Timurlular, Altınordu ve Özbek hanlıkları ve Babürlüler doğuda, Endülüs Emevîleri, Murabıtlar, Eyyubîler, Memlûkîler ve Osmanlılar batıda kurdukları devletler ve yaptıkları fetihlerle İslâmiyetin yayılmasına hizmet ettiler. On sekizinci asrın sonlarına kadar doğuda Babürlüler, batıda Osmanlılar Müslümanların hâmiliğini yaptılar. Ancak İslâm düşmanı İngilizler, sinsi planlarıyla önce Babürlüleri ortadan kaldırarak doğuyu, daha sonra da Osmanlı Devletini yandaşlarının işbirliğiyle yıkarak batı Müslümanlarını hâmisiz bıraktılar. Osmanlı Devleti yıkılmadan önce sâdece 3 bağımsız İslâm ülkesi kalmıştı: Türkiye, İran ve Afganistan. Geri kalan Müslüman ülkeler sömürgeleştirilmişti.
Birinci Dünyâ Harbi ve sonrasında bağımsız İslâm ülkeleri 8’e yükselmişti: Arnavutluk (1914), Yemen (1918), Mısır (1922), Suudi Arabistan (1924), Irak (1927).
21. asrın ilk yarısı biterken Lübnan (1944), Suriye (1944), Ürdün (1946), Pakistan (1947), Endonezya (1949) gibi ülkelerin ilâvesiyle 13’ü; 50’li yıllarda, Libya (1951), Umman (1951), Sudan (1956), Fas (1956), Tunus (1956), Maldiv (1957), Malezya (1957), Gine (1958), Somali (1959) eklenerek 22’yi; 60’lı yıllarda 15 yeni devlet eklenerek sayı 37’yi buldu. Bunlar: 1960’ta Fransa’dan ayrılan Kamerun, Mali, Senegal, Nijer, Burkina Faso, Çad, Orta Afrika, Gabon, Moritanya; İngiltere’den ayrılan Nijerya ve sonra Sierra Leone (1961), Kuveyt (1961), Cezayir (1962), Uganda (1962), Gambiya (1965)dır.
70’li yıllarda 8 ülke daha doğarak sayı 45’e çıktı: Bahreyn (1971), Katar (1971), Bangladeş (1971), Emirlikler (1972), Gine-Bissau (1974), Kuzey Kıbrıs (1974), Komor (1976), Cibuti (1977).
Son dönemde bağımsız olanlar ise; Brunei (1983), Tacikistan (1991), Kırgızistan (1991), Türkmenistan (1991), Kazakistan (1991), Özbekistan (1991), Azerbaycan (1991), Bosna-Hersek (1992) ve Eritre (1993) dir. Henüz topraksız, fakat bağımsız devlet statüsündeki Filistin de sayılırsa 55 İslâm ülkesine yükselir.
55 devletin 25’i Asya, 24’ü Afrika, 2’si Avrupa, 2’si Asya-Afrika, 1’i Asya-Avrupa, 1’i Asya-Okyanusya kıtaları üzerindedir.
Müslüman ülkelerdeki halkın büyük çoğunluğu sünnî îtikâdındadır.
Günümüzde İslâm dîni, bir milyara yaklaşan inanan kişileriyle, dünyânın en yaygın dinlerinden biri durumundadır. Yeryüzündeki devletlerden dörtte birinden fazlasında yaşayan halk Müslümandır. Bu devletlerden 23’ü Arap, 7’si Türk hüviyetindedir (1993).
Alm. İslamiche Letaratur, Fr. Littérature İslamique, İng. Islamic literature. İslâmiyetten sonra Araplarda ve sonraları Müslüman ülkelerde gelişen edebiyât. Her milletin bir edebiyâtı olduğu gibi İslâmiyetten önce Arapların da kendilerine mahsûs bir edebiyâtı vardı. Daha çok şifâhî (sözlü) olan bu edebiyâtta hicâ (yergi), risâ (mersiye) ve hamâse (yiğitlik ve kahramanlık) üzerine şiirler söylenir, şâirler duygu ve düşüncelerini dile getirirlerdi. Şiire pek fazla önem verildiğinden her kabîlenin şâirleri vardı ve bunların cemiyetteki yeri pek üstündü. Eski Türklerde olduğu gibi, Araplarda da şâirlerin fevkalâde bir kaynağa bağlı olduğu inancı hâkimdi. Şâir, aynı zamanda kâhin, yerine göre doktordu.
İslâmiyetten önceki devir, Câhiliye Devri Edebiyâtı olarak adlandırılmaktadır. Bu devrin çölde dolaşan ve müsâbakalara giren şâirleri, şiirin an’anesini de kurmuşlardı. Aralarındaki karşılıklı söyleşmelerde bilhassa hiciv tarafı ağır basardı. Bunlar da tabaka tabakaydılar. Bir kısmı hem câhiliye hem de İslâmî devirde yaşamışlardı. Bu îtibârla eski şiir geleneği, İslâmî devre de girmeyi başardı ve bâzı şâirler İslâmiyeti kabul edip, îmânla şereflenerek sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında yer aldılar. Devirlere dayanan ve kendi arasında, nesillere göre tabakalaşan şâirler; 1) Câhiliyyûn, 2) Muhadramûn, 3) İslâmiyyûn, 4) Muvelledûn veya muhdasûn olmak üzere dört grupta toplanmışlardır. Bunlardan birincisi, İslâmiyetten önceki şâirlere ad olmuştur. İkinci tabakalardaki şâirler, câhiliyye devrinde ortaya çıkıp İslâmî devre giren şâirlerdir. Üçüncüsü, İslâmî devrin ilk şâirleri olup, câhiliye devrine girmezler. Dördüncüsü ise, bu üç tabakadan sonra gelen şâirlerdir.
Cahiliyye devrinde şâir ve şiir bir övünme vesîlesi olmuştu. Ayrıca hitâbet çok gelişmişti. Cemiyetin dertleri ve bâzı şikâyetler yine panayırlarda meşhur hatîbler tarafından dile getirilir ve bir çeki düzen verilmesi istenirdi. Sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) de Sûk-ı Ukâz’da (Ukaz panayırında) dinledikleri Kus bin Saîde’nin hutbesi bunlara bir örnektir.
Sözün en güzel şekilde söylendiği, nesrin iç kâfiyeler, yâni secîlerle ortaya konduğu bu zamanda, Kur’ân-ı kerîmin gelmesi bütün dikkatleri sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) çevirmişti. Artık insanlar en güzel, en veciz sözleri ilâhî kaynaktan duymaya başlamıştı. Sözün en güzeli ortada dururken şâirlere susmak düşerdi. Ancak Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) iyi şiire değer verince, şâirler bu yoldaki güç ve kudretlerini ortaya koydular. Nihâyet İslâm milletlerinde, bilhassa Türklerde mühim bir mevkii olan na’atlar ortaya çıktı. İşte bu zamandaki şâirler, artık İslâmiyet ve Peygamberimiz için şiirler söylüyorlardı. Bunların en başında Mu’allakât-ı Seb’a’da da adı olan ünlü şâir Lebîd (560-661) gelmekteydi. Hassân bin Sâbit (radıyallahü anh) da Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kasîdecisiydi ve yanında yüksek bir mevkii vardı. Konu bakımından İslâmiyet ve Peygamberimize yer veren şiirlerden meydana gelen Dîvân’ı çok meşhurdur.
Mu’allakât-ı Seb’a şâirlerinden olan Züheyr’in oğlu Ka’b (radıyallahü anh) da, Bânet Suâd veya Kasîde-i Bürde adıyla anılan şiirini Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) için yazmış, O’nun ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) huzûrunda okumuştu. Sevgili Peygamberimiz bunun üzerine bürdelerini hediye etmişlerdi.
Bunlardan başka; Abdullah bin Revâha, Muttammim, Ebû Mihcân, Züeyb ve Ebü’l-Esved ed-Düelî de bu devrin şâirlerindendir. Bunlardan Ebü’l-Esved ed-Düelî, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hazret-i Ali’nin yanından ayrılmamış ve onun emri ile ilk defâ Arapçanın grameri üzerine çalışmıştır.
Dört halîfe devrinde daha ziyâde Kur’ân-ı kerîmin toplanıp yazılarak yayılmasına önem verilmiş ve hadîs-i şerîflerin derlenmesi üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Böylece klâsik Arapça, kâideleri ve kelime hazînesi bakımından tam mânâsıyla tesbit edilmiş oluyordu. Bunlardan başka, dört halîfeye (radıyallahü anhüm) âit resmî muhâberât, atasözleri ile bir kısım mensur parçalar, bir de eski şiirler, dille ilgili çalışmalara temel teşkil etti.
Dört halîfe ile devâm eden fetihler hazret-i Muâviye’nin halîfeliğiyle daha da genişlemiş ve memleketin çeşitli yerlerinde yeni yeni edebî faaliyetlerin yeşermesine yol açmıştı. Emevîler devrindeki (M.662-749, H.41-127) edebî faaliyetler arasında, hazret-i Muâviye ile kütüphâneler de kurulmaya başlandı. Hattâ onun devrinde, bilindiği kadarıyle dil ve edebiyâta âit malzemeyi bulunduran bir kütüphâneye yer verildi. Bu devirde Yezîd’in oğlu Hâlid’in adına 705 (H.85) senesinde kurulan ilk umûmî kütüphânede şiirlere yer veren kitapların bulunduğu, hattâ Velîd bin Abdülmelik’in (M.705-715 H.86-97) halîfeliği zamânında eski ahbârı ve şiirleri yazmak için resmî bir kâtibin vazifelendirildiği görülmektedir. Bu durum İkinci Velîd’in hilâfeti zamânında da (743-744 H.125-126) devam etmiştir. O da Araplara âit ahbâr ve şiirlerin yanında onların nesepleriyle ilgili bilgileri toplattırmıştır.
Bütün bunların yanında, Arap târihinde geleneğini kuran şiir, Emevîlerin hüküm sürdükleri islâm memleketlerinde varlığını devâm ettirmiş, yerine göre kâdılar ve halîfeler de şiir söylemeye başlamıştır. Yalnız bu devirde eskiye göre şiir iki çevrede kendisini göstermiştir. Bunlardan biri, eski çöl geleneğine bağlı şâirlerin şiirler söylemesidir. İkincisi ise, artık bir saraya sâhib olan halîfelikle, sarayın etrâfında, buna mümâsil olarak vâlilerin yanında ortaya çıkan edebî mahsûllerdir. Tabiî ki ikinci durumda, acemler gibi diğer ülkelerin tesiri de vardır.
Bunlara ilâveten Kûfe Kâdısı A’şâ Hamdân ile Halîfe Velîd (ölm. 742) idâreci oldukları hâlde, şâirler arasında da yer almışlardır. Şiirlerinde Adî bin Zeyd’i örnek alarak daha ileri giden Velîd, büyük şâir Ebû Nüvâs’a zemin hazırlamıştır.
Yine bu devirde görülen Kuseyyir de, saray şâirleri arasında yer almış ve dînî şiirler söylemiştir.
Eski çöl geleneğine bağlı şâirler daha ziyâde halk arasında görülürlerdi. Bunlar içinde Zu’r-Rumma diye meşhur olan Geylân bin Ukbe mühim bir yer tutar.
Yine çöl şâirleri arasında görülen ve Hıristiyan olan Abdullah bin el-Muhrik de, Emevî halîfeleri tarafından korunmuştur. Bu gruba, şâir Ahtal’ın yeğeni olup, önceleri Hıristiyanken, sonra Müslümanlığı kabul eden Umeyr bin Şuyeym’i de katmak gerekir. Bu şâir, şiirlerinde kendine mahsus deyimler kullanmakla husûsiyet kazanmıştı.
Emevîler devrinde görülen İslâm edebiyâtının bir başka yönü de, halk hikâyelerinin teşekkülüne yol açmış olmasıdır. Leylâ ile Mecnûn hikâyesinin bu devirde teşekkül ettiğini belirtmek gerekir. Türk ve İran edebiyâtlarında da asırlarca işlenecektir. Ayrıca pek meşhur olmamakla birlikte buna benzer bâzı hikâyelerin yine bu devirde teşekkül ettiğini belirtmek yerinde olur.
Emevîler devrinde görülen Arap asıllı olmayan şâirler de vardır. Bunlar şiirlerinde İran ırkçılığını işlemişler ve İslâm edebiyâtında inatçı bir çığırın açılmasına sebeb olmuşlardır. Bunların önde geleni İsmâil bin Yesâr’dır. Kullandığı dil Arapça olmasına rağmen, şiirlerinde İranlıları övmüş bir şâirdir. Yine Sindli şâir Ebû Eflah bin Yesâr’ı da zikretmek gerekir.
Ayrıca bu devirde destânî edebiyât ortaya çıkmıştır. Bu çığırı açanların başında şâir El-Kumeyt (ölm. 743) gelmektedir.
Er-Râviye adı ile anılan Hammâd bin Sahr’a (ölm. 7771-774) ise; kuvvetli bir hâfızaya sâhib olup, eski şiir ve hikâyeleri ezbere bilen tek kişiydi. Okuduğu şiirlerin yanında hikâyeler anlatırdı. Bu yüzden haklı olarak Râviye adını almıştı. Halîfe Yezîd’in iltifâtına mazhar olan Râviye, Kâbe’ye asılan şiirlerin tamâmının kitap hâline getirilmesinde büyük emek sarf etmiştir. Hâfızasının zenginliği bilindiğinden, Halîfe Hişam Adî bin Zeyd’in iki mısraını okuyup arkasını getiremeyince, onu çağırmış ve kasîdenin tamâmını okutmuştur.
Emevîler devrinde az olmakla birlikte, târihçilik de mühim bir yer tutar. Fihrist sâhibi İbn-i Nedîm, bu sâhanın tek adamıdır. Bir de Ebû Mihnef Lût bin Yahyâ’nın (ölm. 774) târihî konuları da içine alan otuz üç eseri bulunduğu, bu müellifin de zamânının târihçileri arasında yer aldığı kaydedilir.
Yine büyük velî Hasan-ı Basrî (rahmetullahi aleyh), büyük bir din âlimiydi. Temiz ve pürüzsüz Arapçası vardı ve ziyâdesiyle akıcı bir dile sâhipti. Mu’tezile yolunu tutan öğrencisi Vâsıl bin Atâ’nın da, Arap atasözlerini toplamaya başladığı görülmektedir.
Abbâsîler devrinde (750-1258), edebî faaliyetler yanında ilmî faaliyetler de gittikçe gelişmiş ve çeşitli sahalarda pekçok ilerleme kaydedilmiştir. Emevîler devrindeki birkaç şâir hâriç, aslen Arap olanların edebî faaliyetlerinin çokluğuna rağmen, Abbâsîler devrinde bu faaliyetlere daha ziyâde Fars, Türk ve Sûriyeliler ile Kuzey Afrikalı Berberîler katılmışlardır. Bunda başlıca âmil, genişleyen devletin her şeyden önce hükûmet merkezini değiştirmesidir. Mansûr tarafından kurulan Bağdat şehri, Arapları ve diğer milletleri, İslâmî bir şuur altında içinde barındırıyor ve dil olarak Arapça konuşuluyordu. Bu sebeple, İslâm dâiresi içindeki diğer milletlerin kendi dilleri sâdece konuşma dili olarak kaldı ve Arap olmayanlar tarafından Arap dili ile pekçok eser yazıldı. Bu milletler, eserleriniArapça verirken, kendi kültürlerine âit pekçok şeyleri yazıp sunmaktan çekinmediler. Böylece Arab dili ve edebiyâtında bir genişleme ve başkalaşma görüldü. Ancak Arapça, artık bu devirde zabt ve rapt altına alınmış ve Arap şiirinin vezni de açıkça bir ilim hâlinde ortaya konmuştu. İmâm Halîl ve ondan birkaç sene önceliğe sâhib olan el-Mufaddal ed-Dabbî bilhassa arûzun kâidelerini ortaya koyarak bir ilim hâline getirmişlerdi.
Şiirin muhtevâ ve şekli de tamâmen değişmiş oldu. Emevîlerle başlayan saray hayâtı, Abbâsîlerde daha mükemmel şekilde sürdü. Bu bakımdan Dicle kıyılarında doğan yeni şiir, devletin dört bir yanına yayılarak, ilim ve sanat düşkünü kimselerin bir yerde toplanmasına yol açtı.
Bu asırda ortaya çıkan şâirlerin en azından çocukluk ve gençlik devirlerini Emevîler zamânında geçirdikleri, hattâ eserler vermeye başladıklarını da zikretmek gerekir.
Bunların başında aslen Filistinli bir âilenin çocuğu olan Mûtî bin Ayâs gelmektedir. Ebû Dülâme (ölm. 778) ise, daha çok alaycı bir şâir olarak göze çarpar.
Şâir Ebü’l-Fadl Abbâs ibni Ahnef ise, Horasanlı bir âilenin çocuğudur. Şiirlerinde, seven bir insanın hâli vardır. Yüksek mevkîlere yükselmesi onu hiç bir zaman değiştirmemiş ve her zaman mu’tezile ekolünün ileri gelenlerinden olan Ebü’l-Huzeyl el-Allâf’a karşı çıkmıştır.
Emevîlerden sonra tamâmen Abbâsîlerin zamânında yaşayan Ebû Nüvâs Hasan bin Hânî Hakemî (756-813), devrin en ünlü şâiri olarak görülür. Manzûmelerinin husûsiyeti, âhenkli ve berrâk bir dile yer vermesinden ileri gelir. Şiirlerinde hayâtı gerçek olarak verir ve zamânın âdetlerine büyük yer ayırır. Ayrıca çeşitli hayvanları tasvir eden şiirlerin yanında, medhiyeler, hicivler, mersiyeleri de vardır. Çok sevilen Zühdiyâtı adlı masal kitabı ile kendinden sonraki şâirlere tesir etmiştir. Hârûn Reşîd’le olan nükteli hâdiseler Binbir Gece’de bile yer almıştır. Bu îtibârla halk edebiyâtına girmeyi başarmış ve hakkında eserler yazılmıştır.
Müslim bin Velîd (747-830) de, Hârûn Reşîd zamânının şâirlerindendi. Kendisinden önceki şâirleri örnek alarak yetişmesini bilen bu şâire, Halîfe Hârûn Reşîd, Güzeller Kurbanı adını takmıştı.
Daha önce Arap şiirinde pek bulunmayan didaktik şiir, Abbâsîler devrinde İran tesiriyle kendini göstermeye başlamıştır. Arap edebiyâtında bu sâhanın ilk temsilcisi gibi görünen Ebü’l-Atâhiye (748-828)dir. Belki öğretici şiirler yazdığı için, halk diliyle yazmayı gâye edinmiştir. Önceleri küp tüccârlığı yapan şâire bu mânâya gelen El-Cerrûr denilmiştir. Yegâne övündüğü husus şiirlerinde her türlü kelimeyi kullanmasıdır.
Taberistan vâlisi Ömer bin el-A’lâ’ya yazdığı kasîdesi, akranı şâirlerin kıskançlığına sebeb olmuş, vâli onun kasîdesi ile diğer şâirlerinkini karşılaştırarak, eserinin husûsiyetini belirtmiştir.
Abbâsî devrinin hiciv sâhasında kendini gösteren ve bir eşi bulunmayan şâirlerinden biri de Di’bil el-Huza’î’dir (765-860).
Ebû Temmâm’ın talebesi olan şâir Buhterî (820-897), Halîfe Mütevekkil ve maiyeti için kasîdeler yazmıştır. Eski üslubun bir taklidi olan şiirlerinde Haleb ağzını kullanmış ve Ebû Temmâm’ın Hemâse’si gibi bir kitap vücûda getirmiştir.
Abbâsî Hânedânından olan şâir Abdullah İbn-i Mu’tez (861-908) kendini iyi yetiştiren şâir ve bilginlerdendir. Âlim olması, kitap yazmasına sebeb olmuş ve hitâbet sâhasında Kitâbü’l-Bedî’i yazmıştır.
Abbâsîler devrinde kültür faaliyetleri yalnız Bağdat ve çevresine münhasır değildir. Irak dışında devletin geniş toprakları üzerinde başka kültür merkezleri de teşekkül etmiş, edebî faaliyetler bölge bölge kendini göstermiş, Arapça pekçok eser ortaya çıkmıştır. İran bu bölgelerin başında gelir. Ancak Emevîler devrinde fethedilen İran, edebiyâtı ile Araplara tesir etmeyi başarmış, bilhassa Abbâsîler devrinde Hârûn Reşîd’den sonra şiirin konusunu az çok değiştirmiştir. Hattâ Ebû Nüvâs, kasîdelerinde çöl hayâtındaki acı gözyaşlarını, sevgilinin çadırını bir tarafa bırakarak, saray hayâtına yönelmiştir.
Yine Arap ve Türk edebiyâtlarında görülmeyen, Arapların kasîde-i müzdevice veya müzdevicededikleri mesnevî nazım şekli de, Hârûn Reşîd devrinde Ebân el-Lâhıkî’nin (ölm. 815) Pehlevice’den çevirdiği Kelîle ve Dimne adlı eseri ile Arap edebiyâtında bir başlangıç teşkil etmiştir. (Bkz. Nazım Şekilleri)
İran sâhasında ortaya çıkan şâirlerin önde gelenlerinden olan Ebü’l-Feth Ali el-Bustî (971-1010), Dîvân sâhibi olarak görülür ve Kasîdet-ül Bustî’si ile şöhret yapmıştır. Ebû Mansûr Ali (ölm. 1072) ise, İnci Tarlası lakabı ile tanınmıştır.
Şâfiî âlimlerinden Ebü’l-Hasan Ali el-Bâherzî (ölm. 1075) de şiirle meşgul olmuş ve bir Dîvân bırakmıştır. Hâşimî soyuna mensub olan Şerif Ebû Ya’lâ Muhammed’in (ölm. 1116) ise dili kuvvetli bir şâirdir. Nizâm-ül-Mülk’ün meclislerinde yer alan şâir, bilhassa hiciv vâdisinde kendisini göstermiştir. Ayrıca Es-Sadîh ve’l-Bagîm (Alçak sesle konuşan, mırıldanır) adında Netâyic-ül-Fitne adıyla anılan bir eser bırakmıştır. Aslen Arap olan Ebü’l-Muzaffer Muhammed el-Ahiverdî (ölm. 1113) şâirliği yanında, hadisçiler arasında da yer alır. Manzûmeleri Irakıyât, Necdiyât ve Vecdiyât olmak üzere üç bölüm hâlindedir.
Bütün bunlara paralel olarak Farsça da yavaş yavaş kendi varlığını göstermeye ve İslâmî edebiyât içindeki yerini almaya başlar. Bilhassa 10. yüzyıldan îtibâren Şehnâme denilen İran’ın destânî târihleri yazılır. Tabiî ki, bu eserlerin nazım şekli de İran’ın kendi nazım şekli olan Mesnevî’dir. Vezin olarak ise, arûzun; “faûlün faûlün faûl” kalıbı kullanıldığından, daha sonra bu kalıp da Şehnâme vezni olarak anılacaktır. Mes’ûdî’nin Şehnâme’si ile Dakîkî’nin Hudaynâme’si ilk eserler olarak görülür. Bunları Sâsânî devri şâiri Kûdekî’nin (ölm. 941) Kelîle ve Dimne ile Sindbadnâme adındaki eserleri tâkib etmiştir.
Gazneliler devrindeki edebî faâliyetde gittikçe bir genişlik görülür. İran edebiyâtı bu devirde, Fars dilinin âbidelerini ortaya koymuştur. Ayyûkî’nin 10 ve 11. asırlarda Varaka ve Gülşah’ı mesnevîsinin yanında, Unsûrî de (ölm. 1031) Vâmık u Azra adlı hikâyeyi ortaya koymuştur. Her iki şâir yine devirlerinde gazel sâhasında şöhret bulmuşlardır. Yine aynı zamânın şâiri olan Firdevsî şehnâmelerin yanında halk arasında söylenen hikâyeleri de göz önüne alarak 60.000 beyitlik Şehnâme’sini yazmış ve Gazne Sultânı Mahmûd’a sunmuştur. Artık İran dili, bu eserle gerçek mânâda zenginliğini göstermiş ve edebî âbidesine kavuşmuştur.
Yine bu devirde rubâîleri ile tanınan Ömer Hayyâm (ölm. 1136), Rubâiyât’ı ortaya koymuştur. Bu âlim ve şâirin yanında; Ebû Sa’îd, Baba Efdal Kâşânî de Selçuklu devrinde rubâî yazan şâirlerdendir. Yine bu devrin büyük şâirlerinden olan Genceli Nizâmî (ölm. 1215), İran edebiyâtında ilk defâ beş mesnevîden meydana gelen Hamse’sini ortaya koymuştur. Mahzen-ül-Esrâr, Hüsrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn, Heft Peyker ve İskendernâme gibi mesnevîlerden meydana gelen hamsesi daha sonraki şâirlere bir örnek olmuştur. Aynı devrin şâir ve şeyhlerinden olan, bilhassa nasîhat tarafı ağır basan meşhur şâir Ferîdüddîn-i Attâr (ölm. 1230), Türk edebiyâtına da tesir eden ve tasavvufî bir eser olan Mantık-ut-Tayr’ı yazmıştır.
Moğollar devrinde yetişen şâirlerin başında Bostan ve Gülistan yazarı Sâdî-i Şîrâzî (ölm. 1291) gelmektedir. Ayrıca Emir-Hüsrev Dehlevî (ölm. 1325); Matla-ul-Envâr, Husrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn, Âyîne-i İskender ve Heft-Behişt mesnevîlerinden meydana gelen hamsesini yazmıştır.
Moğol istilâsından sonra görülen şâirlerden Selmân-ı Savecî (1309-1376) ve Hâfız-ı Şîrâzî (ölm. 1390), İran edebiyâtında görülen belli başlı şâirlerdendir. Selmân-ı Savecî’nin Dîvân’ı vardır. Ayrıca, Cemşîd ü Hurşîd ve Firaknâme adlı mesnevîleri bulunmaktadır. Bilhassa gazel ve rubâîleri ile tanınmıştır. Hâfız’a gelince, İran’ın meşhûr gazel şâiridir. Lisân-ül-Gayb lakabı ile anılan Dîvân’ı, Türk edebiyâtında Sûdî, Şem’î ve Sürûrî gibi şâirler tarafından şerh edilmiştir.
Tîmûrlular devrine gelince, bu zamanda da İran edebiyâtı, eserlerini vermeye devâm etmiştir. Kazvînî, İslâm târihini nazma çektiği Zafernâme’yi ortaya koymuş; Şerâfeddîn Yezdî (ölm. 1457) de yine aynı isimle anılan Zafernâme adlı eserini yazmıştır. Abdurrahmân Câmî (ölm. 1492) de yine Sünnî îtikâdın İran’da kökleşmesi için gayret sarf etmiş ve otuza yakın eser yazmıştır. Bunlar; manzum-mensur edebiyât, dînî, ilmî ve tasavvufî eserlerden meydana gelmektedir. Edebî yönü ile belirtilirse, üç Dîvân’ı vardır. Ayrıca Heft Evreng adı altında anılan yedi mesnevîsi bulunmaktadır. Nefehât-ül-Üns gibi tasavufî eserlerini de zikretmek ve devrinde başlı başına bir mekteb olduğunu belirtmek gerekir.
Yine 15. yüzyıla girerken, Fas edebiyâtında tezkireler görülmektedir. Bunların belli başlıları, Devletşâh’ın Tezkiret-üş-Şuarâ, Câmî’nin Bahâristân, Sâm Mîrzân’ın Tuhfe-i Sâmî’si vs. gibi eserlerdir. 16. yüzyıldan sonra İran edebiyâtı Hind tesiri altında gelişmiş ve Sebk-i Hindî adı altında yeni bir edebî okulun doğmasına sebeb olmuştur. Türk edebiyâtına da tesir eden bu ekolün ilk temsilcileri Şevket-i Buhârî, Kelîme-i Hemedânî (ölm. 1652), Sâib-i Tebrîzî (1585-1628) ve Urfî-i Şirâzî (1555-1591) olup her birinin Dîvân’ı mevcuddur.
Bağdat’ın halîfeliğin bulunduğu yer ve hükûmet merkezi oluşu, buranın şiirin yeni memleketi olmasını sağlamış, ancak şiirin beşiği diye bilinen Arabistan’da şâirlere pek rastlanmaz olmuştur. Bununla birlikte eski parlak devirden uzaklaştıkça, burada tek-tük kıvılcımların sıçradığı görülmüştür. Yemenli şâirlerden; Abdurrahmân el-Bûrî ile Ebü’l-Hasan ibni Humartaş el-Himyerî ve Bahreynli Ali bin Mukarreb bin Mansur (ölm. 1234) bunların önde gelenleridir.
Mısır’da da edebî faaliyetlerin devâm ettiği görülür. İskenderiyeli Zehr-ül-Besim (Gülen Çiçekler) adlı edebî eserin yazarı El-Kâdı el-A’az (1137-1172) takma ismi ile bilinen ve İskenderiyye’de doğan Ebü’l-Feth Nasrullah, yine Mısırlı el-Kâdı es-Sa’îd adıyla anılan Hibetullah ibni Senâ el-Mülk (1150-1211), bunların başında gelirler. Hibetullah ibni Senâ, Dâr-üt-Tıraz adlı eserinde halk şiiri tarzında şiirlere yer verir. Füsûs el-Füsûs’u ise, nazm ve nesir parçalarını ihtivâ eden başka bir eseridir. Yine Dîvân sâhibi en-Nebhih (ölm. 1222), Eyyûbî meliklerine şiirler sunmuştur.
Ancak Mısır’ın yetiştirdiği en büyük şâirlerden birisi Ömer ibn el-Fariz’dir. 1181 yılında Kâhire’de doğan bu büyük sûfî şâirin bir Dîvân’ı vardır. Bir süre Mekke’de kalmış, tekrar Kâhire’ye dönmüş ve 1235 yılında burada ölmüştür. Na’tlarıyla ün yapan meşhûr şâir Şerâfeddîn Muhammed el-Busûrî (1211-1294) de bu bölgenin ünlü şâirlerindendir. Bu şâir bilhassa Kasîdet-ül-Bürde ve Mekke için yazdığı Ümmü’l-Kurre adlı kasîdeleriyle tanınmış ve eserleri asırlarca, zevkle okunmuştur. Kasîde-i Bürde’sine pekçok nazîre yazılmış, Almanca, Fransızca ve İngilizceye de çevrilmiştir. Eyyûbî prensi el-Melik es-Sâlih Necmeddîn’in maiyetinde bulunan ve hazîne vezîri olan Cemâleddîn Yahyâ ibn Matruh (1196-1251) da şiirle uğraşmıştır. İbn-i Hallikân’ın dostu ve edebî toplantıların müdâvimi olan bu şâirin Dîvân’ı İstanbul’da 1881 yılında basılmıştır.
Ayrıca yine Mısır’da yetişen Behâeddîn Züheyr el-Muhallebî (ölm: 1258) de bir Dîvân bırakmıştır.
Şam’da doğmasına rağmen, hayâtını Mısır’da geçiren İbn es-Sâatî (1161-1208) de iki şiir kitabı bırakmıştır. Mukattasaat-ün-Nil adlı eseri Ayasofya Kütüphânesinde bulunmaktadır.
Sûriye’de yetişen şâirlerden Es-Savva diye bilinen şiî şâir Şehâbeddîn Yûsuf bin İsmâil Halebî (1166-1237) görülmektedir. Fakat bu bölgede Ebû Nuvas yolunda giden ve Miftâh-ül-Efrâh fî İmtidâh-ir-Rah adlı eserin sâhibi olan Abdül Muhsin bin Hamud et-Tanûhî (1174-1245)’dir. Siirt’te 1222 yılında doğan Nûreddîn Muhammed el-İs’irdî (ölm: 1245), Eyyûbî Şehzâdesi melik en-Nâsır’ın büyük şâirlerinden idi. Yine Mardinli olan İbn-i es-Saffar (1179-1260) da aynı şehzâdenin husûsî kâtibi olup şiirleri ile meşhûrdu. Şamlı Necmeddîn el-Meâlî ibni İsrâil (1206-1278) ise Dîvân sâhibidir. Şam’da doğan şâirlerden el-Âmir lakabı ile tanınan İbn-i Hayyûs (1003-1081), Haleb’e gitmiş ve Benî Mirdan âilesine intisâb etmiştir. Bu sülâleden Mahmûd bin Nâsır’a, onun ölümü üzerine oğluna şiirler yazdı. Bilhassa Mersiye’si ile dikkat çekti.
Bu bölgede yetişen ve önde gelen şâirlerden olan İbn-i ez-Zekkal Bulkînî (ölm. 1134) Muvaşşahâtlarıyla tanınmıştır. Aslen bir Türkmen olan Ali bin Ömer bin Kızıl bin Cildak (1205-1258), bu devrin Dîvân sâhibi şâirlerindendir. Ayrıca şâir İbn Münir et-Trablusî (1080-1153) Kasîdet-üt-Tatariyye’si ile tanınmıştır. Bunlara ilâveten; parça parça şiirler bırakan ve Menzil-ül-Ahlâk adlı antolojinin sâhibi Nâsıreddîn İbn en-Nakîb en-Nefîsî (ölm. 1288), şiirlerinin çokluğu ile bilinen Sirâceddîn el-Varrat (ölm. 1296), Hama sarayına müntesib ve şiirleri Berlin’de bulunan Şihâbeddîn el-Tellafârî (1197-1277) kasîdeleriyle üne kavuşan Abdullah el-Hafacî (ölm. 1074) ve na’tlarıyla bilinen Şemseddîn el-Haffaf yine Sûriye bölgesinde yetişmiş şâirlerdendir.
Abbâsîler devrinde edebî faâliyetlerin bulunduğu ülkeler içinde Kuzey Afrika ile İspanya’nın da mühim yeri vardır. Tunuslu şâir Ebû İshak İbrâhim el-Husrî (1061-1130), Zehr ül-Âdâb (Edebiyât Çiçekleri) adlı üç antoloji meydana getirmiştir. Bundan başka Nefehât-ı Kudsiye kasîdesi şâiri Fâtımîlere düşman Sünnî şâir El-Muiz ibn Bâdis (1007-1061), Makâmât adlı tezkire vâdisinde bir eserin sâhibi olan İbn-i Şeref el-Kayravânî (ölm. 1063) bunların önde gelenleridir. Ayrıca, na’tlarıyla şöhret bulan Tunuslu şâir Ebû Abdullah Muhammed es-Sukratisî (ölm. 1072), Münferice adlı kasîdeyi yazan Ebü’l-Fadl et-Tuzerî (1040-1113) ile Ebü’l-Hasan Hâzim el-Kartacinî (1211-1285) ile Sicilyalı şâir Abdülcebbâr ibni Hamdis’i zikretmek gerekir.
İspanya’daki faaliyetlere gelince, İslâm fütûhâtı ile başlayan ve gittikçe genişleyen kültür çalışmalarından çok, ilim ve mîmârî yönünden üstünlük göstermektedir. Bu bölgedeki edebî faaliyetlere yer veren eserler 11. yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Şiirlerindeki his ve hayâl genişliği bulunan ve velûd bir şâir olan Yûsuf bin Hârun er Ramadî önde gelen bir zâttır. Dîvân sâhibi Ebü’l-İshak İbrâhim’den başka Selçuklu Hükümdârlarından Mahmûd bin Melikşâh’ın hizmetinde bulunan doktor şâir Ubeydullah bin Muzaffer’in (1093-1154) şiirleri bulunmaktadır. Sevilli bir Yahûdî olan İbn-i Sehl, Müslüman olmadan önce de na’tlar yazmıştır.
Edebî sâhada, şiirin dışında, başka eserler de verilmiştir. Nesir sâhasında kâfiyeli yazı, yâni süslü ve secîli nesrin revaçta olduğu bir gerçektir. Bunlar halkı eğitme ve cihâd fikrine yer veren eserlerdir. Belli başlıcaları, İbn-i Nübâte’nin Rüyâ Mev’izesi; Ebû Bekr el-Hârezmî’nin edebî mektuplarının toplandığı Resâil kitabı; Hemedânî’nin Makâma’sıdır. Bunlar içinde; Muhammed el-Kâsım el-Harîrî (1054-1122) mühim bir yer tutar. Makâmât adlı eseri ile nesirde zirveye ulaşmış; Türk edebiyâtında bile zaman zaman, Ahmedî gibi şâir ve müellifler kendilerinden bahsederken, bir ölçü kabul etmişlerdir.
İslâmiyetten sonra Araplarda görülen diğer bir husûsiyet, şiirleri ve hikâyeleri nakleden râvîlerin yetişmesidir. Emevîlerden sonra râvîlerin hâfızasında yer alan bu edebî mahsûller, Abbâsîler devrinde yazıya geçirilmiştir. Bunda Ebû Amr eş-Şeybânî (ölm. 828), El-Esmâî (ölm. 831), İbnü’l-Arabî (ölm. 845) gibi ahbâr ve şiirleri tedvin eden zevât büyük rol oynamış, hattâ bunları, İbn-i Habîb (ölm. 860), İbn es-Sikkit (ölm. 861), Et-Tûsî (ölm. 861) devâm ettirmişlerdir. Bütün bu kâbil çalışmaları Es-Sukkerî (ölm. 888) terkib yoluna gitmiştir.
Fakat İslâmî edebiyât içinde Araplarda görülen ve şâirlere yer veren eserlerin başında; Ebû Abdullah Muhammed bin Sallam el-Cumahî’nin (847) Tabakâtü Fuhûl-iş-Şuarâ’sı, İbn-i Mu’tez’in (908) Abbâsî devri şâirlerine âit Tabakât-üş-Şuarâ’sı, İbn-i Kuteybe’nin Eş-Şi’r ve’ş-Şuarâ’sını zikretmek yerinde olur.
Bütün bunların yanında aklî ve naklî ilimler alanında yazılmış eserler bir hayli fazladır. Buna paralel olarak edebiyâtla ilgili ve en azından kaynak mâhiyetindeki eserlerin sayısı pek çoktur. Bunların başında târih kitapları gelmektedir. İbn-i İshâk, Vâkıdî, Muhammed bin Abdülkerîm el-Ezrakî, El-Belezûrî Ahmed bin Yahyâ, Taberî ve Fihrist sâhibi İbn-i Nedîm belli başlı târih yazarı olarak görülürler.
Türklerin İslâmiyeti kabulüyle, Türkçe İslâmî eserler de kendisini gösterir. Karahanlılarla başlayan bu kültür faaliyetleri, Türklüğün yerleştiği sahalardır ve Türk şîvelerine göre çeşitli merkezlerde ortaya çıkar. Bu merkezlerden ilkini Kâşgar meydana getirir ve Türklerde ilk edebî mahsuller burada kaleme alınır. Bu ilk devrin eserleri daha çok bir siyâsetnâme olan Kutadgu Bilig’le Dîvânü Lugâti’t-Türk’tür. Yûsuf Hâs Hâcib’in yazdığı Kutadgu Bilig (1069) ayrıca Türk edebiyâtında ilk mesnevî olarak karşımıza çıkar. Kaşgarlı’nın meydana getirdiği Dîvânü Lugâti’t-Türk (1074) ise, şifâhî edebiyâttan derlenmiş büyük bir dil yâdigârıdır. Bunları, müşterek Orta Asya Türkçesine mensub diğer eserler tâkib eder. Selçuklu devrinde ise, Türkçe eserler pek görülmez. Bununla birlikte 12. yüzyılda Edîb Ahmed Yüknekî’nin Atâbetü’l-Hakâyık’ı, Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i birbirini tâkib eden eserlerdir.
Bütün bunların yanında Selçuklular devrinde devâm eden Türk edebiyâtının şifâhî mâhiyette olması, başka eserlerin yazılmasına engel teşkil ettiğini belirtmek gerekir. Böyle olmakla birlikte Türklüğün batıya olan göçleri yeni kültür merkezlerini ortaya çıkarmış ve her bölgede edebî eserlerin yazılmasına sebeb olmuştur. Anadolu sâhasında bu eserler Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile başlamıştır. Farsça yazmakla birlikte yer yer Türkçe ilâvelere de yer veren bu büyük sûfîyi oğlu Sultan Veled tâkib etmiş ve etrâfında Ahmed Fakîh, Yûnus Emre gibi şâirler yetişmiştir. Fakat bunlar artık eserlerini Türkçe yazmışlardır. Bunlara ilâveten yine Selçuklu sarayında yetişen Farsça bir Selçuklu Şahnâmesini yazmakla birlikte, Türkçe gazeller yazan HocaDehhânî’yi zikretmek lâzımdır. Ayrıca yine bu devrin şâirlerinden, na’tları ve bilhassa Yûsuf u Zelîha mesnevîsi ile tanınan Şeyyâd Hamza vardır.
Türkiye yâni Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılması ile birlikte yeni yeni beyliklerin ortaya çıkması, kültür merkezlerini de ister istemez çoğaltmış oluyordu. Anadolu’da; Osmanlı, Germiyan, İsfendiyaroğulları, Aydınoğulları,Karamanoğulları bir çok eserler yazdırıyorlardı. Bilhassa bu faaliyetler 14. yüzyılda daha da genişledi. Ahmedî, Ahmed-i Dâî, Şeyhoğlu Mustafa, Germiyan sarayında; Erzurumlu Mustafa Darîr, Mısır’da; Gülşehrî ve Âşık Paşa, Kırşehir’de eserler veriyorlardı. Daha sonra Osmanlı sarayında toplanan bütün bu sanatkârlar, Şeyhî ve Sinan Paşa gibi şahsiyetlerle, Osmanlı Türk Edebiyâtının gelişmesinde büyük rol oynamıştır, Osmanlı sultanları bu kültür faaliyetlerini ziyâdesiyle desteklemişlerdi. On dördüncü yüzyılda Kâdı Burhâneddîn ve 15. asırda Fâtih gibi beyler ve hükümdârlar, kendi eserleri ile bu kültür faaliyetlerine bizzât iştirâk ediyorlardı. Ayrıca Doğu Türkçesi Edebiyâtı da, Tîmûrlular ve Şeybânîler devrinde,Çağatay Türkçesi ile eserler veriyorlardı. Bu bölgenin en büyük şâiri Ali Şîr Nevâî, kültür hizmetlerinde pek ileri giderek otuza yakın eser bırakmış ve Molla Cami’ye paralel olarak Sünnî akîdenin Türkler arasında yerleşmesine çalışmıştır. Dört Dîvân, Mecâlüsü’n-Nefâis adlı tezkiresi ve Hamse’si ile bu faaliyetlerde başta gelmiştir. (Bkz. Türk Edebiyâtı)