İMÂM-I ŞÂFİÎ

Ehl-i sünnetin dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin imâmı. Adı, Muhammed bin İdris bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Sâib Kureyşî’dir. Künyesi Ebû Abdullah’tır. Anne ve baba tarafından soyu Peygamber efendimizle birleşmektedir. Dördüncü dedesi Şâfiî’nin ismine nisbetle ona da Şâfiî denildiği için bu isimle meşhur olmuştur. 767 (H.150)’de Gazze’de doğdu. 820 (H.204)de Mısır’da vefât etti.

Daha beşikteyken, babasının vefât etmesi üzerine annesi onu Mekke’ye götürmüştür. Dokuz yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra ilim tahsiline başlayıp, Mekke’de bulunan büyük hadis âlimlerinden yazmak ve ezberlemek suretiyle hadis öğrendi. Bu hususta çok gayret göstermiştir. Henüz çocuk yaştayken tahsilini ilerletince, Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için çölde yaşayan Huzeyl Kabilesinin arasına gitti. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır:

“Ben Mekke’den çıktım, çölde Huzeyl Kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. Mekke’ye döndüğüm zaman birçok rivâyet ve edebiyat bilgilerine sâhib olmuştum.”

Bundan sonra kendini tamâmen ilme verip Mekke’deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid ez-Zencî gibi fakih ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı. Mekke’de gördüğü bu tahsili ve sonrasını şöyle anlatmıştır:

Kur’ân-ı kerîmi hatim ettiğim zaman âlimlerin meclisine gidip, onlarla sohbet eder, konuşurdum. Hadîs-i şerîf ve fıkıh meseleleri öğrenirdim. Çok fakirdim. Kalem, defter alacak param yoktu. Bâzan bir kemik parçası alıp onun üstüne yazardım. İlk zamanlar Müslim bin Hâlid’den fıkıh öğrendim. O sırada Medîne’de bulunan Mâlik bin Enes’in büyüklüğünü ve Müslümanların imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan Muvattâ’nın bir nüshasını Mekke’de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz gecede ezberledim. Mekke vâlisine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de Mâlik bin Enes’e vermek üzere iki mektup alıp Medîne’ye gittim. Medîne’ye varınca Medîne vâlisine mektubu verdim ve onunla birlikte İmâm-ı Mâlik’in yanına gittik. İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu İmâm’a takdim etti. Mektupta: “Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir ve hâli şöyle şöyledir...” diye yazılı olan kısmı okuyunca: “Subhanellah! Resûlullah’ın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp sorulup talep olunur.” dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed’dir, dedim. “Ey Muhammed!” dedi; “İleride büyük bir şanın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın birisi ile gel sana Muvattâ’yı okusun.” buyurdu. Ben de; “Onu ezberledim, ezberden okurum.” dedim. Ertesi gün İmâm-ı Mâlik’e gelip okumaya başladım. Her ne zaman, İmâmı üzme korkusundan okumayı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır; “Ey genç daha oku!” derdi. Kısa zamanda Muvattâ’yı bitirdim.”

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik’in yanına geldiği zaman yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmâm-ı Mâlik onu himâyesine alıp dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir seviyeye ulaşan Şâfiî, Mekke’ye dönünce Mekke’ye gelen Yemen vâlisi onu Yemen’e götürüp kâdılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra tekrar Bağdat’a giderek ilmini ilerletmek için İmâm-ı A’zam’ın talebesi olan İmâm-ı Muhammed’den ders almaya başladı. İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle Irak’ta tedvin edilen (düzenlenen) fıkıh ilmini ve Irak’ta meşhur olan rivâyetleri öğretti. İmâm-ı Şâfiî bu hususta şöyle demiştir: “İlimde ve diğer dünyâ işlerinde İmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı olmamıştır.” Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm şöyle demiştir: İmâm-ı Şâfiî’den duydum, buyurdu ki: “İmâm-ı Muhammed’den öğrendiğim meselelerle ve ilimle bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır.” Yâni bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi Ebû Hanîfe de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. İmâm-ı Şâfiî ayrıca Selîm-i Râî’nin sohbetine kavuşup vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.

İmâm-ı Şâfiî, Bağdat’ta İmâm-ı Muhammed’den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke’ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslâm beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke’deki bu ikameti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat’a gitti. Bu sırada Bağdat İslâm âleminin önemli bir ilim merkeziydi. Burada bulunan âlimler, İmâm-ı Şâfiî’ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke’de İmâm-ı Şâfiî ile görüşen ve ondan hadis dinleyen Ahmed bin Hanbel ona talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine Şâfiî ile emsal olan İshak bin Râheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvâlara hayran kalıyordu. Ders ve fetvâ vermekte uyguladığı metod, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) metodu olan usûl-i fıkıh ilmiydi. O bu sâyede açık lafızlara dayanarak kapalı olan mânâları ortaya çıkarıyordu. Güzel ve açık konuşması, ifâde ve îzâh tarzı, münâzara kuvveti ve tesir bakımından çok güçlüydü. İmâm-ı Şâfiî, Bağdat’ta bulunduğu bu sırada El-Kitâb’ül-Bağdâdiyye adını verdiği eserini yazdı. İmâm-ı Şâfiî’nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayranlık duyarak ondan ders alıp ilim öğrenen pekçok talebe vardır. Ahmed bin Hanbel, İshak bin Râheveyh, ez-Zaferânî, Ebû Sevr İbrâhim bin Hâlid, Ebû İbrâhim Müzenî, Rebî’ bin Süleymân-ı Murâdî gibi pekçok âlim kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

İmâm-ı Şâfiî, Bağdat’taki siyâsî ve fikrî kargaşalıklar sebebiyle Mısır’a gitti. Ömrünün sonuna kadar burada ilim öğretip talebe yetiştirdi, fetvâ verdi.

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik’in ve İmâm-ı A’zamın talebesi İmâm-ı Muhammed’in derslerine devam ederek, İmâm-ı A’zamın ve İmâm-ı Mâlik’in ictihad yollarını öğrenip bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edib olduğundan, âyet-i kerimelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi. İki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece Müslümanların ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer’i delillerden çıkardığı hükümlere, yâni gösterdiği bu yola “Şâfiî Mezhebi” denildi. (Bkz. Şâfiî Mezhebi)

Hanefî mezhebinden sonra en çok mensubu bulunan Şâfiî mezhebi, İmâm-ı Şâfiî hayattayken Mekke, Medîne ve Filistin’de yaşayan Müslümanlar arasında yayıldı. Şimdi Mısır, Sûriye, İran, Mâverâünnehr, Kafkasya, Âzerbaycan, Hindistan, Filipinler, Malezya, Endonezya Adaları gibi ülkelerde yayılmıştır. Yurdumuzun Doğu ve Güney-doğu bölgelerinde de yaygındır.

İlmini ve mezhebini Mısır’da da yaymak suretiyle bir müddet de Mısır’da İslâma hizmet etti. 820 (H. 204) yılında elli dört yaşındayken Cumâ gecesi vefât etti. Vefât edeceği zaman hâli sorulduğunda, buyurdu ki: “Dünyâdan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kötü amellerimle karşılaşacağım, ama Kerîm olan Rabbime gidiyorum.”

Kâhire’de El-Mukattam Dağının eteğinde Kurefe Kabristanına defnedilmiştir. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır. Türbesi üzerinde bulunan şimdiki muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından El-Melik el-Kâim tarafından; hicrî 608 yılında Selâhaddîn Eyyûbî tarafından da türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.

İmâm-ı Şâfiî’nin menkıbeleri ve güzel sözleri çok olup Menâkıb-ı İmâm-ı Şâfiî adlı kitapta ve diğer kitaplarda uzun anlatılmıştır.

İmâm-ı Şâfiî şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. Bana buyurdu ki: “Sen kimdensin?” Cevabımda; “Ben senin kabilendenim.” dedim. “Bana yaklaş.” buyurdular. Yanına gittim. Mübârek ağzının suyunu dilime, ağzıma ve dudaklarıma sürüp; “Hadi, Allahü teâlâ sana bereket versin.” buyurdular.

Kendisi anlatır:

Çocukluk zamanında Mekke’de rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Tam bir heybetle Mescid-i Harâm’da insanlara imâmlık yapıyorlardı. Namaz bitince yanlarına gidip; “Bana da ilim öğretiniz.” dedim. Bunun üzerine kaftanının altından bir terazi çıkarıp: “Bu senin içindir” buyurup bana hediye ettiler. Bu rüyâmı tabir ettirdim. Dediler ki: “Sen, ilimde imâm olursun ve sünnet üzere olursun. Zîrâ Mescid-i Haram’ın imâmı bütün imâmların üstünüdür. Terazi ise, Peygamber efendimizin hakikatına kavuşacağına alâmettir.”

“Bir gün rüyâmda, hazret-i Ali efendimizi gördüm. Parmağından yüzüğünü çıkardı, parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin ve Resûlullah’ın ilminin bana geçmesi alâmetiydi.”

İmâm-ı Şâfiî, altı yaşındayken mektebe gitmeye başladı. Zâhide bir annesi vardı. İnsanlar emânetlerini ona bırakırlardı. Bir gün iki kişi gelip, bir bohça verdiler. Daha sonra biri gelip bohçayı istedi. Gelene bohçayı verdi. Biraz sonra diğeri gelip, bohçayı istedi. Bohçanın arkadaşına verildiğini söyleyince: “Biz ikimiz beraber gelmeyince bohçayı vermeyin demiştik. Bohçayı niçin verdiniz?” dedi. Annesi üzüldü. O sırada İmâm-ı Şâfiî geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu görünce sebebini sordu. Annesi olanları anlattı. Bunun üzerine annesine; “Sen üzülme ben şimdi bohçayı isteyenle konuşurum.” dedi. Bohçayı isteyen şahsın yanına gelip dedi ki: “Sizin bohçanız olduğu yerde durmaktadır. Git arkadaşını getir.” Adam aldığı cevap karşısında şaşırıp, geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.

İmâm-ı Şâfiî, on üç yaşındayken, Harem-i şerîfte; “Bana istediğinizi sorunuz?” derdi. On beş yaşındayken fetva verirdi. Hanbelî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel, ondan ders almaya gelirdi. Buyurdu ki: “Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına İmâm-ı Şâfiî ile tekrar açtı.” Bir kerre de; “İslâmiyete, şimdi Şâfiî’den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum.” dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir.” hadîs-i şerîfinde bildirilen âlim, İmâm-ı Şâfiî’dir. Bir başka hadîs-i şerîfte; “Kureyş’e sövmeyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim yeryüzünü ilimle doldurur.” buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Şâfiî’nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.

İmâm-ı Şâfiî bir kere ders verirken, ders esnâsında on defa ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında, buyurdu ki: “Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resûlullah’ın torunu ayakta dururken oturmak revâ değildir.”

Talebelerinden biri anlatır:

“Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleriyle beraber mescitten çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı olduğunu ve bunu kabul buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi kabul etti. Biraz sonra biri gelip; “Hanımım bir çocuk dünyaya getirdi. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz para istiyorum.” dedi. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi hiç açmadan olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu.”

Süfyân-ı Sevrî şöyle demiştir: “İmâm-ı Şâfiî’nin aklı, zamanındaki insanların yarısının akılları toplamından fazladır.” Abdullah-ı Ensârî diyor ki: “İmâm-ı Şâfiî’yi çok severim. Çünkü evliyâlıkta hangi makama baksam, onu herkesin önünde görüyorum.”

Hârûn Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene İmparator, âlimlerle münâzara etmek için ruhbanlar gönderdi: “Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz.” dedi. Dört yüz Hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmâm-ı Şâfiî’yi çağırarak; “Hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver!” dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccadeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; “Benimle münâzara etmek isteyenler buraya gelsin!” dedi. Bu hali gören ruhbanların hepsi Müslüman oldu. Bizans İmparatoru adamlarının İmâm-ı Şâfiî’nin elinde Müslüman olduğunu öğrenince; “İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi Müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı.” dedi.

İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki:

“Ömrümde doyuncaya kadar yemek yemedim. Çünkü, tokluk vücuda ağırlık, kalbe kasvet verir, zekâyı giderir, uykuyu getirir, kişiyi ibâdet etmekten alıkoyar. Kulluğun başı az yemektir”.

“Dünyâyı ve Yaradanını bir arada sevdiğini söyleyen kimse yalancıdır”.

“Üç meziyete sâhib olanın îmânı kâmil olur: 1) Emr-i bil-mârûf yapmak, yâni Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak. 2) Nehy-i anil-münker yapmak, yâni Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak. 3) Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak.”

“Dünyâda zâhid ol, dünyâ malına bağlanma! Âhireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve te’viller ile uğraşan âlimden fayda gelmez.”

“İnsanları tamamen râzı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, dâimâ Rabbini râzı ve memnun etmeye bakmalı, ihlâs sâhibi olmalıdır.”

“İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmuş değildir. Ama ilmi, tevâzû için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen elbette felah bulur, kurtulur.”

Biri, İmâm-ı Şâfiî’den nasihat isteyince buyurdu ki; “Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâatı çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da az sonra ölcekleri için onların dünyâlıklarına özenmeye değmez.”

“Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı olmasın. Mâdem ki böyledir, o halde Allahü teâlâya itâat edenlerle beraber bulun, onları sev!”

“İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden temin edilen faydadır.”

“Resûlullah’ın ve Eshâbının yolunda olmayanı havada yürür görsem, yine doğruluğunu kabul etmem.”

“Herkese akıllı denmez. Akıllı ona derler ki, kendisini her türlü kötülükten koruyandır.”

“Kalbine ilâhî bir nur penceresinin açılmasını isteyen şu dört şeyi yapsın:

1. Günün muayyen bir vaktinde yalnız kalsın ve huzura dalsın.

2. Midesini pek fazla doyurmasın.

3. Sefih kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın, kötü kimselerle arkadaşlık etmesin.

4. İlimleri ile yalnız dünyâlık arzu eden kimselere buğz etsin.”

İmâm-ı Şâfiî orta halli giyinirdi. Heybetli bir görünüşü vardı. O bakarken yanındakiler su dahi içemezlerdi. Yüzüğünde, “El-bereketü fil-kanâ’ati= Bereket, kanâat etmektedir.” yazılıydı.

Eserleri:

Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve eser yazmak sûretiyle, İslâmiyete hizmet yoluna sarf eden İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin pekçok kıymetli eseri vardır:

1) El-Ümm: Fıkıh ilmine dâir olup, İmâm-ı Şâfiî’nin ictihâd ederek bildirdiği meseleleri ihtivâ eden bir eseridir. Yedi cilt olarak basılmıştır. 2) Kitâb-üs-Sünen vel-Müsned: Hadis ilmine dâirdir. 3) Er-Risâle fil-Usûl: Usûl-i fıkha dâirdir. Usûl-i fıkhın kitap hâlinde yazıldığı ilk eserdir. 4) El-Mebsût, 5) Ahkâm-ül-Kur’ân, 6) İhtilâf-ül-Hadîs, 7) Müsned-üş-Şâfiî, 8) El-Mevâris, 9) El-Emâlî el-Kübrâ, 10) El-Emâlî es-Sagîr, 11) Edeb-ül-Kâdî, 12) Fedâil-i Kureyş, 13) El-Eşribe, 14) Es-Sebku ver-Remy, 15) İsbât-ün-Nübüvve ve Reddi alel-Berâhime eserlerinin belli başlılarıdır.

İMÂM-I ZÜFER

Hanefî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden. Hadîs ilminde de meşhur bir âlim olup, İmâm-ı A’zamın önde gelen talebelerindendir. Künyesi, Ebû Hüzeyl’dir. Aslen İsfehanlıdır. 728 (H.110) senesinde doğdu. 775 (H.158) te Basra’da 48 yaşındayken vefât etti. Babası Basra vâlisi olan Züfer bin Hüzeyl, ilim öğrenmeye bu şehirde başladı. Önce hadis ilmini öğrendi. Sonra Kûfe’ye gidip İmâm-ı A’zamın derslerine devâm etti ve fıkıh ilmini ondan öğrendi. Bu ilimde zamânının meşhur âlimlerinden oldu. Bütün ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Hanefî mezhebi imâmlarından ve fukahânın ikinci tabakasından olup, mezhepte müctehiddir. İmâm-ı A’zam; “Talebelerimin en mükemmelidir.” buyurarak kendisini meth etmiştir.

Bir müddet Basra kâdılığı yapmış, ayrıca ilim öğretmek ve ders vermekle meşgul olmuştur. Muhammed bin Abdullah Ensârî, Halef bin Eyyûb, Âsım bin Yûsuf, Hilâl-er-Rey gibi büyük ve meşhûr âlimler, İmâm-ı Züfer’in ders halkasında yetişmişlerdir.

Hocası İmâm-ı A’zamın vefâtından sonra sekiz sene yaşamış, bu zaman içinde, onun mezhebini yaymıştır. İmâm-ı Züfer çok az meselede İmâm-ı A’zam’dan ayrı ictihatta bulunmuştur. Hocasına hayâtında ve vefâtından sonra muhâlefeti görülmemiştir. Hanefî mezhebinde, zarûret hâlinde İmâm-ı Züfer’in ictihâdıyla amel etmek câizdir. İbn-i Abdülber, şöyle demiştir: “Züfer bin Hüzeyl yüksek bir akıl ve idrâke sâhipti. Haramlardan çok sakınan, vera’ sâhibi ve hadis ilminde de sika (güvenilir, sağlam) bir âlimdir.” O, evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî ile arkadaş olup birbirlerini çok severlerdi. Dâvûd-i Tâî, ibâdetle, zühd ve takvâ ile yaşadı. İmâm-ı Züfer ayrıca ilme devâm etti. İlimde ve ibâdette çok gayretli bir âlim olan İmâm-ı Züfer vefât edeceği zaman İmâm-ı Ebû Yûsuf ve başkaları; “Vasiyet et.” dediler. “Şu mal hanımımındır. Şunlar da, kardeşimin oğlunundur.” dedi. Bu sözlerine şaşırdılar. Çünkü kardeşi varken, kardeşinin oğluna bir şey düşmezdi. Vefâtından sonra kardeşi onun zevcesini aldı. Bir oğlu oldu. Mallar oğluna kalınca, İmâm-ı Züfer’in kerâmeti belli oldu.

İmâm-ı Züfer, ilimde o derece iyi yetişmişti ki, bir suâl sorulunca, geniş cevap verir, anlaşılır bir şekilde îzâh ederdi. İspatı gereken meseleleri kat’î delillerle ispat ederdi. İctihâdı, İmâm-ı A’zamın ictihâdı üzerineydi. Çok ibâdet eden doğru sözlü ve ilimde sağlam bir âlimdi. Evlendiğinde hocası İmâm-ı A’zam’ı düğününe dâvet etmişti. İmâm-ı A’zam düğün sırasında yaptığı bir konuşmasında; “Züfer, Müslümanların imâmlarındandır. Şeref, haseb, neseb bakımından en tanınmışlardandır.” buyurmuştur.

Kıyâs yapmadaki üstünlüğü ile meşhur olan İmâm-ı Züfer, bu hususta şöyle buyurmuştur; “Bir meselede hüküm verirken o mesele hakkında hadîs-i şerîf (eser) bulursak onunla hükmeder, kıyâsı terk ederiz. Yoksa, kıyâs yaparız...”

İmâm-ı Züfer’e İmâm-ı A’zam sorulduğu zaman; “Biz onun yanında, şâhin kuşunun yanındaki serçe gibiyiz.” diyerek hocasının ilimdeki üstün derecelerini belirtmiştir.

İmâm-ı Züfer, bir defâsında bir mîras meselesi sebebiyle Basra’ya gitmişti. Basra ahâlisi ondaki üstün hâller ile olgun ve müstesnâ bir insan olduğunu görüp hayrân kalmıştı. Basra’da kalmasını istediklerinde bu arzu üzerine bir müddet bu şehirde kaldı. İlmiyle ve üstün hâlleriyle insanlara çok faydalı oldu. Her nerede olursa olsun hiç boş konuşmazdı. Dâimâ ilmî meseleler üzerinde söz söyler, hep bu hususta konuşurdu. Bulunduğu yerde boş konuşulmaya başlansa orayı terk ederdi.

İMÂM-ÜL-HAREMEYN

Şafiî mezhebinde fıkıh âlimi ve İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin hocalarından. Adı Abdülmelik bin Abdullah bin Yûsuf Cüveynî’dir. 1028 (H. 419) de Cüven’de doğdu. 1085(H. 478) te Nişâbur’da vefât etti.

İlk hocası, babası Muhammed Cüveynî’dir. Sonra Ebû Kâsım İsfehânî’den, Ebû Hasan Muhammed Müzekka’dan, Ebû Abdullah Habbâzî’den ilim tahsil etmiştir. İmâm-ül Haremeyn, fıkıhta, usûlde, kelâmda kendisine has, fakat Ehl-i sünnetten ayrılmayan bir yol tâkib etmiştir. Bu büyük âlim, gâyet fasih bir hatip, pek hassas ruhlu bir edipti. Saatlerce ders verir ve ifâdelerindeki belâgat ve âhenk, hiçbir sekteye uğramazdı. Sözlerindeki âhenk, akmakta olan berrak bir nehrin akışını andırırdı. Vâzlarındaki tesir dinliyenleri, ceryana tutulmuş gibi titretirdi. Dokunaklı bir beyit okunduğu veya mâneviyâta âit bir söz söylendiği zaman duygulanır, gözlerinden yaşlar akardı.

Tasavvuftan da büyük pay ve zevk almış, güzel ahlâkı kendisinde toplamıştı. Bunun için gâyet mütevâzî, insaflı ve kadirşinastı. Huzûrunda söylenilen her sözü nezâketle dinler, hoşuna giderse takdir eder, faydalı görürse, ondan istifâde ettiğini söylemekten çekinmezdi. Ara sıra şiir söyler, fakat manzûmelerini başkalarına okumazdı. İmâm-ı Gazâlî’yi yetiştiren bu büyük âlimin bir şiiri şöyledir:

Ey kardeşim, ilme altı şey kavuşturur,

Ve bunları genişçe sana edeyim beyan:

Zekâ, heves ve gayret, yetecek kadar da mal,

Bir üstâdın telkini, ayrıca uzun zaman. 

İmâm-ül-Haremeyn henüz yirmi yaşına girmek üzereyken, babası vefât etmiş, kendisi de onun yerine müderris olmuştur. Bir taraftan yüzlerce talebeye ders veriyor, bir taraftan da ilmini arttırmak için Beyhekiyye Medresesine giderek, büyük âlim Ebü’l-Kâsım’ın derslerine devâm ediyordu. Daha sonra Nişâbur’dan Sirmenrey’e, sonra Bağdât’a giderek, oranın âlimleri ile görüşmüş ve onlarla sohbet etmiş, zamanla şöhreti her tarafa yayılmıştı.

Sonra Hicaz’a giderek, Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevverede dört sene kalmış, ilim ve ibâdetle meşgul olmuş ve “İmâm-ül-Haremeyn” yâni Mekke ve Medîne imâmı, Mekke ve Medîne’nin en büyük âlimi ünvânını almıştı. Nihâyet Alparslan Selçuklu Devletine sultan olması üzerine, âlimlere çok kıymet verdiğinden, İmâm-ül Haremeyn, vatanı olan Horasan’a dönmüştür.

Vatanına gidince Nişâbur’daki Nizâmiye Medresesi müderrisliğine getirildi. Zamânın hükümdâr ve devlet ricâlinden büyük hürmet görmeye başladı. O muazzam ilim müessesesinde otuz sene kadar ilim yaymaya muvaffak oldu. Bir aralık da İsfehan’a giderek, Nizâmülmülk ile görüşmüş sonra tekrar Nişâbur’a dönmüştür.

İmâm-ül Haremeyn’in birçok kıymetli eserleri vardır. Bir kısmı şunlardır: Et-Tefsîr, Eş-Şâmil fî Usûliddîn, El-Burhan fî Usûlül-Fıkh, El-Gıyâsi (Vezir Gıyasuddîn Nizâmülmülk nâmına yazılmıştır.), Mugîs-ül-Hak fî İhtiyârî Ehak (Bu eserinde dört mezhepten birine uymanın vâcib (lâzım) olduğu ve dört mezhepten birine uymamanın felâket olduğunda icmâ bulunduğunu bildirmiştir.), Nihâyet-ül-Matrab fî Dirâyet-il Mezheb (Fıkha dâir olup, dört cilttir. Bunu Mekke-i mükerremede yazmaya başlayıp Nişâbur’da tamamlamıştır. Âlim İbn-i Hallikân onun bu eserini çok övmüştür.)

İMÂMİYYE

Şîanın bir kolu. Şîanın bugün dünyâda en yaygın fırkası İmâmiyye’dir. Şîa denilince İmâmiyye anlaşılmaktadır.

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû imâm kabul eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan kimselerin mensub olduğu fırka. Bunlara on iki imâmı kabul ettikleri için İsnâ-aşeriyye (On ikiciler), İmâmet meselesine inanmayı dînin aslından saydıkları için İmâmiyye denilmektedir.

İlk zamanlar dînî bir hareket olarak ortaya çıkan Şiîlik, daha sonra siyâsî hüviyet kazandı. “Halîfelik, hazret-i Ali’nin hakkıydı, Eshâb, bu hakkı gasb ederek ilk üç halîfeye verdiği için kâfir oldular.” diyerek kendilerine hazret-i Ali taraftârları mânâsına Şîa adını verdiler. Her zaman hazret-i Ali veya hazret-i Abbâs’ın torunlarından birinin arkasına saklanıp, çeşitli fırkalara ayrıldılar. Dördüncü İmâm Zeynelâbidîn vefât edince, oğlu Zeyd’in etrâfında toplanıp, Irak vâlisi Yûsuf Sekafi ile harb etmeye giderlerken, bir kısmı Zeyd’den ayrıldı. Zeyd bunlara Râfızî dedi. Kendileri ise İmâmiyye adını aldılar.

İmâmiyye Fırkası,10-15. (H.4-9) asırlarında pek gelişme gösterememiştir. Asıl gelişmeyi Safevîler zamânında göstererek, 1501-1737 seneleri arasında hükümdârlar üzerinde etkili olmuştur. İmâmiyye Fırkası, 1737’de Safevî iktidârına son vererek idâreyi ele geçiren ve Afşâr aşîretinden bir Türk kumandan olan Nâdir Şahın, Ehl-i sünnet olması sebebiyle önemlerini kaybettiler. Nâdir Şah, Şiîlerin doğru yolu bulmaları, hakîkatin ortaya çıkması ve aradaki düşmanlığa son verilmesi için Şiî ve Sünnî âlimler arasında bir münâzara tertib etti. Bu münâzara sonunda Şiî âlimleri cevâb veremeyerek bir takım inanışlarından vazgeçmişlerse de, Eshâb-ı kirâma lânet etmenin yanında bâzı yakışıksız davranışlar, halk arasında devâm etmiştir.

1747’de Nâdir Şahın öldürülmesi üzerine devâm eden kargaşalıktan sonra; Kaçar Aşîretinden Muhammed Han, 1779’da şahlığını îlân etti. Kaçar Hânedânı zamânında, İmâmiyye Fırkası devlet desteği görmeksizin, tabiî seyri içinde gelişmesine devâm etti ve giderek etkili hâle geldi.

Kaçar Hânedânının sonuncusu olan Ahmed Şah, 1925 senesinde meclis tarafından hal’ edilince, Pehlevî Hânedânından Rızâ Şah tahta geçti. 1941’de babasının yerine geçen ve Pehlevî Hânedânının sonuncusu olan Muhammed Rızâ Şah Sünnî Müslümanlara da hak tanıdığı için Âyetullah Humeynî liderliğinde İmâmiyye Fırkasına mensup Şiîler 1979’da kanlı bir ihtilâl yaptı. Şah İran’dan Amerika’ya kaçtı ve 1980’de Mısır’da vefât etti. İran’da İmâmiyye Fırkası mensubu mollalar, idâreyi eline aldılar ve Şiî bir cumhûriyet kurdular. On binlerce insan öldürdüler.

Görüşleri: İmâmiyye Fırkasının, usûl-i din, yâni îmân esasları:

1. Tevhîd: İmâmiyye Fırkasına göre, Allah tektir. Allahü teâlâ âhirette müminlerce kesinlikle görülmeyecektir. Cennet ehline görüleceğini söylemek küfürdür.

2. Nübüvvet: Peygamberlik, Allahü teâlânın seçtiği kullarını Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla ve vahiy yoluyla ilâhî bir vazife ile mükellef kılmasıdır.

3. İmâmet: İmâmiyye fırkasına göre îmân, imâmete inanmakla tamamlanabilir. Her asırda peygamberin vazifeleriyle vazifelenmiş bir imâmın mevcut olduğuna inanılır. Hazret-i Ali ve onu tâkib eden on bir imâm, hatâ ve yanlışlardan korunmuş olup masûmdurlar ve imâmların sayısı on ikidir. İnsanlar, din ve dünyâ işlerinde onlara mürâcaat etmek mecbûriyetindedirler. İmâmların on ikincisi Mehdî-i Muntazar (beklenen Mehdî) olup hâlen sağdır. Kıyâmetin kopmasından önce, zulümle dolmuş dünyâyı adâletle doldurmak üzere gelecektir. Onun gaybeti, yâni bulunmadığı sırada, Müslümanların işleri onun emriyle müctehidler tarafından yürütülür. Müslümanların bütün işleri onlara bırakılmıştır.

4. Meâd: İmâmiyyeye göre; Ehl-i sünnet îtikâdında olduğu gibi, öldükten sonra dirilmek haktır. Meâd; Allah’ın kullarını ölümlerinden sonra tekrar diriltip, dünyâda yaptıklarından hesâba çekmesi, demektir. İmâmiyyeye göre kabirde diğer suâllerden sonra; “İmâmın kimdir?” diye sorulacak; “İmâmım Ali’dir” diyenler kurtulacaktır. Sırattan ancak dünyâdayken imâmları tanıyan ve onlara itâat edenler geçecektir.

5. Adâlet: İmâmiyyeye göre; Allahü teâlâ âdil, kullar ise irâdelerinde ve fiillerinde hürdürler. Allahü teâlâ kullarının iyiliklerine karşı mükâfât, kötülüklerine karşı cezâ vermesi adâletinin zarûrî îcâbıdır.

Ric’at; yâni ölenlerin bir bölüğünün öldükleri sûrette dünyâya getirileceğine, bir bölüğün yükseltileceğine, bir bölüğün alçaltılacağına inanmak. Bedâ; yâni Allahü teâlânın maslahata uygun tarzda izhar ettiği şey, sonra imhâ edip ayrı bir tarzda izhâr edebileceğine inanmak ve Takıyye; yâni bir kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması gerektiğine inanmak da İmâmiyye Fırkasının îtikâd esaslarındandır. Bütün bu îtikâdî husûslar, Ehl-i sünnet îtikâdına uymamaktadır. Bu inanç farklılığından dolayı yüzyıllardırEhli sünnet ile mücâdele etmişler, onları düşman bilmişlerdir. Ehli sünnet olan devletlere karşı devamlı Hıristiyanlar ile işbirliği yapmışlardır. Fıkhî konulardaki görüşleri için (Bkz. Şiîlik).

ÎMÂN

Alm. Glaube (f), Fr. Foi (f), İng. Faith, Bélief. Allahü teâlâya ve Muhammed aleyhisselâmın, O’nun resûlü olduğuna inanmak. Bir şeyin varlığına kesin olarak inanmak. Bir kimseyi tam ve doğru sözlü bilmek ve ona inanmak. Îmân, lügatte “Kesin olarak inanmak, haber vericinin haberinin doğruluğunu kabûl etmek ve onu yalanlamamak” demektir. Arapçada îmân, Türkçede inanmak, Farsçada girevîden denir.

Her peygamberin söylediklerinin hepsini beğenip, kalbin kabûl etmesine, yâni dinden olduğunu bildirdiği şeylere kalb ile inanmaya ve dil ile söylemeye îmân denir. Allahü teâlâ her asırda, insanlara peygamber gönderdi. Onlara inanmayı, getirdikleri emir ve yasaklara uymayı emretti. Onlara inananları ve tâbi olanları Cennet’e koyacağını haber verdi. Son Peygamber Muhammed aleyhisselâm gelinceye kadar, her asırdaki peygambere inanmak ve ona tâbi olmak “îmân” oldu. Fakat Muhammed aleyhisselâmdan sonra, bütün insanların buna inanması emrolundu. Artık bundan sonra, Resûlullah efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip, kalbin kabûl etmesine îmân denir. Böyle inanan bütün insanlara“mü’min” denir. İslâmiyet’te onun sözlerinden birine bile inanmamaya veya iyi ve doğru olduğunda şüphe etmeye “küfür” denir. Böyle inanmayan kimselere de “kâfir” denir. Îmânı olan bir kimse, büyük bir günâh işlerse, îmânı gitmez ve kâfir olmaz. Günâha, yâni harama helâl diyen kâfir olur. Haram işleyen günahkâr olur.

İlk insan ve ilk peygamber Âdem’den (aleyhisselâm) beri gelen bütün peygamberler, hep aynı îmânı bildirmişler, bütün ilâhî dinlerde, aynı îmân esaslarına inanmak emir olunmuştur. İlâhî dinlerde bütün insanlara ilk emir, îmân etmektir. İbâdetleri yapmak ve diğer işlerde dînin emir ve yasaklarına uymak, ancak îmân edenlere farz olmuştur, yâni yapılması kesin olarak istenmiştir. Îmân etmeyenlere, âhirette namazdan ve diğer ibâdetlerden sorulmayacaktır. Îmân etmemelerinin karşılığı sonsuz olarak Cehennem’de bırakılacaklardır. İbâdetlerinde ve diğer işlerinde kusuru ve noksanlığı olan mü’minleri, Allahü teâlâ dilerse affedecek, dilerse bir müddet cezâlandırıldıktan sonra, Cennetine koyacaktır. İslâm dînindeki îmân esasları, meşhur “Cibrîl hadîs-i şerîfi” ile bildirilmiştir. Bunlara “Âmentü”nün altı esâsı denir. İnsanlar, her şeyden önce bu altı esâsı ezberleyip anladıktan sonra, kalple tasdik ve dil ile ikrâr etmek, yâni kalple inandığını dili ile de söylemek mecbûriyetindedir. Bu, Allahü teâlânın kesin emridir. Bunlara “îmânın şartları” da denir.

Îmân edilecek şeyler, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, kitaplarına, sahifelerine, peygamberlere, meleklere îmândır. Âhirette haşra, neşre, Cennette ebedî nîmetlere, Cehennemde ebedî azaplara, göklerin yarılmasına, yıldızların dağılmasına, arzın parça paçra olmasına, kadere, yâni hayır ve şerrin Allahü teâlâ tarafından yaratıldığına inanmaktır. Beş vakit namazın farz olduğuna ve bu namazların rekâtlarının adetlerine, malın zekatını vermenin, Ramazân-ı şerîf ayında, her gün oruç tutmanın ve gücü yetene, Mekke-i mükerreme şehrine gidip, hac etmenin farz olduğuna inanmaktır. Şarap içmenin, domuz eti yemenin, haksız yere adam öldürmenin, anaya babaya karşı gelmenin, hırsızlık ve zîna etmenin, yetim malı yemenin, fâiz alıp vermenin, kadınların İslâmiyetin emretmediği gibi giyinip gezmelerinin ve kumar oynamanın harâm olduklarına îmân lâzımdır. Bunların hepsi, Allahü teâlâ tarafından Cebrâil adındaki melek vâsıtası ile, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma gönderilen Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmiştir.

Îmân edilecek şeyleri sâdece bilmek, îmân değildir. Kalple inanmak da lâzımdır. Gönülden inanmanın alâmeti vardır. Bu alâmet, İslâmiyetin emirlerine aslâ şüphe etmeden ve gevşeklik göstermeden sarılmaktır. Zannetmek, sanmak, şüphe ve tereddüt etmek îmân olamaz. Îmân edilecek şeylerin hepsine kesin olarak inanmak şarttır.

Kalpte îmânın bulunduğuna alâmet, insanı küfre götüren dinden ayıran her türlü sözden, işten ve halden kaçınmaktır. İslâmiyette, kâfirlerin dînî âdet, ibâdet, âyin ve merâsimlerine istiyerek ve severek katılmak da îmânı yok eder. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve O’na düşmanlık edenleri sevmemek de, insanda doğru ve kâmil îmân bulunduğuna alâmettir.

Doğru îmân; Peygamberimiz ve Eshâbının gösterdiği doğru yolda bulunan Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan, Peygamberimizden gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demektir. Fakat söylemek, îmânın kendisi olmayıp, kalbdeki îmânın bildirilmesidir. Îmân ettiğini, özürü olmadığı halde söylemeyen kimse, îmân etmiş sayılmaz. Öldürülmek, bir organının kesilmesi veya şiddetli can yakılmak gibi tehditlerle karşı karşıya kalan bir kimsenin îmânını gizlemesi özür olur ve affedilir. Hattâ böyle durumlarda îmânının aksini söyleyen kâfir olmaz, dinden çıkmış olmaz.  İbâdetler, îmândan değildir. Fakat îmânın kemâlini arttırır ve güzelleştirirler. İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe “Îmân artmaz ve azalmaz.” buyuruyor. Çünkü îmân kalbin tasdik etmesi, kabul etmesi, inanması, demektir. İnanmanın azı çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa inanmak değil, zan ve vehim denir. Îmânın çok ve az olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O halde, bütün müminlerin îmânları, Peygamberlerin îmânları gibi olmaz. Çünkü peygamberlerin îmânları, ibâdetler sebebi ile kemâlin zirvesine varmıştır. Diğer müminlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Fakat her iki îmân, îmân olmakta ortaktır. Birincisi, ibâdetler vâsıtası ile başka türlü olmuştur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte: “Eğer Ebû Bekr’in îmânı, diğer müminlerin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekr’in îmânı daha ağır gelir.” buyruldu. Müminlerin hepsi, insan olmakta, Peygamberler ile ortakdır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler peygamberleri yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıktan daha yüksek insandırlar.

Îmânın gitmesine ve İslâm dîninden çıkılmasına sebeb olan sözlerden, işlerden, hâl ve davranışlardan kaçınmak da lâzımdır. Bir insan îmânı ifâde eden bir kelimeyi söyleyip müslüman olduğu gibi, bunun aksini söylemek veya hâl ve davranışlarla îmânı yalanlayacak bir durumda bulunmak veya bir iş yapmak sûretiyle imânını bozar, İslâm dîninden ayrılmış olur.

İslâm dîninde, îmân edilecek şeylere topluca ve kısaca îmân, Müslüman ve mümin olmak için kâfidir. Buna icmâli (tafsilsiz, kısa, topluca) îmân denir. Mümin olmak için, İslâmiyetin bütün esaslarını genişçe bilmek lâzım değildir. Fakat Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde geniş bildirileni geniş olarak bilip inanmak, topluca bildirileni, topluca bilip inanmak vâciptir. Bunun için her Müslüman, doğru olan îmân bilgilerini geniş olarak öğrenmelidir. Doğruyu taklid eden mukallidin îmânı da geçerlidir. Çünkü hakka, doğruya uymuştur. Bozuk şey, taklid ederse, îmânı da bozuk olur.

Allahü teâlâ bütün insanların îmân etmesini emretmiştir. Îmân etmek, herkes için zarûrî bir ihtiyaçtır. Çünkü îmân, insandaki rûhun gıdâsıdır. Müslüman sayılmak için hiçbir formaliteye, merâsime ihtiyaç yoktur. Kelime-i şehâdeti söyleyip, mânâsına da kalp ile inanmak yeterlidir. Îmân edenlerin rûhî hayatları dengeli ve düzenlidir. Sağlam bir karaktere sâhiptirler. Hayâtın acılarını sabırla karşılarlar. Îmân, sıkıntılı olan acı ve zor günlerinde insanların en büyük desteği, yardımcısıdır. Îmân edenlerin, Allahü teâlânın emirleri olan farzları yapıp, yasak ettiği haramlardan kaçınması lâzımdır. Îmân etmeyen fertlerin meydana getirdiği toplumlarda, her an, her türlü kötülük işlenmekte, zulüm ve haksızlıkların sonu gelmemektedir. Düzenli bir cemiyet hayâtı yoktur. İnanmayanlardan, sıkıntılara ve zorluklara sabır etmek beklenemez. Vatan ve millet sevgisi, anne ve babaya itâat etmek ve saygı göstermek, diğer insanların hak ve hukûkunu gözetmek... gibi mukaddes olan yüce duyguların kaynağı îmân etmektir. NitekimPeygamber efendimiz buyurdu ki:

“Vatan sevgisi îmândandır.”

“Temizlik îmândandır.”

“Hayâ (utanma duygusu) îmândandır.”

İslâm dîninde îmânın, mûteber, geçerli olması için gerekli şartlar şunlardır:

1. Îmân, devamlı ve sâbit olmalıdır. Bir müddet sonra îmândan ayrılmaya niyet eden kimse, o anda îmândan çıkar.

2. Îmândaki bir mesele hakkında şüphe ve tereddüd etmek, kalpteki tasdîkin gitmesine sebeb olur. Îmân, şeksiz ve şüphesiz olmalıdır.

3. Îmân eden, havf ile recâ arasında olmalıdır. Yâni Allahü teâlâdan korkmalı ve yine O’ndan ümid etmelidir.

4. Can boğaza gelmeden evvel îmân etmiş olmalıdır. Zîrâ can boğaza gelince, âhiret işleri müşâhade olunur. O zaman bütün kâfirler îmân eder. Ama kabul olunmaz. Fakat Müslümanın bu andaki tövbesi kabul edilir.

5. Bir zarûret olmaksızın, kasten, îmândan olan bir hükmü reddetmemelidir. Kâfirlere mahsus ibâdetleri yapmak ve îmândan ayıran sözleri söylemek de îmânı yok eder. Çünkü İslâm dîninde hürmet ve tâzim edilmesi lâzım olan şeyleri tahkir etmek (küçümsemek, aşağılamak, hafife almak) veya tahkir edilmesi, beğenilmemesi lâzım olan şeylere hürmet ve saygı göstermek îmânın gitmesine sebeb olur. Meselâ, bir din âlimini veya ilim talebesini kötüleyen, onunla alay eden yâhut İslâm dînini bildiren doğru bir kitaba kasten hakâret eden, îmân dâiresinden çıkıp, İslâm dînine düşman olan îmânsızlardan olur.

6. Îmân edilen esaslar, İslâm dîninden alınmış olmalıdır. İslâmiyete uygun olmayan inanış, îmân sayılmaz. Çünkü Allahü teâlânın yanında, geçerli olan hak din İslâmiyettir.

7. Îmân, Peygamberimizin ve O’nun Eshâbının gösterdiği doğru yol olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’at îtikâdına uygun olmalıdır. Bu doğru yolun âlimlerinin kitaplarında yazılı olmayan îmân bilgileri doğru ve sağlam değildir. İslâmiyeti kendi aklına, görüşüne göre açıklayanların sözlerine, yazılarına inanmak, îmân olmaz. Bunlar dalâlet, sapıklık veya îmânsızlık olur. (Bkz. Ehl-i Sünnet)

Îmân edenler, âhirette sonsuz olarak Cennette kalacak, îmânı olmayanlar da Cehenneme gideceklerdir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’de En’am sûresi 82. âyetinde meâlen: “Îmân edip de îmânını şirk ile (Allah’a herhangi birşeyi ortak tutmakla) bulaştırmayanlar, Cehennemde ebedî kalmaktan emindirler. Onlar için bu korku yoktur.” ve “Îmân edip sâlih ameller yapanlar ise, onlar da Cennet ehlidirler, ebedî olarak orada kalıcıdırlar.” (Bakara sûresi, 82).

Peygamber efendimiz de: “Kalbinde zerre kadar (yâni çok az) îmânı olan, Cehennemde sonsuz olarak kalmayacak, çıkarılacaktır.”ve yine “Ölürken son sözünde Lâilâhe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur.) diyen Cennete girer.” buyurdu.

İMÂRET

Alm. Armenküche (f), Fr. Cuisine (f), Pour les pauwres, İng. Kitchen for the poor. İslâm memleketlerinde, bilhassa Osmanlı Devleti zamânında medrese talebelerine, fakirlere ve her isteyene Allahü teâlânın rızâsı için bedâva yiyecek dağıtmak üzere kurulmuş aşevleri. İlk zamanlarda birçok hayır işinin yapıldığı bir kurum olan imâretler, sonraları sâdece yiyecek dağıtılan yerler haline gelmiştir. Ayrıca her imâretin, sanat târihi bakımından da bir değeri vardır.

İmâretler ilk defa, Peygamber efendimiz zamânında ortaya çıkmıştır. Medîneli Ensâr ile Muhâcirlerin fakirleri,Mescid-i Nebî yanındaki “Suffa” denilen büyük çardak altında yaşarlar, ilim öğrenmek ve öğretmekle uğraşırlardı. Ömürlerinin çoğu, Resûlullah ile birlikte ilim öğrenmekle, cihâd etmekle geçerdi. Bunlara “Eshâb-ı Suffa” denirdi. Sayıları değişirdi. Çok zaman yetmiş kişi olurdu. Çoğu şehid oldu. İmâret müessesesi, Dört Halîfe, Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular devirlerinde devâm ederek Osmanlılara geçti.

Osmanlılar, fethettikleri yerlerde, câmi, hastahâne, medrese, kervansaray, köprü, han, hamam ve çeşme gibi sosyal müesseseler yaparak, şehirleri kendilerine mâl ettiler. Ayrıca hayvanlar ile kuşların kışın karda yiyeceklerini ve yazın sıcakta içeceklerini temin ettiler. Medreselerde okuyan talebeler, yolcular, muhtâc ve kimsesizler için de imâretler yaptılar. Osmanlılardan günümüze ulaşan arşiv belgeleri ve harap da olsa bugün ayakta duran mîmârî eserleri, Osmanlı Devleti dâhilinde binlerce imâretin faaliyet hâlinde bulunduğunu göstermektedir. Bu sosyal müesseselerin muhâfaza ve devâmını sağlamak için de çevrelerinde han, hamam ve dükkan gibi yerler yaptırılarak, gelirleri bunlardan temin edildi. Diğer bütün sosyal müesseselerde olduğu gibi, imâretlere verilen vakıf gelirleri de evkaf defterlerinde kaydedildi. Meselâ İstanbul’da Bâyezîd İmâretinin yıllık geliri 9 milyon akçeydi. Yine Fâtih Câmii ve İmâretini yaşatmak için Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un çeşitli semtlerinde; 1130 ev, 2466 dükkân, 3 han, 54 değirmen, 14 hamam, 9 bahçe vakfetmişti.

Osmanlılarda ilk imâreti, 1336’da kuran Orhan Gâzi, müessesesinin açılışını yaparak fakirlere kendi eliyle yemek dağıttı. Osmanlıların son zamanlarına kadar devâm eden bu müesseselerin yerine sonradan aşevleri kuruldu.

İznik ve Bursa’da pâdişahlar ile hayırsever zengin kimselerin kurduğu imâretler yirmi dörde ulaşmıştı. İstanbul, Ankara, Edirne, Manisa, Amasya, Kayseri, Erzurum, Filibe, Selânik, Bolayır, Gelibolu ve daha bunun gibi İmparatorluğun hemen her köşesinde imâretler vardı. Bunlar misâfirlere, medreselerde okuyan talebelere ve fakir halka en büyük destekdi. İmâretlerde verilen yemeklerin derecesi, onu besleyen vakfın veya şahsın zenginliğine göre değişirdi. Günde iki öğün yemek verileceği, mübârek gecelerde helva yapılıp dağıtılacağı ve vakıf sâhibinin rûhuna Kur’ân-ı kerîm okunacağı vakfiyelere şart olarak konurdu. Mütevellî heyeti bu hükümlere uymaya mecbûrdu. İmâretler ayrıca kimsesiz çocukların yetiştirilmesi işini de üzerlerine alıp bunlara hayatlarını kazanacak bir çağa gelinceye kadar bakarlar ve yetimlere maaş bağlarlardı. Nitekim Ayasofya vakfından 200, Edirne’deki Sultan İkinci Murâd vakfından 40 ve Fâtih İmâreti vakfından 250 yetime maaş bağlanmıştı. Maaş bağlanacak yetimlerin seçilmesi işi ile İstanbul kâdısı meşgûl olmakta ve her türlü işler kâdı siciline geçirilmekteydi.

İmâretlerin vakfiyelerinde vakfın idâresinin kimler elinde ve nasıl olacağı da belirtiliyordu. Buna göre vakıfla alâkalı bütün vazîfeliler sene sonunda bir umûmî heyet hâlinde toplanarak vakfiyeyi birlikte okuyup vakfiye şartlarının sene içinde yerine getirilip getirilmediğini müzâkere ederlerdi.

İmâretler bir tek yapı olabildiği gibi, külliye hâlinde teşkil edilenleri de vardı. On altıncı asra kadar tek yapı hâlinde olanlar meşhûrdu. Bu asırdan sonra daha çok külliye hâlinde olanlara rastlanıyordu. İmârethâne binâları, Türk mîmârî geleneklerine uygun planlara sâhib olarak yapılır, iki yanında bitişik birer misâfirhâne ile ortada namaz kılacak bir yer bulunurdu. Misâfirhâne odalarının içinde birer ocak ile dışarıya açılan kapıları vardı. Ortada bulunan namaz kılma yerinin genellikle yüksek bir kulesi bulunur, kule üzerindeki aydınlatma feneri ile şadırvan ve iç bölmeler aydınlatılırdı.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın câmi, medrese ve dârüşşifâ ile berâber yaptırdığı imârette günde iki defâ yemek pişer ve medrese talebeleriyle hastahâne ve kütüphâne memurları ile külliyenin bütün hizmetlileri, misâfirler ve fakirler olmak üzere, her öğünde bin kişi yemek yerdi. Bütün İstanbul’daki imâretlerde bu sırada otuz binin üzerinde kişiye yemek verilirdi. Ayrıca mevki ve makam sâhiplerinin sarayında da fakirler için yemek çıkarılırdı.

Günümüzde bu durumu devam ettiren bâzı vakıf müesseseleri de bulunmaktadır.