İLMİHÂL

Her Müslümanın, îmân, amel ve ahlâk ile ilgili öğrenmesi ve yapması lâzım olan bilgiler veya bu bilgileri anlatan kitap. İlmihâl bilgilerine zarûrât-ı dîniyye, yâni zarûrî din bilgileri de denir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İlim taleb etmek her Müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır.” buyurmuştur. Burada öğrenilmesi istenilen bilgiler, ilmihâl bilgileridir. Bunları öğrenmeyen dînin emirlerini doğru olarak yapamaz. Çocuklarına öğretmeyen, onlara karşı dînî ve insânî vazîfesini yapmamış olur. Bu bilgileri anlatan kitaplara ise, ilmihâl kitâpları denir. Bu kitâplar fazla teferruâta, inceliğe girmeden din bilgilerini lâzım olduğu kadar anlatırlar. Dört hak mezheb olan Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinden herbirine âit ilmihâl kitâbı vardır.

İlmihâl kitâplarında önce îtikâd (îmân) bilgilerine yer verilmiştir. Çünkü, inanılacak şeyler, dînin esâsını teşkil eder. Burada îmânın altı şartı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde anlatılır. Sonra ibâdet, helâl ve haram bilgileri anlatılır. Bundan sonra, İslâm ahlâkından bahsedilir. Bu kısım, kalbi kötülüklerden temizlemenin, kısaca iyi bir Müslüman olmanın yollarını öğretir.

Osmanlılar zamânında her Müslümanın bu bilgileri kolayca öğrenebileceği kitaplar yazılmıştı. Îmân bilgilerine dâir Âmentü Şerhi, ibâdet mevzûunda, Mızraklı İlmihâl, Huccet-ül-İslâm kitapları pek meşhurdu. Bunlar son zamanlara kadar halkın istifâde ettiği kitaplardır. Medreselerde ve tahsilli olanlar arasında ibâdet ve amel mevzuunda Halebî, Kudûrî ve Mültekâ el kitabı durumundaydı. Hanefî mezhebinde en kıymetli fıkıh kitabı olan İbn-i Âbidîn ise, bir mürâcaat kitabıdır.

Günümüzde pekçok ilmihâl kitapları hazırlanmıştır. Bunlar arasında en kıymetlisi Hanefî mezhebine göre yazılmış olan Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabıdır. İhlâs A.Ş. tarafından bastırılmaktadır.

İLTERİŞ KUTLUĞ KAĞAN

Göktürk hükümdârı. 630 yılında Çin hâkimiyetine girerek istiklâlini kaybetmiş olan Göktürk devletini 682 yılında tekrar kurdu. İki ülkeyi derleyip topladığı için Kutluğ adına ilave olarak İlteriş ünvânı verildi.

Çin’de doğup büyüyen İlteriş Kutluğ Kağan, bir süre devlet memuru olarak çalıştı. Orta Asya hududunda görev yaptığı sırada, 681 yılında on yedi arkadaşı ile birlikte Türk devletini kurmak için teşebbüse geçti. Bilge Tonyukuk da yardımcıoldu. Kendisini destekleyenlerin sayısı yedi yüzü bulunca, istiklâlini ilân etti. Orta Asya Türkleri, Çin’deki Türk Hanedan mensupları ve kumandanları etrafında toplandı. Büyük bir kuvvet ortaya çıktı. 682 yılında Göktürk Devletini ikinci defa kurup hükümdarlığını îlân etti. Bilge Tonyukuk’u kendisine vezir yaptı. İkinci Göktürk Devleti adıyla anılan bu devlete kurucusuna nisbetle Kutluğ Devleti de denildi.

Göktürk Devletini millî şuurla teşkilâtlandırıp Türk töresini ülkede hâkim kıldı. 682 yılından sonra on yıl içinde, on yedisi Çin’e olmak üzere kırk yedi sefer tertip eden İlteriş Kutluğ Kağan, yirmisine bizzât katıldı. Hepsinde muvaffak olup, hiç yenilmedi. 692’de ölünce kardeşi Kapağan (692-716), kağan oldu. Bilge Kağan (716-734) ile Kül Teğin, İlteriş Kutluğ Kağan’ın oğullarıdır. (Bkz. Göktürkler)

İLTİHAP

Alm. Entzündung (f), Fr. Inflammation (f), İng. Inflammation. Vücûdun, allerjisi olduğu kimyâsal veya fiziksel tahriş edicilere ve mikroorganizmaların sebeb olduğu lokal tahrişe verdiği cevap. İltihâbî her rahatsızlık -it (veya -itis) sonlanmasıyla ifâde edilir. Meselâ menenjit beyin zarlarının, larenjit gırtlağın iltihâbıdır.

İltihâbın ana belirtileri dört tâne olup “kırmızılık, sıcaklık, şişlik ve ağrı” olarak sayılır. Kırmızılık, kan damarlarının genişlemesi ve daha fazla kanla dolmasına, bağlı olarak gelişir. Sıcaklık, o bölgede kan dolaşımının artmasına bağlıdır. Hırpalanmış hücrelerden ve kan hücrelerinden çıkan maddeler, kan damarlarının geçirgenliğini arttırarak damarlardan dokuya sıvı kaçışına sebep olurlar ve dokunun şişmesine yol açarlar. Ağrı ve hassâsiyet dokularda sonlanan sinirlere iltihap sıvısının yaptığı basınca bağlıdır.

İltihâbî cevâbın büyük bölümünü, etkilenen bölgeye beyaz kan hücrelerinin (akyuvarların) göç etmesi meydana getirir. Bu hücreler kan damarlarının duvarlarına tutunurlar ve bakterilerin tahrip edeceği dokulara geçerler. İltihâbın diğer bilinen etkileri ateşin yükselmesi, kanda beyaz kan hücrelerinin artması, lenf bezlerinde şişme ve kalp atım hızında olan artıştır. Bu değişikliklerin hepsi iltihâbın bozduğu vücut dengesinin düzelmesi için ortaya çıkan koruyucu mekanizmanın cevâbî sonuçlarıdır. İltihâbî hastalıklara örnek olarak şu hastalıklar gösterilebilir: Kıl dibi iltihâbı, kan çıbanı, şirpence, gastrit, pankreas iltihapları, safra kesesi iltihapları, karaciğer iltihapları vb.

İLTİZAM

(Bkz. Mukâtaa)

İLTUTMUŞ

Delhi Türk Sultanlığının kurucusu ve ilk hükümdârı. Aslen Türkistanlı olup, İlbârı kabîlesinden Aylam Hanın oğludur. Baba yurdundan kaçırılıp, köle olarak satıldı. Buhâra’da ilim sâhibi bir zât, zekâ ve kâbiliyetini keşfedip, satın aldı ve onu en iyi şekilde yetiştirdi. Lahor Sultânı Kutbeddîn Aybeg, nâmını duyduğu İltutmuş’u Hindistan’a getirtip satın aldı.

İltutmuş, kâbiliyet, ilim ve zekâsıyla kısa zamanda Aybeg’in özel muhâfız alayı komutanlığına yükseldi. Gwalyar’ın fethi üzerine buranın, daha sonra da Bedaun bölgesinin vâliliğine tâyin edildi. Bilâhare Emîrü’l-ümerâlığa getirildi. Sultan Aybeg’e dâmâd oldu. Kutbeddîn Aybeg’in 1210’da ölümü üzerine evlatlığı Aram Şah başa geçti ise de birliği sağlayamadı. Devlet adamları, Şemseddîn İltutmuş’u başa geçirdiler (1211). Aram Şah îdâm edildi. Muhâliflerini bertaraf eden İltutmuş, Celâleddîn Harezmşah’ın Hindistan topraklarını bölme çalışmalarını bertaraf etti (1222).

Orta Asya’da Moğol zulmünden kaçan Müslüman Türkleri memnûniyetle kabul edip, bunlarla ordusunu güçlendirdi. Lahravti (1225), Sind (1228), Gwalyar (1232), Malvo (1234) seferlerini yaptı. Vindhya Dağlarının kuzeyindeki bütün Hindistan topraklarını Delhi Sultanlığı sınırları içine aldı. Onun fetihleri ve Hindistan’da İslâmiyeti yayma çalışmaları, Bağdat’taki Abbâsî Halîfesi Mustansır-billah (1226-1242) tarafından takdirle karşılandı. Halîfe, İltutmuş’a hil’at gönderip “Nâsır-ı Emîrü’l-Mü’minîn” ünvânını verdi. Bu sâyedeAbbâsî halîfesince tanınan Hindistân’ın ilk Müslüman hükümdârı oldu. 1229 yılından sonra, Nâsır-ı Emîrü’l-Mü’minîn ünvânı ile paralar bastırdı. 1236 yılında vefât eden İltutmuş’un yerine önce oğlu Fîrûz Şah, sonra da kızı Râziye Begüm Sultan (1236-1240) geçti. Sonra sıra ile, İltutmuş’un diğer oğulları; Behram, Mes’ûd ve peşinden de Mahmûd Şah (1241-1266) tahta geçtiler. (Bkz. Delhi Türk Sultanlığı)

İltutmuş, ilim sâhibi bir kimseydi. İlme ve ilim sâhiplerine hürmet ederdi. Devrinde yaşayan Muînüddîn Çeştî, Kutbeddîn Bahtiyâr Kâkî, Bahâüddîn Zekeriyyâ, Ferîdüddîn Genc-i Şeker, Hâce Ahmed Buhârî, Kâdı Hamîdeddîn Nâgurî gibi âlimlerin duâlarını alıp, nasîhatlerinden istifâde etti. Dînî ve sosyal eserleri tâmir ve yenilerini inşâ ettiren İltutmuş, Kutbeddîn Aybeg’in Delhi’de başlattığı Kutb Câmii ve Kutb minâreyi ve Ecmir’deki câmiyi tamamlattı. Bedaun’da da bir câmi yaptırdı.

İLYADA VE ODYSSEİA

Alm. Ilias und Odyssee, Fr. Iliade et Odyssé, İng. Iliad and Odyssey. Eski Yunan edebiyatının iki büyük destanı. Sözlü edebiyat ürünü olan bu eserlerin Homeros adlı bir şâire âit olduğu kabul edilir. Her iki eser de klâsik Yunan kültürü üzerindeki etkileriyle, Batı edebiyatının temel kaynakları arasında yer alır. Bu iki destanın dil ve yapı bakımından farklılıklar göstermesi eserlerin başka başka kimseler tarafından yazıldığı tartışmasını getirmiştir.

Her iki destan da Miken medeniyetinin çöküşünden ve Anadolu’da ilk İon kentlerinin kurulduğu M.Ö. 1000’den çok sonra yazılmıştır. Destanlardaki çeşitli sahneleri gösteren resimlerle süslü vazolar ve amforalar M.Ö. 8. yüzyılın sonundan kalmadır. Bu bilgilere dayanarak her iki destanın da 8. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığını söylemek mümkündür.

Bu destanlar altılı ölçüyle yazılmıştır. İkisinde de tekrarlara yer verilmiş, kronolojik akış içinde geriye gidip geçmiş bir hâdiseyi anlatma metodlarına başvurulmuştur. Bu ortak özelliklerin yanında bazı önemli farklılıklar da vardır. İlyada’nın yapısı daha basit, anlatımı daha düz akışlıdır. Akhalarla Truvalılar arasındaki savaşı konu alan 16.000 mısralık destanın kahramanı Yunanlıların en büyük savaşçısı Akhilleus’tur. Sevdiği köle kızın tanrılara kurban edilmesi yüzünden Akhaların başkomutanı Kral Agamemnon’a kızan Akhilleus savaşa katılmaktan vazgeçer. Bu sebeple Truvalılarla olan savaş uzayıp gider. Ancak sevdiği arkadaşı Patroklos’un Truvalı kahraman Hektor tarafından öldürülmesi üzerine savaşa giren Akhilleus Hektor’u öldürür ve savaşın sona ermesini sağlar.

Odysseia destanı ise Akhaların en zekî ve en kurnaz savaşçısı Kral Odysseus’un Truva savaşından sonraki kendi ülkesine, İthake kentine dönerken 10 yıl boyunca geçirdiği serüvenleri, mücâdele ederek yendiği güçlüklerin hikâyesini anlatır. Yapısı İlyada’dan daha karmaşık, zengin ve daha sağlamdır. Odysseia beş ayrı destan parçasından meydana gelir.

O zamanki insanlar, hak dîninde olmayıp putlara taparlardı. Çok tanrılı bâtıl bir inanca sâhiptiler. Bu sebepten her iki destanda da insanların hikâyesine paralel olarak tanrılar arasında geçen hikâyeler de anlatılır. Ama tanrılar yalnızca kendi aralarındaki hâdiselerle yetinmezler, insanların yazgılarını da etkilerler. Meselâ Odysseia’da kahramanın başına gelenlerin sorumlusu, ondan öç almak isteyen Deniz Tanrısı Poseidon’ı, sonunda bu güçlükleri yenip ülkesine ulaşmasını sağlayan da Akıl Tanrıçası Athena’dır.

Batı edebiyatının temelini teşkil eden bu destanlar Türkçeye de çevrilmiştir. İlyada’nın 1955’ten 1984’e kadar Odysseia’nın ise 1941’den 1984’e kadar birçok Türkçe baskısı yapılmıştır.

İLYÂS ALEYHİSSELÂM

Benî İsrâil’e gönderilen peygamberlerden, Mûsâ aleyhisselâmın dînini insanlara bildirmek için Allahü teâlâ tarafından vazîfelendirildi.

Hazret-i Mûsâ’dan sonra Benî İsrâil kavmine gönderilen peygamberlerin hepsi Tevrât’ın hükümlerini unutan, yerine getirmeyen insanlara bunları bildirmek için gönderildi. Benî İsrâil, o zaman Şam ve civârında dağınık küçük devletler hâlinde yaşıyordu. Çünkü Yûşâ bin Nûn, Şam kıtasını fethedip, Benî İsrâil’e taksim etmişti. Bir kabîleye de Baalbek ve etrâfını verdi. İlyâs aleyhisselâm Baalbek’in kabilesinde bulunuyordu. Benî İsrâil zamanla yoldan çıkmış, aralarında fesat ve karışıklık başlamıştı. Tevrât’taki Allahü teâlânın emirlerini unutmuşlar, putlara tapmaya başlamışlardı. İlyâs aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiği zaman, Ba’l adında 8-10 metre büyüklüğünde bir puta tapıyorlardı. Hazret-i İlyâs; “Ba’l’den vazgeçiniz ve her şeyin yaratıcısı olan Allah’a ibâdet ediniz.” diye nasîhat etti. Fakat dinlemediler. Onları Allah’ın azâbı ile korkuttu ise de, beldelerinden çıkarttılar. Allahü teâlâ da onlardan feyz ve bereketi kaldırdı. Yağmurlar kesildi, kıtlık başladı. Hayvanlar susuzluktan öldü. Başlarına çeşitli belâlar geldi.

İlyâs aleyhisselâm bu kıtlık yıllarında îmânı gizlice halka anlatıyordu. Bütün evlerde kıtlık varken, inananların evlerine, İlyâs aleyhisselâmın bir mûcizesi olarak, bolluk ve bereket gelmişti. Herkes kokmuş leş yerken, bunların evi yiyecek doluydu. Baalbek hükümdârının hazîneleri doluydu. Fakat satın alacak yiyecek bulamıyorlardı. Nihâyet hatâlarını anladılar ve hazret-i İlyâs’ı bularak af dileyip îmân ettiler. İlyâs aleyhisselâma, sen bize duâ et, dediler. Her ne söylerse ona tâbi olacaklarına söz verdiler. Hazret-i İlyâs, Allahü teâlâya duâ etti. Belâ ve musîbetin kalkmasını diledi. Allahü teâlâ hazret-i İlyâs’ın duâsını kabul etti. O belde yeniden feyz ve berekete kavuştu. Bol bol yağmur yağdı. Her taraf yeşerdi. Memlekette büyük bir ferahlık meydana geldi. İsrâiloğulları sonra hazret-i İlyâs’a:

“Senin duân ile kurtulduk. Ancak ekebileceğimiz tohum yok. Duâ et de tohum elde edelim.” dediler.

Hazret-i İlyâs duâ etti. Allahü teâlâ tuz ekmelerini bildirdi. Tarlalara tohum yerine tuz ektiler. Mûcize olarak yerde nohut yetişti. İsrâiloğulları bu hâl üzere bir müddet hazret-i İlyâs’a tâbi oldular. Fakat hak yolda sebât etmeleri uzun sürmedi. Yine nankörlük edip, doğru yoldan ayrıldılar. Bu durum üzerine hazret-i İlyâs, Allahü teâlânın izni ile onların arasından ayrılınca, isyanları sebebiyle gitgide perişan oldular. Kur’ân-ı kerîm’de Sâffât sûresinde bunların isyânları sebebiyle Cehennem’e gidecekleri bildirilmektedir.

Abdullah ibni Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre; hazret-i İlyâs Baalbek’ten çıkınca, ilâhî emirleri bildirmek üzere dolaşırken yolu bir köye düştü. Bu köydeki insanlara nasihat etti. Onları îmâna dâvet etti. Köylüler onu severek köylerinde bir müddet kalmasını istediler. O da kabul etti ve İsrâiloğullarından ihtiyâr bir kadının evinde misâfir oldu. Bu kadının hasta bir oğlu vardı. Hastalığına bir türlü şifâ bulunamamıştı. İhtiyâr kadın oğlunun durumunu hazret-i İlyâs’a anlatarak çocuğunun şifâ bulup bu dertten kurtulması için Allahü teâlâya duâ etmesini istedi. Hazret-i İlyâs, üzülme şifâ Allahü teâlâdandır, dedi. Abdest alıp iki rekât namaz kıldı. Hasta çocuğa şifâ vermesi için Allahü teâlâya yalvardı. Allahü teâlâ duâsını kabul etti. Hasta çocuk iyileşti. Bu çocuğun adı Elyesa’ idi. Şifâ bulduktan sonra hazret-i İlyâs’a îmân etti. Yanından ayrılmadı. Ondan Tevrât’ı öğrendi. Hazret-i ilyâs’ın vefâtından sonra da İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi (Bkz. Elyesa’ Aleyhisselâm).

Kur’ân-ı kerîm’in Sâffât ve En’âm sûrelerinde İlyâs aleyhisselâmla ilgili haberler vardır.

İMÂDEDDÎN ZENGÎ

Musul Atabegliğinin kurucusu. Babası Büyük Selçuklu Devletinin Halep Vâlisi Aksungur’dur. Babasının ölümünde yedi yaşında bir çocuk olan Zengî, Kür-Boğa, Mûsâ et-Türkmânî, Çökürmüş, Çavlı, Mevdûd ve Aksungur Porsukî gibi emirler tarafından eğitilip yetiştirildi.

1111 ve 1113 senelerinde Emîr Mevdûd’un Haçlılar üzerine tertib ettiği seferlere katıldı. Taberiye Muhâsarasında büyük bir kahramanlık göstererek Mevdûd’un îtimâdını kazandı. Mevdûd’un ölümünden sonra Musul’a tâyin olunan Aksungur Porsukî tarafından Aşağı Irak bölgesinde Selçuklu hâkimiyetini tesis için Vâsıt’a gönderildi. Abbâsî Halîfesi El-Müsterşid-billah’a karşı isyân eden Hille Emîri Dübeys bin Sadaka’nın kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bu başarısı üzerine Vâsıt ve Basra kendisine iktâ olarak verildi. Irak Selçuklu Sultânı Mahmûd 1118-1131 yılında İmâdeddîn Zengî’yi oğlu Alparslan’ın atabegliği vazîfesi ile berâber Musul vâliliğine tâyin etti (1127). Atabeg Zengî, aynı yıl Haleb’i aldı.

Bu sırada Haçlılar, Akdeniz’in Sûriye sâhilini tamâmen ele geçirmişlerdi. Şam’dan, Rakka ve Rahbe’ye uzanan yoldan başka bütün ticârî yollar kesilmişti. Haçlılar ile uzun yıllar mücâdele veren Dımaşk Atabeği Tuğtegin’in ölümü, Müslümanları büyük bir liderden mahrum bırakmıştı. Bu boşluğu doldurmak isteyen Atabeg İmâdeddîn Zengî, Haçlıların elindeki BarinKalesi üzerine yürüdü. Yardıma gelen Kudüs KralıFulk’u ağır bir yenilgiye uğrattı. Trablus Kontu Raymond ve birçok şövalyeyi esir aldı. Durumun ümitsizliğini gören BarinKalesi müdâfîleri kaleyi teslim ettiler. Zengî’nin bu faaliyetleri üzerine Bizans İmparatoru İkinci Yohannes, Antakya önlerine kadar geldi. Bölgedeki Haçlı kuvvetleriyle birleşerek Buzaa, Kefertab ve Esarib kalelerini zaptetti. Ancak Haleb ve Şeyzer kalelerini kuşatmalarından bir netîce elde edemediler. Bu sırada Haçlı komutanlarıyla anlaşmazlığa düşen Bizans İmparatoru, Suriye’den çekildi. Bu fırsatı kaçırmayan Atabeg Zengî, Antakya kontluğu topraklarına girerek kaybettiği yerleri tekrar kazandı.

Kuzey Irak, Sûriye ve El-Cezîre bölgelerini fetheden Musul Atabegi, 1140 yılında Irak Selçuklu Sultânı Mes’ûd’un emri üzerine Haçlıların elindeki Urfa üzerine yürüdü. Üç piskopos tarafından korunan ve Haçlılar için fevkalâde önemli olan bu kaleyi kısa bir sürede fethettikten sonra, komutanlarından Ali Küçük’ü buraya vâli tâyin etti. Ondan şehri îmâr etmesini ve herkese adâletli davranmasını emretti. 1146 yılında Caber Kalesini kuşatan İmâdeddîn Zengî, 14 Eylül gecesi kendi hizmetkârları tarafından uyurken öldürüldü. Rakka’da Sıffin şehitleri yanına defnedildi.

İmâdeddîn Zengî, idârî işlerde titiz, siyâsî ve askerî kâbiliyeti yüksek bir zâttı. Haçlılarla yılmak bilmeyen mücâdelesi, Barin ve Urfa’yı fethetmesi ile Müslümanların büyük bir kahramanı oldu. Bu, Haçlıların bölgede ilk mağlubiyetiydi. Musul ve Haleb’de kurduğu hânedânın, Halep’teki kolu Eyyûbîlerin hâkimiyetini kabul etmesine, Musul’daki kolu da Moğolların istilâsına kadar devam etti.

İMÂDŞÂHLAR

Hindistan’ın Dekken bölgesinde Fethullah İmâdülmülk tarafından kurulan hânedân. Hânedâna mensup hükümdârların hepsi, isimlerine İmâdşâh ünvânını eklediği için devletleri de bu isimle anıldı. Ayrıca Berar’da kurulduğu için Berar Devleti diye de bilinir.

Fethullah İmâdülmülk, aslen Vicayanagarlı bir Brehmen olup, Dekken’deki Behmenî Hükümdârı Birinci Ahmed Şâh’ın Vicayanagar’a yaptığı sefer sırasında esir alınmış ve İslâm terbiyesi ile büyütülmüştü. Sonraları Berâr Vâlisi Abdülkâdir Hanın hizmetinde çalıştı. Onun ölümünden sonra Behmenî Sultânı İkinci Muhammned Şah zamânında bu şehre vâli tâyin edildi. Muhammed Şahın vefâtından sonra taht kavgalarından faydalanarak, 1490 senesinde Berâr’da bağımsızlığını îlân etti. Behmenîlerin yıkılmasıyla Dekken’de dört devlet ortaya çıkmıştı. Dekken devletleri denilen bu devletlerin birinin sultânı olan Fethullah İmâdülmülk, nüfûz sâhibi olduğundan, diğer sultanlar arasında sulhun sağlanmasında büyük yardımı oldu.

Fethullah İmâdülmülk, 1504 senesinde ölünce, yerine oğlu Alâaddîn İmâdşâh geçti. Alâeddîn İmâdşâh, babası kadar dirâyetli değildi. Lüzûmsuz yere Gucerât Sultânı Mahmûd Şah Baykara ve Gülkende Sultânı Kulu Kutubşah ile savaşa girerek, memleketin felâkete sürüklenmesine sebeb oldu. 1529 senesinde ölünce yerine geçen oğlu Deryâ İmâdşâh da, babası gibi dirâyetsiz bir hükümdârdı. Uzun süren saltanat devrinde Berâr’ın, Dekken üzerindeki siyâsî gücü giderek azaldı. Deryâ İmâdşâh; saltanatının son senelerinde, veziri Tufal Hanın hâkimiyeti altına girdi ve 1560 yılında öldü. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu Burhan İmâdşâh, Vezir Tufal Han tarafından tahttan indirildi. İmâdşâhlar ülkesindeki karışıklıktan istifâde eden Dekken’deki Müslümân devletler birleşerek Berâr üzerine yürüdüler. Vezir Tufal, Bicâpur ve Ahmednagar sultanlarından meydana gelen müttefiklere yenilmesine rağmen düşmanlarını birbirine düşürdü. Bicâpur Sultânını kandırarak çekilmeye râzı etti. 1572 senesinde Ahmednagar Sultânı Murtaza Nizâmşah, İmâdşah’ı hapisten kurtarmak bahânesiyle Berâr’ı ele geçirdi ve İmâdşâhlar Hânedânlığına son verdi. Tufal Han, Burhân İmâdşah ve âilesi, Ahmednagar sultanlığına bağlı bir kaleye gönderildiler.

İmâdşâhlar Hükümdârları

Tahta Geçiş

1. Fethullah İmâdülmülk 

    1490

2. Alâeddîn İmâdşah

    1504

3. Deryâ İmâdşah  

    1529

4. Burhan İmâdşah

 1562 - 1574

İMÂDÜDDÎN KÂTİBEL-İSFEHÂNÎ

Büyük mücâhid Selâhaddîn-i Eyyûbî devrinin Nizâmiye Medreselerinden yetişen târihçi ve İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Hâmid Safiyyüddîn el-İsfehânî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Lakabı İmâdüddîn’dir. Kâtib-ül-İsfehânî diye de bilinir. 519 (M. 1125) senesinde İsfehan’da doğdu. 597 (M.1201) senesinde Ramazân-ı şerîf ayının 1. günü Şam’da vefât etti.

İmâdüddîn el-İsfehânî, doğum yeri olan İsfehân’da ilim tahsiline başladı ve kendini yetiştirdi. Sonra 1139’da Bağdat’a gidip Nizâmiye Medresesinde fıkıh ve edebiyât öğrendi. 1148’de Musul’a, 1149’da âilesi ile beraber tekrar İsfehân’a döndü. 1155’e kadar burada kaldı. İlim tahsiline devam etti ve eserleri için malzeme topladı. 1155’de âilesi ile berâber tekrar Bağdat’a gitti ve ilim tahsiline devâm etti. Mısır da dâhil olmak üzere birçok yerdeki âlimlerden ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dinledi. Kendisinden de; İbn-i Halil, Şihâb el-Kûsî ve Abdülazîz bin Osman el-İrbilî gibi zâtlar rivâyetlerde bulundular.

Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve ediplerinin büyüklerinden olan İmâdüddîn el-İsfehânî, ilm-i hilâf (mukâyeseli hukûk), şiir, beyân, nazm, neşir ve târihte de söz sâhibiydi. Bunlardan bilhassa kitâbette (güzel yazı yazmakta) o kadar şöhret sâhibi olmuştu ki, kendisi Kâtib-ül-İsfehânî diye tanınırdı.

İmâdüddîn İsfehânî, Bağdat’ta vezir İbn-i Hübeyre ile tanıştı. Aralarında yakınlık, muhabbet hâsıl oldu. Vezirin teşvik ve desteği ile önce Basra, bilâhare Vâsıt şehrinin nâzırlığına tâyin oldu. Vezirin vefâtından sonra himâyesiz kalıp memuriyetten ayrıldı, Şam’a gitti. Bu sırada Şam’da Türk hükümdarlarından Melik Âdil Nûreddîn hüküm sürüyordu. İlim ve fazîletin hâmilerinden sayılan Melik Nûreddîn’in sarayındaki ilim meclislerine dâhil oldu. Bu meclise girmesine de Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin pederi Emir Necmüddîn ve Kâdı Kemâleddîn Ebü’l-Fadl vâsıta oldu. Kendisini melike pek kolay sevdiren İmâdüddîn İsfehânî, husûsî meclislere dâhil oldu, özel kâtipliğe yükseldi. Selâhaddîn-i Eyyûbi ile samimiyetleri bu zaman içinde arttı. Sultan kendisini husûsî sefâretle Bağdat’a halîfe Müstencid’e gönderdi. Bağdat dönüşünde kendi ismini taşıyan medresenin müderrisliğine tâyin oldu. Melik Nûreddîn’in vefâtı ile tekrar Şam’a döndü. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin iltifatlarına kavuştu ve bu büyük mücâhidin bütün şanlı muhârebelerinin takdirkâr şâhidi oldu. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin vefâtından sonra kendi köşesine çekilip, geri kalan ömrünü kitap yazmakla geçirdi. İsmini hürmetle yâdettiren eserlerini meydana getirdikten sonra Şam’da rahmet-i Rahmâna kavuştu.

Eserlerinin bâzıları şunlardır: Harîdet-ül Kasr, El-Berk-uş-Şâmî, El-Feth-ul-Kıssî fil-Feth-il-Kudsî, Dîvân-ı Resâil, Dîvân-ı Şiir, Es-Seyl alez-Zeyl, Nusrat-ül-Fetre ve Usrat-ül-Katre, Zübdet-ün-Nusrati.

İMÂM

Öne geçen, rehber, idâre eden, cemâata namaz kıldıran, pâdişâh, halîfe. “İmâm” kelimesi dînî bir tâbir olarak, üç mânâda kullanılmıştır.

Birincisi, namazdaki imâm olup, câmilerde, mescitlerde veya başka yerlerde cemâata namaz kıldırır.

İkincisi, ilimde imâm olanlardır. Bunlar büyük din âlimleridir. Herbiri mezhep sâhibi olup, insanlar kendilerine tâbi olarak doğru yolu bulurlar. Bunlardan dört mezhep imâmı; İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel en önde gelenleridir. İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî de dinde imâm olmuş büyük âlimlerden birkaçıdır. (Bkz. Müctehid)

Üçüncüsü, insanların idâresini üzerine alan, onlara başkanlık edenlerdir. İslâm devlet idâresinde, devlet başkanı olan kimseler “İmâmü’l Müslimîn=Müslümanların başkanı” sıfatı ile de anılmıştır. Bunlar Halîfelerdir. (Bkz. Halîfe)

Namazda İmâm olmak, dînî bir emirdir. Cemâatle namaz kılmak, yalnız kılmaktan 25 veya 27 derece daha sevâptır. Allahü teâlânın rahmeti ve rızâsı cemâat üzerinedir. İmâm, namazda cemâatin kefilidir. Bunun için cemâatin içinden dînî bakımdan en iyi şartları taşıyan imâm olur. İmâm olmak için 6 şart lâzımdır. Bu şartlardan biri bulunmadığı bilinen imâmın arkasında kılınan namaz kabul olmaz. Bunlar:

1. Müslüman olmak. Sapık bir inanışa sâhib olana, meselâ hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömer Fârûk’un halîfe olduğuna inanmayan, mîraca, kabir azâbına inanmayan imâm olamaz.

2. Bülûğ (ergenlik) yaşında olmak lâzımdır. Çocuk olan, bülûğ yaşına girmiş olanlara imâm olamaz.

3. Akıllı olmak. Sarhoş ve bunak imâm olamaz.

4. Erkek olmak. Kadın erkeklere, imâm olamaz. Kadının kadınlara imâm olması da sakıncalıdır.

5. Hiç olmazsa Fâtiha ile bir âyet-i kerîmeyi doğru okuyabilmek. Bir âyeti ezberlememiş olan ve ezberlese de tecvid ile okuyamayan, nağme yapan, yâni şarkı söyler gibi okuyan kimse imâm olamaz. Cemâat içinde Kur’ân-ı kerîmi en güzel okuyan imâm olur.

6. Özürsüz olmaktır. Özür, bir yerinden durmadan kan akmak, yel ve idrar kaçırmak, bâzı harfleri yanlış söylemek... gibi hallerdir. Özürlü olan, özrü olmayanlara imâm olamaz.

Namaz için imâmın mâsum, yâni günahsız olması şart değil ise de bid’at sâhiplerini ve açıkça günâh işleyenleri imâm yapmak uygun değildir. İmâmın takvâ ve zühd sâhibi olması, günahlardan çok sakınması lâzımdır. Fâsık’ın arkasında namaz kılmak mekruhtur, yâni sevâbı yoktur. Dînin emir ve yasaklarını bilmeyenlerin, büyük günah işleyenlerin, meselâ içki içenin, zinâ edenin, fâiz yiyenin imâm olması da mekruhtur. Yâni uygun değil, günahtır. Hadîs-i şerîfte: “Müttekî (Günahlardan sakınan) bir âlim ile namaz kılan, Peygamber ile namaz kılmış gibidir.” buyruldu. “Sâlih ve fâcirin (iyi ve kötünün) arkasında namaz kılınız.”hadîs-i şerîfi ise, câmi imâmları için değil, cumâ kıldıran emirler, vâliler içindir. Bunlara uymak ve itâat etmek içindir. Bir evde, ziyâfette seçim aranmadan ev sâhibi, ziyâfet sâhibi, imâm olur. Yâhut imâmı bu seçer. İstenmeyen kimsenin imâm olması mekruhtur.

İmâm; Kur’ân-ı kerîmokurken tegannî etmemeli, tekbiri doğru söylemeli, rükû ve secdeleri tamam yapmalı, haram ve şüpheli şeylerden uzak durmalı, bedenini ve elbisesini temiz tutmalı, kısa okumalı, kendi ibâdetini beğenmemeli, kendine ve cemâatine af ve mağfiret dilemeden namaza başlamamalı ve namazın sonunda cemâat için de duâ etmeli ve câmiye gelen gariplere yardımcı olmalıdır.

İslâmiyette, Kur’ân-ı kerîm’i ve ezânı tegannî ile yâni müzik notalarına (perdelerine) uydurarak okumak, mânâsının bozulmasına ve başka zararlara sebeb olduğundan yasaklanmıştır. Kur’ân-ı kerîm güzel ses ile ve tecvid ilminin kâidelerine uygun olarak okunur. Tegannî ile kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak kesinlikle yasaktır. Bu bakımdan asırlar boyunca, hakîkî din âlimlerinin ve câmilerde cemâatla namaz kıldıran imâmların hiçbiri, bu işlere ehil olmak için müzik ve nota bilgisi öğrenmemişlerdir. Kur’ân-ı kerîm’i doğru ve güzel okumak için mûsikî öğrenmeye lüzûm da yoktur. Tecvid ilmini öğrenmeye lüzûm vardır. Tecvide uygun, edep ve huşû içinde Kur’ân-ı kerîm okumak emredilmiştir. İslâm dîninin aslında olmadığı halde; dîne, Allah’a, peygamberimize ve din büyüklerine karşı duyulan sevgi ve hasreti dile getiren, onların üstünlüklerini anlatan bâzı kıymetli şiir ve kasîdeleri, mûsikî bestesi ile okuyanlara bilhassa son devirlerde rastlanmakta ve bunlara mevlidhân (mevlid okuyan), gazelhân (gazel okuyan), ilâhîci, okuyucu gibi isimler verilmektedir. Bunların bâzan bir cemâate imâm olup namaz kıldırmaları, imâmların mûsikî bilgisi edinmeleri ve ibâdetlerde nağme yapmaları gerektiği şeklinde anlaşılmıştır. Halbuki İslâmiyetin bildirdiği imâmlık şartlarında, mûsikî bilmek yoktur. Ayrıca ibâdet ederken sesi, mûsikî perdelerine uydurmak şiddetle yasaklanmıştır. Fakat tecvid bilgisi her Müslüman için lâzım olup, bilhassa imâmlık yapacak kimseler için şarttır. Eshâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre’nin haber verdiği bir hadîs-i şerîfte; “Bir zaman gelir ki, Müslümanlar birbirinden ayrılır, parçalanırlar. İslâmiyeti bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur’ân-ı kerîmi mizmarlardan, yâni çalgılardan şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyif için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere sevâp verilmez. Allahü teâlâ bunlara lânet eder, azâp verir.” buyruldu.

Peygamberimiz yaşadığı devirde, Müslümanlara imâmlık vazifesini bizzât kendisi yapardı. Dört Halîfe devrinde de bizzât halîfeler bulundukları mahallerde cemâate imâmlık yapmışlardır.

Medîne’nin dışındaki şehir ve köylerde, câmilerde namaz kıldırmak için önceleri cemâat kendisi arasından en lâyık olanını seçerdi. Hazret-i Ömer devrinde, mescitlere imâm tâyin edilmeye başlandı ve bunlara nafakalarını karşılamak üzere maaş bağlandı. Câmide vazîfeli imâmlara, namaz kıldırmaktan başka daha birçok sosyal vazîfeler de verildi. Bilhassa Osmanlılar zamânında, askeriyede tabur seviyesine kadar olan birliklerde vazifeli imâmlar, askerin mânevî gücünü artıran nasîhatler verir, onları moral yönünden harbe hazır tutardı.

Mahalle mescitlerindeki imâm ayrıca mahallenin sükûn ve emniyetinden de sorumluydu. Hakkında soruşturma yapılan kişiler, imâmdan sorulurdu. Mahalleye giren çıkanları kontrol ederdi. Evlenen kişilerin nikâhını yapar ve bir sicil defterine kaydederdi.

İslâm dîninde imâm, Hıristiyanlıktaki papazlar gibi, Allah ile kul arasında bir vâsıta, aracı değildir. Kişinin günâhını bağışlatma, affettirme gibi bir vazîfesi yoktur. Çünkü İslâmiyette her fert, doğrudan doğruya Allah’a yalvarır, O’na ibâdet eder, affedilmesini ve bağışlanmasını O’ndan ister. Ancak peygamberlerin ve Allah’ın sevgili kulları olan velîlerin şefâatini isteyebilir. İmâm, din bilgisini ve Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrenmekte Müslümanlara yardımcı olur. Dinde imâmın ayrı bir üstünlüğü yoktur. Nitekim Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Sizin Allah katında en kıymetliniz, üstününüz, Allah’tan en çok korkanınızdır.” (Hucurât sûresi: 13) buyruldu. Şiîlerde ise, îmâmın mâsum olduğu, günahsız sayıldığı esâs kabul edilmiştir. Bu durum İslâm dîninde kesin olarak reddedilmiştir. Çünkü sâdece peygamberler mâsumdur, günahsızdır.

Bugün ülkemizde, din hizmeti sayılan imâmlık vazîfesi, 633 sayılı “Diyânet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri” hakkındaki kânunda düzenlenmiştir. Bu kânun ile imâmlar, 657 sayılı Devlet Memurları Kânunu’na dâhil edilmiş böylece memurlara sağlanan her türlü sosyal haklara kavuşturulmuştur. 42 sayılı Köy Kânunu’nda da İmâm, Köy İhtiyar Heyetinin tabiî üyesidir. Câmi hizmetindeki görevleri de, Teşkilât Kânununa dayanılarak çıkarılan “Çalışma Yönetmeliği”nde birer birer sayılmıştır.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, imâmlık hakkında buyurdu ki:

Bir cemâate imâm olduğunuzda, namazı hafifletin! Çünkü onların arasında hasta, zayıf, yaşlı ve işi olan kimseler vardır. Yalnız kıldığınız zaman dilediğiniz kadar uzatınız.

Mescid ehlinin (cemâatin) birbirine teklif ederek, imâm bulamamaları kıyâmet alâmetlerindendir.

İmâmlarınız, şefâatçılarınızdır, yâhut sizi Allah’a kavuşturanlardandır. Namazlarınızın tamamlanmasını isterseniz, imâmlığa en hayırlınızı geçirin.

On iki imâm ve isimleri: Peygamber efendimizin neslinden olup tasavvuf bilgilerinde çok yükselmiş ve tasavvufta rehber İmâm olmuş 12 din büyüğüdür. Bunlar sırasıyla; hazret-i Ali, hazret-i Hasan, hazret-i Hüseyin, Zeynelâbidîn, Muhammed Bâkır, Câfer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Ali Rızâ, Muhammed Cevad Takiy, Alî Nakiy, Hasan Askerî Zekî ve Muhammed Mehdî’dir (Bkz. İlgili maddeler). Bu büyükler, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit yüksek din bilgilerinde (tasavvuf bilgilerinde) mütehassıstılar. Her biri üstün ilim ve halleri ile Ehl-i sünnet âlimlerinin gözbebeği olmuşlardır. Mezhep imâmları ve dinde müctehid olan büyük âlimler, 12 imâmdan feyz ve ders almışlardır (Bkz. Oniki İmâm).

İMÂM EFENDİ

Evliyânın meşhurlarından. 1858 (H.1274)de Erzurum’da doğdu. 1922 (H. 1340)de Harput’ta vefât etti. Türbesi, Harput’ta Meteris Kabristanındadır. Kars’ta üçüncü tabur imamlığı yapması sebebiyle İmam Efendi lakabıyla tanındı. Asıl ismi, Osmân Bedreddîn’dir. Babası Seyyid Selman Sukûtî’dir. Küçüklüğünde babasının eğitimi ve terbiyesi altında kıymetli bir cevher ve edep timsâli olarak yetişti. Dokuz yaşında Kur’ân-ı kerîm’i ezberlemekle şereflendi. Sonra Erzurum medreselerinde; sarf, nahiv dersleri alarak Arabî öğrenmeye başladı. Kısa zamanda akrânı arasında seçkin ve sevilen bir talebe oldu. Arabîde âlet ilimlerini öğrendikten sonra; tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerde temel metinleri okudu.

Mehmed Tâhir Efendiden sonra, Buhârâ’dan Erzurum’un Hasankale ilçesine bağlı Bevalkâsım köyüne gelen Seyyid Ahmed Merâmî’nin ders ve sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerledi. 1877 senesinde meydana gelen ve Doksanüç Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus Harbinde Erzurum halkını Ayaz Paşa Câmii minâresinden sabah namazında okuduğu ezânla harbe dâvet etti. Azîziye Tabyalarını işgâl etmiş olan Ruslar üzerine şehâdete koşarcasına hücûm eden Erzurum halkı, bir çırpıda Azîziye Tabyalarını Ruslardan temizledi. İmâm Efendi bu harpte büyük kahramanlıklar ve kerâmetler gösterdi. Düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor, taş kendiliğinden eline yükselerek gelen taşı düşmana atıyordu. Her bir taşta bir düşmanı yere yıkıyordu. İmâm Efendinin kahramanlıklarını ve üstünlüklerini işiten Dördüncü Ordu Kumandanı Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, onu Yirmisekizinci Alayın Üçüncü Taburu İmâmlığına tâyin etti. Bundan sonra Osmân Bedreddîn Efendi, İmâm Efendi diye tanındı.

Bu vazîfedeyken, evliyânın büyüklerinden Seyyid Tahâ-yı Hakkârî hazretlerinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Küfrevî şeyh Muhammed ve Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn ve Erzincanlı Terzi Baba diye meşhur olan Şeyh Hayyât’ın talebelerinden Hacı Fehmi Efendiler ile sohbet etti. 1882 senesinde vazîfeli olduğu tabur, Palu’ya taşınınca, oraya gitti ve büyük velî Mahmûd Sâminî hazretlerinin sohbetlerine kavuştu. Kısa zamanda tasavvufta yetişip kemâle erdi. On sekiz günde icâzet aldı. Vazîfesi sebebiyle üç-dört sene Palu’da kaldı. Bu arada hocasının sohbetlerine devâm etti.

Daha sonra vazifesi icâbı askerî taburla birlikte Dersim’e gitti. Tabur Dersim’den Çemişgezek’e gönderilince, senelerce orada hizmet etti. 1909 senesinde emekliye ayrılıp Harput’a yerleşti. Bundan sonra tamâmen ilimle meşgul oldu. Derslerinde ve sohbetlerinde bulunan pekçok zâtı tasavvufta yetiştirdi. Pekçok insanı cehâletten kurtarıp, sâlih kimseler hâline getirdi. İlme, mârifete ve feyze susamış iki yüz bine yakın kimse onun feyz pınarından kana kana içti. Rüşd, hidâyet ve mârifete kavuştu.

Sohbetlerinde siyâsî ve boş şeyler aslâ konuşulmazdı. 1911 senesinde Harput’un ileri gelenlerinden pekçok zâtla birlikte hacca gitti. Bu Hicaz seferinde, Şam, Mekke ve Medîne âlimleri kendisine çok hürmet ve ikrâmda bulundular. Hayâtı boyunca dâimâ insanları saâdete kavuşturmak için çalıştı. Vâz ve nasîhat etti. Vefâtından birkaç gün evvel vasiyetini yazdı. Vefât ettiğinde, halk arasında çok sevildiğinden, cenâzesinde büyük bir kalabalık toplandı. Harput’ta Meteris Kabristanına defnedildi. Bilâhare kabri üzerine türbe yapıldı. Ziyâret edilmektedir. Gülzâr-ı Sâminî adındaki mektûbâtı ve Gülbün-i İrşâd ve Mecâlis-i Sâminiyye adındaki beş cilt kasîdeleri vardır. Sohbetleri üç kitap hâlinde basılmıştır.

İMAM-HATİP LİSESİ

(Bkz. Eğitim)

İMÂM-I ÂSIM

(Bkz. Âsım binBehdele)