İKONA
Doğu Hıristiyan kiliselerini süsleyen sâbit veya taşınabilen ve kutsal olduğu kabul edilen tasvirlere verilen ad.
İkona, Hıristiyanlıkta âyin düzeninin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul edilir. İkona, ressamın şahsî görüşünü anlatan bir resim değil, kilisenin görüşünü dile getiren bir vâsıtadır. Hıristiyanlar, hazret-i Îsâ’yı Allahü teâlânın bir sözü (kelimesi) değil, aynı zamanda görüntüsü olarak kabul ederler. İkonayı ise, hazret-i Îsâ’nın görüntüsünün insan eli değmeden cisimleşmiş biçimi olarak kabul ederler. Annesinin ve azizlerin görüntüleri de tanrılaştığına inanılan bedene katılmıştır. Bu görüntülere gösterilen saygı, tanrıya gösterilen saygının ifadesidir.
Bütün ilâhî dinlerde resim ve heykellere saygı ve ibâdet yasak edilmişti. İsevîliğin ilk ortaya çıktığı sıralarda da bütün havâriler ve onlara tâbî olan şâkirtleri, resim ve heykellere ibâdetten sakınmışlardı. İsevîliğin yayıldığıİtalya, İngiltere gibi Avrupa memleketlerinin ahâlisi önceden putperest olduklarından, putlara ve resimlere ibâdete meyilli (alışmış) idiler. Çünkü bu ülkelerin insanları inandıkları her ilâh (tanrı) için putlar ve heykeller yapıyorlardı. Aralarında en meşhur ve en ileri olan sanat da put yapmak, yâni heykeltraşçılıktı. Aslı bozulmuş olan Îsevîlik, Hıristiyanlık adıyla Avrupa memleketlerinde yayıldığı sırada, bâzı papazlar, İsâ aleyhisselâmın annesi Meryem diye yapılan uydurma resimlere saygı gösterilmesine ve tâzim edilmesine müsâade ettiler. Diğer Hıristiyan Cemâatler bunu dînin esâsına uygun görmeyerek münâkaşa ve mücâdeleye başladılar.
Bizans İmparatoru Üçüncü Leon, 17 Ocak 730’da ikona kırıcılığı ve İkonaları ortadan kaldırmayı emretti ve bunlara tapınmayı yasakladı. İmparator Üçüncü Leon’un fermanı Hiera Konsili tarafından 754 senesinde onaylandı. Kilisenin ve halkın isteği üzerine ikona taraftarlarının cezâlandırılmasına başlandı. İkona taraftarlarıyla, ikona kırıcılar arasındaki mücâdele mîlâdın 787. senesine kadar sürdü. Nihâyet 787 senesinde İznikte toplanan ruhban meclisinde Îsâ aleyhisselâmın ve hazret-i Meryemin resmi diyerek uydurulan ve ikona adı verilen resimlere ve putlara(heykellere) ibâdet etmeye, tapınmaya karar verildi. İkonalara tapınılmasını ve hürmet etmeyi uygun görmeyenler ise bu karara uymadılar. Münâkaşalar ve mücâdeleler, milâdın 842 senesine kadar devam etti. İkona kırıcılık 842’de İmparator Theophilos’un ölümüyle sona erdi. O sene İmparator İkinci Mikhael ve annesinin emriyle İstanbulda bir ruhban meclisi daha toplandı. Bu mecliste ikonalara (putlara, heykellere ve resimlere) ibâdet etmenin Hıristiyanlığın îmân (inanç) esaslarından olduğuna karar verildi. Bu kararın verildiği gün olan 11 Mart 843 o günden beri Ortodoksluğun bayram günü olarak kabul edildi. Resimlere ve putlara yâni heykellere tapınmaya karşı çıkanlar kâfir ilân edildi. Bu târihten sonra Hıristiyan kiliseleri doğu (Ortodoks) ve batı (Katolik) kiliseleri olmak üzere ikiye ayrıldı. Doğu (Bizans-Ortodoks) kilisesi ikonacılığı benimsedi. Bizans ikonaları kısa bir zaman içinde başkentin dışında, bilhassa Balkanlarda ve birçok ekolün meydana geldiği Rusya’da yayıldı. Bu ikonalar ressam ve heykeltraşlara modellik etti. En ünlü İkona ressamlarından biri Andrey Rublev’di. Moskova’daki Pretyakov galerisinde bu ressamın birçok eseri vardır.
Alm. İkonometer (n), Fr. Iconomètre (m), İng. Iconometer.Fotoğrafı çekilecek cismin ebatlarının fotoğraf kâğıdı ve formasına uygun düşmesi için objektif odak uzaklığını tesbit etmeye yarayan âlet.
Alm. Ikonoskop (n), Fr. Iconoscope (m), İng. Iconoscope. Televizyon kameralarında görüntüleri almak için kullanılan flüoresan ekranı yerine fotoelektrik mozaik yerleştirilmiş katot ışınları tüpü. Fotoğrafı çekilecek cismin, küçük boyda görüntüsünü veren ıraksak mercekli cihaz şeklinde de târif etmek mümkündür.
İlk defa 1934 yılında V.K. Zworky bir ikonoskop yaptı. Bu ikonoskop, fotoverici lâmbalar bulunan bir mozaikle, bir elektron tabancasından meydana gelen havası alınmış lâmbadan ibaretti. Elektron tabancası, aynen katot ışınları tüpünde olduğu gibi bir anot, bir katot ve bir de Wehnelt borusundan meydana gelir. Mozaik, arka tarafı metal sırla kaplanmış bir levhâdır. Bu levhânın yüzünde çok sayıda gümüş damlacıklar bulunur. Bu damlacıklar sezyum oksitle kaplanarak fotoverici hâle gelirler. Ön yüzdeki her bir damlacık, arkadaki metal kaplama ve aradaki mika ve küçük kondansatör meydana getirir. Metal kaplı levha 9x12 cm ebatında 100 milyon adet civârında damlacık ihtivâ eder.
İkonoskopun çalışması: Televizyona aktarılacak görüntü, bir fotoğraf objektifi yardımıyla mozaik üzerine düşürülür. Mozaik üzerindeki her damlacık, görüntü noktasının aydınlanma şiddetiyle doğru orantılı olarak elektron neşreder. Her damlacık pozitif elektrikle yüklenirken arkasındaki mâdenî levha da etkiyle negatif olarak elektriklenir. Hâsıl olan bu kondansatörlerin elektrik yükleri ve potansiyelleri farklıdır. Elektron tabancasından çıkan elektron demeti damlacıklara çarparak onun pozitif yükünü nötrleştiren bir komütatör rolü oynar. Bu esnada değişen bir potansiyel farkı elde edilir. Bu değişen potansiyel farkı bir amplifikatörün ızgarasına tatbik edilerek, görüntü taşıyıcı dalgaların modülasyonunu yapacak elektrikî akıma dönüştürülür.
Alm. Gratifikation, Belohnung, Abfindung, Fr. Gratification, İng. Bonus. Başkası hesâbına çalışanların çalışmalarının belli istikâmetlere yönlendirilmesi için kullanılan teşvik araçlarından biri. İkrâmiye, bir bağış gibi görülürse de, aslında ücretin bir parçasını teşkil etmektedir.
Çalışanların işlerini iyi yapmasının, disiplinli çalışmasının, işyerinde olumlu davranışlarının, işyerine sadâkatinin, belli bir hedefi bulmuş olmasının bir karşılığı olarak verilebileceği gibi, bayram, kuruluş yıldönümü, doğum, evlenme, eve taşınma vs. gibi özel günlere ve özel durumlara bağlı olarak da ödenebilir. Ayrıca, çalışanları işyerlerini değiştirmemelerini özendirmek veya ana para yardımında bulunmak gibi maksatlarda da ikrâmiye ödenebilir.
İkrâmiyenin bir teşvik unsuru olabilmesi için, hangi durumlarda ne miktar verilebileceğine dâir çalışanlar nezdinde önceden belli bir fikir meydana gelmesi lazımdır. Seyyânen herkese, belli periyotlarla ve belli miktarlarda ödenen paralar, adına ikrâmiye denilse bile, teşvik edici özelliği azalmış, toplam ücretin belli bir parçası hâline gelmiş demektir. Aynı şekilde, ikrâmiyenin kime ne miktarda verileceğini tâyin hususu, işverenin elinde bulunduğu zaman daha etkili olabilmektedir. İkrâmiyede eşitlik şart değildir. Ancak, değerleme ve paylaşmada adâletli davranmak çok büyük önem taşımaktadır.
Alm. Darlehen (n), Fr. Prét (m), İng. Loan. Ödünç para verme. Çoğulu ikrâzât. Temeli karz akdi olan bir kredi şekli.
Târihî gelişim îtibâriyle aynî olarak başlayan ikraz, para ekonomisine geçilmesi ve bankacılığın gelişmesiyle modern ödünç ve kredi verme işlemleri hâline gelmiştir.
Ödünç alan (müstakriz) ve ödünç veren (mukriz) arasındaki sözleşmelere, devlet; ödünç alanı korumak ve istismarını önlemek, iktisadî hayat üzerindeki olumsuz etkileri gidermek, ödünç verilebilir fonlarla, talep edilen ödünçler arasındaki dengeyi sağlamak maksadıyla müdahale etmektedir. Türkiye’de devletin bu konudaki müdâhalesi “Ödünç Para Verme İşleri” mevzûâtı çevresinde yapılmakta ve kararnamelerle fâiz hadleri tesbit edilmektedir. (Bkz. Ödünç Verme)
Peygamber efendimizin eshâbından. Nesep ve silsilesi; İkrime bin Ebî Cehl Amr bin Hişâm bin Mugîre bin Abdullah bin Amr bin Mahzûm el-Kureyşî el-Mahzûmî’dir. Ebû Cehl’in oğludur.
Önce İslâma büyük düşmanken, Mekke’nin fethinden sonra Müslüman oldu. Mekke’nin fethedildiği gün, öldürülmesi emri buyrulan altı kişiden biriydi. O gün Yemen’e kaçmak için gemiye bindi. Yolda fırtına çıkıp gemi batmak üzereyken; “Kurtulursam, Muhammed aleyhisselâmın ayaklarına kapanacağım.” diye niyet etti. Kurtulup Yemen’e varınca Müslüman olmaya katî karar verdi. Hanımı ve amcasının kızı olan Ümmi Hakîm, Mekke’nin fethedildiği gün îmân edip, kocası İkrime için de Peygamber efendimizden emân (af) almıştı.Yemen’e giderek İkrime’ye; “İnsanların en üstünü, en halîmi ve en kerîmi olan zât tarafından sana emân getirdim. Senin için Resûlullah’tan emân istedim. Eshâbına; Allahü teâlânın emânında olsun, kimse ona taarruz eylemesin, buyurdu.” diyerek kocasına müjdeledi. İkrime, hanımı ile Mekke’ye dönüp Resûlullah efendimizin huzûruna geldi.
Resûl-i ekrem efendimiz, hazret-i İkrime’nin geldiğini görünce, ona doğru gelerek ayakta karşıladı, kucaklaştılar. Sonra Resûl-i ekrem efendimiz oturdular. Hazret-i İkrime ve hanımı da, izin verilince oturdular. Zevcesinin yüzü kapalıydı. Bundan sonra hazret-i İkrime, Peygamber efendimize; “Zevcem benim için sizden emân aldığını söyledi. Bu sebeple geldim.” dedi. Resûl-i ekrem; “Zevcen doğru söylemiş, sen emniyettesin” buyurdu. Hazret-i İkrime de; “Yâ Resûlallah! Önceki yaptıklarıma pişmân oldum. Bana İslâmiyeti öğret.” dedi. Resûlullah efendimiz İslâmı tâlim ettirdiler. İkrime; “Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ediyorum.” diyerek Müslüman oldu.Peygamber efendimiz de, cenâb-ı Hakk’a duâ ederek onun için af ve magfiret talebinde bulundu. Hazret-i İkrime, Müslüman olduktan sonra Resûl-i ekrem efendimiz ile berâber Medîne’ye gitti. Orada yerleşti. Hicretin onuncu yılında Resûlullah efendimiz tarafından Hevâzin’e zekât toplayıcı olarak gönderildi.Peygamber efendimizin vefâtında, Yemen’in Tebâle şehrinde olduğundan Medîne’de bulunamamıştı.
Hazret-i Ebû Bekr devrinde, bir ordu ile Yemâme’de bulunan ve yalancı peygamberlik dâvâsına kalkışan Müseyleme’tül-Kezzâb üzerine gönderildi. Fakat yardımcı kuvvetleri beklemeden Müseyleme’ye hücum edince mağlûb oldu. Bunun üzerine hazret-i Ebû Bekr onu, önce Umman tarafında bulunan hazret-i Huzeyfe’nin yanına yardımcı kuvvet olarak gönderdi. Burada vazifesini yaptıktan sonra Mehre’ye yolladı. Mehre halkının İslâmiyeti kabul etmesi üzerine, Yemen’e gönderildi. Yemen’deki bütün mürtedleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Medîne’ye geri döndü. Bu defâ hazret-i Ebû Bekr onu bir ordu ile birlikte Sûriye tarafına gönderdi. Yermük savaşına katıldı. Bu savaşta oğlu ile birlikte 636 (H.15) yılında şehid oldu. Ecnâdin Muhârebesinde şehid olduğunu söyleyenler de vardır.
Hazret-i İkrime’den hadis rivâyet edilmemiş, fakat, Eshâb-ı kirâmdan bâzıları onun Müslüman oluşu ve harplerde gösterdiği kahramanlıklar hakkında birçok rivâyetlerde bulunmuşlardır.
Hazret-i İkrime, İslâmiyetle şereflenince, çok samîmî bir Müslüman olmuştur. Bu samîmiyetinin nişânesi olarak, savaştan savaşa at sırtında yıldırım gibi koşmuştur. Cesâretli ve çok iyi bir kumandandı. Müslümanlığa gönülden bağlanmıştı. İbn-i Ebî Müleyke hazretlerinin bildirdiğine göre, Kur’ân-ı kerîm’i eline alınca, önce alnına koyar, sonra ağlamaya başlardı.
Alm. Wirtschaffssysteme, Fr. systèmes économiques, İng. economic systems. Servetin, üretim, dağılım ve tüketimini inceleyen değişik görüşlü sistemler. İktisâdî sistemler esasta üç kategoride mütâlaa edilmektedir. Bunlar; kapitalizm, komünizm ve İslâmiyetin iktisâdî esaslarıdır. Ancak ilk iki gruba giren iktisat sistemleri târihî gelişimi içinde ve milletlerin anlayışı ve uygulaması doğrultusunda çok farklılıklar göstermiştir. Kapitalizm ve komünizmin temelinde materyalist (maddecilik) düşünce sistemi yatmaktadır.
Kapitalizm: Târihin sosyal hâdiseleri içinde meydana gelen değişik ekonomik uygulamaların görüldüğü üretim araçları mülkiyetinin özel kişilere âit olabileceği bir ekonomik sistem anlayışına sâhiptir. Tarih boyunca çeşitli fikir ve uygulamalara sahne olmuştur. Bir iktisâdî görüş ve uygulamanın tezi, anti-tezi olarak değişiklikler göstermiştir.
Aşağıda açıklanan iktisâdî görüşler, her ne kadar farklı bir durum arz ediyor gibi görünse de kapitalizmin içinde kalmış görüş ve tatbikatlardır.
1. Merkantilist sistem: Ortaçağın sonları ile sınâî inkılâbın gelişmeye başladığı dönem içinde 15. ve 18. yüzyıllar arasında üç yüz sene uygulama imkânı bulmuştur. Bu dönemde altın ve gümüş, para olarak kullanılmış, para ile millî servet eşdeğerde kabul edilmiştir. Dış ticârete ön plânda yer verilmiş, mübâdele ile elde edilen dış ticâret fazlası, millî servet artışı olarak değerlendirilmiştir. Milletlerarası iktisâdî çatışmanın varlığı kabul edilmiş, birinin kaybı diğerinin kazancı olarak düşünülmüştür. Bu sebeplerle dış ticaretin korunması esası benimsenmiştir. Banka sistemi bu dönemde henüz gelişmemiştir. Kamu harcamalarının artışı ile gelir ve istihdamın da artacağı görüşü hâkim durumda kalmıştır. En büyük hazinenin iyi beslenmiş insan nüfusu olduğu düşünülerek, nüfus artışı devamlı teşvik edilmiştir. Millî servet halkın refahı ile ilgili görülmemiş, tüketici ve ücretle çalışanların menfaatleri tamâmen ihmal edilmiştir; buna karşılık devletin kudret kaynağı olarak addedilen servet, özel imtiyazlarla donatılmış olan tüccarların ve üreticilerin serveti olarak kabul edilmiştir. Bu servetin korunması kuvvetli ordu ile desteklenmiş, silah îmâlâtı gibi iktisâdî faaliyetler tüccarın eline bırakılmıştır. Bu sistem Avrupa devletleri arasında bir yeknesaklık göstermemiş, her devletin durumuna göre farklı durumlar arz etmiştir. İngiltere ve Hollanda gibi devletlerde daha serbest bir sistem uygulanırkenFransa’da devletçilik ağır basmış, Almanya’da devlet mâliyesi konularına önem verilmiş, İtalya ve İspanya’da daha çok para ile ilgili konular ön planda tutulmuştur.
Merkantilist sistemin çökmesi, 17. yüzyılda ticârî kapitalistle küçük sınâî kapitalistin mücâdeleye başlaması, buhar makinası, metalurji ve dokuma sanâyiindeki gelişmelerle liberal iktisadî sisteme doğru geçmesi ile başlamıştır. On sekizinci yüzyılda İngiltere’de yapılan teknolojik buluşlar, ticarî kapitalizmin sınâî kapitalizme geçişini daha da hızlandırmış ve bu sistemin uygulamasını zamanla ortadan kaldırmıştır.
2. Liberal iktisat sistemi: Herhangi bir dış müdahale olmadığı takdirde ekonominin kendi tabiî kanunları (görünmez el vâsıtasıyla) belli bir zaman müddetinde bir toplumun en iyi ve en âdil nizama (düzene) ulaşacağını savunan bir iktisâdî görüş. Liberal sistemin ilk savunucuları İngiltere’de William Petty, John Lock, David Hume, Fransa’da John Law, R. Contilon ve Adam Smith olmuşlardır. D.Ricardo, J.Stuart Mill de bu sistemin on sekizinci yüzyıl sonunda Fransa’da ve İngiltere’de ticarî kapitalizmin iktisâdî düşünce şekli olan merkantilist sisteme tepki olarak sanâyi inkılâbı ile beraber önce İngiltere’de doğmuştur. Monopollere (tekellere), devlet kontrolüne, imtiyazlara, toprak mülkiyetinden kaynaklanan aşırı otoriteye karşı çıkmışlar; ithâlât serbestliğini, gümrük vergilerinin indirilmesini isteyerek serbest rekâbeti savunmuşlardır. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” liberalizmin parolası olmuştur.
Liberal sistemin teorilerini (nazariyelerini) kuran iktisatçılar üç ayrı görüş (ekol) altında toplanmaktadırlar. Bunlar; fizyokratlar, klâsik iktisatçılar ve neoklâsik iktisatçılardır.
a) Fizyokratlar: Fizyokrasi, insan toplumlarının, tabiî kânunlarla yönetilmesidir. Fizyokratlar da bu nazariyeyi(görüşü) savunan kimselerdir. Başlıca temsilcisi Quesnay olmuştur. Dr. Quesnay’ın liderliğinde gruplaşmış başlıca fizyokratlar, Victor Riquetide Mirabeau, Mercier de la Riviere le Trosne, Dupont de Nemours ve Vincent de Gournay’dır. (Bkz. Fizyokratlar)
b) Klâsik iktisatçılar: 1776’dan yirminci yüzyıla kadar hâkim mevki tutmuş bir ekolün temsilcileridir. Kurucusu Adam Smith’tir. Adam Smith ile John S.Mill, D.Ricardo, T.R.Malthus, N.W Senior, ve J. B. Say gibi isimler klâsik iktisatçıların ilkleridir.
Klâsik akım, sanâyi inkılâbı ile beraber doğmuştur. Merkantilistlerin müdahaleci politikasına karşılık, klâsikler de liberal bir iktisâdî sistemin savunucuları olarak fikir mücâdelesine atılmışlardır. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler sloganı bu iktisatçılar tarafından da benimsenmiştir. Esas îtibâriyle devletin iktisadî hayata lüzumsuz ve bürokratik müdahaleler yapmaması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Klâsik iktisatçıların görüşlerini şu maddeler hâlinde incelemek mümkündür:
1. Malların kıymetini, kullanma kıymeti ve mübâdele kıymeti diye ikiye ayırmışlar; kısa ve uzun dönemlerde fiyâtın teşekkül etmesinde etkili olan sebepleri bulmaya çalışmışlardır. Marjinal fayda kavramını ileri sürmüşler, mâliyetlerin kısa ve uzun dönemlerde etkili olduğunu kabul etmişlerdir. Fayda kavramı ile mübâdele kavramı arasındaki bağlantıyı tam olarak açıklayamamışlardır.
2. Kısa dönemde teşekkül eden fiyâta “piyasa fiyâtı”, uzun dönemde teşekkül eden fiyâta ise “tabiî fiyat” demişlerdir. Rekâbet şartları altında, kısa dönemde, piyasa fiyâtlarının arz ve talep tarafından belirlendiği; eğer belirli bir fiyâtta arz talepten büyükse, piyasa fiyâtının düştüğü; talep arzdan büyükse, piyasa fiyâtının yükseldiği ifâde edilmiştir. Tabiî fiyâtın ise, rekâbet şartları altında, uzun dönemde, piyasa fiyâtının temâyül edeceği bir denge fiyâtıdır. Bu denge fiyâtı üretim mâliyeti tarafından belirlenir, demişlerdir.
3. Klâsikler; fizyokratlardan farklı olarak “artık kıymet”in tarımdan değil “emek”ten ileri geldiğini kabul etmişlerdir. Kıymetin ilk kaynağı ve temelinin emek olduğunu savunmuşlardır. Ancak klasiklerin savunduğu bu görüş; kapitalin fâiz geliri ile çelişki teşkil etmekte, savundukları fâiz gelirlerinde bir emek unsuru bulunmamaktadır.
4. Üretim fonksiyonuna, emek, kapital, toprak-tabiî kaynaklar olmak üzere, üç üretim faktörünün girdiğini kabul eder. Tarım ve sanâyi kesimi ayırımı yapmadan, üretim fonksiyonunun artan gelire tâbi olduğunu, dolayısiyle, zaman içinde ekonomi geliştikçe üretimin reel maliyetinin düşeceğini, yâni, iş bölümü ve makinaların ihtisaslaşma durumları arttıkça, verimin yükseleceği; ihtisaslaşma durumunun ise piyasanın kapasitesi ile de ilgili olduğunu savunurlar.
Tarım kesiminde üretim fonksiyonunun, azalan gelire tâbi olduğunu, bunun sebebinin toprak arzının sâbit ve toprağın tabiî verimliliğinin homojen olmayıp, farklı olmasından ileri geldiğini, üretim faktörlerinin artışı ile verimliliğin devamlı olarak artmayıp, optimum bir dengeden sonra verimliliğin (gelirin) düşeceğini izah etmişlerdir.
5. Klâsik iktisatçılardan Ricardo, Rant nazariyesini açıklarken, toprak gücünün miktar îtibâriyle, sınırlı ve sâbit olduğunu, nüfûsun artması ile topraktan ürün elde etmek için daha fazla sermâye ve üretim faktörü harcamak gerekeceğini, başlangıçta verimli topraklar işlenirken, nüfûsun artması ile daha az verimli topraklara doğru bir kaymanın olacağı, bunun ise daha fazla sermâyeyi gerektireceği için mâliyetleri arttıracağı, verimli topraklarla, az verimli topraklar arasında mâliyet farkından dolayı bir artık gelir doğacağı, bu gelirin ise (rant)ı meydana getireceği ifade edilmiştir. Dış ticâretin serbest bırakılması savunulurken de az verimli topraklarda daha yüksek sermaye ile üretim yapılması yerine ithalat yolu ile toprak mahsüllerini ithal etmenin (buğday gibi) daha iktisatlı olacağını savunmuştur. Tarımda azalan gelir kânunu geçerli olduğundan, nüfus ve kapital arttıkça, ürünlerin fiyatları yükselmekte olduğu, bunun da rant şeklinde tüketiciden toprak sahiplerine geçtiği ifadeyle vergilerinin rant üzerinden yapılması fikri savunulmuştur.
6. Emek arzı nazariyesi açıklanırken de, ücret haddi arttıkça, nüfus artar, ücret haddi azaldıkça nüfus azalır görüşü ileri sürülmüştür. Buna göre, ücretlerin artması ile gelirler de artacağı için evlenmeler artacak, buna bağlı çocuk sayısı artacak, çocuk ölüm oranları düşecek, netice itibariyle de ölüm oranları azalacak denmektedir. Diğer yandan hayatı devam ettirecek bir asgarî ücret seviyesinden bahsedilmiştir. Bu duruma göre de, ücret gelirlerinin artması, nüfus artışını artıracağı için kısa bir müddet sonra bu durum, ücret hadlerini düşürerek asgarî ücret seviyesine indirecek, fiilî ücret ile asgarî geçimlilik ücreti eşit olduğundan nüfus da sabit kalacaktır.
Klâsik kapitalistler; işçileri, makinalar ve âletlerle techiz ederek bunları üretim faktörü olarak telakki edip sabit sermayeden saymışlardır.
Sermâyeye işçilerin tükettiği ihtiyaç mal ve eşyayı da dahil etmişlerdir. Ücret ödemelerini, kapitalist stokundan yapılan bir (avans) niteliğinde görmüşler, üretim süresi içerisinde işçilerin geçimini sağlayacak bu fona (ücret fonu) demişlerdir. Ücret fonunu, kapital stokunun büyüklüğüne bağlamışlar, ücret fonunun işçi sayısına bölünmesi ile (ücret haddi)nin meydana geleceğini ileri sürmüşlerdir. İşçi istihdamının arttırılması için kapitalin arttırılması gerektiği sonucuna ulaşmışlar, düşük ücret seviyesinin varlığını, ekonomik dengenin ve yüksek istihdam seviyesinin tabiî bir sonucu olarak addetmişlerdir. Kapitalistlerin bu yaklaşımı, Marxist düşünce sisteminin ve propagandanın yayılmasına geniş ölçüde zemin hazırlamıştır.
7. Kapitalist müteşebbisleri, üretimi organize etmeleri ve tasarruf yatırım yapmaları dolayısıyle, ekonominin en önemli sınıfı saymışlardır. Bu sınıfın, bir taraftan toprak sâhiplerinden toprak kiraladığı, bir taraftan işçileri sâbit sermaye ile donatıp, diğer taraftan ücret fonu ile işçilerin zarûrî ihtiyaçlarını giderdiğini söylemişlerdir.
Kapital birikim kaynağının tasarruf olduğu, kapitalin kullanılmasında tek sâikin (sebebin) kâr elde etmek olduğu, dolayısıyla gerek tasarrufun ve gerekse yatırımın fonksiyonunun sadece kâr olduğu tasarruf yatırım eşitliği ile ekonominin dengeye ulaşacağı, kâr haddinin düşmesi hâlinde yatırımların azalacağı, tüketimlerin artacağı, dolayısıyle tasarrufların düşeceği; aksi durumda bu işleyişin ters yönde cereyan edeceği ekonominin gelişme seyri içinde, kapitalist müteşebbislerin kendi aralarındaki rekabet ve ücretlerdeki yükselme, verimli sahalardan daha az verimli alanlara geçme yüzünden kâr hadlerinin düşeceği savunulmuştur.
8. Ekonominin, rekâbet şartları altında fiyat mekanizması ile otomatik olarak genel dengeye yöneleceğini, çok sayıdaki fertlerin faaliyetlerini tam bir uyum içinde fiyat mekanizmasının temin edeceğini kabul etmişlerdir. Ancak Malthus, efektif talep yetersizliğinin bulunabileceğini genel olarak belirli kesimlerden fazla üretimin söz konusu olabileceğini; Ricardo, teknolojinin gelişmesiyle teknolojik bir işsizliğin vukû bulacağını ileri sürmüşse de klasiklerce kabul görmemiştir.
9. Ekonomik büyümenin belli bir süre sonunda kâr hadleri ile fâiz hadlerinin eşitlenmesi ile dengeye ulaşacağını, bu seviyede aynı zamanda nüfusun sâbit bulunduğunu, ücretlerin asgarî geçim seviyesinde olduğunu, yatırımların sıfır olduğunu, sadece yenileme yatırımların yapıldığını, toprak sahiplerinin rantının çok yüksek seviyede bulunduğunu savunmuşlardır.
Diğer yandan para miktarı ile genel fiyat seviyesinin aynı yönde ve aynı oranda değiştiğini kabul etmişler, dış ticaretin liberal sistemin uygulanması ile otomatik olarak tam istihdama varacak şekilde dengeye ulaşacağını savunmuşlardır.
c) Neoklâsik iktisatçılar:
1. Homojen karakterli bir iktisâdî akım değildir. İktisâdî görüşleri birbirlerinden çok farklı bir durum arz eder. Bu ekolün iktisatçılarının, sosyalistlerin klâsik iktisatçılara yönelttikleri tenkitlere bir tepki olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
Neoklâsik ekolün ilk tanınmış iktisatçıları, Stanley Jevons, Carly Menger ve Leon Walras’tır. Daha sonra bu ekolün hâkim siması Alfred Marshall olmuştur. Bunlar dışında, John-Bates Clark, A.Cecil Pigou, John Maynard Keynes gibi iktisatçılar da neoklâsikler arasında yer almıştır.
Neoklâsik sentez akımı, Alfred Marshall ile başlamıştır. Neoklâsik sentez, fiyatlara ve mikro ekonomiye âit nazariyeleri ile makro seviyede gelir dağılımına âit nazariyeleri bir araya getirmişlerdir. Klâsikler tarafından var sayılan dengenin para ve mâliye politikası ile kurulabileceğini, müzmin durgunlukların veya enflasyonların önlenebileceğini, ferdî tasarrufun endişe olabilecek bir depresyon (iktisâdî çökme, gerileme) sebebi sayılmaması gerektiğini, özel tüketim ile devlet harcamalarını dengeyi koruyacak şekilde ayarlamanın mümkün olabileceğini, mikro ekonomi ile makro ekonomi arasında bir tenâkuzun (çelişkinin) bulunmadığını ve iktisâdî istikrarda merkez bankalarının önemli rol oynadıklarını ortaya koymuşlardır.
2. 1938 yılından sonra neoliberalizm iktisâdî akımı olarak bir görüşün daha ortaya çıktığı görülmektedir. Bu görüşte olan iktisatçılar, bütün türleriyle kollektivizme ve sosyalizme karşıdırlar. Fiyat mekanizmasının iktisadî önemine inanmakta, piyasa rekabetinin korunmasını istemekte, mülkiyet rejimini savunmaktadırlar.
Bu iktisatçıları, klâsik iktisatçılardan ayıran başlıca özellikler şöylece özetlenebilir: Klâsiklerin, fiyat mekanizmasının kendiliğinden ve otomatik olarak işlediği düşüncesine karşılık; neo liberaller fiyat mekanizmasının etkinliğini, iktisat siyasetine ve müesseselere bağlamışlardır. Piyasa düzeninin başıboş bırakılması hâlinde, piyasa mekanizmasının tutuk ve tesirsiz duruma geçebileceğini savunmuşlardır. Klâsikler, serbest rekabeti tabiî düzenin kaçınılmaz sonucu sayarken, mezkûr iktisatçılar piyasanın başıboş bırakılması hâlinde rekabet şartlarından uzaklaşacağını ileri sürmüşlerdir. Bunun için de uygun bir hukuk sisteminin ve iktisat siyâsetinin tatbik edilmesinden yana olmuşlardır.
3. Gerek klâsikler ve gerekse neoklâsikler, fâiz sistemi üzerine kurulmuş bankacılık müessesesini, ekonominin vazgeçilmez bir organı saymışlardır. Alfred Marshall gibi klâsik iktisatçılar, tasarruflarla fâiz haddinin birbirine bağlı olduğu görüşünü taşımışlardır. Tasarruf hacmini tayin eden en önemli faktörün fâiz hadleri olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iktisatçılara göre, fâiz haddi yükseldikçe, tasarruf eğilimi artar, azaldıkca tasarruf eğilimi azalır demektedir. Tasarrufların artması ile yatırımların artacağı ve yüksek seviyede yatırım tasarruf eşitliğinin doğacağı şeklinde izah edilmiştir. Ancak Keynes, yaşadığı zamandaki şartlara göre % 3’lük bir fâiz haddinin normal olduğunu savunarak, Para Faiz ve İstihdâmın Genel Teorisi adlı kitabında; “Nüfusun süratle artmadığı, modern teknik imkânlarla donatılmış normal gelişmesine devam eden bir toplum, fâiz haddini sıfıra düşürebilirler. Böyle istikrara kavuşmuş bir toplumda, değişme ve ilerleme, sadece teknikteki, zevklerdeki, nüfustaki ve müesseselerdeki değişikliğin bir sonucu olur. Tüketim mallarının fiyatları ile sermayenin fiyatının (fâizin) orantılı olduğu bu durumda, sermaye tüketim mallarının fiyatını çok az etkiler.” demektedir. Keynes, fâizin ekonomiye vermiş olduğu zararları fark etmiş bir klâsik iktisatçı olarak bilinir.
Komünizmin iktisâdî düşünce şekli:Genelde sanayileşmiş kapitalizme tepki olarak doğmuş, devlet kapitalizmini savunan, özel kuruluş ve şahıslara mülkiyet hakkı tanımayan bir doktrin. Temsilcisi Karl Marx’tır. Karl Marx, sanayileşmekte olan kapitalist Avrupa devletlerinin (İngiltere, Fransa gibi) bozuk sanayileşmekte olan ekonomik yapılarına bakarak ve kapitalist iktisatçıların ileri sürdüğü düşünceleri ve mevcut sistemi tenkit ederek beş temel esasta görüşlerini açıklamıştır.
Marksist düşünceye göre; 1) Bütün mal ve servetler, işçiler tarafından üretilir. Ancak kapitalistler, işçilere geçinebilecekleri kadar bir ücret verirler. Arada meydana gelen fark (artık değer) olup bunu kapitalistler alır. Bu sebeple kârın istismarın bir sonucu olarak meydana geldiği; 2) Servetin devamlı azınlıkta olan kapitalist sınıfa doğru akacağı, işçi kesiminin sayısal olarak çoğalmasına karşılık, aldıkları payın azalacağı, bu şekilde kapitalistlerle, işçiden meydana gelen iki ayrı (sınıfın) meydana geleceği; 3) Sermâyenin belirli kapitalist sınıfta yoğunlaşmasının daha fazla sanayileşme ve bunun sonucunda daha çok üretim meydana geleceği geniş işçi kitlesinin satın alma gücünün olmaması sebebiyle bir üretim fazlası meydana geleceği (Fazla üretim teorisi) buna müteakip ekonomide çöküş başlayacağı; 4) Ekonomik güçlük içinde kalan işçi sınıfı (proleterler) ile kapitalistler arasında menfaatten doğan bir sınıf çatışmasının meydana geleceği; 5) Neticede bu çatışmanın ise sosyal ihtilale dönüşeceği, bu ihtilalin sonucunda, sınıfsız, şahsî mülkiyete dayanmayan, herşeyin toplumun ortak malı olacak şekilde bir işçi diktatörlüğünün kurulacağı görüşleri ileri sürülmüştür.
Bu safhalardan sonra, tek sınıf olan proleterlerin (işçi sınıflarının) şuurlaşma hareketinin başlıyacağı, ne pahasına olursa olsun, yetenekli bir azınlık-komünist partisinin, bütün yetki ve güçleri elinde tutarak, sosyalizmin altyapısı teşekkül ettirilinceye kadar ve halk şartlandırılıncaya kadar, gerekirse her türlü şiddet ve yollara baş vurularak komünist topluma tam geçiş sağlanacağı savunulmuştur.
Komünizm, ilkelerinin halka aşılanması ve kabul ettirilmesinde en büyük engel olarak Allah inancı ve dîni görmüştür. Bunun için de gerek komünist devletlerde ve gerekse komünizmi sokmak istedikleri memleketlerde dîni duyguları yok etmek, Allah’a olan inancı ortadan kaldırmak için her türlü yollarla, milletleri içeriden yıkma, bölme çareleri araştırılmış, soğuk savaşla bunun propogandasını yapagelmişlerdir.
Komünizmin mülkiyet hakkı yalnız devlete verilmiştir. Yönetim merkezîdir. Fertler değil, toplum önemlidir. Devlet adına ferdin heder edilmesinde hiçbir sakınca yoktur. Görüldüğü gibi, komünizmde kapitalizmin muhtelif şekildeki düşünce sistemlerinden olduğu gibi bir anti-tez olarak ve bulunduğu zamanın şartları göz önünde tutularak bir sistem, bir kanun olarak telakkî edilmiştir. Karl Marx, bulunduğu zamanın bozuk ekonomik yapısına bakarak böyle bir görüş ileri sürmüştür. Halbuki onun bu varsayımlarının aksine olarak halen komünist bir ekonomik yapıya sâhib olan Rusya’da bu rejimin yerleşmesi sanâyileşmenin sonucunda olmamış, aksine ekonomik yönden zayıf ve sanayileşmemiş bir durumdayken yerleşmiştir. Komünist rejim, işçi sınıfının şuurlanarak topluca bir sosyal ihtilâl gerçekleştirmesi ile değil, binlerce insanın kanı pahasına zulüm ve işkenceler altında bir avuç komünist militan tarafından zorla yerleştirilmiştir. Mülkiyet, halkın elinden alınmış, bir avuç komünist partisi mensuplarının sınırsız bir yetki içinde kullandığı devlet kapitalizmi şekline dönüştürülmüştür.
Ekonomik yapı, merkezden planlama esâsına dayanır. Kaynakların ve gelir dağılımının nasıl kullanılacağı, yapılan planlar dairesinde belirlenir. Arz-talep durumuna göre teşekkül eden ve piyasada düzenleyici rol oynayan fiyat hareketlerinin olmasına müsade edilmez. Üretimde olduğu gibi tüketim de merkezden devlet tarafından planlandığı şekilde yürütülür. Bunun için de komünizmle idare edilen memleketlerde, halkın dilediği şekilde gıda malları, eşya, araç ve gereçler üzerinde geniş bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadır.
Sovyet Rusya’da olduğu gibi komünist memleketlerde gelir kaynakları silahlanmaya tahsis edildiği için bu sahada teknik ilerleme sağlanmışsa da halk, yaşayışı son derece basit, imkânsızlıklar ve yokluklar içinde bulunmuştur.
Kâr etmek mefhûmunun olmayışı, mülkiyet hakkının bulunmaması ve halk üzerinde dinsizlik propaganda ve aldatmacanın yapılması gibi sebeplerden de üretim kaynakları son derece düşük kapasite ile kullanılmakta, üretilen mallarda rekabetin de olmayışı yüzünden kalite görülmemektedir. Bu ise mevcut kaynaklardan tam olarak istifade etmeyi imkânsız hale getirmekte; kaynakların daha iyi kullanılması için halk üzerinde yoğun bir baskı, zulüm ve işkence faaliyetleri devam etmektedir. Zulüm pâyidâr olmayacağı için Rusya da komünizm de 1990 senesinde iflas etti. Bütün peyk devletleri de dâhil serbest ekonomiye yavaş yavaş geçiş başladı.
Komünizmin ekonomik yapısına benzer diğer bir sistem de faşizmin ekonomik anlayışında vardır. Faşizmde, mülkiyet hakkı tanınmıştır. Ancak ekonominin idaresi devlet eliyle planlı bir şekilde yönlendirilir. Müesseseler de devlete karşı sorumlu durumdadır. Faşizme göre devlet, yüce bir varlık ve ulaşılabilen son noktadır. Ekonomi komünizmde olduğu gibi tek parti tarafından ve totaliter bir anlayışla yürütülür. “Her şey devlet için, hiçbir şey ona karşı ve onun dışında değil” faşizmin parolasıdır.
İslâmiyette iktisâdın esasları:
Sosyal adalet üzerine kurulmuş, meşrû kazanç esasına dayalı, hür dünyada tatbîk edilen liberal ekonomiye yakın bir ekonomik anlayış hâkimdir.
Ekonomik kâideler, İslâm hukukunun umumî prensipleri ile bir bütünlük arz eder. Kapitalizm ve komünizmde olduğu gibi bir teori veya bir nazariye değildir. Belli bir dönemin uygulanmakta olan bozuk ekonomik sistemine tepki olarak da doğmamıştır. Tarihin sosyal hâdiseleri içinde ortaya çıkmış olan birtakım “izm”lere bağlı ekollerin anti-tezi de değildir. İslâmiyet; bir milletin sosyal, iktisadî ve hukukî ihtiyaçları, dünyâdaki ve âhiretteki durumları esas alınarak bildirilmiş olan Allahü teâlânın ve O’nun yüce Peygamberinin emirleri ve tebliğleridir. Ekonomik prensipler bu genel esasların içine yerleştirilmiştir. Durum bu merkezde olunca da diğer beşerî sistemlerde olduğu gibi ayrı bir hususiyetle bir gaye olarak ortaya çıkmamıştır. Yâni, İslâmiyette iktisat, insanların tabiatla ilişkilerinden kaynaklanan ve sadece iktisadın kanunları ile şekillenen bir “mekanik hayat” ve onun ilmi değildir.
İslâmiyette iktisat, edille-i şer’iyye (Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ) ve ona aykırı düşmeyen örf ve âdetlerin kontrolü altındadır. Üretim, tüketim, değişim ve iş bölümü gibi iktisâdî faâliyetler esnasında Müslümanlar, dînin koyduğu esaslara uymak mecburiyetindedirler. Helâl-haram, günah-sevap, meşrû-gayri meşrû tarzında beliren müeyyideler hem ferdî, hem sosyal vicdan da etkili kılınmakta, hem de devlet güçlerinin harekete geçerek iktisadî hayatın işleyişini kontrol etmesi istenmektedir. Yâni iktisâdî hayatın başarılı işlemesi için milletin ve devletin hem eğitim, hem de hukuk gibi iki müessesesi harekete geçirilmektedir. Aksi halde böyle bir kontrolden mahrum kalan bir iktisat hızla “kuvvetlinin zayıfı ezdiği” bir arenaya dönüşür. Nitekim kapitalist sistemlerin tehlikesi buradadır ve bu sistemler, hürriyeti başıboş gibi istismar zeminlerinde arayan beşeriyete çok pahalıya mal olmuştur. Beşerî sistemler ihtiyaçları sonsuz, kaynakları sınırlı sayarlarken, İslâmiyet ihtiyaçlara da bir sınır getirmiştir. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilmektedir (İbrâhîm sûresi: 34). Diğer beşerî sistemlerde fert, sınırsız ihtiyaçlarını tatmin etmek için başkalarının hakkına bile tecâvüz ederken, İslâmiyet buna bu emri ile müsâade etmemiştir.
Genel olarak ifade edilirse, iktisâdî sistem meşrû kazançla sınırlandırılmıştır. Diğer bir ifâde ile iktisâdî faaliyetlerin genel hukuk prensiplerine ters düşmemesi lâzımdır. Alış-veriş, malların fiyatlarının teşekkülü, arz-talep esasına göre yürür. İhtikâr (karaborsacılık) ve fahiş kâr, toplum zararına dönüşmesi halinde yasaklanmıştır. Ferdin iktisadî hürriyeti, mülk edinme ve miras hakkı vardır. Kişi mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Herkes dilediği yerde, dilediği iş ve sanatla meşgul olabilir. Ticâretin temelinde ticârî ahlâk yatar. Zaten İslâm iktisadını diğerlerinden ayıran bir vasfı da ahlâkî olmasıdır. Hadîs-i şerîflerde Peygamber efendimiz buyurdular ki:
Yetimin malına yaklaşmayın. Meğer ki yetim büyüme çağına yetişinceye kadar en iyi şekilde yaklaşın. Ölçüyü, terâziyi adâletle tutunuz. Hiç kimseye gücünün yetmeyeceğini yüklemeyiniz.
Bir kimse gıdâ maddelerini alıp, pahalı olup da satmak için kırk gün saklarsa hepsini fakirlere dağıtsa, günahını ödeyemez.
Satılan bir şeyin kusurunu gizlemek helâl değildir. O kusuru bilip söylememek de kimseye helâl değildir.
Ticârete hıyanet karışınca bereket gider.
Enes bin Malik buyurdu ki; Medîne-i münevverede pahalılık oldu. “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz.” denildi. “Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen O’dur. Ben Allahü teâlâdan bereket isterim.” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf ile arz ve talep kânununu ortaya koyuyorlardı.
Emeğin karşılığı olan ücret, sermaye ve kapitalin kullanılması karşılığında kâr, toprağın işletilmek üzere kiraya verilmesi karşılığında rant’la elde edilen gelirler meşrû kabul edilmiştir. Her çeşidi ile fâiz yasaklanmıştır. İslâmiyette fâiz, ödünç vermede, rehinde ve alışverişte, alıcıdan veya satıcıdan birinin ötekine, karşılıksız olarak vermesi şart edilen fazla mala denmektedir.
Farklı kabiliyet ve farklı melekelerin sonucu, ücretlerde farklılığın olacağını kabul etmiştir. Hadîs-i şerîfte: “İşçiye, alnının teri kurumadan hakkını veriniz.” emri buyurularak esasa ilişkin kaide bildirilmiştir. Diğer yandan işçiye de büyük bir titizlik, bağlılık ve samimiyetle işini yapması emredilmiş, diğer sistemlerde olduğu gibi sendika aracılığı ile işçinin ve ekonominin güç durumlara düşmesi engellenmiştir. İşçi-işveren münasebetlerinde esas kaide herkese komünizmde olduğu gibi, eşit ücret değil, adaletli ücret ödemektir. Herkesin yaptığı işe göre ücret alması esastır. Çok çalışan ve mahareti çok olan çok, diğerleri daha az kazanır.
İslâmiyet kapital hâkimiyetini önlemiş, işçi ile patron arasındaki uçurumu kaldırmak için işçinin sermâyeye ve kâra ortak olmasını sağlamıştır. Herkes parasını bir işletmeye yatırabilir. Fazla kâr alır. Bankalar, fâizle milleti güç duruma sokmaz. Bundan başka zenginlerin fakirlere zekât vermesi emredilmiştir. İslâmiyette sosyal adâletin temelini bu teşkil eder. Zekât, malının kırkta birini zekât almaya hakkı olan muhtaç kimselere vermektir. İslâmiyette, eli, ayağı tutup da çalışabilenlerin dilenmesi yasaktır. Zekât, çalışamayacak derecede hasta ve sakat olanlara ve çalışıp da güç geçinenlere verilir. Bunlara zekât veren zengin bir Müslüman, hem dînî ibâdetini yaparak Allahü teâlânın rızâsını kazanır, hem de sosyal yardım yapmış olur. Millî servet hesap edilip, kırkta biri muhtaçlara verilecek olursa, hiçbir Müslüman memleketinde komünizm tehlikesi olmaz. Başkaldırmasına sebeb de kalmaz. Zekât, uşr (topraktan çıkan mahsülün onda birini veya yirmide birinin ayrılarak fakirlere verilmesi) ve sadakalar hep sosyal yardım olup, ekonomik felaketleri önlemek için emrolunmuş, ilâhî tedbirlerdir. Bunlara ne kadar çok riayet edilirse, cemiyet düzenini yıkan cereyanlar o kadar önlenmiş olur.
İslâmiyet, bundan başka ticâret ahlâkını da koyarak sınıf mücâdelesini kaldırmıştır. İslâm Hukukunda devlet reisi de, çoban da eşit haklara sâhiptir ve eşit mesuliyetleri taşır. Haksızlık yok, kardeşlik vardır. Zekât ile toplanan muazzam servet “Beytülmâl” müessesesini kurmuş, fakirliğin, açlığın önü alınmıştır. Böylece patron ile işçi yerine ortaklık, şirket üyeliği meydana gelmiştir. Herkes seve seve çalışmakta, her emek sahibi emeğinin karşılığını bulmaktadır. Devlet milletten zorla bir şey alamaz. Milletin malı olan Beytülmâlı hakkı olanlardan başka kimse kullanamaz. İslâmiyette devlet, milletin hizmetçisi ve koruyucusudur. Millet, efendidir. Hükümet onun bekçisidir. Sosyal âdaleti tam tecelli ettirir. Sosyalizme, komünizme ve kapitalizme asla yer vermez. Hakların sömürülmesini kesin olarak yok eder.
İslâmiyet bankaların, banknot yâni kâğıt para çıkartmaları, fabrikalara, şirketlere kâr karşılığı hissedar olmaları, onlara sermaye temin etmeleri, arsa almaları, bina yapıp satmaları, şehirlerarası ve memleketlerarası para göndermesine aracılık yapmayı, piyasa arz-talep durumlarında yâni alış-verişte tüccarlar arasındaki ödemelerde yardımcı olmayı, fabrika açıp çalıştırmayı, nakil vasıtaları işleterek ulaştırma imkânlarını geliştirmeyi ve bunlara benzer birçok millete ve ekonomiye faydalı ve düzenleyici olan faâliyetlerini meşrû sayar.