İHTİSÂB
İslâm cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek sûretiyle, sosyal huzûru sağlamak için yapılan iş; emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker. Bu vazîfe, Müslümanların bir kısmının yapmasıyla diğerleri üzerinden sâkıt olduğu için, İslâm devletlerinde hükümdârlar bu işle vazifeli memurlar tâyin etmişlerdir. Osmanlılardan önceki İslâm devletlerinde bu vazîfeye hisbe ve bunu yapan memura da muhtesib; Osmanlılarda ise bu işe ihtisâb, vazifelisine de ihtisâb ağası ve muhtesib denilmiştir.
İyilikleri emretmek ve kötülüklerden vaz geçirmek gâyesiyle kurulan bu müesseselerin başında bulunan muhtesib, dînin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. İslâm ülkesinde Müslümanların Cumâ namazında câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemâat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklemeden evlenen kadınlar, yasak mûsikî âleti çalıp âlem yapanlar, velhâsıl İslâma muhâlif hareket edenler hep muhtesibe hesap vermek mecbûriyetindeydiler.
Muhtesib, devleti temsîlen bu vazîfeye getirildiği için geniş bir tâzir (cezâlandırma) selâhiyetine de sâhipti. Okulları teftiş eder, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklardı. Çarşıların nizâm ve intizâmını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, dinle alay edenleri tâkibe, komşu hakkına tecâvüzü önlemeye, zımmîlere âit binâların Müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhipti.
Muhtesip, herhangi bir şikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolaşıp gördüğü uygunsuz hâllere ânında müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkında işlem yapabilmesi için her şeyden önce, yapılan kötü işten haberdâr olması gerekirdi. “Falanca bu suçu işlemiş olabilir” gibi bir düşünce veya rastgele kimselerin lafları ile bir kimse hakkında işlem yapamazdı. Kendisi veya kendisine yardımcı memurların şâhid olmalarıyla münkerin işlendiğine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil Müslümanın şehâdet etmesi lâzımdı. Bundan sonra muhtesib yapılan işin kötülüğüne göre suçluyu dil veya el ile cezalandırırdı.
Muhtesibde bâzı şartlar aranırdı. Her şeyden önce ihtisâb işini üstlenecek kişi yâni muhtesib Müslüman ve mümin olmalıydı. Zîra emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker, dînî bir hizmettir. Muhtesiblik kişilere bir yetki ve hâkimiyet tanıdığından dînin aslını inkâr eden ve Müslüman olmayan kişiler bu vazifeye tâyin edilmez, böylece Müslümanların şerefi gözetilirdi.
Vazîfelerinden bir kısmı ânında müdâhaleyi gerektirecek cinsten olan muhtesibin, bütün bu işleri yaparken bilgi ve kudret gibi iki melekeye sâhib olması lâzımdı. İnsanların başka müdâhaleye lüzum kalmadan, kendiliklerinden münkeri (kötülüğü) terk etmeleri için, muhtesib tâyin edilecek kişilerin akıllı, zekî, ilim sâhibi, yüzü nûrlu, heybetli ve vakar sâhibi kimselerden seçilmeleri gerekirdi. (Bkz. Muhtesib)
Muhtesibin ârif, emîn, gulâm, avn ve haberci gibi isimler verilen birtakım yardımcıları vardı. Bunların seçimi de bizzat muhtesib tarafından yapılıyordu. Yardımcıların vazîfelerini îfâda titizlik göstermeleri, hareket ve davranışlarında ölçülü davranmaları gerekiyordu. Aksi hâlde, muhtesib tarafından derhâl vazîfelerine son verilirdi.
Şehirler büyüyüp, iktisâdî hayât geliştikçe hüddâm-ı ihtisâb denilen muhtesib yardımcıları da çoğaldı. Bundan dolayı daha önceleri bir veya birkaç kişi olan yardımcı sayısı şehrin büyüklüğü ölçüsünde gittikçe arttı. Özellikle yeni yeni ortaya çıkan sanat ve meslekler, bu artışlarda mühim rol oynadılar. 1480’lerde Bursa muhtesibi tarafından bezzâzistanda sâdece kumaş ölçücülüğü yapmak için İlyasoğlu Pîrî adında birinin emîn tâyin edildiği görülmektedir.
Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişikliklerin yapıldığı Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1826 yılında, yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra şehir idâresinde bir boşluk doğdu. Bunu gidermek için de daha geniş selâhiyetlerle kontrolü sağlayacak yeni bir idârî sistemin kurulması gerektiğinden, ihtisâb nâzırlığı kurularak, başlangıçta muhtesib, ihtisâb ağası veya ihtisâb emîni ünvânı ile ihtisâb işine bakan kimse de ihtisâb nâzırı ünvânını aldı. Her türlü inzibâtî görevi üstlenen bu teşkilâta, bostancıbaşı, mîmârbaşı, hamam ve hamallar yazıcısı gibi vazîfelilerle, mahallelerin nüfûs kayıt ve yoklamasını yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imâmları yardımcı görevli kabûl edildi.
1845’te şurta (polis) ve 1846’da zaptiye müşirliği kurulduğundan, ihtisâb nezâretinin bir kısım vazîfe ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf işine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sınırlanarak başka müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulunduğu durum, birçok aksaklıkların meydana gelmesine sebeb olunca, bâzı tedbirler alındı. 1854’te yapılan bir resmî tebliğ ile İstanbul Şehremâneti (Belediye) idâresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lağvedildi.
Alm. Bedürfnis (n), Notwendigkeit (f), Fr. Besoin (m), nécessité, İng. Necessity, need, want. Rûh ve beden için lâzım olan ve yokluğu hâlinde sıkıntı çekilen şeyler. İnsan muhtaç bir varlık olup, ihtiyâcını talep hâlindedir. Hiçbir şeye muhtâç olmayan ise Allahü teâlâdır. Her şey O’na muhtâc hâldedir.
İhtiyâçlar maddî ve mânevî olmak üzere iki kısımdır: Mânevî ihtiyâçlar rûhun gıdâsı olup, önce îmân sonra ibâdet ve ahlâk bilgileridir. Allahü teâlâ insanların bu tür ihtiyâcını Peygamberlerle ve sevgili kullarıyla karşılamıştır. Peygamberler ve onlara tâbi olan âlimler ve evliyâ insanların îmâna gelmelerine ve güzel ahlâk sâhibi olmalarına çalışarak mesûd etmişler, onları dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşturmuşlardır.
İnsanların maddî ihtiyâçları ise iktisâdî faaliyetlerle yapılır. Üretilen mal ve hizmetlerle giderilir. Bunlar için İslâm dîni ve daha önceki hak dinler ihtiyâç için belirli ölçüler koymuşlar, helâl ve haram (yasak) hükümleri bildirmişlerdir. Böylece meşrû yollardan ihtiyâçlar karşılanmıştır. Maddî ihtiyâçlar, temel ihtiyâçlar (yiyecek, giyecek ve ev) ve ikinci derecede olanlar (rahatlık ve konfor) olmak üzere iki kısımda ele alınmıştır. Temel ihtiyâçlar insanı ölümden koruyan şeylerdir. Yiyecek deyince mutfak eşyâsı da anlaşılır. Ev demek ev eşyâsı da demektir. Binek hayvanı veya arabası, hizmetçisi ve sanat âletleri ve lüzumlu kitapları da ihtiyâç eşyâsı sayılmıştır.
Alm. Ichthyoesise, Fr. Ichtyose.İng. Fish skin disease. Çocukluk yaşlarında başlayıp bütün hayat boyunca devam eden irsî bir deri hastalığı.
İhtiyosta, deri kuru ve kepeklidir. Kepekler, balık pulu görünüşündedir. Derinin yağ ve ter bezleri doğuştan az olup, bunların salgı faaliyetinde de bozukluk vardır.
Tipik vak’alarda deri kuru ve kepekli; parşömen kâğıdı gibi sert; kepekler balık pulu görünüşünde, beyaz veya esmer renktedir. Derinin her tarafı kepeklerle örtülüdür. Deriden kolay ayrılan kepeklerin yerine mütemadiyen yenileri teşekkül eder. İhtiyosun, kepeklerin şekillerine ve renklerine göre çeşitli klinik formları vardır.
Tedâvi: Kepekleri ortadan kaldırmak için % 3-5’lik salisilik asitli merhemler kullanılır.
On birinci asrın ikinci yarısında Basra’da ortaya çıkan İsmâiliyye fırkasına bağlı gizli bir cemiyyet veya felsefî ekol. Bu ekola mensub olan kişiler birbirlerine saf, temiz kardeşler mânâsında “İhvânü’s-Safâ” dedikleri için bu adla meşhur olmuşlardır.
Küçük bir topluluk olarak teşekkül eden İhvânü’s-Safâ, dînî olduğu kadar, siyâsî ve felsefî bir özelliğe de sâhiptir. Düşüncelerini yayabilmek için dönemlerinin bütün ilimlerini içine alan, tamamı elli iki risâleden ibâret olan bir ansiklopedi hazırladılar. Bunlar; “İslâmiyet cehâletle bulaşmış, birçok vehimlere karışmış, İslâmiyeti bu vehimlerden yıkayıp temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. Çünkü felsefe îmân ve ictihadla ilgili maslahatların hikmetlerini içine alır. İslâm dînini felsefe vâsıtalarıyla saf hale getirmelidir.” dediler.
Zâhirde felsefî ve ilmî bir mahiyette görünüp, gerçekte dînî ve siyâsî maksadlar güden İhvânü’s-Safâ’nın asıl maksadı Peygamber efendimizin ve temiz arkadaşlarının yolu olanEhl-i Sünnet îtikâdının yayılmasını önlemek, Müslümanlar arasındaki birliği bozup, Bâtınî (İsmâilî) fikirler doğrultusunda siyâsî üstünlük kurmaktı. İhvânü’s-Safâ’nın önde gelen simâları arasında Makdisî lakâbıyla bilinen Ebû Süleymân Muhammed bin Ma’şer el-Bustî, Ebü’l-Hasan Ali bin Hârûn ez-Zencânî, Muhammed bin Ahmed en-Nehrecûrî, El-Avfî, Zeyd bin Rifâ gibi felsefeciler yer aldı.
Felsefe ile dîni birleştirerek, taassub içinde olduğunu iddia ettikleri Müslümanları aydınlatmak, toplumu düzeltecek bir yüksek zümre ahlâkı meydana getirmek isteyen İhvânü’s-Safâ Cemiyeti; metafizik konularda Eflâtun’un, ahlâkta Sokrat’ın, matematikte Pisagor’un, mantıkta Aristo’nun, felsefî konularda Farâbî’nin fikirlerinden etkilendiler. Hint felsefesinin de etkisinde kalan İhvânü’s-Safâ mensupları, Yunan, Hint ve İslâm dünyâsında yetişen felsefecilerin fikirlerini birleştirdiler.
Allahü teâlânın varlığını birliğini ve yaratıcılığını kabul eden İhvanü’s-Safâ’nın felsefî görüşlerinin esâsını; âlemin ilâhî menşei ve rûhun Allaha dönüşü inanışı teşkil eder. Onlar; ışığın güneşten, kelimelerin konuşan kişinin ağzından çıktığı gibi âlemin de Allah’tan çıktığını, sudûr ettiğini iddia ederler. Bütün ilimlerin yegâne gâyesinin kendi felsefî görüşlerini tahakkuk ettirmek olduğunu söyleyen İhvanü’s-Safâ mensupları bir evrim teorisi ortaya attılar. Buna göre; bitkilerin ilk derecesi mâdenlerin son derecesine, bitkilerin son derecesi hayvanların ilk derecesine, hayvanların son derecesi de insanların ilk derecesine bağlıdır diyerek canlılar arasında bir süreklilik ve tekâmül olduğunu iddia ettiler. İnsandan sonra meleklere, oradan da ilâhî aleme doğru sürdürdükleri evrim (tekâmül) teorisi bugünkü Darwin’in evrim teorisinden farklıdır.
İslâm târihinde ilk ansiklopedistler olarak vasıflandırılabilecek olan İhvânü’s-Safâ mensuplarının elli iki risâleden ibâret olan ansiklopedisi dört büyük kısma ayrılmıştır:
1. Matematik ve felsefî bilimler. Bu kısımda on dört risâle vardır.
2. Tabiî ve cismânî bilimler. Bu kısımda da on yedi risâle vardır.
3. Psikolojik ve metafizik bilimler. On risâledir.
4. Tasavvuftan, ilm-i nücûmdan ve sihirden bahseden bu bölüm ise on bir risâledir.
Bu elli iki risâle günümüze kadar gelmiştir. Sonradan dört büyük cilt hâlinde Mısır’da basılmıştır.
Günümüzdeki masonların takib ettikleri yola benzer bir usûl tâkib eden İhvânü’s-Safâ mensupları herhangi bir inanca bağlanmamak, bütün dinlere, kültürlere, geleneklere, düşüncelere saygı ve hoşgörü ile yaklaşmak prensiplerini benimsediler. Peygamberlere olduğu kadar filozoflara da değer verdiler. Hint, İran, Yunan, Hıristiyan, ve Yahûdî gelenekleri içinde hikmeti yakalamaya çalıştılar.
Gerek aynı asırda yaşayan gerek daha sonraki asırlarda yaşayan birçok felsefeci veya fırka İhvânü’s-Safâ’nın tesirinde kaldı. Reşîdüddîn Sinan bin Süleyman, Ebül-Alâ el-Maarrî, Er-Râvendî ve meşhur mûtezili Ebû Hayyân et-Tevhîdî bu cemiyetin fikirlerinden etkilenenlerdendir.
Ebü’l-Hakem Âmir bin Abdurrahman Kirmânî, Müslim bin Muhammed Ebü’l-Kâsım el-Macrîtî gibi kimseler de İhvânü’s-Safâ’nın bozuk fikirlerini Endülüs’te yaymaya çalıştılar.
İKİ ÇİM YAPRAKLI BİTKİLER (İki çenekli bitkiler) (Dicotyledonea)
Alm. Dicotyledonea (f). Fr. Dicotylédones (f). İng. Dicotyledoneae. Embriyoları iki çenekli (çim yapraklı) olan çiçekli ve tohumlu bitkiler sınıfı. Ana kök uzun ömürlü ve yan köklere göre daha çok gelişme gösterir. Gövdenin enine kesitinde iletim doku demetleri bir dâire üzerinde dizilirler. Gövdelerinde sekonder kalınlaşma kambiyum adı verilen bölünür doku ile olmaktadır. Yaprakları çok değişik şekilli, genellikle saplı, ağımsı damarlıdır. Bileşik yapraklara da sık rastlanır. Çiçek organlarının sayısı çoğunlukla 5 veya 4’lü, çanak ve taç yaprakları genellikle halka dizilişlidir.
Bu sınıf bitkiler çiçek örtü yapraklarının gelişmesine göre üç alt grupta toplanır:
1. Apetalae: Çiçek örtü yaprakları ya yok veya çok az göze çarpan basit yapıda veya yaprakçık durumundadır.
2. Dialypetalae: Çiçek örtü yaprakları iyi gelişme göstermemiştir. Bunlar serbest olarak çanak ve taç yaprakları şeklinde ayrılmışlardır. Meselâ gülgiller, turpgiller gibi.
3. Sympetalae: Çiçek örtü yaprakları çanak ve taç yaprak şeklinde, farklılaşmış, fakat bunlar bâzan boru bâzan huni şeklinde çeşitli mesâfelerde birleşmişlerdir. Ballıbabagiller, bileşikgiller gibi.
Alm. 2 Weite Weltkriep, Fr. 2. Guerre mondiale, İng. 2. World War. 1939-1945 seneleri arasında yapılan ve hemen hemen dünyânın her tarafını içine alan milletlerarası savaş. Katılan devletler ve kuvvetlerin sayısı ile harp alanının genişliği bakımından dünyânın o zamana kadar benzerini görmediği yaygınlıkta olan İkinci Dünyâ Harbi, 1 Eylül 1939’da Almanya-Polonya sınırlarında başlamış, 15 Ağustos 1945’te en son Uzak Doğuda ateş kesilmiş, 2 Eylül 1945’te Tokyo limanında mütâreke imzalanmış ve bu târihe kadar altı yıl sürmüştür. Bu harpte İngiltere, Fransa tarafına “Müttefikler”, Almanya ve ortaklarına ise “Mihver Devletleri” denmiştir.
Harbin Sebepleri
İki Dünyâ Harbinin arasında 21 yıllık geçici bir barış devresi vardır. Birinci Dünyâ Harbinden sonra imzâlanan Versailles Barış Antlaşması tarafların hiç birini memnun etmediği gibi âdetâ geleceğin anlaşmazlık tohumlarını taşıyordu. Nitekim bu antlaşmadaki şartlar koyu milliyetçiliği arttırmış, jeopolitik dengeyi bozmuş, millî savunmalarda sınırlama ve ağır tazminât borçları ile mağlup devletler üzerinde baskı meydana getirmiştir. Koyu milliyetçilik açısından ekonomik çıkar sağlama istekleri Versailles Barış Antlaşmasını ortadan kaldırmayı da aşarak “yeni düzen” ismi altında Almanlar “üstün soy”un 1000 yıllık geleceğini sağlama, İtalyanlar eski Roma imparatorluğunu canlandırma, Japonlar ortak Asya refah alanı kurma kararına vardılar. Bu devletlerin herbiri bir büyük deniz havzasında hâkimiyete kalkışmışlardır.
Batılı devletler koydukları ağır barış şartlarını yürütmekte ağır davranmakla; İngiltere ikili oynayarak harbin bir yıl öncesine kadar tarafsızlığa dönmekle; Sovyet Rusya harbin uzun süreceğini zannederek iki tarafı yıpratmak için Almanya’yı serbest bırakmakla harbe yol vermişlerdir.
Polonya’nın İşgâli
1 Eylül 1939 sabahı Alman ordusu Polonya’ya karşı 3000’e yakın savaş uçağı ile önce havadan ve hemen arkasından 7’si zırhlı, 62 tümen ile karadan taarruza geçti. Polonya’nın ise 2 piyâde tümeni ile 8 süvarı tugayı vardı. 30 Ağustos 1939’da seferberliğe başlayan Polonya ordusu, 40 tümen ve 14 süvari tugayına ulaşmış, ancak kesin savaşa Vistula ve San nehirleri gerisinde gireceği yerde, sınırda ve iki tarafından kolayca kuşatılabilecek şekilde savaşa girdi. Ayrıca bu birlikler, derinliğine savunma mevzileri hazırlayacağı yerde karşı taarruz yapmak yüzünden Almanların kendilerini daha çok kuşatıp süratle ilerlemelerine imkân verdiler.
Alman birlikleri üstün bir hızla ilerleyip 15 günde Looz, Danzig, Biyalistok dâhil büyük bir bölgeyi ele geçirdiler. Varşova ile Posen arasında çevrilmiş olan Polonya kuvvetleri Kutno’ya sıkıştırılıp savaşırken, 17 Eylülde Sovyet orduları, Polonya’daki Ukraynalılarla Beyaz Rusları koruma bahânesiyle Polonya doğu sınırından girdiler. Polonya hükümeti 18 Eylülde Romanya’ya sığındı. Günlerce devam eden savunmadan sonra Varşova da 27 Eylülde düşünce, Polonya’nın direnmesi bitti. Aynı gün Alman Dışişleri Bakanı Rihbentop Moskova’ya gitti ve 28 Eylülde Polonyayı paylaşan antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre Litvanya ve Varşova doğusunda kalan kısım Sovyetler, Varşova batısındaki kısım da Almanya arasında paylaşılarak bağımsız Polonyaya son verildi.
Almanların Polonya’yı çok kısa sürede ele geçirmeleri şaşırtıcı bir olay oldu. Hitler, 6 Ekimde Fransa ve İngiltereye barış teklif etti. Fransa 7 Ekimde, İngiltere de 12 Ekimde, bu teklifi reddetti. 15 Kasımda Alman hükümeti, Hollanda ve Belçika’nın tarafsızlıklarını koruyacağına söz verdi. Ayrıca İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka, Amerika, Japonya ve Çin de tarafsız kalacaklarını bildirmişlerdi. 1939 yılı sonunda savaş, Avrupa’nın belli bir bölgesinde sınırlıydı.
Kış Dönemi (1939-1940)
Denizde Alman zırhlıları Eylül-Ekim 1939’da birkaç İngiliz uçak gemisi ve zırhlısını batırdı. Aralık ayında da, birçok müttefik gemisini batıran korsan zırhlı Graf von Spee, kendi kendini batırmaya zorlandı. Bu dönemde Sovyetler, Finlandiya’dan toprak ve üs istiyordu. İsteklerin reddedilmesi sonunda 30 Kasım 1939’da bu ülkeler arasında savaş başladı. Şubat 1940 sonlarında Ruslar Finlandiya savunmasını bozarak ilerlediler. 12 Mart 1940’ta Finlandiya barış istedi. Moskova’da imzâlanan antlaşma ile Sovyetler, Finlandiya’dan Viborg şehri ile Ladoga Gölünün kuzey kıyıları dâhil, bütün Kareli’yi ve Petsamo şehri hâriç Petsamo Koyunun bir kısmını alıyordu.
Almanya’nın Danimarka ve Norveç’i İşgâli
Hitler Polonya meselesini çözümledikten sonra batıya, İngiltere ve Fransa’ya dönmeye kararlıydı, ancak İngiltere’yi tek başına bırakıp donanmasını ezmenin Danimarka ve Norveç’in ele geçirilmesiyle mümkün olabileceğine inanıyordu. Fin-Rus savaşı devam ederken Finlandiya, İsveç-İngiltere veFransa’ya baş vurup yardım istedi. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa 2 Mart 1940’ta İsveç ve Norveç’e verdikleri birer nota ile geçit istediler; istekleri reddedildi. 12 Mart 1940’taki Fin-Sovyet barışına rağmen İngiltere ve Fransa 5 Nisan 1940’ta İsveç ve Norveç hükümetlerine verdikleri nota’larla Finlandiya’ya yardım etmek için askerlerine geçit vermesini ikinci defa istediler. Her iki hükümet bu ikinci isteği de reddetti. Bunun üzerine 8 Nisanda, İsveç ve Norveç sularına mayın dökme tehdidi ile birlikte gelen üçüncü İngiliz ve Fransız istekleri yine reddedildi. Fakat buna lüzum kalmamıştı. Çünkü 9 Nisan 1940 sabahından itibaren Alman kuvvetleri karadan ve denizden Danimarka ve Norveç’i işgale başladılar ve bir günde işgal ettiler. Ancak Danimarka ve Norveç’e tamamen hâkim olmak için Alman birlikleri bir ay uğraştı.
Fransa’nın Çökmesi
Danimarka ve Norveç’in işgali ile Almanya’nın doğu ve kuzeyi güvenlik altına alınmış olup artık batıya dönülebilirdi. 10 Mayıs 1940 sabahı Alman orduları Belçika ve Hollanda’ya giriyordu. Hitler’in batıya taarruz için verdiği on üçüncü emir ancak şimdi gerçekleşiyordu. Bu taarruz 10 tümeni zırhlı olmak üzere 104 tümen ve 3.000 tankla yapılıyordu. Alman kuvvetleri karşısında Hollanda ancak 3-4 gün dayanabildi ve 15 Mayıs 1940’ta teslim oldu. Savaşın hemen başında İngiltere veFransa, Belçika’ya 500.000 kişilik bir kuvvet soktukları için Belçika biraz daha fazla dayandı ve 27 Mayıs 1940’ta teslim oldu. Müttefik kuvvetleri Manş kıyılarına çekildiler ama Dunquerque’de Almanlar tarafından muhasara edildiler. 665 gemi 28 Mayıs-4 Haziran târihleri arasında 235.000 İngiliz, 115.000 Fransız olmak üzere toplam 350.000 kişilik kuvveti, Dunquerque limanından İngiltere kıyılarına taşıdı. Bu ünlü Dunquerque çekilmesinde boşaltma sırasında Almanlar 300, İngilizler 130 uçak kaybetti. Diğer Alman kuvvetleri güneye sarkmaya devam ederek 14 Haziran 1940’ta Paris’e girdiler; ünlü Maginot hattı düştü.
Bu yenilgiler Fransız hükümetini şaşırttı. Fransa, İngiltere ve Amerika’dan yardım istedi. Yardım alınamayınca Fransa 20 Haziranda barış istemek zorunda kaldı. 22 Haziran 1940’ta Compiègnède mütâreke imzalandı.
İtalya’nın Harbe Girmesi
İtalya 10 Haziran 1940’ta Fransa’ya savaş ilân ederek İkinci Dünyâ Harbine katılmış oldu. Lâkin İtalya’nın bir dünyâ harbine girecek kudrette ordusu yoktu. Mussolini’nin harbi kazanan tarafla beraber barış masasına oturma arzusu İtalya’yı bu mâcerâya sürükledi. Tarafsızlığını koruması için Mussolini’ye yapılan uyarmalar fayda vermedi ve İtalyan ordusu 21 Haziranda Fransız Alplerine saldırdı. Fransa 24 Haziran 1940’ta Roma’da ateşkes antlaşması imzâladı.
İngiltere Muhârebesi
Hitler, Fransa’dan sonra, İngiltere’ye dönmeye karar vermişti. İngiltere’nin ada’da olması dolayısıyle bu ülkenin istîlâsı önce havadan bombardıman edilerek bir çıkarma yapmakla mümkün olabilecekti. Aslında Hitler, İngiltere’ye bir çıkarma yapmayı pek göze alamamış, fakat hava bombardımanları ile ağır tahribâta uğrayınca barışa yanaşabileceğini ümid etmişti. Hitler plânını uygulamadan önce İngiltere’ye birkaç defa barış teklif etti. Cevap alamayınca 19 Temmuz 1940’ta yaptığı uzun bir konuşmada İngiltere ile Almanya’nın anlaşabileceğini söyledi. Buna İngiltere Dışişleri Bakanı, İngiltere’nin tehdit ve kuvvete karşı boyun eğmeyeceği cevabını verdi.
Hitler’in bu barış teşebbüsleri sonuçsuz kalınca 13 Ağustos 1940’tan îtibâren Alman uçakları İngiltere’yi bombardıman etmeye başladı.
Bu hâdise “İngiltere Muhârebesi” olarak anıldı. İngiltere Muhârebesi 31 Ekime kadar devâm etti. En şiddetli safhası 6 Eylül-5 Ekim târihleri arasında olan bu muhârebede İngiltere teslim olmaya yanaşmadığı gibi Alman hava kuvvetleri de ağır kayıplara uğradı. Bu durum karşısında Hitler çıkarmadan vazgeçti.
Bu muhârebe 31 Ekimde sona erdiğinde İngiltere 733 uçak ve bu kadar pilot kaybetmiş, Londra’da 14.280 kişi ölmüş, 20.235 kişi yaralanmıştı. Almanya’nın kaybı ise 1735 uçak ve bir o kadar da pilottu. Neticede muhârebeyi İngiltere kazanmış oldu.
İtalya’nın Yunanistan’a Saldırması
Almanya 30 Ağustos 1940’ta Romanya’ya saldırmıyacağına söz vermiş olmasına rağmen 7 Ekimde bu ülke topraklarına girdi. Bu durum Mussolini’yi kızdırdı. İtalya Almanya’ya haber bile vermeden 28 Ekim 1940 sabahı Yunan hükümetine bir ültimatom vererek Korfu ve Girit adaları ile Epir ve Pire limanının kendisine teslimini istedi. Yunanistan bu isteği derhal reddedince aynı gün Arnavutluk’ta toplanan İtalyan kuvvetleri Yunan sınırından girmeye başladı. 100.000 kişilik İtalyan kuvvetlerinin ilerlemesi 2 Kasım 1940’ta durdu. Yunanistan 10 Kasımda seferberliğini tamamlayıp, karşı taarruza geçti ve Yunan kuvvetleri Kasım ayı sonunda Arnavutluk topraklarına girdi. Mart 1941’de İtalyanlar karşı taarruza geçtiler, fakat başarı elde edemediler. Tam bu sırada Alman kuvvetleri bütün Balkanlar’a girip Yunanistan’ı da işgal etti.
Balkanlar’daki Mücadele ve Rus-Alman Savaşı
İngiltere’nin barışa zorlanması için 27 Eylül 1940’ta İtalya, Japonya ve Almanya arasında Üçlü Pakt denen ittifak antlaşması imzalandı. Bu Pakt, birinci plânda Birleşik Amerika’yı tehdid edip, onu savaş dışı tutmayı amaçlıyordu. Hitler, Üçlü Paktı yaptıktan sonra Sovyet Rusya, İspanya, Yugoslavya, Bulgaristan ve Romanya’yı bu ittifaka sokmak ve dolayısıyle bütün Avrupa’yı İngiltere aleyhtârı bir blokta birleştirip İngiltereyi ümitsiz bırakıp barışa zorlamak istedi. İspanya ile yapılan görüşmeler netice vermedi. Rusya’nın da pakta girmesi mümkün olmadığı gibi, Balkan meseleleri sebebiyle Almanya-Rusya arasında 1940 yazından itibaren başlıyan çatışmalar bu iki devleti 1941 yazında savaşa sürükledi.
Almanya’nın Balkanlara yerleşmesi üzerine Türkiye’nin durumu önem kazandı. İngiltere ve Amerika Türkiye’nin savaşa girmesi için gayret sarfettiler. Bu çabalar başarılı sonuç verirse, Almanya’nın Rusya karşısındaki durumu zayıflardı. Bu sebeple Almanya 18 Haziran 1941’de Türkiye ile bir saldırmazlık paktı imzaladı.
Almanya, 22 Haziran 1941’de hiçbir resmî bildiride bulunmadan, Rusya’ya savaş açtı.
Bu savaş, Almanya’nın Avrupa’daki üstünlüğünü sona erdiriyordu. Çünkü artık Sovyet Rusya, Batılılarla işbirliğine başlıyordu.
22 Haziranda, 150 Sovyet tümenine karşı Alman birlikleri 20’si zırhlı 120 tümendi. Buna ilâveten Almanya peyk ülkelerden (Macaristan, Finlandiya, Romanya ve Slovakya) 34 tümen sağlamıştı. Alman kuvvetleri 3 orduya ayrılmıştı, kuzey, merkez ve güney ordu grupları. En çok iş istenen güneydeki orta ordular grubuydu. Pripyat bataklığı ile kuzeyinde savaşan orta ordular grubundan, Dyneper Nehrine varmadan Sovyet ordularının imhâsı isteniyordu. Gelişme şöyleydi:
1. Ortadaki ordular gurubunun 2 zırhlı ordusu, 27 Haziranda Minsk’e kadar ilerledi. 16 TemmuzdaDesna Suyuna vardılar. 2Ekimde Moskova istikametinde başlayan taarruzlar kar yağması ile yavaşladı. 6 Aralık’ta ise, 100 Sovyet tümeni ile Mareşal Jukov taarruzları başladı.
2. Güneydeki Alman ordular grubu, üstün Sovyet kuvvetlerine ve hatta Pripyat bataklığı üzerinden karşı taarruza uğradığı halde, Temmuz ortasında Kiev’e, Ağustos ortasında da Dyneper Nehrine vardı. Don ve Donets nehirlerine kadar ilerlediyse de Kasım 1941’deki Sovyet taarruzları karşısında geriledi.
3. Kuzey Ordular Grubu Leningrad’a kadar ilerleyerek burayı kuşattı, çetin savaşlar oldu. Sonra Hitler taarruzları durdurdu.
Kasım ayının yağmuru ve arkasından yağan kar Almanları yorgun, lojistik ikmâli işlemez hâle getirdi. Almanlar, Sovyetlerde beklediği çöküntüyü göremediği gibi Sovyet orduları Aralık 1941’de karşı taarruzlara başlamıştı.
Birleşik Amerika’nın Savaşa Girmesi (Pearl Harbour)
Almanya Rusya’ya saldırdığı zaman, İngiltere veAmerika Birleşik Devletleri Rusların yanında yer aldıklarını bildirdiler. Fakat Amerika hâlen savaş durumunda değildi. Amerika’nın İkinci Dünyâ Harbine girmesi, 1937-1941 yılları arasında Japonya ile önce sinsi sinsi, savaşın başlamasıyla birlikte gittikçe şiddetlenen bir mücâdelenin sonucu oldu.
Japonya’nın 27 Eylül 1940’ta Almanya ve İtalya ile Üçlü Pakt’ı imzalaması Amerika’yı son derece kızdırdı. 7 Aralık 1941 sabahı ise Japon hava ve deniz kuvvetleri Pearl Harbour’daki deniz üssüne saldırıp, Amerika’nın Pasifik donanmasının hemen tamamını saf dışı etti. BöyleceAmerika resmen savaşa katılmış oldu. Amerika’nın Rusya yanında savaşa katılması en çok İngiltere’yi sevindirdi. 11 Aralık 1941’de Birleşik Amerika ve Almanya birbirlerine savaş ilân etmişlerdi.
1942’de Harp
Mihver Devletleri (Almanya ve ortakları) nın en saldırgan olduğu 1942 yılında savaş aynı zamanda yavaş yavaş sönmeye başladı. Japonya, Avustralya’yı da tehdid ederek bir Büyük Asya kurma hayâline kapıldı, fakat üstüste aldığı Mercan Denizi, Midway Adaları ve Salomon Adaları yenilgileri ile Büyük Okyanus bölgesinden çıkamayacağını anladı.
Almanya ilkbaharda Rusya’ya tekrar yeni kuvvetlerle taarruza geçti. Hitler Rusya’ya bir prestij darbesi indirmek için Stalingrad’ı düşürmeye büyük önem veriyordu. Bu sebeple Temmuz 1942 sonundan îtibâren Stalingrad Muhârebeleri başladı. Stalingrad düşürülemediği gibi Ruslar, Ocak 1943’ten îtibâren karşı taarruza geçti ve 2 Şubat 1943’te altıncı Alman ordusunu (190.000 kişi) esir aldı.
Doğu cephesinde Almanya insiyatifi Rusya’ya kaptırmıştı. Bundan sonra Ruslar ilerlemeye, Almanlar da gerilemeye başladı. 1943 Martında Kafkasya Almanlardan alınmış, Leningrad ve Moskova üzerindeki Alman tehdîdi ortadan kalkmıştı.
Öte yandan 8 Kasım 1942’de Amerikan kuvvetleri Fas ve Cezayir kıyılarına çıkmaya başladı. Bu çıkarmanın amacı Almanya’nın İspanya üzerinden yapabileceği bir hareketi önlemekti.
Amerikan kuvvetleri Cezayir’i ele geçirdikten sonra Tunus’a girdi. 12 Mayıs 1943’te Tunus’taki mihver kuvvetleri (252.000 kişi) müttefiklere teslim oldu. Böylece Akdeniz’in güney kıyılarına müttefikler hâkim olmuşlardı.
Casablanca Konferansı
1941 yılı sonunda Amerika’nın harbe katılmasından sonra Rusya’nın en büyük arzusu İngiltere ve Amerika’nın Almanya’ya ikinci bir cephe açmaları ve dolayısıyle Rusya üzerindeki Alman baskısının hafiflemesiydi. Bu mesele Casablanca Konferansının esas konusunu teşkil etti. Konferans 14-24 Ocak 1943 târihlerinde yapıldı ve şu kararlar alındı:
1. Rusya üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilya’ya çıkarma yapmak ve Almanya üzerindeki baskıyı arttırmak;
2. Balkanlarda ikinci bir cephenin açılmasını mümkün kılmak için Türkiye’nin de savaşa katılması konusunda gerekli askerî hazırlıkları yapmak;
3. Almanya’nın mukâvemeti yeteri kadar zayıflayınca Avrupa’da da bir cephe açmak;
4. Almanya, Japonya ve İtalya kayıtsız şartsız teslim oluncaya kadar mücâdeleye devâm etmek.
Görüldüğü gibi konferansın bu son maddesi ile Mihver Devletlerinin herhangi bir barış görüşmesi ümitleri tamâmen kırılmıştır.
İtalya’nın Çökmesi
Müttefikler, Kuzey Afrika’yı ele geçirdikten sonra İtalya’yı işgal etmek üzere, 10 Temmuz 1943’te Sicilya’ya 160.000 kişilik bir kuvvet çıkardılar. Bütün adanın işgali Ağustos ortasında tamamlanırken Mihver Kuvvetleri burada 100.000 kadar esir verdi.
Müttefiklerin Sicilya çıkarması İtalya’nın iç durumunda da büyük değişiklikler meydana getirdi. Mussolini istifâ etmek zorunda bırakılmış (24 Temmuz 1943), yeni hükümetin başına gelen Mareşal Badoglio, Mussolini’yi tevkif etdirip Abruzzes Dağlarında bir otele hapsettirmişti. Sicilya Adasına çıkarma başladığı zaman Ruslar da güçlü bir saldırıya geçtiler. Uzakdoğuda Amerika büyük başarı kazanırken, İngiliz-Amerikan kuvvetleri de İtalya’nın çökmesini sağladı.
Almanlar tarafından yalnız bırakılan İtalya, İspanya’nın arabuluculuğu ile 3 Eylül 1943’te mütâreke imzâladı. Buna göre İtalya; Müttefik Kuvvetlerine her türlü kolaylığı gösterecek, İtalyan donanması Müttefiklere teslim edilecek veİtalya hiçbir şekilde Almanya’nın yanında savaşmayacaktı.
İtalya’nın savaştan çekilmesi Almanya için bir darbe oldu. Şimdi bütün Akdeniz hemen hemen müttefiklerin hâkimiyeti altına giriyor ve Almanya, İtalyan donanmasından yoksun kalıyordu. Bundan sonra ise 13 Ekim 1943’te İtalya Almanya’ya savaş îlân etti. 4 Haziran 1944’te ise Müttefik Kuvvetler Roma’ya girdi.
Almanya’nın Yenilmesi
Ocak 1944 sonlarında Almanya, 1941’den beri (900 gündür) devam eden Leningrad Kuşatmasına son vermek zorunda kaldı. 9 Temmuzda Fransa’nın Normandiya kıyılarına yapılan çıkartma ile ikinci cephenin açılmasından sonra, artık Almanya için kurtuluş imkânı hemen hemen kalmadı. Çıkarmanın büyük ve hızlı başarısına Almanların çıkarma noktasını yanlış tahmin etmeleri de sebeb oldu. 25 Ağustos 1944’te Paris kurtarıldı.
Doğu cephesinde ilerleyen Sovyet kuvvetleri Ağustos başında Varşova yakınlarına geldiler, 24 Ağustosta Romanya, 11 Eylül 1944’te Bulgaristan Rusların eline geçti. Ocak 1945’te Varşova da düştü.
Hitler savaşı kaybettiğine bir türlü inanamıyor ve generallerini gelişigüzel taarruzlara zorluyordu. Fakat hiçbir netice alınamıyordu. Müttefik kuvvetleri Berlin’e girmiş ve Berlin’de sokak muhârebeleri başlamıştı. Rus tanklarının 30 Nisan 1945’te Almanya başbakanlık binâsına 1 kilometre yaklaştıkları bir sırada Hitler intihar etti ve 2 Mayısta Berlin müttefiklere teslim oldu. Nihâyet 7 Mayıs 1945 sabahı Alman amiral Doenitz, temsilcilerini Reims’de bulunan General Eisenhover’in karargahına gönderdi ve kayıtsız şartsız teslim belgesi imzalandı. Böylece Avrupa’da savaş sona erdi.
Japonya-Atom Bombası ve Harbin Sonu
17 Temmuz-2 Ağustos 1945’te Potsdam’da toplanan konferanstan sonra Amerika, İngiltere ve Çin, Japonya’yı kayıtsız şartsız teslim olmaya çağırdılar. Ancak Japonya’dan herhangi bir cevap alamadılar. 6 Ağustosta Amerika ilk atom bombasını Hiroşima’ya attı ve 9 Ağustosta Yalta Konferansında alınan karar gereğince Sovyetler, Japonya’ya savaş açtı ve Mançurya’ya asker sokmaya başladı. Aynı gün Amerika ikinci atom bombasını Nagazaki üzerine attı ve her iki şehirde yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Japonya, bu yeni silahla durumun vehametini anlamış ve 10 Ağustosta İsviçre’nin aracılığı ile Amerika’ya başvurup “Japonya İmparatorunun hak ve imtiyazlarına dokunulmamak” şartıyla teslim olacağını bildirmiştir. Amerika bu teklifi kabul ettikten sonra 2 Eylül 1945’te Tokyo koyunda demirli bulunan Amerikan zırhlısı Missouri’de Japonya teslim belgesini imzaladı. Böylece 6 yıldan beri devam eden İkinci Dünyâ Harbi sona erdi.
İkinci Dünyâ Harbi ve Türkiye
Türkiye’nin İkinci Dünyâ Harbindeki durumu; stratejik mevkiinin önemi dolayısıyla gerek Müttefiklerin, gerek Mihver Devletlerin Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için sarf etdikleri gayret ve Türkiye üzerinde yaptıkları baskıların hikâyesinden başka bir şey değildir. Türkiye’nin politikası ise bu faaliyetlere rağmen harbin dışında kalmak ve memleketi harbin yıkıntılarından korumak olmuştur.
Türkiye’nin harbe girmesi için sarf edilen gayretler şu şekilde cereyan etmiştir:
1. 1940 Mayısında Almanya’nın Fransa’ya saldırması ve İtalya’nın da Fransa’ya savaş îlân etmesi üzerine; İngiltere veFransa, 19 Ekim 1939 Ankara İttifakı gereğince Türkiye’nin kendi saflarında savaşa girmesini istedi. Türkiye bunu kabul etmedi.
2. 28 Ekim 1940’ta İtalya’nın Yunanistan’a saldırması sonucu yine aynı ittifak (Türkiye-İngiltere-Fransa) gereğiİngiltere Türkiye’nin harbe girmesini istedi. Türkiye yine harbe girmedi.
3. Almanya’nın 1940 sonu ve 1941 başlarında Balkanlar’da gösterdiği faaliyette İngiltere ve Sovyetler Türkiye’den savaşa katılmasını istedi. Türkiye buna da yanaşmadı.
4. 1941 Martında Türkiye ile Sovyetler arasındaki münâsebetler iyileşmeye başlamıştı. Almanya, 1941 Nisanında, İngilizlere karşı kendisinden yardım isteyen Irak’a asker ve malzemeyi Türkiye üzerinden geçirmek istedi. Buna karşılık Türkiye’ye Batı Trakya ile Ege adalarından toprak teklif etti. Türkiye bunu da kabul etmeyince Almanya, 18 Haziran 1941’de Türkiye ile saldırmazlık antlaşması imzâladı ve 22 Haziranda da Rusya’ya saldırdı.
5. Almanya Rusya’ya saldırdıktan sonra Türkiye’nin Sovyetlerden duyduğu endişeyi istismara başladı. Rusların Boğazlar üzerindeki emellerine karşıBoğazların savunması bakımından önemli olan Ege’deki bâzı Yunan adalarını Türkiye’ye vermeyi teklif etti. Türkiye tarafsızlıktan ayrılmayınca Almanya 1942 yılı sonunda Türkiye’yi kendi yanında harbe sokma çabalarından vazgeçti.
6. 1942 yılının sonunda Türkiye üzerindeki Alman baskısı kalkınca bu defa Müttefikler Türkiyenin kendi saflarında savaşa katılması için çok yönlü gayret sarf etdilerse de Türkiye savaşa katılmayı reddetti.
7. Nihayet Türkiye, 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya harb îlân etti, ancak fiilen harbe girmedi.
Harbin Sonuçları ve Kayıplar
57 devletin birbiriyle 6 yıl süreyle çarpıştığı bu büyük harpte dünyânın toplum, medeniyet ve insanlık açılarından uğradığı kayıplarının tam bir hesabı yapılamaz. Hattâ sâdece harcanan para ve cephedeki kayıpları bile ölçmeye imkân yok gibidir. Ancak hakikate yakın rakamlar üzerinde durulabilir. Müttefik devletlerde en çok kayba Amerika, Britanya Milletler Topluluğu, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa; Mihver Devletlerinde ise Almanya, Japonya ve İtalya uğramışlardır.
Yalnız ölü ve kayıp olarak Müttefiklerden 10.650.000 (en çok Sovyetler 7.500.000), Mihver Devletlerinden de 4.650.000 (en çok Almanya 2.850.000) olmak üzere toplam 15.300.000 can kaybı hesaplanabilmiştir.
Yaralı sayısı ise Müttefiklerde 20 milyona, Mihver Devletlerinde de 8 milyona yaklaşmıştır. Buna Hitlerin toplama kamplarında kaybolan 6 milyona yakın insan da eklenirse İkinci Dünyâ Harbinin bütün çağların en korkunç ve en acımasız bir çatışması olduğu söylenebilir.
Bu harp, birçok milletlerin bağımsızlığını kaybetmesine sebeb olmuştur.
Avrupa kıtasındaki birçok devlet, barışta ve savaşta kendine yeterli “büyük devlet” olma niteliğini kaybetti. Harp süresince birçok yeni silâhlar ve cihazlar bulunup kullanıldı.
İkinci Dünyâ Harbini doğuran başlıca sebepler olan “üstün soy”, “ortak refah bölgesi” ve “yeni Roma” egemenliği altında dünya düzeni kurma gibi görüşlerin boş olduğu anlaşılmakla beraber çok geçmeden dünyânın yeniden ikiye ayrıldığı ve bir “soğuk harp” döneminin başladığı görüldü.
Sonuç
Dünyâ bu harple beraber 20. yüzyılın ilk yarısındaki 25-30 sene içinde iki büyük harp yaşamıştı. Dünyâ târihinde görülmemiş bir şekilde böyle büyük harblere sahne olması dikkat çekicidir. Her harp ve çatışmanın bir zâhiri (görünen), bir de hakîkî sebebi vardır. Bâzı yerli ve yabancı târihçilere göre Birinci ve İkinci Dünyâ Harplerinin gerçek sebebi; 1908’lere kadar dünyâ siyâseti üzerinde ağırlığı hissedilen Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması, o zamana kadar mevcut güç dengesinin birden bozulmasıdır.
Kurulduğu zamandan 1900’lere kadar, dünyâda hatırı sayılır kendine güvenilir tek süper devlet olan Osmanlılar, idâresi altındaki yerlerde sömürge siyâseti gütmediler. Aksine her gittikleri yerlerde bugün bile yarıdan çoğu ayakta olan sayısız halkın istifâde edeceği eserler yaptılar. Ayrıca onlara eziyet etmeyip idârelerinde serbest bırakmaları, Osmanlı Devletine tâbi olanlara esirliklerini unutturmuş, hattâ devlete onların da sâhip çıkmalarına sebeb olmuştur. Böylece diğer devletler Osmanlı tebeası arasına yüzyıllarca nifak sokamadıkları gibi kendi aralarında da haksızlık ve zulmü asgaride tutmaya mecbur olmuşlardı. Bu durum Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar devam etti. Dünyadaki denge unsuru yıkılınca siyâset dengesinde kopan fırtına ve dalgalanma her yerde hissedildi. Birinci, arkasından İkinci Dünyâ Harbi bu siyâsî çalkantıdan doğdu.
Bugünün süper devletlerinin sömürge siyasetleri devam ettiği müddetçe de çalkantı ve krizlerin devam edeceği kabul edilmektedir.
Osmanlı Devletinde Dîvân-ı Hümâyûnun mûtâd toplantılarının dışında vezîriâzamın başkanlığında kurulan dîvân. İkindi namazından sonra toplandığı için bu tâbirle anılır.
Bâbıâlî’de Dîvân-ı Hümâyûn belli günlerde toplanırdı. Sadrâzamlar burada bitirilemeyen veya pâdişâha arza lüzum görülmeyen işleri kendi konaklarında dîvân toplamak sûretiyle hâllederlerdi. Bu dîvânın toplanması, Salı, Perşembe veya başka günlerde olabilirdi. Sadrâzamdan başka hiçbir vezir ikindi dîvânı toplayamazdı. Dîvân başlamadan önce mehter çalınması âdetti. Sadrâzam; dîvâna başkanlık eder, akşama kadar dâvâ dinler, yaptıracağı bir işi derhâl yaptırır veya emrini verirdi. Kendi yapamayacak ise veya pâdişâha bildirilmesi îcâb ediyorsa, Dîvân-ı Hümâyûna arz ederdi. Eğer mesele, dînî bir hükmün öğrenilmesi ve gereğinin ona göre yapılması ise, Kazaskere ve İstanbul Kâdısına havâle ederdi. Onlar da ne yapmak îcâb ettiğini yazıyla bildirirlerdi. Sadrâzam bunu kabul ederse, tasdik ederdi. İkindi dîvânına herkes mürâcaatta bulunabilir, burada Türkçe bilmeyenler için hâzır tercümanlar bekletilirdi.
Sadrâzam, seferde bulunduğu zaman da özel bir merâsim ve duâdan sonra kendi otağında ikindiden sonra dîvân kurulurdu. 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, ikindi dîvânı toplantılarına son verildi.
Alm. Zwilling (e) (m.pl.), Fr. Jumeau (m), jumelle (f), İng. Twins. Aynı doğumda arka arkaya dünyâya gelen iki kardeş; bir defâda iki insan yavrusu doğması olayı. İkiz doğum, insan cinsi için biyolojik bir istisnâ teşkil eder. Yüksek yaradılışlı hayvanlarda basit yapılı olanlara nazaran bir doğumda daha az yavru doğar. En yüksek yaratılmış canlı olan insan genellikle her doğumda bir yavru dünyâya getirir. Her 85 doğumda bir ikiz doğduğu istatistik olarak tesbit edilmiştir.
İkizler iki grup altında incelenir:
1. Gerçek ikizler (Tek yumurta ikizleri):Döllenmeden sonra yumurtanın ikiye bölünmesiyle meydana gelir. Yumurta ilk mitoz bölünmeden sonra ikiye ayrılır. Yumurtanın eş olan herbirinden birbirine tıpatıp benzeyen fertler hâsıl olur.
2. Yalancı ikizler (Çift yumurta ikizleri): İki ayrı erkek cinsiyet hücresinin iki ayrı yumurta ile aynı veya birbirini izleyen zamanlarda döllenmesinden meydana gelir. Bireyler ikiz olmayan kardeşler gibi az çok benzer olabileceği gibi farklı cinsiyette de olabilir.
Gerçek ikizler çoğu zaman tek eşe (plasentaya) bağlıdır, ikisi de aynı su kesesinin içinde bulunur. Yalancı ikizlerin her birinin ayrı bir su kesesi ve ayrı plasentası olur. Doğuran kadın, doğan çocukların gerçek ikiz mi, yalancı ikiz mi olduğunu buradan anlayabilir.
Hakîkî ikizler, ömürleri boyunca bedenî ve zihnî bakımdan büyük bir benzerlik gösterirler. Bu benzerlik ancak içinde yaşadıkları maddî ve mânevî ortamın etkisiyle değişikliğe uğrayabilir. Yalancı ikizler ise, kalıtım kânunlarına uygun olarak birbirinden farklı irsî yapıya sâhiptirler.
Bir kadının ikiz çocuğa gebe olup olmadığı muâyene ile ancak 7 veya 8. aya doğru belli olabilir. İkizlerin doğumu genellikle normal gebelik süresinin bitiminden önce olur. İkiz doğurmada annenin ilk defâ veya daha fazla doğurmuş olmasına göre çeşitli problemler ortaya çıkar. İkizden fazla doğurulan gebelikler de vardır. Üçüz gebelik yaklaşık on binde bir olmasına karşılık dördüz ve beşiz gebelikler çok nâdir görülür.
Gerçek ikizlerde hastalıklara karşı dayanıklılık veya hassaslık bakımından büyük benzerlik vardır. Gerçek ikizlerin en önemli özelliği, birinden ötekine organ nakli yapılabilmesidir. Bu özellikten en çok böbrek nakli ameliyatlarında faydalanılır. İkizlerin genetik yapısı tamâmen aynı olduğu için diğer böbrek nakillerinde ortaya çıkan “vücudun dokuyu reddetmesi” durumu bunlarda olmaz.
Alm. Klima (n), Fr. Climat (m), İng. Climate. Yeryüzünün bir kesiminde veya tamâmında, belli bir zamanda gelişen atmosfer olaylarının (hava şartlarının) istatistikî ortalaması. Alınan ortalama; günlük, aylık, mevsimlik, yıllık veya daha farklı devreleri kapsayabilmektedir. Halk dilinde iklim denilince bir yerin yıllık hava şartları ortalaması anlaşılmaktadır.
Günlük hava şartları ortalaması ele alınınca buna iklim değil, hava durumu denilmektedir. Hatta aylık hava şartları ortalamasına bile iklim denilmemesi uygun olmaktadır. İklim bir bölgenin hava şartlarını çok yüzeyden alır. Çünkü; bir bölgede o bölgenin iklim özelliklerine uygun olmayan, yâni yazılanlara ters düşen hava şartları aylarca hatta yıllarca hüküm sürebilir. Meselâ Türkiye’nin en soğuk, kışları çok uzun ve sert, yazları kısa ve serin olan ili Erzurum’da, kışın hiç kar yağmadığı, hava sıcaklığının 0°C’nin altına düşmediği seneler olmuştur.
Bu sebeple iklim, önce de belirtildiği gibi belli bir dönemdeki hava şartlarının ancak ortalamasıdır. Bölgede hava şartları uzun zaman aynı şekilde ortalamaya paralel seyredeceği gibi tam zıddı da olabilir. Bir yerin iklimi şu karakterdedir denilince, yapılan rasatların ortalaması şu karakterdedir demektir. Fakat genelde ölçülen iklime uygundur.
Bir yerin iklimine tesir eden faktörler şunlardır:
Isı: Isıdan kasıt, güneş ışınlarının sözkonusu bölgeye, dik mi yoksa başka bir açı altında mı tesir ettiğidir. Bunun yanında ayrıca bulutlar da ısıyı etkilerler.
Denizler: Bilindiği gibi deniz kıyısındaki bölgelerde sıcaklık değişmesi fazla olmaz. Bunun sebebi denizlerin karalara nazaran daha geç ısınıp daha geç soğumasıdır. Ayrıca sıcak ve soğuk su akıntıları da iklimi etkiler.
Rakım: Yüksek noktalarda havanın yoğunluğu çok azdır. Havanın yoğunluğunun az olması, güneş ışınlarının burada tutulamaması dolayısıyla sıcaklık düşmesine sebep olur.
Hava akımı: Sıcak ve soğuk havaların yer değiştirmesi de iklimi önemli ölçüde etkiler.
Nemlilik: Havada devamlı bulunan rutûbet yükseklere çıkınca soğur ve yağmur olarak yağar.
İklim bilimi (klimatoloji) alanındaki ilk modern araştırmayı yapan İslâm âlimleri olmuşlardır. El-İdrîsî ilk defa eserlerinde dünyayı yedi iklim bölgesine bölüp saniyesi de dâhil olmak üzere sınırlarını tesbit etmiştir. Bundan sonra Ebü’l-Fidâ bu araştırmaları geliştirerek en uzun ve en kısa günleri açıklamıştır.
Günümüzde bu hususlarda araştırma yapan Demertonne ve W.Kiper iklimleri şöyle sınıflandırmışlardır:
Ekvator iklimi: Çok sıcaktır, bol yağış alır, yıllık sıcaklık farkı yok denecek kadar azdır. Ekvator ve çevresini etkisi altına alır, alçak basınç altındadır.
Kurak iklim: Denizden uzak bölgelerde görülür, devamlı yüksek basınç altındadır. Çok az yağış görülür. Kurak iklim, step ve çöl iklimi olmak üzere ikiye ayrılır.
Yazları yağışlı tropikal iklim: Ekvator iklimi ile kurak iklim arasındaki iklimdir. Sıcaklık, bâzan ekvator iklimini de geçer, fakat sürekli değildir. Savan iklimi de denilmektedir.
Muson iklimi: Muson rüzgârlarının tesiriyle Güneydoğu Asya’da görülen bol yağışlı iklimdir. Yıllık sıcaklık farkı fazla değildir. Alcak basınç tesirindedir.
Kışları yağışlı alt tropikal iklim: Bir diğer adı da Akdeniz iklimidir. En beğenilen iklimdir. 30°-40° paralelleri arasında etkilidir. Yıllık sıcaklık farkı çok değildir. En çok kış aylarında yağış alır. Sıcaklık yaz aylarında daha fazladır.
Ilımlı iklimler: Bunlar ılımlı Okyanus ve ılımlı kara iklimleridir. Okyanus iklimi daha çok deniz kenarlarında etkilidir. Sıcaklık 10°-20° arasında değişir. Ilımlı kara iklimi ise iç bölgelerde görülür ve kışları çok soğuk yazları ise çok sıcak geçer.
Soğuk iklimler: Yılın en sıcak ayı ortalaması 0°C’nin altındadır. Yağmur az olup yazın ve baharda kar erimeleri olur. Bir diğer şekli de kutupaltı iklimine benzeyen daha sert ve kar erimesi az, buz iklimidir.