İÇİŞLERİ BAKANLIĞI

Alm. Innenminsterium (n), Fr. Ministèremde l’Intérieur, İng. Ministry of Home Affairs, Department of Internal Affairs. Yurdun iç güvenlik ve düzenini korumak; il, belediye ve köylerin yönetimini gerçekleştirmek; ülkede bulunan yabancıların gerekli muâmelelerini yerine getirmek için kurulmuş bulunan bakanlık.

Osmanlılar zamânında İçişleri Bakanlığının görevini Sadâret Kethüdâlığı yerine getirmekteydi. Osmanlı idâresinin kendine has özelliği, sancakların, beylerbeyi teşkilâtının merkeze bağlılıkları, âsâyiş ve diğer hizmetlerin yapılmasında kolaylık sağlıyordu. Sadâret Kethüdâlığının kuruluşu ile temeli atılan İçişleri Bakanlığının teşkilât yapısında günümüze gelinceye kadar birçok değişiklikler yapılmıştır. Tanzimat öncesi devlet teşkilâtında yer alan Sadâret Kethüdâlığı makâmı zamanla önem kazanarak Dâhiliye Nezâreti (İçişleri Bakanlığı) olarak düzenlenmesini sağladı.

1835 yılında yeni ordu teşkilâtı yapılırken Sadrâzam Kethüdâlığının ismi Mülkiye Nezâreti olarak değiştirilmiş, Kethüdâ ünvânı da Mülkiye Nâzırına çevrilmiştir. Nâzıra ayrıca müşirlik rütbesi ile vezirlik pâyesi verilmiştir. Ağustos 1837 yılında Mülkiye Nezâretinin ismi genel kurallara uygunluğun temini ve Hâriciye Nezâreti ile denkliğin sağlanması için Dâhiliye Nezâreti, Mülkiye Nâzırının ünvânı da Dâhiliye Nâzırı olarak değiştirilmiştir.

Tanzimâtın îlânından sonra “Eyâlet Teşkilâtı” ve “İltizam Usûlü” kaldırılıp idârî taksimât ve teşkilât sıkı bir “merkeziyetçilik”esasına bağlanmış, 18 Ekim 1859 târihinde Dâhiliye Nezâreti yeni esaslara göre teşkilâtlandırılmıştır. 23 Aralık 1913 târihinde yürürlüğe konulan kânun niteliğindeki nizamnâme ile yeniden teşkilâtlanan Dâhiliye Nezâreti bâzı değişikliklerle 4 Kasım 1922’de İstanbul Hükûmetinin TBMM Hükûmeti tarafından ilgâsına kadar devâm etmiştir.

TBMM Hükûmeti 23 Nisan 1920’de kurulunca hemen arkasından 2 Mayıs 1920 târih ve 2 sayılı “İcrâ Vekilleri Heyetinin Sûret-i Teşekkülü Hakkında Kânun” ile Dâhiliye Nezâreti, Dâhiliye Vekâletine çevrilmiş ve küçük birkaç değişiklikle aynı teşkilât kurulmuştur.

Cumhûriyetin îlânından günümüze kadar bakanlığın kuruluşunda değişiklikler yapılmış son olarak 1982 yılında çıkarılan 8/4334 sayılı Bakanlıkların Yeniden Düzenlenmesi ve Çalışma Esasları Hakkındaki Kararname ile İçişleri Bakanlığı merkez teşkilâtı yeniden düzenlenmiş bulunmaktadır. Aynı sene çıkarılan Bölge İdâresinin Yeniden Düzenlenmesi Kânunu’na göre Bölge Vâlilikleri teşkil edilebilmektedir.

Bölge Vâlisinin görevi: Bölgede kamu hizmetlerinin verim ve uyum içinde yürütülmesine, güvenliğin kamu düzeninin ve genel âsâyişin sağlanmasına, bölgenin kalkınma; plân, program, hedef ve ilkeleri doğrultusunda ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerden geliştirilmesine çalışmakla, bölgede koordinasyon ve işbirliği ve denetleme hizmetlerini yerine getirmektir. Bölge Vâliliği bu görevleri yerine getirebilmek için; Bölge Vâlisi, Genel Sekreterlik, Denetleme Kurulu, Plânlama ve Koordinasyon Müdürlüğü, İç Güvenlik Müdürlüğü, Savunma Müdürlüğü ve Hukuk Müşâvirliğinden meydana gelmektedir.

İçişleri Bakanlığının görevleri yurdun iç güvenliğini, kamu düzenini, kişi hak ve hürriyetlerini korumak; sınır ve karasularımızın güvenliğini sağlamak, kaçakçılığı takip ve önlemek, kamu hizmetlerinin taşrada verimini, etkisini artırmak ve yurttaşların bu hizmetlerden faydalanmalarını sağlamaktır. Bunu yapabilmek için; merkezî idârenin teşkilâtlanacağı mülkî idâre bölümlerini meydana getirmek, Anayasa’ya uygun merkezî idâre ile taşra teşkilâtlarını, mahallî idârelerin kuruluş ve çalışma esaslarını tesbit etmek, nüfus sicillerinin noksansız tutulmasını sağlamak, Sivil Savunması ile ilgili çalışmaları yürütmek İçişleri Bakanlığının belli başlı vazifeleridir.

İçişleri Bakanlığı üzerine düşen görevleri yapabilmesi için merkez teşkilâtında 14 Şubat 1985 târih ve 3152 sayılı kânunla bütün bakanlıklarda bulunması gerekenler dışında şu birimler bulunmaktadır: İller İdâresi Genel Müdürlüğü, Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü, Mahallî İdâreler Genel Müdürlüğü, Sivil SavunmaGenel Müdürlüğü.

Taşra teşkilâtında ise İl Teşkilâtı (Vâli, Vâli Yardımcıları, Hukuk İşleri Müdürlüğü, İl Plânlama ve Koordinasyon Müdürlüğü, İl Nüfus Müdürlüğü, İl Savunma Sekreterliği, İl Sivil Savunma Müdürlüğü, İl Jandarma Alay Komutanlığı, İl Emniyet Müdürlüğü, Yazı İşleri Müdürlüğü); İlçe Teşkilâtı (Kaymakam, İlçe Yazı İşleri Kalemi); Bucak Teşkilâtı (Bucak Müdürü ve bucak kuruluşunda yer alan kalemler, Jandarma Karakol Komutanlığı, varsa Bucak Emniyet Komiserliği) bulunmaktadır.

İçişleri Bakanlığına bağlı kuruluşlar ise; JandarmaGenel Komutanlığı ile Emniyet Genel Müdürlüğü ve Sâhil Güvenlik Komutanlığıdır.

İÇKİ

Alm. Getränk (n), Fr. Boisson (f), İng. Drink. İçilen şey, Halk dilinde içki denilince akla sâdece alkollü içkiler gelir.

Alkollü içkiler de ikiye ayrılır: 1. Damıtılmamış içkiler (şarap, bira, kanyak, vermut vb.); 2. Damıtılmış içkiler (rakı, votka, cin vb.). Alkolsüz içkiler sınıfına ise, kolalı içkiler, gazozlar, meyve suları, mâden suları gibi içecekler girer. İçkilerde bulunan alkol, kimyâdaki alkoller grubunun etilalkol adıyla bilinen ve formülü C2H5OH olan üyesidir. Damıtılmamış içkiler, ham maddeleri olan tânelerin veya meyvelerin mayalandırılmasından elde edilen ürünün ayrıca damıtılmasıyla hazırlanır. Bunların başlıcaları üzüm, incir veya armuttan yapılıp anason, sakız vb. katkı maddeleri konulanlardır. Bunlar % 40,60 alkolü hâvidirler.

Kimyâcılar tarafından yapılan bir başka tasnif daha vardır: Birincisi şaraptır. Pişmemiş üzüm suyu (şıra) havasız fıçılarda durmakla gaz habbeleri ve köpük meydana gelerek mayalanır ve şarab hâline döner. İkincisi tılâdır. Tâze şıra, ateşte ve güneşte ısıtılıp üçte ikisinden azı uçarsa (üçte birinden çok kalırsa), bu kalana “tılâ” denir. Tılâ, gaz çıkararak kabarıp, tadı keskin olunca sarhoş eder. Üçüncüsü sekerdir. Hurmanın maserasyonu, yâni su içinde ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa “seker” denir. Dördüncüsü, kuru üzüm nakîidir. Kuru üzüm soğuk suda bırakılınca, şekeri suya geçer. Bu suya kuru üzüm nakî denir. Bu, gaz peydâ ederek, köpüklenir ve tadı keskin olursa, alkollü içkilerden sayılır. Hubûbattan elde edilen rakıya, İngilizler “viski”, Ruslar “votka” derler. Bunlar, yüzde elli altmış alkolü hâvidirler.

İçkilerdeki etilalkol herhangi bir sindirim işlemine uğramadan, küçük bir bölümü mîdeden, geriye kalan kısmı da ince barsaklardan doğrudan doğruya kana geçer. Karaciğere varınca orada, tesir bakımından etilalkolden daha zehirli olan asetaldehide dönüşür ve vücudun dokularına taşınır ve oralarda parçalanarak asetik asit hâlini alır. Bu da sonunda karbondioksit ve su hâlinde ayrışır. (Bkz. Alkol)

Vücutta, alkolden en çok zarar gören bölüm beyindir. İçki, beynin çeşitli kısımlarının çalışmalarını yavaşlatan bir çökertme tesiri yapar. Kandaki alkol yoğunluğu kanın her litresinde yarım gram ve daha fazla olduğu zaman, beynin, tedbirleri kontrol eden kesimini çökertir. Böylece sarhoşluk belirtileri başlar. Litrede bir grama eriştiği zaman, beynin, hareketleri kontrol eden kesimini çökertir. Litrede iki gram ve daha fazla olunca orta beynin kontrolü bozulur. Alkol yoğunluğu litrede 6-7 gram hattâ alışkın olmayanlarda litrede dört gramı bulduğunda kalbin atışını ve solunumu idâre eden merkezler felce uğrar ve insan ölür.

İçki hakkında, Kurân-ı kerîm’de Mâide sûresi 90 ve 91. âyetlerinde meâlen şöyle buyrulmaktadır:

Ey îmân edenler! Şarap (içki) içmek, kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, (câhillik devrinde kullanılan) fal okları hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakınınız ki, kurtulasınız.

Muhakkak şeytan, içkide ve kumarda, aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık böyle olunca, siz bunlardan sakınmaz mısınız?

Hadîs-i şerîflerde de buyruldu ki:

Çok içildiği zaman sarhoş eden şeyin, az içilmesi de haramdır.

Şarap içmek, büyük günahların en büyüğüdür. Bütün kötülüklerin anasıdır, başıdır.

Şarapta devâ, ilaç hâssası yoktur. Hastalık yapar.

Sarhoş eden her içki şaraptır ve hepsi haramdır.

İÇOĞLANI

Saray hizmetine alınıp devlet hizmetleri için yetiştirilen devşirmelere verilen ad. Osmanlı İmparatorluğunda ilk defa içoğlanı yetiştirilmesine Yıldırım Bâyezîd döneminde (1389-1402) başlandı. Fâtih Sultan Mehmed devrinde (1451-1481) ise içoğlan yetiştirilmesi usulü belirli bir sisteme kavuşturuldu. Buna göre İstanbul’a getirilen devşirmeler Arz odasında tek tek pâdişâha gösterilir, içlerinden zeki, becerikli ve yakışıklı olanlar içoğlanı adayı olarak İskender Çelebi, Edirne, İbrâhim Paşa ve Galata saraylarındaki Enderun mekteplerine ayrılırlardı.

Bunlardan başka Bosna’dan devşirilen ve potur oğlanları denilen Müslüman Boşnak çocukları da saray için alınırlardı. Ortalama 400 kişiden meydana gelen içoğlanı adayları dört ayrı koğuşta altı yıllık bir eğitim ve terbiyeye tâbi tutulurlardı. Buna göre birinci koğuşta dil ve gramer, İslâmi edeb ve terbiye; ikinci koğuşta askerî eğitim, binicilik, ok atmak, mızrak kullanmak, cirit vs. oynamak; üçüncü koğuşta hizmet ve sanat dersleri, yalnızca 40 kişinin alındığı dördüncü koğuşta ise, pâdişâhın özel hizmetleriyle ilgili olarak kâtiplik, kahyalık, berberlik, terzilik gibi meslekleri öğrenirlerdi.

Edirne, Galata ve İbrahim Paşa saraylarında tahsil ve terbiye gördükten sonra kâbiliyet gösterenler çıkmalarda ya asker olarak kapıkulu süvari ocaklarına geçerler, yâhud Yeni Saray’daki (Topkapı Sarayı) Enderûn-ı hümâyûna alınırlardı.

İçoğlanların oda denilen koğuşları muntazamdı. Yiyecekleri boldu. Her oda efradının isim ve künyesiyle yevmiyeleri miktarını gösteren maaş defterleri vardı. Maaşları diğer ulûfeler gibi üç ayda bir verilirdi. Elbise, ayakkabı vs. ihtiyaçları hep saray tarafından temin edilirdi. Pek sıkı bir inzibat ve kontrol altında yetiştirilen bu çocuklar, tam bir itâat ve terbiyeye sâhiptiler. Bâzı yabancı târihçiler “içoğlanı” tâbirine bakarak bunların uygun olmayan işlerde kullanıldıklarını yazmışlardır. İslâm veOsmanlı düşmanı bâzı romancılar da bu yanlış bilgilere hayal mahsullerini de katarak pâdişâhlara çirkin iftiralarda bulunmaktadırlar. Oysa burada oğlan tâbiri, delikanlı yâhut ona yakın erkek demek olup bunların yetişmelerinin İslâmiyete uygunluğu ve hangi hizmetlerde kullanıldıkları teşkilâtlarında açık olarak görülmektedir. Nitekim içoğlanları içinden 16. ve 17. yüzyıllarda büyük sanatkarlar ve devlet adamları yetişti. Enderûn-ı hümâyûndaki eski görevlerin yerini modern müesseselerin alması ve devşirme sisteminin bozulması sebebiyle önemini kaybeden içoğlanı uygulaması 1833’te ortadan kalktı.

İDÂDÎ

Osmanlı Devleti eğitim sisteminde orta tahsili veren mektep. Sultanîlere ve meslek yüksek okullarına öğrenci yetiştirmek gâyesiyle kuruldu.

İlk olarak 1838’de açılmaya başlanan rüştiyelere öğrenci yetiştirecek sıbyan okullarına hazırlık sınıfı mânâsına idâdî denildi. Daha sonra Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Harbiye gibi yüksek askerî okulların hazırlık sınıflarına da askerî idâdî adı verildi. 1869’da çıkarılan Maârif Nizâmnâmesinde de bu ad altında okullar açılması isteniyordu. Buna göre idâdîlerin öğretim süresi, rüştiye sınıfları ile birlikte yedi yıldı. İdâdîler yaygınlaştırılarak her vilâyete birer tâne açıldı. Sancaklarda ise idâdîlerin öğretim süresi beş yıldı. Vilâyet merkezlerindeki idâdîler, İkinci meşrûtiyet döneminde sultânîye dönüştürüldü. 1923’ten sonra ise ortaokul ve lise adı altında faaliyetlerini sürdürdüler.

ÎDÂM

Alm. Todesstrafe (f), Fr. peine (f) de mort, pine (f) capitale, châtiment (m) supréme, İng. capital punishment, (execution). Kişi hayatını sona erdiren ölüm cezâsı. Bir kimseyi kânun gereğince öldürme. Lügatte “yok etmek ve ölüm cezâsı” mânâlarına gelir.

İdâm, kânun gereği ölüm cezalarına çarptırılanlara uygulanan infaz işlemidir. Târihin çeşitli devirlerinde insanların inançlarına ve geleneklerine göre idâm usûlleri değişik uygulanmıştır. İlâhî dinlere inanmayan kavimlerde bu, vahşet derecesine varacak şekilde tatbik sâhası bulmuştur. Diri diri yakmalar, diriyken derisini yüzmeler, kızgın yağa atmalar, kazığa gerilmeler, hayvan arkasından sürüklenerek parçalamalar, taş altında ezmeler ve daha akla gelmeyecek işkencelerle öldürülmeler idamın tatbik şekli olmuştur. Zamanımızda en çok uygulanan idâm usûlleri ise; iple asma, elektrikli sandalyeye oturtma, gaz odalarında gaz ile boğma ve kurşuna dizme şeklindedir.

Memleketimizde ise T.C. Kânunu’nun suç saydığı yaklaşık 50 civârındaki fiillerden dolayı bu cezâ verilmekte ve yerine getirilmektedir. Bunun dışında, Askerî Cezâ Kânunu’nda da idâmı gerektiren bâzı suçlar vardır. Türk Ceza Kânunu, îdâmı; “Buna mahkûm olan kimsenin asılması sûretiyle izalesi (ortadan kaldırılması)dir.” diyerek târif etmiştir. Askerî Ceza Kânunu’na göre, bâzı durumlarda kurşuna dizilmek sûretiyle de infâz edilmektedir. İdâm cezâsının infâzı, Yargıtay Yüksek Makamının kararının kesinleşmesinden sonra, TBMM’nin bu karar hükmünü bir kânunla kabul etmesine bağlıdır. İdâm cezâsı, mahkûmun mensûb olduğu dîninin husûsî günlerinde, meselâ bayram, cumâ, kandil gecelerinde infâz edilmez. Mahkûmun beden hastalığı idâmın infâzına engel değildir. Yalnız akıl hastaları hakkındaki idâm cezâsı, hasta iyileşinceye kadar infâz edilmez. Ayrıca hâmile kadınlar da, doğum yapana kadar idâm edilmezler. İdâm edilen kimsenin cesedi, isterlerse âilelerine teslim edilir. Fakat merâsim yapamazlar.

İdâm cezâsının cinâyet suçlarından dolayı verilip verilmemesi hususunda lehinde ve aleyhinde öne sürülen fikirler hep tartışma konusu olmuştur. Lehinde olanlar, suç işleyenin diğerlerine ibret olduğu ve bir daha suç işlemesine imkân verilmediği, hayat boyu hapsetmektense, öldürmenin daha insânî olduğu fikrini savunmuşlardır. Karşısında olanlar ise, herkese ibret olmadığı, bâzı adlî hatâlarla suçsuzların idâm edilebileceği, idâm cezâsı alanlarla almayan ülkelerde suç oranında bir değişme olmadığı, öldürmenin insânî olmadığı görüşünü ileri sürmektedirler. Günümüzde idâm cezası, başta Avrupa devletleri olmak üzere pekçok ülke tarafından uygulanmamaktadır. Ayrıca idâm cezâlarının uygulandığı ülkelerde uygulanmayan ülkelere göre, suç işlemelerde önemli azalmalar görülmektedir.

İDDET

Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak, yâni boşama sebebiyle evliliği sona eren kadının, başkasıyla yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman. İddet bekleme bakımından kadınlar beş çeşittir:

1. Hâmile olup, kocası vefât eden kadının iddeti, çocuğu olunca biter.

Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki: “...Hâmile kadınların iddetleri ise çocuklarını doğurmaları ile son bulur...” (Talak sûresi: 4)

2. Hâmile olmayıp kocası ölen kadının iddeti dört ay on gündür.

Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki: “Sizden vefât edenlerin geride bıraktıkları zevceler (hanımlar) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler (beklesinler).” (Bakara sûresi: 234)

3. Hâmile olup, boşanan kadının iddeti, çocuğu olunca tamam olur. Kocası ölen hâmile kadının durumu gibidir.

4. Kadın hayz (âdet) gören kadınlardan olup, hâmile olmadığı hâlde kocasının boşadığı kadının iddeti, ilk temizlik başından üçüncü hayzın sonuna kadardır.

Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki: “Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç âdet müddeti beklerler ve Allah’ın rahimlerine yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl olmaz.” (Bakara sûresi: 228)

5. Hayzdan kesilen (âdet görmeyen) ve boşanmış kadının iddet zamânı boşanma târihinden îtibâren üç aydır.

Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki: “Kadınlarınızdan (yaşlılık dolayısı ile) hayzdan (âdetten) kesilmiş olanlarla henüz hayz görmemiş bulunanların iddeti hakkında şüphe ederseniz, onların iddeti üç aydır...”(Talâk sûresi: 4)

Talak (boşama) iddeti zamânında kadına nafaka verilir. İddet zamânı bitince nafakası kesilir.

İddet bekleyen kadınla iddeti bitinceye kadar evlenilmez.

İDEAL GAZ DENKLEMİ

(Bkz. Gaz)

İDEALİZM

Felsefede, bilginin temeli olarak düşünceyi ele alan, insan düşüncesinin ilme temel olduğu görüşünü savunan düşünce sistemi. İdealizm; felsefik ekollerden realizmin (gerçekçiliğin) ve materyalizmin (maddeciliğin) zıddıdır. İdeal kelimesinin Türkçe karşılığı ülküdür. İdealizm, felsefik akım olarak Türkçeye ülkücülük şeklinde tercüme edilmiştir.

İdealist sözü, 17. yüzyılda Leibniz tarafından ortaya atılmış ve maddeciliğin zıddı anlamında kullanılarak felsefe diline girmiştir. İdealizm, Aristoteles, Platon gibi eski filozofların ortaya attığı felsefî bir görüştür. Bu filozoflar, eşyanın biçiminde özlerini görmek istiyorlardı.

On sekizinci yüzyılda ise Perkeley kendi felsefesini açıklarken, “gayrimaddîlik” kelimesini felsefesinin görüşü olarak ortaya atmış ve müdâfaa etmiştir.

Kant da, eşyânın mekân içinde, bizim dışımızda var olduğunu kabul eden görüşü ortaya atmış ve buna kendi deyimiyle “amprik idealizm” adını vermiştir.

Materyalist ve realistlerin maddeyi felsefelerine temel yapmalarına karşılık, idealist filozoflar düşünceyi esas kabul etmişlerdir. Bilgi, hayat, olaylar vs. hakkındaki îzahları da buna göre şekillenmiş ve bilhassa materyalizmle çatışmıştır. İdealistler, maddeyi reddetmemekle beraber, maddeyi aşmak gerektiğini belirterek, madde dışı bilgi, duygu, seziş ve anlayışlara yönelmişlerdir. Bu bakımdan materyalistlere nazaran müşahhastan mücerrede doğru bir tekâmül içinde görünürler. Ancak, vardıkları yer “düşünce” ve bunun üzerine kurulmuş idealler olarak kaldığından cihanşümûl ve her zaman için geçerli mutlak doğrulara ulaşamamışlardır. Başka felsefe ekolleri tarafından tenkit edildikleri gibi İslâm âlimlerinin kitaplarında da yanlışları ve düştükleri hataları gösterilmiştir. Bâzı idealist filozofların dinler hakkında takındıkları müsbet tavır ve sarfettikleri övücü sözler, dinleri reddeden inkârcı filozoflara birer cevap olarak değerlendirilmiştir. Bunlar, son iki yüzyılda ateist (dinsiz) felsefe ve ideolojilerin hücumları karşısında iyice îtibârdan düşen muharref (bozulmuş) İncil ve çeşitli bâtıl düşüncelerden hareket eden kiliseye ve Hıristiyan papazlarına yardımcı olmuş kabul edilmekle beraber, İslâm dünyasında îtibâr görmemiş ve ciddî bir akis uyandırmamışlardır. İdealist filozoflar da dinler hakkındaki müsbet düşüncelerine rağmen bir din adamı değil, felsefecidirler. Vahyi ve peygamberlerin bildirdiklerini bırakmışlar, yalnız başına akla sarılmışlardır.

İdealizm; maddeciliğin aksine, düşünceye ve ahlâka çok değer veren bir görüştür. Bu bakımdan ahlâk kuralları, idealizm için biçilmiş kaftandır, yâni çok kıymetlidir. İdealizm ahlâkla birleşince “ahlâkî idealizm” meydana gelir. Ahlâkî idealizm, tabiatta, içtimâî hayatta görülen aksaklıkları düzeltmek üzere düşüncenin, duygunun gücüne inanır. Bu görüşü savunur. Estetikte idealizm, sanatta duygu ve düşüncenin hâkim kılınmasını, buna dayalı olarak sanat eserleri meydana getirilmesi görüşünü savunur. Bu bakımdan gerçekçiliğin zıddı olarak kabul edilmiştir. İdealist filozofların meşhurları; Kant, Fichte, Schelling ve Descartes’tir.

İDEOLOJİ

Alm. İdeologie, weltanschauung (f), Fr. idéologie (f), İng. İdeology. Tasavvurlar, fikirler sistemi. Bir toplumun yapısını ve işleyişini içine alan kısaca siyâsî veya içtimâî (sosyal) bir doktrin meydana getiren görüş ve düşünce sistemi. Belli bir siyâsetle pratik bir hareket programını içine alan düşünce ve inanç sistemi, diye de târif edilir.

İdeoloji, kitleleri toplayıp onlara bir hırs, bir değer aşılamaya, bir takım sloganları doğru diye zihinlerde yerleştirmeye, baskı gruplarının menfaatlerini gizlemeye, gelecekteki tereddütleri kaldırmaya, değerleri ve onlara ulaştıracak vâsıtaları tâyine yarar. Fakat tâyin edilen bu hedeflerden ne gibi neticelerin doğacağı meçhuldür. Esâret altında maddî ve mânevî yönden sömürülen milletlerin kendi millî değerlerini sistemleştirmeleri, bir doktrin hâline getirmeleri ve bunu hâkim kılmak için çalışmaları bir ideolojidir. Dîni, mülkiyet hakkını ortadan kaldırarak insanlar arasındaki dengesizliği düzelteceğini iddia eden komünizm, kişinin mülk edinme isteğini serbest bırakarak, iktisâdî gücün belli ellerde toplanmasını temine çalışan kapitalizm, liberalizm de birer ideolojidir.

İdeal ile ideolojiyi iyi ayırmak lâzımdır. İdeal yâni mefkûre dâimâ olgulara bağlı kalan hamle gücünü ondan alan ve geleceğe doğru mevcud durumu dâimâ aşan bir inanış, bir hamle ve bir hayat tarzıdır. Türklerin “Kızılelma” mefkûresi böyledir. İdeoloji vâsıtalarını keyfî ve şahsî olarak seçer. Çoğu zaman bu vâsıtalar gayri meşru ve gayri ahlâkîdir. Bu yüzden ideoloji, çoğu halde hakikatin yerine konmak istenen sakat anlayıştır, bir azgın heves ve iştiyaktır (arzudur). İdeoloji, olguların tetkikinden çıkarılsa bile ütopik (hayalî) bir proje olmak durumundadır. Bu da insan irâdesinin putlaştırılmasından ibârettir. İdeolojiler tahrikçi siyâsetçiler ve yazarlarca, halkı tahrik eden sloganlarla belirli sınıf ve zümreler üzerinde tesirli olmak suretiyle iktidâra gelmek veya memleketi istilâ etmek için hazırlanır. İdeal ise insanların hepsini kucaklar ve hepsine hitâb eder. Türklerin Kızılelması, Türk milletinin hepsine hitâb ederken, bir ideoloji olan komünizm, sâdece işçi sınıfının hâkimiyetini tanır.

Din ile ideoloji de birbirinden farklıdır. Hak dinlerin kaynağı ilâhîdir, yâni Allah tarafından gönderilmiştir. İdeolojilerin kaynağı ise Allahü teâlânın yarattığı insandır. Din bir inanç ve hukuk sistemi olup, kesindir. Zamana, şartlara, insanlara göre değişmez. İdeoloji ise daha ziyâde fikir sistemi olup, insanlara ve zamâna göre değişiklik arz eder. Bu bakımdan dînin devamlılığı yanında ideoloji belli bir zaman için geçerli olur.

İdeolojiler, ilim değildirler. Zîrâ ilim küllî bir hakîkata ulaşır. Bu hakîkat; siyâsî rejimler, devlet şekilleri, milletler ve zümreler ne olursa olsun, dâimâ kalıcı ve geçerlidir. İdeolojiler ise dâimâ değişir ve şekil değiştirirler. Onlar yaşanmışa ve târihe bağlıdırlar. İdeolojilerin karakteri insanların zihinlerini yiyip bitirmesi, onları düşünemez, imâl-ı fikir edemez (fikir üretemez) hâle getirmesidir.

İDİ AMİN

Uganda’nın eski devlet başkanı. Uganda’nın yerli bir Müslüman kabîlesine mensuptur. 1 Ocak 1928’de doğmuştur. Uganda halkı tarafından çok sevilir, “Dada” (baba) ismi ile anılırdı. Uganda’dan ayrıldıktan sonra Suudi Arabistan’da yaşamaya başlamıştır.

İdi Amin, 21 yaşında askerlik hayâtına atılarak önce çavuş, bilâhare subay olarak kısa zamanda ilerledi. 1967’de general oldu. 1964-1971 seneleri arasında ordu komutanlığı ve genelkurmay başkanlığı görevini yaptı.

Uganda 1962’de bağımsız olunca Uganda’nın 36. kralı Sir Edward Mutesa-II Devlet Başkanı oldu ve hükûmeti eski bir öğretmen olan Dr. Milton Obote kurdu. Bilâhare darbe ile Dr. Milton Obote Devlet Başkanlığına geçti. O sırada İdi Amin albaydı. 25 Ocak 1971’de Uganda ordusu Dr. Milton Obote’yi devirdi ve orduda çok sevilen İdi Amin’i zorla devlet başkanlığına getirdi. Dr. Milton Obote zamanında İsrâilli askerî uzmanlar Uganda ordusunun eğitim ve kontrolünü ele almışlardı. İsrâilli öğretmenler de Uganda eğitimini idâre ediyorlardı. Çok az bir Yahûdî azınlığı, 90.000 İngiliz ve İngilizlerin Hindistan’dan getirdiği 50.000 Hindu, Uganda’nın bütün askerî, kültürel ve ekonomik imkânlarını ellerinde tutuyordu.

İdi Amin devlet başkanı olunca, ilk icrââtı Yahûdîleri, İngiliz ve Hinduları Uganda’dan kovarak ticâret ve ekonomiyi Ugandalılar eline bırakmak oldu. Ayrıca Uganda’da İslâmiyete geçenlerin sayısı hızla artmaya başladı. Afrika’nın incisi denilen Uganda’da Hıristiyanların ve Putperest anemistlerin bir çığ gibi Müslüman oluşu Hıristiyan Batı, siyonizm ve komünizm emperyalizmini aşırı derecede tedirgin etti. İdi Amin’i öldürmek için düzenlenen 26 sûikast netîcesiz kalınca, Tanzanya’nın Hıristiyan Devlet Başkanı vâsıtasıyla teşebbüse geçildi.

1971 yılından başlayarak komşusu Tanzanya ile aralarındaki ilişkiler gerginleşti. 1976’da İngiltere, Uganda ile diplomatik bağlarını kopardı. Kasım 1978’de Tanzanya birlikleri Uganda’ya girip 11 Nisan 1979’da Kampala’yı ele geçirdiler. İdi Amin Dada, kendisine bağlı birliklerle ülkenin kuzeyine çekildi. Daha sonra Libya’ya sığındı. Buradan Suudi Arabistan’a geçti. Bugün bu ülkede yaşamaktadır.

İdi Amin’e bağlı gerillalar hâlen Uganda’da mücâdele etmektedir. Siyâsî oyunlarla iktidar olan Dr. Milton Obote, Uganda’da yüz bine yakın Müslümanı çocuk, ihtiyar, kadın demeden katletmiştir.

İdi Amin’in Yahûdî, İngiliz ve komünistler aleyhinde yaptığı icrâatından dolayı basında çok sayıda ve iğrenç iftirâlar yer aldı. Halbuki İdi Amin cesûr, memleketini düşünen ve dindar kişiliğiyle halkı tarafından sevilen bir liderdi.

İDİL BULGAR DEVLETİ

İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği alanda kurulan bir Türk devleti. Bir kısım araştırmacılar ilk Müslüman-Türk devletinin İdil Bulgar Hanlığı olduğunu kabul ederler. “Karışık” mânâsına gelen Bulgar kelimesi, Hun Türklerinin idâresinde yaşayan ve Hunların yıkılışından sonra dağılan Türk boylarından Kutripur ve Utrgurların karışımından meydana gelen Bulgarlara isim oldu. Önceleri Göktürk Hânlığının idâresinde yaşayan Bulgarlar, 630’da bu devletin fetreti üzerine Büyük Bulgarya devletini kurdular. Ancak bu devlet kısa bir süre sonra komşu Hazar Hâkanlığı tarafından ortadan kaldırıldı. Bunun üzerine Asparuh idâresindeki Bulgarlar, Tuna’ya doğru yönelerek Balkanlara girip 670’li senelerde Tuna Bulgar Devletini kurdular. Tuna Bulgarları bir süre sonra Slavlarla karıştılar ve 864 senesinde, Boris Hanın Ortodoksluğu resmen kabulüyle de Hıristiyan oldular. Bugünkü Balkanlarda yaşayan Bulgarlar bunların soyundandır.

Bulgarların bir kısmı ise, İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği sâhaya yerleşmişlerdi. İdil Bulgarları burada bölgenin yerli halkı Fin-Ugarları ve öteki Türk topluluklarını da idâreleri altına alarak bir devlet kurdular. Bu devletin ilk devirleri hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi yoktur. Bulgar tüccarlarının Harezm’de ve Sâmânî ülkesinde Müslüman tüccarlarla temasları, Harezmlilerin de onların ülkelerine gitmeleri netîcesinde, ülke topraklarında İslâm dîni ve kültürü yayılmaya başladı. 900’lü senelerde Bulgarlar arasında İslâmiyeti kabûl edenlerin sayısı çoğunluktaydı. Sultan Şekkey’in oğlu İlteber Almış’ın başa geçtikten sonra, gördüğü bir rüyâ üzerine İslâmiyeti kabul etmesiyle İdil Bulgar Devletinin resmî dîni İslâmiyet oldu. Almış Han 920’de Abbâsî halifesine din âlimi ve mîmârlar göndermesi için ricâda bulundu. İsmini de Emir Ca’fer bin Abdullah olarak değiştirdi. Bu hey’et 922 senesinde Bulgar ülkesine ulaştı ve o andan îtibâren Bulgar Devleti, Abbâsî halîfelerine bağlı bir Müslüman ülkesi, Bulgarlar ise, Doğu Avrupa’da Türk-İslâm kültürünün ilk temsilcisi durumuna gelmişlerdi. Sikkelerden anlaşıldığına göre, Ca’fer’den sonra yerine oğlu Mikâil geçti. Ona da Tâlib binAhmed, Mü’min bin Ahmed ve Mü’min bin el-Hasan halef oldular.

Bulgarlar, Hazar Hâkanlığının 965 senesinde yıkılmasına kadar, bu devlete tâbiydi ve Hazarlara vergi veriyordu. Bu devletin yıkılmasından sonra müstakil bir devlet durumuna geldiler. 985 senesinde Rus Kiev Prensliği, Bulgar topraklarını işgâl ettiyse de bir süre sonra geri çekildi. Daha sonra Bulgarlar ve Ruslar arasında münâsebetler gelişti ve 1006 senesinde iki devlet arasında bir ticâret anlaşması yapıldı. Fakat 11. asrın sonlarına doğru kuzeydeki kürk ticâreti yüzünden iki devlet arasında bitmeyen savaşlar başladı. Bu savaşlar 13. asra veMoğolların ortaya çıkışına kadar devâm etti. Moğollar, Kalka Nehri kıyısında Rusları yendikten sonra (1224) doğuya dönerken, Bulgarların tuzağına düşerek ağır kayıplar verdiler. Bunun intikâmını almak isteyen Batu Han, ordusuyla Bulgarlar üzerine yürüdü. Moğol ordusu 1236’da Bulgar topraklarına girdi, köyleri ve şehirleri yıktığı gibi 50.000 nüfûslu başşehirlerini de darmadağın etti.

Batu Hânın, Deşt-i Kıpçak bölgesinde kurduğu Altınordu Devleti zamânında Bulgarlar, bir dereceye kadar bağımsızlıklarını muhâfaza ettiler. Bu arada başşehirleri olan Bulgar şehri kısa zamanda eski hâline kavuşturuldu. Bulgarlar, zaman zaman Altınordu Devletine baş kaldırıyorlardı. Altınordu Hânı Pulat Tîmûr 1361 senesinde Bulgarları cezâlandırmak için ülke topraklarına girip çeşitli tahribatlar yaparak geri çekildi. Tîmûr Hanın, 1391 ve 1395 yıllarında Altınordu Devletine karşı yaptığı seferlerden Bulgarlar da etkilendi. İdil Bulgarları, 1399’da Ruslarla yaptıkları savaşı kaybedince, dağıldılar. Halkın büyük kısmı Kama Nehrinin kuzeyindeki Kazan Nehri boyunca göç ederek buralara yerleştiler ve bölgeyi tamâmiyle Türkleştirdiler. 1437 senesinde kurulan Kazan Hanlığının esas nüfûsunu Bulgar-Kıpçak karışımı Müslüman halk meydana getirmekteydi. Bugün de bu Müslüman Bulgarlar “Kazan Türkleri” veya “Şimâl Türkleri” diye anılmaktadır.

Bulgarlar, 10. asrın başlarında diğer Türk kabîleleri gibi göçebe olarak yaşıyorlardı. Kısa bir zaman içinde yerleşik hayâta geçerek, zirâatla uğraşmaya başladılar ve aynı asrın sonlarında usta birer çiftçi oldular. Başlıca tarım ürünleri; ak darı, buğday ve arpa idi. Bunun yanında Orta İdil sâhası, ulaşım bakımından kuzey bölgelerini Orta Asya’ya bağlayan büyük kervan yolları üzerindeydi. Bu durum, İdil Bulgarlarının büyük ölçüde, ticâret ile uğraşmalarına imkân sağladı. Devletin başşehri olan Bulgar şehri, Doğu Avrupa’nın en önemli ticâret merkezi hâline geldi. Bulgar Türkleri kuyumculukta da ileri idiler. Bu sanattaki ustalıkları İsveç’e kadar bütün batı Slavları sâhasında tesirini göstermiştir.

İDRAR

Alm. Urin, Harn (m), Fr. urine (f), İng. Urine. Böbrekler tarafından meydana getirilen ve vücuttan atılması îcâb eden, kan zehirlerini, yâni metabolizma artıklarını taşıyan özel bir sıvı. Böbreklerde idrar meydana getirmekle görevli en küçük birime “nefron” ismi verilir. Her böbrekte yaklaşık olarak bir milyon nefron bulunur. Her dakikada kalbin pompaladığı yaklaşık 5 litre kanın 1/4’ü böbreklere gider. Böbreklere gelen bu kanın hacim olarak yaklaşık % 1’i idrar olarak atılır. Normal bir insanın çıkardığı idrar miktarı günde 1,5 litre kadardır. Yine normal bir insan günde 5-6 defâ idrar yapma ihtiyacı duyar.

İdrarı meydana getiren maddelerin çoğu çeşitli yapım-yıkım (metabolizma) hâdiseleri sırasında meydana gelen ve yenilenlerden husûle gelen maddelerdir. İdrarın ortalama % 96’sı sudur. Geri kalan kısmını ise çeşitli organik ve inorganik artıkları teşkil eder. Bunların arasında en mühimi protein metabolizması artığı olan “üre”dir. Azotlu besinlerin, özellikle proteinlerin vücutta yanmasından meydana gelen son ürün olan üre, idrarın içinde “amonyum karbonat” hâline geçer ve idrara amonyak kokusunu verir. İdrarda ayrıca ürik asit, keratin, kreatinin, çok az miktarda küçük moleküllü proteinler, glikoz, sodyum, potasyum, klor, bikarbonat gibi maddeler de yer alır.

İdrar vücûdumuzun dışarı attığı en mühim sıvıdır. Bu sâyede, vücut sıvılarındaki çeşitli maddelerin dengesi sağlandığı gibi vücutta durması zararlı olan artıkların uzaklaştırılması da sağlanır. Metabolizma artıkları, zararlı ve zehirli maddeler, ilâçlar, miktarı artan maddeler dışarı atılır. İdrar vâsıtasıyla vücuttaki su-elektrolit dengesi, asit-baz dengesi ayarlanır.

Böbreklerde yapılan idrar, üreterler (idrar boruları) vâsıtasıyla mesâne (sidik torbası)ye taşınır. İlk idrar yapma hissi, mesânedeki idrar miktarı 150 cm3 olduğu zaman duyulur ve en belirgin dolgunluk hissi 400 cm3 e ulaşınca ortaya çıkar. Bu durumda kişi kendi isteği ile idrar yapma hâdisesini başlatır. Erişkinlerde mesâne dış büzücü adalesinin (sfinkterinin) kasılmış durumda tutulabilmesi idrar yapacak uygun bir zamâna kadar işemenin geciktirilmesine imkân verir. Bu dış büzücü kas beynin etkisi altındadır, yâni açılıp büzülmesi şuurlu olarak yapılır. Beyindeki idrar yapma merkezine “miksiyon merkezi” denir. İdrar yapma refleksi sâyesinde istek dâhilinde başlatılan idrar yapma olayı refleks olarak devâm eder. Karın kaslarının istemli kasılması karın içi basıncını arttırarak idrarın atılmasına yardım eder. Çocuklarda işeme üzerinde beynin kontrolu gelişmediği için bunlar belirli bir yaşa kadar idrarlarını tutamazlar. Mesâne ile ilgili olup, idrar yapmayı kontrol eden sinirlerde herhangi bir kesilme veya harâbiyete yol açan hastalıklarda kişi idrarını tutamaz. Bu durum en çok bir kazâ sonucu belden aşağı felç olan kişilerde ortaya çıkar.

Normal idrarın rengi sarıdır. Kendine has bir kokusu vardır, berraktır. Reaksiyon olarak asittir. Yoğunluğu ortalama 1015-1025 arasında değişir.

İdrar tahlili böbreğin durumu hakkında önemli bilgiler verdiği gibi dâhilî bâzı hastalıkların teşhisinde önemli rol oynar. İdrar miktarının günde 400 cc’nin altına düşmesi veya 2500 cc’nin üstüne çıkması fazla sayıda idrara çıkmak birer hastalık alâmetidir. Bunun gibi gece idrara kalkmak, bulanık idrar, idrarın fenâ kokması, bazik reaksiyon vermesi, bariz olarak protein, glikoz, bilirubin mevcudiyeti, fosfatların idrara çıkması, normalin üzerinde kırmızı küre veya beyaz küre bulunması değişik hastalıkların habercileridir.

İdrar Yolu Enfeksiyonları

İdrarın dışarıya atılıncaya kadar geçtiği yolların iltihabı. İdrar yollarında enfeksiyon olduğunda mikrop bulunduğu hâlde hasta rahatsız olmayabileceği gibi şiddetli belirtilere de sebep olabilmektedir. Teşhis konduktan sonra kontrollere gidilmelidir; çünkü bu hastalıkta tekrarlanmalar çok görülür. İdrar yolu enfeksiyonları mütehassıs olmayan hekimlerin idâresinde, özel ürolojik tatbikatlara ve cerrahî uygulamalara gerek olmadan tâkip edilebilirler.

İdrar yollarının akut (had) enfeksiyonları; alt idrar yolları enfeksiyonları (üretrit sistit, prostatit) ve üst idrar yolu enfeksiyonları (akut piyelonefrit) olarak ikiye ayrılırlar. Piyelonefritte böbrek iltihaplanmıştır.

Cinsiyet, gebelik, idrar yollarında taş gibi sebeplere bağlı olarak tıkanma, sinir sisteminin felç gibi hastalıkları sebebiyle mesâne çalışmasında bozulma, mesâneden geriye doğru idrar kaçması, diğer böbrek hastalıkları ve şeker hastalığı idrar yolu enfeksiyonunu etkileyen faktörlerdir.

İdrarında ehemmiyetli miktarda mikrop bulunan hastaların yarısında hiçbir belirti yoktur. Belirti verenlerin de yarısında enfeksiyon, alt idrar yolları enfeksiyonu, diğer yarısında da üst yâni böbrek enfeksiyonudur. Sık idrara çıkan ve ağrılı olan kadınların sâdece yüzde 60 ilâ 70’inde önemli bir enfeksiyon bulunur.

Bir milimetre küp idrarda 100.000 mikrop bulunması enfeksiyon delili sayılmışsa da, yeni edinilen bilgilere göre bu rakamdan daha az miktarda mikrop bulunan vak’alarda, idrar yolu şikâyetleri de varsa bunlar da enfeksiyon kabul edilmektedir.

Sistit, yâni mesâne iltihabında ağrılı, sık sık ve zorlu idrar yapma olur. İdrar bulanık kötü kokulu ve yüzde elli vak’ada kanlıdır.

Böbrek iltihabında ise hızlı bir seyir ile birkaç saat veya gün içinde ateş, titreme, bulantı, kusma ve ishal ortaya çıkar. Sistitte, görülen belirtiler olabilir de, olmayabilir de. Ateş, çarpıntı ve genel hassâsiyetin yanında, sırtın böbreğin üstündeki alanına vurunca ve karın üzerine derin bir şekilde ellenince şiddetli ağrı olur.

Tedâvide uyulması gereken kâideler vardır. İdrar kültürü yapılmalı, yâni idrarda mikrop var mı ve ne sayıdadır anlamak için test uygulanmalıdır. Bundan sonra hangi ilâcın tesirli olacağı yine deneyle anlaşılmalıdır. İdrar yollarını tıkayan taş gibi sebepler varsa tedâvi edilmelidir. Belirtilerin kaybolması idrar yollarında mikrop kalmadığını göstermez. Alt idrar yolları enfeksiyonlarında kısa süre, düşük doz, üst idrar yolları enfeksiyonlarında ise uzun müddet tedâvi yapılır.

İdrar Söktürücüler (Diüretikler)

İdrarı arttıran ilâçlardır. Bedende su toplanmasını, yâni ödemi önlemek veya tedâvi etmek için kullanılırlar. Böylece hayâtî organların yükünü azaltırlar ve hastanın rahatsızlığını giderirler. Ödem denilen su birikmesi bir hastalıktan sonra ortaya çıkar. Bu bakımdan sâdece idrar söktürücüler değil, temeldeki hastalığa yönelik tedâviler de verilmelidir.

İdrar söktürücüler; ödem yapmayan tansiyon yüksekliği, kanda kalsiyum yükselmesi, böbrek menşeyli şekersiz şeker hastalığı (fazla su atılır) hallerinde de kullanılırlar.

İdrar söktürücülerin başarısı gıdâlardaki tuz miktarına bağlıdır. Bu ilâçlarla berâber diyetteki tuz da azaltılmalıdır. Kalp yetmezliğinde olduğu gibi hafif bir ödemde, ilâve tuz almamak yeterli olabilir. Bu, günde 2-4 gram tuza tekâbül eder, tuz birikmesi fazla ise günde bir gramı geçmemelidir.

Kuvvetli idrar söktürücüler, hücre dışındaki suyu ve dolayısıyla damardaki suyu ehemmiyetli miktarda azaltırlar. Bu sebeple hızlı bir idrar çoğalması tansiyonu düşürüp çarpıntıya, ayağa kalkmakla baş dönmelerine, kanda ürenin birikmesine, kalp ve beyin çalışmasında bozulmalara sebep olabilir.

Kandaki potasyumun azalması, idrar söktürücülerin en kötü yan tesirleridir. Kanında potasyumu azalmış hastalara, bol potasyum ihtivâ eden gıdâlar vermelidir. Üzüm hoşafı, elma suyu böyledir.

Asetozalamit, tiazitler, civalılar, etrakrinik asid, furosemit, sprainolakton, triamteren, amilorit idrar söktürücü ilâçlardır. Bunlardan siprainolakton ve triamteren ve amilorit potasyum, itrahına sebeb olmazlar.

İDRÎS ALEYHİSSELÂM

Kur’ân-ı kerîm’de ismi geçen peygamberlerden. Şit aleyhisselâmın torunlarındandır. Asıl ismi Ahnûh veya Hanûh’tur. Kur’ân-ı kerîm’de İdrîs diye bildirildi. Kendisine peygamberlik, hikmet ve sultanlık verildiği için “Müselles bin-Ni’me” (kendisine üç nîmet verilen) de denilmiştir. Babasının adı Yerd, annesinin adı Berre veya Eşvet’tir. Bâbil’de veya Mısır’da Mûnif denilen yerde doğduğu rivâyet edilmiştir. Kendisine otuz suhuf (forma) kitap verildi. Diri olarak göğe kaldırıldı.

Âdem aleyhisselâmdan ve Şît aleyhisselâmdan sonra insanlar madden ve mânen bozuldular. İdrîs aleyhisselâm, içinde yaşamış olduğu, Kâbil’in evlâdından bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Her türlü isyân, kötülük ve günâhın işlendiği bu topluluğa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi ve Allahü teâlâya kulluk etmeleri gerektiğini sabırla anlattı. Allahü teâlâ ona otuz sayfa (forma) kitap gönderdi. Cebrâil aleyhisselâm dört defâ gelerek Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ etti.

İdrîs aleyhisselâm, kavmine kendisinden sonra gelecek peygamberleri, Muhammed aleyhisselâmın vasıflarını bildirdi. Kendisinden sonra gelecek olan Nûh Tûfânını ve Âhir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâmı bütün tafsilâtıyla anlattı. Peygamber olduğunu ispat eden birçok mûcizeler gösterdi. Fakat kendisine kavminden pek az kimse itâat etti, pek çoğu ise karşı geldi. Bunun üzerine İdrîs aleyhisselâm yaşamış olduğu Bâbil diyârından Mısır’a hicret etti. Kendisine îmân edenlerle birlikte burada yerleşti. Allahü teâlâ ona yetmiş iki lisanla konuşmayı nasib etti. Her kavmi kendi lisanıyla hak dîne dâvet etti. Harp âletleri yapıp, kâfirlerle cihâd etti.

İnsanlara şehir kurmak sanatını ve idârecilik ilmini öğretti. Yüz şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Rehâ şehridir. Her millet de öğrendikleri bu kâidelere göre kendi bölgelerinde pekçok şehirler kurdu.

İnsanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pekçok kimseye hikmet ve riyâziye (matematik) dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü teâlâ ona göklerin terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alâkalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesâb ilmini öğretti. İdrîs aleyhisselâm kavmine kalem ile yazı yazmasını, iğne ile dikiş dikmesini öğretti. Öğrettiği ilimler, Allahü teâlânın bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekâsı, sâdece araştırma yoluyla bu bilgilere ulaşamazdı. Eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filozoflar, fizik, kimyâ ve tıb bilgilerini İdrîs aleyhisselâmın kitâbından aldılar.

İdrîs aleyhisselâm, uzun seneler insanları hak dîne dâvet etti. Yeryüzünün meskûn yerlerini dört bölgeye ayırıp herbirine bir vekil tâyin etti. Bir müddet sonra Aşûre gününde göğe (semâya) kaldırıldı. Dünyâda yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrâil aleyhisselâm, İdrîs aleyhisselâmı ziyârete geldi. İdrîs aleyhisselâm, Azrâil’e: “Bir anlık benim rûhumu al.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselâma; “Onun rûhunu al!” diye vahyetti. Azrâil aleyhisselâm rûhunu aldı. Allahü teâlâ, İdrîs aleyhisselâmın rûhunu tekrar iâde etti. İdrîs aleyhisselâm, Azrâil aleyhisselâma; “Beni semâlara götür. Cennet’i ve Cehennem’i göreyim.” dedi. Allahü teâlâ, Azrâil’e onu semâya götürmesini, Cehennem’i ve Cennet’i göstermesini vahyetti. İdrîs aleyhisselâma Cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allahü teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allahü teâlâ, «Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allahü teâlâ, «Onlar oradan (Cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte ben bunun için Cennet’ten çıkmak istemem.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil’e vahyedip, İdrîs aleyhisselâmın Cennet’te kalmasını bildirdi. İdrîs aleyhisselâm böyleceCennet’te kaldı. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Meryem sûresi 57. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık.” buyrulmak sûretiyle bildirilmiştir. Tefsir âlimleri âyet-i kerîmede bildirilen “yüce mekân”dan murâdın, peygamberlik ve Allahü teâlâya yakınlık mertebesi veya Cennet veya altıncı, yâhut dördüncü kat semâ olduğunu bildirmişlerdir.

Nitekim Buhârî ve Müslim’de bildirilen hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz aleyhisselâm Mîrâca çıktığı zaman, hazret-i İdrîs’i dördüncü kat semâda gördüğünü bildirmiştir. İdrîs aleyhisselâm diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.

İdrîs aleyhisselâm, ağaçların yapraklarının sayısını bilirdi. Duâ ederken (Bî adedil-evrâk) “Ağaçların yaprakları kadar” diyerek tesbih okurdu. Yıldızlara âit ilmi bilirdi. Kavmini îmâna dâvet ettiği zaman, yıldızların heyeti, durumu ve diğer husûsî hâllerini açıklamasını istediler. İdrîs aleyhisselâm bunu geniş olarak haber verdi. Yıldızların durumunu anlattı. Bunun için “nücûm ilmi” hazret-i İdrîs’den kalmıştır, denir. Melekler grup grup onun ziyâretine gelip görünürlerdi. Her birinin ismini, vazîfesini, tesbihini bilirdi. Havada uçup giderlerken onları görürdü. Gökyüzündeki bulutlara dağılmalarını emrettiği zaman dağılırlar ve dile gelip onunla konuşurlardı. Bunlar Allah’ın İdrîs aleyhisselâma verdiği mûcizelerdir.

İdrîs aleyhisselâmın hikmetli sözlerinden bâzıları şunlardır:

“Akıllı kimsenin rütbesi yükseldikçe, tevâzûsu (alçak gönüllülüğü) artar.”

“Câhil, mertebesi yüksek olsa da, basîret ehlini hakîr ve aşağı görür.

“Dostlar arasındaki hakîkî sevgi, içinde bir menfeat temin etme ve kendisinden bir zararı def etme düşüncesi olmayan sevgidir.”

“İnsanda bulunan en fazîletli cevher, akıldır. Sâhibini pişman ettirmeyen en kıymetli şey sâlih ameldir.”

“İyi hasletlerin en üstünü; kızgınlık hâlinde doğruluk, sıkıntı hâlinde cömertlik, cezâ vermeye gücü yettiği hâlde affetmektir.”

Kur’ân-ı kerîm’in Meryem, Enbiyâ sûrelerinde İdrîs aleyhisselâmla ilgili haberler verilmiştir.

İDRİS-İ BİTLİSÎ

On beş ve on altıncı yüzyıl Osmanlı âlim ve devlet adamlarından. Bitlis’te doğdu, fakat doğum târihi belli değildir. Babası Hüsâmeddîn Ali Bitlisî, âlim ve faziletli bir şeyhti. Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın dîvânında uzun zaman nişancılık yaptı.

İdris-i Bitlisî ilk ilim tahsilini babasından yaptı. Çeşitli âlimlerden de ilim tahsil etti. 1490 senesine kadar Uzun Hasan’ın oğlu Yâkub Beyin dîvân hizmetinde bulundu. Osmanlı Sultanı İkinci Bâyezîd Han tarafından İstanbul’a dâvet edildi. Bu sırada Şah İsmâil fitnesine “Mezheb-i nâ-hak” (Bâtıl Mezheb) diye târih düşürdü. Şah İsmâil bunu duydu. Keskin zekâsı ile Şah İsmâil’e çok güzel cevaplar vererek zulmünden kurtuldu. Hizmetine girmesi için yaptığı teklifi reddetti. Osmanlı ülkesine gitti. Sultan İkinci Bâyezîd Han ona mühim vazifeler verdi. Arap ve Acem kazaskerliğine tâyin etti ve ondan bir Osmanlı târihi yazmasını istedi. O da bu emre uyarak Fârisî manzum 80.000 beyitlik Heşt-Behişt adında bir eser telif etti.

Yavuz Sultan Selim Hanın da hizmetinde bulunan İdris-i Bitlisî, Sultan’ın İran (Çaldıran) Seferinde bulundu. Sultan Selim nâmına bütün Doğu Anadolu bölgesini ve Mardin’i fethetti. Urfa ve Musul’un fethinde mühim rol oynadı. Bölgenin iç işlerini tanzim etti. Mısır Seferine de katıldı.

Nesir ve nazımda güçlü bir kaleme sâhipti. Eserlerini Arapça ve Farsça yazmıştır.

Yaşadığı asrın ileri gelen âlimlerinden olan İdris-i Bitlisî’nin sohbetlerine pâdişâhlar, devlet ileri gelenleri büyük ilgi gösterirlerdi. Bir müddet Yavuz Sultan Selim Hanın sohbet arkadaşlığını yaptı. 1520 (H.926) senesinde Yavuz Sultan Selim Hanın vefât ettiği sene vefât etti. Eyyûb Sultan’da Bülbül Deresi tarafında bir sed üzerine defnedildi.

Eserlerinden bâzıları:Münâzara-i Savm u İyd, Mecmuât-ül-Fevâid-il Müteferrika, Heşt Behişt (İlk sekiz Osmanlı pâdişâhı hakkındadır).