İBRÂHİM KAFESOĞLU
Târihçi ve yazar. 1914 senesinde Burdur’un Tefenni ilçesinde doğdu. İzmir öğretmen Okulunu ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdi. 1943-45 seneleri arasında doktorasını tamamlamak için Macaristan’a gitti. Dönüşünde İ.Ü. Edebiyat Fakültesinde hocalığa başladı. Umûmî Türk Târihi kürsüsünde doçent, 1962’de profesör oldu. 1984 târihinde vefât etti.
Birçok ansiklopedi ve dergide madde, makâle yazdı. Aydınlar Ocağı, Milliyetçi Öğretmenler Birliği gibi derneklerin kuruluş ve çalışmalarına katıldı. 1982’de Türk kültürüne yaptığı hizmetler dolayısıyla İstanbul Aydınlar Ocağı tarafından ÜstünHizmet Armağanı verildi.
Eserleri:
SultanMelikşah Devrinde BüyükSelçuklu İmparatorluğu, Selçuklu Âilesinin Menşei Hakkında, Harezmşahlar Devleti Târihi,Türkler ve Medeniyet,Selçuklular Târihi, Ali ŞirNevâi Târihine Bir Bakış, TürkMilliyetçiliğinin Meseleleri,Kutatgubilik, Türk Dîni, Türk Fütûhat Felsefesi ve Malazgirt Savaşı, TürkMillî Kültürü.
Mehmed Sâid Efendiyle berâber İstanbul’da ilk Türk matbaasını kurarak irfân hayâtımıza hizmet eden değerli bir zât. 1674 târihinde Macaristan’ın Klojvar şehrinde doğan, Kalvenist bir Macar âilesinin oğlu olan İbrâhim Müteferrika’nın, Müslüman olmadan evvelki adı bilinmemektedir.İyi bir eğitim gördükten sonra râhib olmak üzere Protestan kilisesinde tahsil gördüğü sırada, 1692’de Türk akıncılarına esir düşerek İstanbul’a getirildi.
İbrâhim Müteferrika’nın iyi bir ilâhiyât tahsili görmüş olması, İslâm dînini kolayca tanımasına ve kabul etmesine yardım etti. İslâm dînine girişi hayâtının önemli bir dönüm noktası oldu. Hayâtı boyunca İslâm dînine ve ilme hizmet etti.
1715 senesinde Avusturya’ya düzenlenen sefer sırasında, haberleşme konusunda devlete hizmet etti. 1717’de Osmanlı Devletine sığınan Doğu Macaristan’daki Macarların reisi olan Rakoczi (Rakoçi)nin yanında uzun zaman vazîfe yaptı. Bu görevinde Osmanlı devlet adamlarının ve Rokoczi’nin takdir ve îtimâdını kazındı.
İbrâhim Müteferrika 1719-1735 yılları arasında, Yirmisekiz Çelebizâde SaidEfendi ile Türk matbaasını kurma çalışmalarına başladı. Matbaanın faydalarını anlatan ayrıntılı bir raporu, Sadrâzam Damâd İbrâhim Paşaya sunduklarında, Sadrâzam bu teklifi olumlu karşıladı. Fakat İstanbul’da matbaanın kurulması sosyal bir hazırlığı gerektiriyordu. Zîrâ o zamâna kadar kitap yazmakla geçimlerini sağlayan hattâtlar, bu işten zarar göreceklerdi. Ancak ilim ve irfânı memleketin her tarafına yaymak isteyen İbrâhim Müteferrika, zamânın şeyhülislâmı Yenişehirli Abdullah Efendiye matbaa açmak, kitap basmak husûsunda: “Kitap basma sanatını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerlerini birer kalıba çıkarıp, burada kâğıtların üzerine basarak, bu kitapların benzerlerini elde ederim derse, bu kimsenin böyle kitap basmasına şerîat izin verir mi?” diye sordu.
Şeyhülislâm buna:“Kitap basma sanatını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimeleri birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla, bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebeb oluyor. Faydalı bir iş olduğundan şerîat bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir.Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce tashih etmelidir. Tashih olduktan sonra basılırsa, güzel bir iş olur.” cevâbını verdi.
Böylece ilk olarak İstanbul’da bir Türk matbaası kurmak içinİbrâhim Müteferrika 1729’da fetvâ ve izin aldı. Bu matbaada ilk basılan eser, metal harflerle iki ciltlik Vankulu Lügatı’dır. 1737-1739 târihleri arasında ise bu çalışması daha geniş bir şekilde gerçekleşti. Bu ilk Türk resmî matbaasında 17 eser basıldı. Ayrıca başlı başına haritalar da basıldı.
İbrâhim Müteferrika 1737’de Lehistan ile olan anlaşmayı yenilemek için yapılan müzâkerelere katıldı. 1738’de Orşava Kalesinin teslimi için yapılan anlaşmaya başkanlık yaptı. Daha sonra İstanbul’a dönen İbrâhimMüteferrika, geçirdiği rahatsızlık üzerine 1745 senesinde vefât etti.Kasımpaşa Mezarlığına defnedildi.
İlim ve fen adamı olan İbrâhim Müteferrika’nın Latinceden tercümeleri ve fen kitapları vardır. Bunlardan astronomiye âit AfganTârihi, Usûlu’l-Hikem fî Nizâmi’l-Ümem, Füyûzât-i Miknatisiyye ile Risâle-i İslâmiyye adlı dînî kitapları basılmıştır. Dürüst, ahlâklı, fazîletli, vefâkâr ve çok çalışkan bir zât olan İbrâhim Müteferrika, Şark ve Garb dillerini bir araya toplayan bir lügat kitabı hazırlamak istedi ise de ömrü vefâ etmedi.
Tâbiînden, yâni Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbınıgören büyüklerden. Kûfe’de yetişen en büyük fıkıh ve hadis âlimlerindendir. İsmi, İbrâhim bin Yezîd’dir. Künyesi Ebû İmrân’dır. Kendisi Kûfeli olduğu hâlde aslen Yemen’deki Nehâ Kabîlesine mensub olduğundan, Nehâî nisbesiyle meşhur olmuştur. 668 (H.47)de Kûfe’de doğdu, 715 (H. 96) senesinde orada vefât etti.
Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Âişe, Ebû Sa’îd-i Hudrî ve başkalarıyla görüşüp, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Fıkıh ilmini hazret-i Ali, Abdullah bin Mes’ûd ve hazret-i Ömer’den öğrendi. Abdurrahmân ibni Yezîd, Mesrûk, Alkame, Kâdi Şüreyh gibi zamânının meşhur âlimlerinden ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti. A’meş, İmâm-ı A’zâm’ın hocası Hammâd bin Süleymân, Mansûr, Muhsim-is-Sâbî gibi âlimler de ondan ilim öğrenmiş ve rivâyette bulunmuşlardır. İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe hazretlerinin fıkıh ilmini almış olduğu hocalar silsilesindendir. Hadis ilminde, bilhasa fıkıh ilminde müctehid derecesine yükseldi. Zamânındaki ve kendisinden sonraki devirlerde gelen âlimler, onun üstünlüğünü kabul edip, medh ettiler. Onun hakkında Şa’bî; “O zaman Basra, Kûfe, Hicaz ve Şam’da İbrâhim Nehâî’den daha büyük âlim yoktu.”, A’meş ise; “İbrâhim Nehâî, hadis sarrafıdır.” diyerek medh ettiler.
İbrâhim Nehâî, ilim ve fazîlet sâhibiydi. Yaptığı iyi işleri gizler, şöhretten dâimâ kaçardı. Öyle ki, halkın görebileceği bir yerde veya câmide sütun dibinde ibâdet etmezdi. Sorulmadıkça konuşmaz, fetvâ istenmedikçe herhangi bir şeyin hükmünü beyân etmezdi. Çok az konuşur; “Din ve dünyâ işlerinde, parmak ile gösterilmek, meşhur olmak zarar olarak insana yetişir. Bu zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kimseler kurtulur.” buyururdu. Meşhur olmak endişesiyle kâdı olmamak için Haccâc zamânında bir müddet gizlenmişti. Namaz kılarken kendinden geçer, namazdan sonra ağır bir hasta gibi bir saat kadar dururdu. Çok Kurân-ı kerîm okur, herkesin ayıplarını örterdi. Her işinde ihlâslı olup, doğru yoldan ayrılmaz, dünyâ için, makâm, mevki için aslâ bir şey söylemezdi. Dünyâya kıymet vermez ve şüpheli şeylerden sakınırdı.
Fıkıh muhitinde yetişmiş olan İbrâhim Nehâî, hadîs-i şerîflerin senetlerindeki râvilerinden çok, metin ve mânâsına bakar, bu yönden ele alırdı. Hadîs-i şerîfi dinler, tedkikini yapar, koyduğu usûl ve şartlara göre bâzısını kabul, bâzısını reddederdi.
Hanefî mezhebinin fıkhî hükümleri Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Mes’ûd’dan başlayan bir yolla gelmiştir. Yâni mezhebin kurucusuİmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe fıkıh ilmini Hammâd’dan, Hammâd da İbrâhim Nehâî’den, bu da Alkame’den, Alkame de, Abdullah bin Mes’ûd’dan, o da Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden almıştı.
Buyurdu ki:
“Bizim hayatlarına yetiştiğimiz insanlar, herhangi bir toplantıda yaptıkları iyilikleri anlatmayı hoş görmezlerdi.”
“Hastaya durumu sorulduğu zaman, önce hâlini hayırla anıp, sonra derdini anlatırsa, hâlinden şikâyet etmiş sayılmaz; mânevî bir zarârı olmaz.”
“Bir kula, îmândan sonra, Allah yolunda çekeceği eziyetlere karşı fazîleti için, sabırdan daha değerlisi verilmedi.”
“Bir ilim sâhibi veya başka biri, halkın teveccühünü kazanmak kasdiyle bir kelime dahi konuşsa, söylediği kelime onu Cehennem’e kadar götürebilir. Konuşmaya başlamasından bitirmesine kadar niyyeti bu olanın hâlini sen hesâb eyle! Bütün konuşmalar, Allah için olmalıdır.”
Kavalalı Mehmed Ali Paşanın büyük oğlu ve Mısır vâlisi. 1789’da Kavala’da doğdu. İstanbul’da eğitim gördü. 1805’te Mısır vâlisi olan babasının yanına gitti. 1807’de Mısır defterdarlığına tâyin edildi. Mısır ordusunun yeniden teşkilâtlanmasında büyük rol oynadı. 1816’ArabistanYarımadasındaki âsî Vehhâbîlerin faaliyetlerinin durdurulması için, vazîfelendirildi. Güçlü ve düzenli ordusunun başında harekete geçen İbrâhim Paşa, 26 Eylül 1818’de Vehhâbîlerin merkezi Der’iyye’yi fethetti. Vehhâbî emîri İbn-i Suûd ile dört oğlunu ve âsî liderleri esir edip, İstanbul’a gönderdi. Âsîlerin hepsi îdâm edildi. Vehhâbîlerin, Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfi Ravza-i mutahheradan çaldıkları kıymetli eserlerin bir kısmını buldurup, İstanbul’a gönderdi. Vehhâbîlerin zulmüne son verdi. Ahâliye ve âlimlere iyi davrandı. Bu hizmeti karşılığında kendisine Paşa rütbesi verildi.
Yunan isyânı üzerine 1824’te Mora vâliliğine getirildi.Muntazam askerî birlikler ve donanma ile Akdeniz’e açılıp, Rodos’ta Osmanlı kuvvetleriyle birleşti.Kışı GiridAdasında geçirip 24 Şubat 1825’te Mora’ya çıkarma yaptı. Navarin, Kalamata, Tripoliçe şehirleri ile önemli mahallerdeki Yunan âsilerini susturdu. Âsilerle olan mücâdele 1827’de Atina’nın alınmasıyla tamamlandı.İbrâhim Paşanın âsîleri cezâlandırması, Yunan hâmiliği yapan Avrupa devletlerini harekete geçirdi.Haçlı donanmaları 28 Ekim 1827’de Osmanlı ve Mısır donanmasına, Navarin’de baskın tertib ettiler.İbrâhim Paşanın donanması dâhil elli yedi gemi ve sekiz bin Türk askerini şehid ettiler. İngiltere, Fransa ve Rusya 3 Ağustos 1829’da İbrâhim Paşanın Yunanistan’dan çekilmesi anlaşmasını imzâlattırdılar. İbrâhim Paşa Mısır’a gitti.
Bu sırada Mehmet Ali Paşa, Sûriye vâliliğinin kendisine verilmemesi üzerine, Osmanlı Devletine isyân etti. Oğlu İbrâhim Paşayı büyük bir ordu ile Sûriye üzerine gönderdi. İbrâhim Paşa, 1832’de Gazze, Yafa, Kudüs, Hayfa şehirlerine girdi. Sayda vâlisini yenip, Akka’yı zaptetti. Böylece Şam dâhil, Sûriye eline geçti. Toroslardan Anadolu’ya girdi. Konya’da Sadrâzam Reşîd Paşayı esir etti. Osmanlı Hânedânına hürmetkâr olan İbrâhim Paşa, Reşîd Paşaya çok iyi davrandı. 1833’te Kütahya’ya kadar geldi. Sûriye ve Adana, Mısır’a verildi. Babası Mehmed Ali Paşanın son zamanlarında Mısır vâliliğine de tâyin edildi. İstanbul’a geldi.Osmanlı Sultânı Abdülmecîd Handan, müstakil vâli demek olan“ Hidiv” ünvânını aldı.10 Kasım 1848’de babası Mehmed Ali Paşadan önce vefât etti. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin yakınlarındaki bir türbeye defnedildi.
Osmanlıların Mısır defterdârlığını da yapan İbrâhim Paşa, ülkesine çok hizmet etti. Mısır’da Nizâm-ı Cedîd askeri yetiştirdi.Cesur ve disiplinli bir askerdi. Ordunun tâlimi ve yetiştirilmesi ile bizzât ilgilenirdi.Mısır’ın idâresine ve îmârına hizmetinden dolayı “El-Fâtih” lakabıyla anılırdı.
İBRÂHİM PAŞA (Maktul, Makbul, Pargalı)
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın ikinci sadrâzamı ve Osmanlı târihinin en meşhur devlet adamlarından. Parga’da doğmuş ve Bosna Beylerbeyi İskender Paşanın bir akını sırasında ele geçirilerek o sırada Kefe sancakbeyi olan Şehzâde Süleymân’a (Kânûnî’ye) hediye edilmiştir. Daha sonra Şehzâde Süleymân ile Manisa’ya geldi ve burada Müslüman-Türk terbiyesiyle yetiştirildi. Arapça, Farsçanın yanında bâzı batı lisanlarını da bilen İbrâhim, Şehzâde Süleymân pâdişâh olunca İstanbul’a getirilerek sarayda mühim görevler verildi.
Belgrad Seferine, kapıağası rütbesiyle katıldı. Rodos Seferinde hasodabaşı ve içşahincilerbaşı sıfatlarıyla pâdişâhın yanında bulundu. 1523’te Pîrî MehmedPaşanın görevden alınmasıyla, sadrâzamlığa tâyin edildi. Ayrıca bu vazîfesine ilâveten Rumeli beylerbeyliği de verildi. Sadrâzam olduktan sonra isyân eden MısırBeylerbeyi Hâin Ahmed Paşayı cezâlandırmak üzere Mısır’a giden İbrâhim Paşa, geçtiği yerlerde gördüğü bozuklukları yoluna koydu. Mısır’da kaldığı sürede esaslı idârî ve mâlî ıslâhatlar yaptı. Ancak aleyhindeki hareketler sebebiyle Pâdişâh tarafından geri çağrıldı ve 1525 sonbaharında İstanbul’a döndü.
1526’da Macaristan Seferine serdar tâyin edildi.Öncü kuvvetlerin başında sefere çıkan İbrâhim Paşa, yol üzerindeki Petervaradin ve Uylak kalelerini fethetti.Mohaç Meydan Savaşında Osmanlı ordusunun sağ kanadına kumanda etti ve zaferin kazanılmasında önemli rol oynadı.
Mohaç Zaferinden sonra,Anadolu’daki isyânları önlemek üzere harekete geçenİbrâhim Paşa, Hacı Bektâş-ı Velî’nin soyundan olduğunu iddiâ eden ve Anadolu’da sapık inançlarını yaymak isteyen KalenderŞahı cezâlandırdı ve buralarda nizâmı tekrar kurdu.
Viyana Kuşatması esnâsında kıyâfet değiştirerek asker içine girip bir cengâver gibi çarpışarak orduyu gayrete getirmeye çalıştı. Fakat mühimmâtın azalması ve mevsimin uygun olmaması üzerine kuşatma kaldırıldı.
İran ile Osmanlı Devleti arasındaki Bağdat, Bitlis ve Âzerbaycan vâlilerinin takındıkları kötü tavır sebebiyle çıkan karışıklıkları ortadan kaldırdı (1533).İstanbul’a döndükten sonra, ilk işi Fransa ile ileriki târihlerde kapitülasyon denilen anlaşmaları yapmak oldu(1536).
Osmanlı Devletinin târihi içinde hiçbir sadrâzamın erişemeyeceği derecede şan ve şerefe erişen, kâbiliyeti ve iktidârı ile devletin umûmî vaziyetine tesir eden İbrâhim Paşa, 15 Mart 1536’da sarayda kaldığı bir gece, siyâsî sebeplerden dolayı öldürüldü ve Galata’daki Cânfedâ Zâviyesine defnedildi.
İbrâhim Paşa birkaç lisan bilir ve târih, coğrafya, harp târihi konularıyla devamlı meşgul olurdu. Devlet idâreciliğinde mütehassıs olan İbrâhim Paşanın, Kumkapı Câmii ve Zâviyesi, Galata’da eski Yağkapanı Câmii, Mekke, Selânik, Hezargrad ve Kavala’da câmi, imâret mektep, medrese, dârülhadis, tâbhâne, hamam, çeşme, sebil yanında, daha birçok yerde mescid, tekke ve zâviyeleri olup, bunlara mükemmel vakıflar bağışlamıştır.
İBRÂHİM PAŞA (Nevşehirli, Dâmâd)
Sultan Üçüncü Ahmed Han devrinin meşhur sadrâzamı. Enderûn-i Hümâyûndan, yâni Osmanlı Saray Üniversitesinden yetişen sadrâzamların on üçüncüsü ve Osmanlı sadrâzamlarının yüz otuzuncusudur. İzdin (Zeytin) Voyvodası Ali Ağanın oğlu olan İbrâhim Paşa, Nevşehir’de dünyâya geldi. İş bulmak için İstanbul’a gelmiş ve Eski Saray masraf kâtibi Mustafa Efendinin delâletiyle (tavsiyesiyle) 1689’da sarayın helvacı ocağına, daha sonra eski saray baltacıları ocağına kaydolmuştur. İbrâhim Efendi hizmetleri ile yükselip Dârüssaâde ağasının yazıcı halîfesi olarak Pâdişâhın bulunduğu Edirne’ye gitti. Şehzâde Ahmed’in pâdişâh olmasından sonra 1703’te Dârüssaâde ağası yazıcılığına tâyin edildi. Bu vazîfedeyken pâdişâhın îtimât ve teveccühünü kazandı. Ancak Sadrâzam olan Çorlulu Ali Paşa onu Edirne’ye gönderdi.
1715’te Mora Seferine çıkan Vezîriâzam Şehid Ali Paşa, İbrâhim Efendiyi mevkûfâtçılıkla berâberinde götürdü. Buranın alınmasından sonra da tahrir (kâtiplik) işi ile vazîfelendirildi.
İbrâhim Efendi, 1716 yılında Avusturyalılarla yapılan Varadin Muhârebesinde bulundu. Mağlûbiyetten sonra vaziyeti Pâdişâha arz etmek üzere bir arîza ile ordu tarafından Edirne’ye gönderildi.Sultan Üçüncü Ahmed çok güvendiği İbrâhim Efendiyi geri göndermeyerek birinci rûznâmeci yaptı. Birkaç gün sonra da 3 Ekim 1716’da sadâret kaymakamlığına tâyin eyledi.
İbrâhim Paşa, 1717’de Şehid Ali Paşanın ölümüyle dul kalmış bulunan Sultan Üçüncü Ahmed Hanın kızı Fâtıma Sultanla nikahlanarak “Dâmâd” oldu. İbrâhim Paşanın teşebbüsleri sâyesinde Avusturyalılarla sulh yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718’de vezîriâzamlığa getirilerek Avusturya ile Pasarofça Muâhedesini imzâladı. Aynı yıl Venediklilerle de sulh yapıldı.
İbrâhim Paşanın on üç yıl süren sadrâzamlığı zamânında İran ile savaş yapıldı. Ancak sulhten sonra devlet bir huzur dönemine girmiştir.
Lâle ve Çırağan, Sâdâbâd ve diğer mesîrelerde, helva sohbetleri düzenlenmesi de bu dönemde oldu. Bunun yanısıra ilk matbaanın tesisi ve sanâyi müesseselerinin kurulması onun gayretleri ile gerçekleşti.İbrâhim Paşa,Eylül 1730’da meydana gelen Patrona Halil İsyânında âsîler tarafından işkence ile öldürüldü.
Devlet işlerine vâkıf, düşünceli, mûtedil, kadirşinas, kâbiliyetli insanların kadrini bilen bir devlet adamıydı. Pâdişâhın teveccühünü (sevgi ve yakınlık) kazanmakla ve bütün işleri eline almakla şımarmamış, kendisine fenâlık yapanlara dahi iyilikte bulunmuştur.
Dâmâd İbrâhim Paşanın hayır eserleri oldukça fazladır. Bunların başında, zevcesi Fâtıma Sultanla berâber İstanbul’da Şehzâde Câmii yakınında yaptırdıkları dershâne (Dârülhadîs), talebeye mahsus odalar, sebil, kütüphâne gelir.İstanbul’un muhtelif yerlerinde çeşme, sebil ve mesîre yerleri yaptırmıştır. Ayrıca doğum yeri olan ve o târihte Niğde’ye bağlı olan Muşkara köyünü, başka yerlerden ahâliyi getirip, aşîretleri iskân ile burayı kazâ yaptı ve kasabayı sur ile genişletti. Muşkara adını kaldırıp Nevşehir diye adlandırdığı bu yerde iki câmi, bir medrese ve medrese talebesiyle fakir halk için imâret yaptırdı.
İstanbul’da kitap satan esnafta bulunan nâdide kitapların, ucuz fiyatla satın alınarakAvrupa’ya gönderildiğini öğrenen İbrâhimPaşa, bu eserlerin yurtdışına çıkışını yasaklayıp kütüphâneler tesis etti. Ayrıca İstanbul’da bir çini fabrikası ve çuha fabrikasının yanında Hatayî ismi verilen kumaş fabrikasının tesisi, İbrâhim Paşanın gayret ve çalışmalarıyla olmuştur. Lâle devri ile başlayan park ve bahçelik de bu gayretli sadrâzam sâyesinde gerçekleşti. Ancak 1730 yılındaki Patrona Halil İsyânı ile yakılıp yıkılan bu bahçelerin benzerleri daha sonra Avrupa’da görüldü.
İstanbul’da, SultanAhmed meydanında, Kânûnî SultanSüleymân Hanın sadrâzamı İbrâhim Paşanın inşâ ettirdiği ve ikâmet ettiği saray. İçerisinde bir kule ve çardağı, köşk, hazîne odası, hamam, kiler, mutfaklar, dîvânhâne, hassa evleri gibi kısımları bulunan bu saray, çok kısa bir sürede inşâ ettirilmiştir. 1521’de seferden dönen Pâdişâh burada ağırlanmış ve İbrâhimPaşanın Hatice Sultanla evlenmesi münâsebetiyle yapılan düğün yine bu sarayda olmuştur.
1525’te meydana gelen bir isyanda, saray bir hayli tahrip görmüş, kapı ve pencereleri parçalanmıştır. 1531’de şehzâdelerin sünnet merâsimi dolayısıyla yapılan eğlenceleri seyretmesi için, pâdişâha mahsus olmak üzere meydanı gören bir kasr inşâ edilmiştir.İbrâhim Paşanın ölümünden sonra sarayın bir kısmı, kapıkulu ocağına asker yetiştirmek üzere acemioğlanı mektebi hâline getirilmiş, geri kalan kısmı da yine saray olarak kullanılmaya devâm edilmiştir. 1571-72 de Mîmâr Sinan tarafından tâmir edilerek, 1582’de Feridûn Bey ile Ayşe Sultânın düğünleri burada yapılmıştır. 1585’te bir tâmir daha gören saray İbrâhim Paşaya tahsis edilmiştir. Daha sonra 1645’te Yusuf Paşa, 1648’de Telli Haseki’ye verilen saray, 1652’de çıkan bir yangında tamâmen yanmıştır. 1720’de Nevşehirli Dâmât İbrâhim Paşa tarafından tâmir veya yeniden inşâ ettirilmişse de 1742’de tekrar yanmış ve bir daha tâmir ettirilmemiştir.
Daha sonra saraya bağlı bâzı binâlar, çeşitli hizmetler için kullanılmıştır.Çevresindeki binâların bir kısmı da tâmir ettirilerek tapu dâiresi, cezâevi ve askerî hizmetler binâsı olarak faydalanılmıştır. Esas saray bölümü son yıllarda tamâmen restore edilmiş ve 1983 senesinde Anadolu Medeniyetleri Sergisi için kullanılmıştır.Serginin sona ermesinden sonra saray, Türk-İslâm Eserleri Müzesi hâline getirilmiştir.
İbrâhim aleyhisselâmın kavmi. Önceleri Bâbil’in doğusunda Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede, Keldânilerle birlikte yaşardı.İbrâhim aleyhisselâm peygamberlikle vazîfelendirilince kavmin hükümdârı olan Nemrut onu ateşe attı. Allahü teâlânın izniyle ateşten kurtulan İbrâhim aleyhisselâm, kendisine îmân edenlerle birlikte Harran’a hicret etti.İbrâhim aleyhisselâm, önce Şam’a oradan Mısır’a gitti.Sonra Filistin’e gelip yerleşti. Lût aleyhisselâmla birlikte Sedum’a gitti.Oğullarından İsmâil’i annesi Hacer’le birlikte Mekke’ye bıraktı (Bkz.İsmâil Aleyhisselâm). Diğer oğlu İshak’ı da annesi Sâre ile birlikte kendi yanında koydu (Bkz.İshak Aleyhisselâm).Hazret-i İshak’ın oğlu Yâkub (İsrâil) aleyhisselâmın neslinden İsrâiloğulları meydana geldi. (Bkz. İsrâiloğulları)
Okuduğu ilimleri, branşı veya sanatı bitirenlere hoca tarafından verilen ehliyet vesikası. İzin, diploma, şehâdetnâme, ilmî ehliyet. Daha çok ilimde ve yazı sanatında tahsilini bitirenlere verilen diploma yerine kullanılan bu tâbir, Arapçada izin, müsâade demektir. Temyiz kudretini hâiz, fakat borç altına girmeye ehil olmayan bir kimsenin yaptığı hukûkî muâmeleye, kânûnen mümessilin sonradan buna izin vermesine de icâzet denir. Bu tek taraflı hukûkî bir muâmele olup mâkabline şâmildir (geçmişi de içine alır).
Okuduğu dersi, sanatı bitirenlere hoca ve ustaları tarafından verilen ehliyet vesikalarına da “icâzetnâme” denirdi. Tasavvuf ilminde yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberin, yetiştirip, kemâle erdirdiği talebelerine, insanlara rehberlik etmeleri için verdiği izne icâzet adı verilir.
İcâzetlerin metni genellikle Arapça olur, başlangıcında güzel bir hatla yazılmış Besmele bulunurdu. Allahü teâlâya hamd ve senâ, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberlere (aleyhimüsselâm) salât ve selâmla birlikte, Peygamber efendimizin Ehl-i beytine ve Eshâb-ı kirâma hayır duâ edilerek başlar, sonra ilimle ilgili âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler yazılırdı. İcâzetnâmeyi veren şahsın kendisinin ve babasının adı zikredilip, icâzetnâme verilen şahsın adı, babasının adı ve lakabı (meşhur olan ünvânı) kaydedildikten sonra, okuduğu dersleri tamâmen bellediği bildirilirdi. İcâzet veren hoca, kendisini duâdan unutmamasını isterdi. Daha sonra icâzetnâmeyi veren zâtın hocalarının isimleri yazılır, mensûb olduğu mezhebin imâmına kadar sayılır ve buradan Peygamber efendimize kadar icâzet zinciri sıralanırdı. İcâzetnâme, Peygamber efendimizin medhini bildiren salevât ve hocanın talebesine verdiği nasîhatle son bulurdu. İcâzetnâmeleri devrin meşhur hattatlarından birine nesih yazı ile yazdırmak ve tezhib ettirmek (süslettirmek) âdetti. Bu hâldeki icâzetnâme, hattat tarafından yazılırdı. İcâzetnâmeyi veren ve alanın isim yerleri boş bırakılır, buraları icâzeti veren zât kendi el yazısı ile doldururdu.
Bir asırdaki müctehid âlimlerin söz birliği. İslâm dînindeki fıkıh bilgilerinin dört kaynağından biridir. Din bilgilerinde senet, kaynak dörttür. Bunlar; Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ ve kıyâs (ictihâd)tır. Din bilgilerini açıklayan İslâm âlimleri, bir işin nasıl yapılacağını Kur’ân-ı kerîm’de açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i şerîflerde de bulamazlarsa, bu iş için icmâ varsa öyle yapılmasını bildirirler. Eshâb-ı kirâmın, Tâbiînin, yâni Eshâb-ı kirâmı gören ve tanıyan İslâm âlimlerinin ve onları görenlerin icmâı, din bilgilerinde delildir, senettir. Daha sonra gelenlerin ve İslâm âlimi olmayan kimselerin yaptıkları, söyledikleri şeye icmâ denmez. Şiîler, Vehhâbîler ve Zâhirîler icmâyı inkâr ederek, Ehl-i sünnetten ayrılmışlardır.
Din bilgilerinin ilk iki kaynağı olan Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem zamânında tamâmen açıklanmış, dindeki her meselenin umûmî kâidesi bildirilmişti. Zâten Müslümanlar yeni bir olayla karşılaşınca bunun dindeki hükmünü Peygamberimize sorarak öğreniyorlardı. Bu hususta bir sıkıntıları yoktu. Ayrıca Eshâb-ı kirâmın hepsi ictihâd yapabiliyordu. Peygamberimiz “Ümmetimin âlimleri arasındaki ihtilâf rahmettir.” ve Muâz bin Cebel’e; “Bir mesele ile karşılaşınca, hükmünü Allah’ın kitâbında, benim sünnetimde bulamazsan kendin ictihâd et!” buyurmuştu. Fakat O’nun zamânındaki ictihâdlarda bir hatâ, yanılma olursa, bizzat Allahü teâlâ tarafından vahiy gönderilip düzeltiliyordu.
Resûlullah efendimiz vefât edince, birçok yeni meseleler meydana çıktı. Bunlar hakkında dînin kesin hükmünün bilinmesi ve ona göre yapılması îcâb etti. Hazret-i Ebû Bekr halîfeliği zamânında Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmeyen böyle yeni meseleleri, kendisine sorulunca veya dâvâ edilince, Eshâb-ı kirâmı toplayarak onlara anlatır; “Resûlullah’ın böyle bir meseleye ve dâvâya cevap verdiğini bilen var mı?” diye sorardı. Sözbirliği ile cevap verilirse, öylece hükmederdi. Haber verilmezse, Eshâbın büyüklerini toplar, onlara anlatır. Sözbirliğine varırlarsa, öylece hüküm verirdi. Resûlullah efendimiz zamânında ve hazret-i Ebû Bekr zamânında açıklanmamış olan pekçok mesele vardı. Hazret-i Ömer bunların hepsini icmâya bağladı. Bunlarda şüphe bırakmadı. Hazret-i Ömer’in bildirmediği meselelerde, o günden bugüne kadar sözbirliği olmadı. Hazret-i Ömer’in icmâ husûsundaki bu gayreti, kıyâmete kadar gelecek İslâm âlimlerini güç durumdan kurtarmıştır. İslâmiyetin bayrağını ellerinde yürüten Ehl-i sünnetin temeli hazret-i Ömer-ül-Fârûk’un sözbirliği yaptığı meselelerdir. Dört hak mezhebin hiç ihtilâf etmeden bildirdiği fıkıh ilmine âit bilgiler, hazret-i Ömer zamânında icmâ (sözbirliği) sağlanan meselelerdir.
İcmâın din bilgileri için delil olduğu Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 115. âyetinde meâlen; “Mü’minlerin yolundan ayrılanı Cehennem’e atarız.” buyurdu. Bunun için İslâm âlimlerinin icmâı (sözbirliği) din bilgileri için delil, huccet yâni sened oldu. İcmâdan ayrılmak yasaklandı. Peygamberimizin de; “Ümmetim dalâlet (sapıklık) olan bir şeyde icmâ yapmaz.” hadîs-i şerîfi, doğru yoldaki âlimlerin sözbirliği ile bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğunu gösteriyor. İcmâ ile bildirilen din bilgilerini bilmeyenlerin de sorup öğrenmelerini; “Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz!” (Nahl sûresi: 43) meâlindeki âyet-i kerîme ile emretmekte ve; “Cehâletin ilâcı sorup öğrenmektir.” hadîs-i şerîfi, bu âyet-i kerîmeyi açıklamaktadır.
İcmâ ile bildirilen din bilgilerinden bâzıları şunlardır:
Kur’ân-ı kerîm’in âyetlerinde, kelime ve harflerinde hiç bir değişiklik olmamıştır.
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân bilgilerinin hepsi doğrudur.
Dört halîfeden hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer sözbirliği ile halîfe seçilmişlerdir.
Dört hak mezhepteki ictihâdla çıkarılmış bilgilerin hepsi doğrudur.
Mut’a ve muvatta nikâhı (tâyin edilmiş belli bir müddet için ücret ödenerek yapılan evlilik) Resûlullah’ın yasakladığı husûsunda icmâ hâsıl olup, mut’a nikâhını İslâmiyet yasak etmiştir.
Emvâl-i bâtınanın (altın, gümüş, para ve ticâret eşyâsının) zekâtını mal sâhibi verir. Emvâl-i zâhirenin (dört ayaklı hayvanların, toprak mahsüllerinin) zekâtını İslâm devleti, zenginin vekîli olarak alır ve muhtâc olanlara verir.
Kalplerinin İslâma meyletmesi istenen ve kendilerine (müellefe-i kulûb) denilenlere zekât verilmeyeceğine dâir Resûlullah’ın hadîs-i şerîfi bulunduğundan icmâ hâsıl olup, bundan sonra bunlara zekât verilmesine ihtiyaç kalmamıştır.
Bu hususta geniş bilgi, Hindistan’da yetişmiş olan İslâm âlimlerinden Şah Veliyullah Dehlevî’nin Kurretül-Ayneyn fî Tafdîlişşeyhayn adındaki kitabında bildirildiği gibi bütün fıkıh kitaplarında da vardır.
Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte denilen diğer hadis kitaplarındaki binlerce hadîs-i şerîfin sâhih oldukları yâni doğru oldukları icmâ ile bildirilmiştir. Zîrâ Kur’ân-ı kerîm’de ve icmâ ile ve zarûrî olarak bilinen hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerin hepsine, icmâ ile ve zarûrî olarak anlaşıldığı gibi inanmak îmân gereğidir. Zarûrî bilinmek demek, her asırda Müslümanların çoğunun işittikleri yayılmış bilgi demektir. Bilmemek özür olmaz.
İcmâ ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde, ictihâd yapmak uygun değildir. Bunlara bildirildiği gibi inanmak lâzımdır. Bunlara inananlara mümin veya Müslüman denir.
Alm.Vollstreckung (f). Fr. Exécution forcée, İng. Execution.Yapma, yerine getirme, bir işi yürütme. Hukukta iki ayrı mânâda kullanılır. Birincisi devleti meydana getiren unsurlardan (yasama, yürütme, yargı), biri olup günümüzde bir mânâda “yürütme” kullanılmaktadır. İkincisi bir mahkeme ilâmının veya bir idârî kararın yetkili organlarca yerine getirilmesi; borçlunun alacaklıya karşı yapmak veya ödemekle yükümlü bulunduğu bir şeyi adlî bir kuruluş aracılığı ile yerine getirmesidir. Bu icrâ kavramı “cebrî icrâ”dır.
Borçlu kimse yerine getirmekle yükümlü bulunduğu borcunu, ihmâl veya inkâr sebebiyle yerine getirmediği takdirde, alacaklı olan hakkını kendisi zor kullanarak alamaz. Zorlama ancak devlet tarafından yapılır. Bu hususta düzenlenmiş olan İcrâ ve İflâs Kânunu çerçevesinde alacaklı, hakkını arayabilir. Bu hususta kurulmuş “İcrâ ve İflâs Mahkemeleri” ve “İcrâ ve İflâs Dâireleri” vardır.Kânun, ihtiyâca göre bu mahkemelerin ve kurumların teşekkülünü emreder. İhtiyâcın fazla olmadığı küçük yerleşim bölgelerinde icrâ işleri Asliye Mahkemeleri tarafından yürütülür.
Alacaklının mürâcaatı üzerine, hakkı olan alacağı, devlet gücüyle borçludan alınır ve hak sâhibine verilir.Mevcûd olan İcrâ ve İflasKânunu’nun birinci maddesi “Her asliye Mahkemesinin yargı çevresinde yeteri kadar İcrâ Dâiresi bulunacağını”, üçüncü maddesi ise “İcrâ ve İflâs işlerinin bir dâirede birleştirilebileceği” hükmünü bildirir. İcrâ Dâiresinde çalışan memura İcrâ Memuru, icrâ ile ilgili muâmelelere yapılan itirâz ve şikâyetleri inceleyen ve karara bağlayan hâkime İcrâ Hâkimi denir.
Hukuk ilminin kaynaklarından biri. İctihâd lügatte, gücü, kuvveti yettiği kadar zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir.
Hukukta ictihâd, hakkında kânûnî bir hüküm bulunmayan meselede, hâkimin kânuna, örf ve âdet hukûkuna veya kendisinin hukuk bilgisine dayanarak verdiği karardır. Kânunda boşluk bulunan bir meselede, hâkimin takdir yetkisi vardır. Hâkimin, takdir yetkisine dayanarak verdiği hukûkî kararlarına “mahkeme ictihâdı” adı da verilmiştir. Mahkeme ictihâdları bir hukuk kuralı olmak kuvvetine sâhiptir. Şu kadar var ki, ilk mahkemenin (sulh veya asliye) kararı,Yargıtay Yüksek Mahkemesinin kararıyla bozulabilir. Yargıtay Genel Kurulunun verdiği “ictihâd birleştirme kararı”, bir kânun kuvvetinde olup, Resmî Gazete’de yayınlandıktan sonra, her mahkemeyi bağlayıcı bir hukuk kuralıdır. İdârî ve askerî yüksek mahkemelerinin kararları da aynı niteliğe sâhiptir. Hukuk ilminde ihtisas kazanmış kişilerin görüşlerine de “doktrin” veya “ilmî ictihad” adı verilmiştir. Bu da yardımcı bir hukuk kuralıdır.
Bugüne kadar, çeşitli toplumlarda yürürlükte kalmış hukuk sistemlerinin önemli kaynaklarının birini de ictihadlar teşkil etmiştir. Avrupa hukûkunun menşei (kaynağı) durumunda bulunan Roma Hukûkunun gelişmesinde ilmî ictihadların büyük tesiri görülmüştür. Roma hukûku 12. asırdan îtibâren İtalya’da, Fransa’da ve bilhassa Almanya’da çok büyük bir önem kazanmıştı. On dokuzuncu asırdan sonra da İsviçre Hukûkuna tesiri büyük olmuştur. 1926 da kabul edilen Türk Medenî Kânunu’nun kaynağı da Roma Hukûkuydu. Medenî Kânun’un dördüncü maddesi genel olarak hâkimlerin takdir yetkisi kullanarak hüküm verebileceğini açıklamıştır. Mahkeme ictihadları ve doktrinler (ilmî ictihadlar) bu hukukların başlıca kaynakları arasındadır. Roma Hukûku tesirinde kalmayan İngiliz Hukûkunun en başta gelen bir özelliği, ictihadları ve meseleler hukûku olmasıdır. İngiliz Hukûkundan yüksek mahkeme kararları, âdetâ bir kânun kuvveti kazanmıştır.
İslâm Hukûku’nda ictihâd, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, mânâları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildirilen diğer dînî hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşmak, çalışmak demektir. Meselâ ana babaya itâatı emreden İsrâ sûresi 22. âyet-i kerîmede meâlen;“Öf, demeyin!” buyrulmuştur. Dövmekten, sövmekten söz edilmemiştir. Âyet-i kerîmede yalnız bunların en hafifi olan “öf” kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler dövmenin, sövmenin ve hakâret etmenin elbette haram olacağını ictihâd etmişlerdir. Yine, Kur’ân-ı kerîm’de hamr, yâni şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarabın haram olmasının sebebi “hamr” kelimesinde anlaşılacağı üzere, aklı karıştırdığı, giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarabın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunursa haramdır diye ictihâd etmişler, her sarhoş eden şeyin haram olduğunu bildirmişlerdir. Mecelle’nin 14. maddesinde: “Mevrid-i nass’da ictihada mesağ yoktur.” denilmektedir. Yâni Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş meselede ictihad yapılmaz.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Ey akıl sâhipleri!Akıl erdiremediğiniz meselelerde, onları bilen ve derinliklerine tam ermiş olanlara tâbi olunuz!” buyurarak bu âyet-i kerîmede kıyâs ve ictihâdı emretmektedir. Diğer birçok âyet-i kerîmelerden, ilimleri derin olan yüksek derecedeki âlimlerin ictihâd ile emir olundukları anlaşılmaktadır. Bu bakımdan kıyâs ve ictihâd, dinde sonradan çıkmış değildir. Çünkü bunlar âyetlerin mânâlarını meydana çıkarmaktadırlar. Bu mânâlara başka bir şey eklemezler. O halde; ehliyeti, liyâkati ve ilimde ihtisası tam olanların, yâni mânâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin içinde saklı bulunan hükümleri ve meseleleri, mefhum bakımından, mantık ve delâleti bakımından anlayabilecek kuvvet ve kudrette olanların ictihâd etmesi farzdır. Böyle yüksek âlimlere “müctehid” denir. (Bkz. Müctehid)
İctihad mevki ve makâmının îcaplarını ve lüzûmlu şartlarını taşıyan, akılları kuvvetli kimseler, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) asr-ı saâdetinde, Eshâb-ı kirâmın devrinde ve onları gören yüksek âlimlerin (Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn) devrinde bulunabiliyor, onlardan ilim ve feyz alarak yetişebiliyordu. Zaman ilerleyip, Peygamberimizin devrinden uzaklaşıldıkça, fikirler, görüşler bozulmuş, dağılmş, bid’atler (aslı dinde olmayan hurâfeler) türemiş, üstün, kıymetli kimseler yavaş yavaş azalmış, dördüncü asırdan sonra, ictihâd edecek kimsede bulunan sıfatlara sâhip bir âlim hemen hemen yetişemez olmuştur.
İctihâd makâmına varmış bulunan yüksek kimseler, kendi ictihâdına göre hareket etmek mecbûriyetindedir. Başka müctehide tâbi olamazlar. Peygamberimiz de, Allahü teâlânın açıkça bildirmediği emirleri, açık bildirilmiş emirlere kıyâs ederek ictihâd ederlerdi. Fakat ictihâdlarında hatâ ederlerse, Allahü teâlâ derhal Cebrâil aleyhisselâmı göndererek, hatâları vahy ile düzeltirdi. Yâni Peygamberlerin ictihâdları hatâlı kalmazdı.Meselâ Bedir Savaşında alınan esirlere yapılacak muâmelede, Peygamber efendimiz bâzı Sahâbe-i kirâm ile birlikte bir türlü, hazret-i Ömer ise başka türlü ictihâd etmişlerdi. Sonra âyet-i kerîme gelerek Allahü teâlâ hazret-i Ömer’in ictihâdının doğru olduğunu bildirdi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, tam bir müctehid idiler.
Eshâb-ı kirâmdan sonra, meşhur dört imâm ve bunların mezheplerine göre ictihâd eden İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Züfer, İbn-i Nüceym, İmâm-ı Râfiî, İmâm-ı Nevevî, İmâm-ı Gazâlî ve benzerleri gibi yüksek âlimler yetişmişti.
Dinde ictihâd, bir ibâdet olduğundan, yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünkü her müctehide, kendi îctihâdı haktır ve doğrudur. İmâm-ı Yûsuf, İmâm-ı Muhammed ve diğerlerinin, hocaları olan İmâm-ı A’zam’a uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabul etmemek değildir. Kendi ictihâdlarını bildirmektir. Bunu bildirmeye memur ve mecburdurlar. Peygamber efendimiz, uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları meselelerde, Kur’ân-ı kerîm’in hükmü ile hareket etmelerini, orada bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi ictihâdları ile hareket etmelerini emir buyurdu. Kendilerinden daha âlim, daha yüksek olsalar bile, başkalarının ictihâdlarına tâbi olmalarını yasaklardı. Dört mezhep arasındaki farklar da bundan ileri gelmektedir.
Bir müctehidin ictihâd ederek, elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir (Bkz. Mezhep). Bunlardan dört mezhep meşhurdur. Mezhep imâmlarının, abdestte, namazda, nikahta, mîrasta, vasiyetlerde, talakta(boşama), cürüm ve cinâyetlerde, alışverişte ve bunlar gibi birçok şeylerde, birbirine uymayan sözleri, hep ictihadlarından olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir. Eshâb-ı kirâm da, böylece bir çok işlerde birbirine uymamışlarsa da, hiçbiri diğerinin ictihâdına yanlış dememiş, sapıklık ve günah demeyi hatırlarına bile getirmemişlerdir. Mecelle’nin 26. maddesinde de “İctihâd ile ictihâd nakz olunmaz.” demektedir. Müctehidlerin ictihâdları arasındaki ayrılıklar, Müslümanlar için bir rahmettir. Bunlar Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Mezhepler arasındaki ayrılıklar rahmettir.” buyrulmuştur. Bu sebeple her Müslüman, dört hak mezhepten birine uyarak ibâdetlerini ve işlerini yapar. Yalnız, bu mezheplerin kolaylıklarını bir araya toplayamaz; böyle yapmak haramdır.
Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde herşeyi açıkça bildirirdi. Böylece ictihâdlara lüzum kalmazdı. Halbuki kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, dünyânın her yerinde farklı coğrafik ve iklim şartlarında tek bir emir altında yaşamaları belki de imkânsız olurdu. Hayat dîni olan İslâmiyette, ictihâdlar, her şart altında bulunan Müslümana çâreler göstermektedir.
Anadolu’nun orta kısmını teşkil eden coğrafî bölge. KuzeyAnadolu, Toros Dağları ve İçbatı Anadolu eşiği tarafından kuşatılmış yüksek düzlükler alanıdır. Birinci Türk Coğrafya Kongresine (1941) göre çizilen sınırları içinde yüzölçümü 151.275 km2dir. Türkiye’nin yüzde 19,5’i kadar yer tutar. Doğu Anadolu bölgesinden sonra alan bakımından ikinci gelir. Türkiye nüfusunun % 15,5’i kadarı bu bölgede yaşar.
İç Anadolu bölgesi dört bölüme ayrılır:a) Kuzeydoğuda Yukarı Kızılırmak bölümü, b) Bunun batısında Orta Kızılırmak bölümü, c) Kuzey batıda Orta Sakarya bölümü, d) Güneyde Konya bölümü.İç Anadolu bölgesi içinde Nevşehir ve Kırşehir’in tamâmı, Eskişehir, Ankara,Konya, Niğde, Kayseri, Yozgat ve Sivas il topraklarının çoğu, Çorum, Çankırı ve Afyon illerinin bir kısmı yer alır.
Yüzey Şekilleri
Güney Toroslar, kuzeyden Kuzey Anadolu dağları ile sınırlanan, doğudan Doğu Anadolu yücelerine doğru yükselen dağlarla çevrilidir. Bu bölgenin yüzey şekilleri daha silik ise de zemini çok yerde 1000 m’den daha yüksektir.Yüksek dağlarından Kızıldağ 3025 m, Kösedağ 2815 m, Yıldızdağı 2552 m, Tecer Dağları ise 2596 m’ye kadar yükselirler. Ayrıca ErciyesDağı 3916 m ve Hasan Dağı da 3286 m’ye ulaşır. Bölgenin en büyük bölümü Tuz Gölüdür.Sakarya ve Kızılırmak en önemli iki ırmağıdır. En büyük ovası da Konya Ovasıdır.
İklim
Kara (step) iklimi niteliğini gösterir. Kışlar genellikle sert ve uzun, yazlar çukur alanlarda gündüzleri sıcak, yayla sırtlarında serin geçer. Doğuya doğru gidildikçe kara iklimi kendini iyice gösterir.Yaz mevsimi az yağışlı olup, yağış maksimumu kış ve özellikle ilkbahara rastlar.
Bitki Örtüsü
Bölgenin büyük bölümünü meydana getiren düzlükler cılız otsu bitkilerin kapladığı bozkırlar hâlindedir. Türkiye’de orman alanlarının en az yer tuttuğu bölgedir (% 5,8).Orman ancak dağ yamaçlarındadır. Akarsular boyunca söğüt ağaçları, yine sulak yerlerde kavak ağaçları bulunur.
Nüfus ve Yerleşme
İç Anadolu’da km2 ye düşen nüfus yoğunluğu 37’dir. Nüfusun önemli kısmı köylerde yaşar. Ankara, Kayseri, Konya,Eskişehir, Sivas ve Kırıkkale en kalabalık şehirlerindendir.
Ekonomi
İç Anadolu bölgesi ekonomik yönden gelişmekte olan bir bölgemizdir. Enerji üretimi yönünden oldukça zengindir. Hirfanlı ve Sarıyar hidroelektrik barajları bu üretimi üslenmektedirler. Ankara,Konya,Kayseri,Sivas,Eskişehir ve Kırıkkale endüstri merkezlerindendir. Eskişehir’de lüle taşı üretimi, şeker fabrikası, uçak fabrikası, DDYmotor fabrikası; Konya’da mermercilik, SeydişehirAlüminyum Fabrikası; Kayseri’de şeker fabrikası; Divriği’de demirçelik fabrikası; Kırıkkale’de makina kimyâ ve silâh sanâyii mevcuttur.
Türkiye’nin tahıl üretiminin büyük bir bölümü bu bölgemizdedir. Buğday, arpa ve yulaf başlıca tahıldır. Şekerpancarı üretimi de oldukça yaygındır. Sınırlı da olsa sebze ve meyve yetiştirilmektedir.Özellikle Sakarya ve Kızılırmak boyunca ekime elverişli geniş tarım alanları vardır.Hayvancılık köylülerin gelir kaynaklarının başında gelmektedir.Özellikle son yıllarda gelişen üretim sistemiyle küçük ve büyük baş hayvancılıkta ilerlemeler kaydedilmiştir.
Alm. Interne Energie, Fr. Energie (f) interne. İng. Internal energy. Sistemi meydana getiren moleküllerin kinetik, potansiyel ve duyulur iç enerjileri toplamı. Sistemi meydana getiren moleküller birbirlerini karşılıklı olarak çekmektedirler. Bu moleküller arasında çekme, moleküllerin potansiyel enerjisini meydana getirir. Moleküller arasında uzaklık arttıkça potansiyel enerjinin değeri artar.
Moleküller aynı zamanda devamlı hareket hâlindedirler. Yer değiştirme, belirli eksenler etrafında dönme veya belirli bir nokta etrafında salınım şeklinde kendini belli eden bu hareketleri sebebi ile moleküller, kinetik enerjiye sâhiptirler.
Sistem hâl değiştirdiği zaman bir taraftan sistemi meydana getiren moleküllerin ortalama hızı, diğer taraftan da moleküller arasındaki ortalama uzaklık değişir. Moleküllerin ortalama hızında meydana gelen değişme, sistemin sıcaklığında meydana gelen bir değişme ile kendisini belli eder. Yâni bir sistemin moleküllerinde depo edilmiş bulunan kinetik enerji arttıkça, o sistemin sıcaklığı da yükselir. Bir sistemin hâl değişiminde, iş-enerji değişimi, termodinamiğin, sistemler için birinci kanununa göre ısı değişimi ile iş değişimi arasındaki farka eşittir.
Mükemmel gazlarda iç enerji yalnız sıcaklığa bağlı olarak değişir. Yâni sıcaklık arttıkça iç enerji artar, sıcaklık azaldıkça azalır.
Alm. Endokrine Drüsen, innersekretorische Drüsen (pl.), Fr. Glandes endocrines, glandes à sécretion interne (f.pl.), İng. Endocrine glands. Salgıladıkları hormonları, “hedef organ”lara taşıyacak olan kana veren, kanalsız bezler. Dış salgı bezleri dediğimiz salgı organları ise, bir kanal vâsıtasıyla ifrâzâtlarını bir vücut kısmına iletirler. Meselâ karaciğerin dış salgısı olan safra ince barsağa dökülür. Pankreasın hem dış, hem de iç salgısı vardır.
Hormonların pek çoğu kanda belli protein moleküllerine bağlanırlar. Bu iş, onları hedef organlara varıncaya kadar tahrip edilmekten korur ve kanda etkili yoğunluğa varmalarını sağlar. Uzun süreli kan konsantrasyonlarının sağlanması, büyüme, cinsî faaliyet, emzirme, metabolik işlemler açısından lüzumludur. İç salgı bezlerinin çalışmaları birbiriyle yakından alâkalı ve birbirine bağımlıdır; hiçbir hormon diğerlerinden bağımsız olarak salgılanamaz. Bir iç salgı bezinin çıkarılması veya çalışmasındaki aksama diğer hormanları da etkiler ve hedef organlarda tesir azalması yâhut artmasına sebeb olur.
Endokrin (iç salgı) sistem ve sinir sistemi kollektif bir çalışma gösterirler ve bu sebeple çoğu zaman nöroendokrin sistem olarak zikredilirler. Hormonlar sinir sistemini etkileyerek çeşitli faâliyetleri ortaya çıkarabildiği gibi, sinirler iç salgı bezlerine tesir ederek hormon salgısında değişimlere sebep olabilirler. Belli sinir hücreleri “nörohormon” denilen maddeleri kana vererek hem çeşitli organlar hem de salgı bezleri üzerinde tesirli olurlar.
Omurgalılarda iç salgı bezleri sisteminin idâre merkezi beyin tabanında “Türk eğeri”(Sella Turcica) denilen kemik boşlukta bulunan Hipofiz bezidir. Organlarda direkt tesirli olan büyüme hormonu hipofizden salgılanır. Bundan gayrı diğer iç salgı bezlerine tesir ederek salgı yaptıran “tropik hormonlar” hipofizden salgılanır. Bunların hepsi hipofiz ön lobundan (parçasından) salgılanır. Hipofiz orta lobundan ise “melanofor-uyarıcı hormon” denilen ve vücuttaki pigment (boya) hücrelerine tesir eden hormon salgılanır. Hipofiz arka lobu bir salgı bezi olmayıp, beyin hücrelerinin uzantılarından meydana gelir. Bu hücrelerde de hormon salgısı (nörohormonlar) yapılır. Arka lobdan salgılanan iki nörohormon “vasopressin” (antidüretik hormon) ve “oksitosin”dir. Oksitosin doğumda rahmin kasılmasını sağlarken, vasopressin idrar miktarını azaltmakla görevlidir. Eksikliğinde şekersiz şeker hastalığı ortaya çıkar.
Hipofiz her ne kadar “iç salgı orkestrasının şefi” olarak kabul edilirse de tam bağımsız olduğu söylenemez. Onun üzerindeki merkez, beynin hipotalamus bölümüdür. Hipotalamustan salgılatıcı faktörler (releasing factor) salgılanır. Salgılatıcı faktörler hipofiz-hipotalamus damar sistemi ile kan dolaşımına katılmadan hipofize gelirler ve tesirli olurlar. O hâlde bir hormonun salgılanma zamânı hipotalamusta başlar. Buranın salgılatıcı tropik hormonlar, iç salgı bezlerinden hormon salgısını uyarır ve böylece o hormonun kan seviyesi artar. Artmış ve normal sınırlarını aşmış bir hormon seviyesi hipotalamusa negatif tesirle, salgılatıcı hormon seviyesini düşürür. Buna “negatif geri besleme” (negative feed-back) işlemi adı verilir.
Her hormon salgılayan iç salgı bezinin özellikleri ve önemi kendi konusunda anlatılmıştır. Bunlar hipofiz, tiroid, paratiroid, pankreas, testis, yumurtalıklar, böbreküstü bezleri olarak sayılabilir.