İBRÂHİM BİN EDHEM

Tâbiînin meşhur âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Edhem bin Mansûr olup, künyesi Ebû İshâk’tır. Nesebi hazret-i Ömer’e dayanır. BabasıEdhem, Belh şehrinin hükümdârıydı.

714 (H.96)te Belh şehrinde doğup, 779 (H. 162)da Şam’da vefât etti. Burada büyük türbesi, câmii ve pekçok vakfı vardır.

Fudayl bin İyâd’dan feyz aldı. İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râî ve Şeyh Mansûr Selâmî’nin sohbetinde bulunmuş, Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir. Bağdat, Şam veHicaz’da meşhur oldu. Üç kıtanın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı A’zam’ın sohbetleriyle olgunlaştı. İmâm-ı A’zam hazretleri onu medh edip; “İbrâhim bin Edhem seyyidimiz ve sevdiğimizdir.” buyurmuştur. Arap lisânını çok fasih konuşurdu. Dinde fakih ve müctehiddi. Çeştiyye yolunun büyükleri arasında yer aldı. Rumlara karşı yapılan cihâdlara katıldı.

Yahya bin Sa’îd el-Ensârî, Sa’îd bin Mezbân, Mukâtil bin Süleymân ve Süfyân-ı Sevrî’den, Sevrî de, İbrâhim bin Edhem’den hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Evzâî, Şakîk-i Belhî, İbrâhim bin Beşşâr, kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır. Nesâî, Dâre Kutnî, İmâm-ı Buhârî onun sika (güvenilir) bir râvî olduğunu bildirmişlerdir. Buhârî, Sahîh’inde “Edeb”; Tirmizî “Tahâret” kısmında kendisinden rivâyette bulunmuşlardır.

Tasavvuf yoluna girmesi şöyle olmuştur:

Babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. İbrâhim bin Edhem ise, şehzâde olup, köşklerde oturur, avlanmayı severdi. Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, bütün emirleri hemen yapılırdı. Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. Bir gece tahtı üzerinde uyumuştu. Bir ses duyup uyandı. Tavan sallanıyordu. Damda biri vardı: “Damdaki kimdir?” diye seslendi. “Tanıdık biriyim, devemi kaybettim de onu arıyorum.” dedi. “Hey şaşkın damda deve olur mu?” deyince, damdaki zât; “Ey gâfil! Sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde olduğun hâlde arıyorsun! Damda deve aramak bundan daha mı acâyip?” dedi. İbrâhim bin Edhem hazretleri bu sözlerden çok etkilendi. Kalbi, Allahü teâlânın aşkıyla yanmaya başladı. O zamâna kadar bilip bilmediği bütün günâhlarına, hatâ ve kusûrlarına tövbe etti. Bu hususta başka rivâyetler de vardır.

Her şeyi bırakıp, Allahü teâlânın râzı olduğu yola girdi. Her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunmak için kendisine dünyâ meşgâlelerinden uzak, sâkin bir yer aradı. Nişâbûr civârında dokuz sene kaldı. Sonra Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. Sahrâda giderken bir zât ile karşılaştı. O zât kendisine İsm-i a’zamı öğretti. Bununla Allahü teâlâya duâ etti. Hızır aleyhisselâm ile görüştü. O, kendisine; “Sana, İsm-i a’zam’ı öğreten kimse İlyâs aleyhisselâmdı.” dedi ve çok sohbet ettiler. Büyük bir zâtın geldiğini haber alan Mekke-i mükerreme âlimleri onu karşılayıp, iltifâtlarda bulundular. Mekke-i mükerremede kalıp ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. Orada da tanındı. O zamânın büyük âlimlerinden Süfyân-ı Sevrî ve Fudayl bin İyâd ile karşılaşıp onların sohbetlerinde ve ilim meclislerinde bulundu. Daha sonra Şam’a gitti ve ömrünün sonuna kadar orada kaldı.

İbrâhim bin Edhem hazretleri helâl lokma yemeye çok dikkat eder ve herkese tavsiye buyururlardı.

İbrâhim bin Edhem, helâl kazanmak için zaman zaman da sırtında odun taşırdı. Yine odun taşıdığı bir günde İmâm-ı Evzâî, sırtındaki odunları görüp niçin bu kadar sıkıntı çektiğini sordu. İbrâhim bin Edhem; “Öyle söyleme, hadîs-i şerîfte; Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur, buyruldu.” cevâbını verdi.

Kendisinden bir zât nasîhat istediğinde buyurdu ki:

Altı şeyi kabul edip yaparsan, hiçbir işin sana zarar vermez. Dünyâda ve âhırette rahat edersin. O altı şey şunlardır:

1. Günah yapacağın zaman, Allahü teâlânın sana verdiği rızkı yeme.

2. Ona âsî olmak istersen, O’nun mülkünden çık. Mülkünde olup da O’na isyân etmek uygun olur mu?

3. O’na isyân etmek istersen, gördüğü yerde günâh yapma. Görmediği yerde yap. O’nun mülkünde olup, verdiği rızkı yiyip, gördüğü yerde günah yapmak uygun değildir.

4. Can alıcı melek, rûhunu almaya geldiği zaman tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Şimdi kudretin var, güç kuvvetin yerindeyken tövbe et. Tövbe edilecek zaman bu zamandır. Zîrâ ölüm meleği ânîden gelir.

5. Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek, suâl için geldiklerinde, onları kov. Seni imtihân etmesinler. Soran kimse dedi ki: “Buna imkân yoktur.” İbrâhim bin Edhem; “Öyle ise şimdiden onlara cevap hazırla.” buyurdu.

6. Kıyâmet günü Allahü teâlâ; “Günâhı olanlar Cehennem’e gitsin.” diye emredince; “Ben gitmem!” de! Soran kimse; “Bu sözümü dinlemezler!” dedi ve tövbe edip ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi.

İbrâhim bin Edhem birisiyle arkadaş olmuştu. Bu arkadaşlık bir müddet devâm etti. Zaman geldi ayrılmaları gerekti. Arkadaşı dedi ki: “Uzun zaman arkadaşlık ettik. Bir ayıbımı gördünse söyle de bir daha yapmayayım.” Cevâbında buyurdu ki: “Kardeşim! Sende bir ayıp görmedim. Ben sana dâimâ sevgi gözüyle baktım. Onun için seni hep iyi buldum. Senden gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan bana sorma!”

Allahü teâlâ, meâlen; “Ey kullarım, benden isteyiniz, kabul ederim, veririm.” (Mü’min sûresi: 60) buyuruyor.” Hâlbuki istiyoruz vermiyor?” diye İbrâhim bin Edhem’e sorduklarında, cevâben; “Allahü teâlâyı çağırırsınız, O’na itâat etmezsiniz. Kur’ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinden faydalanırsınız, O’na şükretmezsiniz. Cennet’in ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem’i âsîler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler? Duâlarının netîcesi, yalnız bu olursa yetmez mi?” buyurdu.

İbrâhim Edhem, hükümdârlığı bıraktıktan sonra, bir gün deniz kenarında oturmuş yama yamıyordu. Memleketin vâlisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken, İbrâhim Edhem hazretlerinin başında durdu. Vâli onu seyrederken şöyle düşündü: “Bak şu dünün hükümdârına! Böyle yapmakla eline ne geçti?” İbrâhim Edhem, vâlinin aklından geçenleri anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin!” dedi. Bir balık, ağzında İbrâhim Edhem’in denize attığı iğneyi getirdi. İbrâhim Edhem iğneyi balığın ağzından alıp sonra vâliye döndü: “Elime bu iğne geçti.” buyurdu. Yâni; “Ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerâmeti verdi.” Kerâmetleriyle ve insanlara nasîhatleriyle meşhûr olan ve sevgisi gönüllerde yaşayan İbrâhim bin Edhem hazretleri buyurdu ki: “Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.”

“İşittiğime göre, kıyâmet günü insan, daha çok utansın, diye tanıdıklarının yanında hesâba çekilir.”

“İlmi, amel için öğreniniz. Çokları bunda yanıldı. İlimleri dağlar gibi büyüdü, amelleri ise zerre gibi küçüldü.”

Her zaman şöyle duâ ederdi: “Yâ Rabbî! Beni günâh alçaklığından kurtar. Sana tâat (ibâdet) lezzetine ulaştır.”

İBRÂHİM ÇALLI

Türk ressamı. 13 Temmuz 1882’de Denizli’nin Çal ilçesinde doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Çal’da ve İzmir’de yaptı. Resme karşı kâbiliyetini ortaya çıkaran resimler ve desenler çizmeye başladı. İlk resim derslerini askerî bir okula girmek gâyesiyle geldiği ve çeşitli işler yapmak zorunda kaldığı İstanbul’da Vefa Lisesi resim öğretmeninden aldı. Hem resim çalışmalarını sürdürdü hem de başka işlerde çalıştı. Aynı zamanda Kapalıçarşı’da bulunan ressam Roben Efendiden ders aldı. Bu sırada tanıştığı Şeker Ahmed Paşanın Oğlu İzzeddin Beyin aracılığı ve teşvîkiyle Sanâyî-i Nefîse (Güzel Sanatlar Akademisi) Mektebine girdi. Öğrenim müddeti altı yıl olan bu mektebi üç yıllık bir öğrenimden sonra bitirdi. Maârif Nezâreti (Millî Eğitim Bakanlığı)nin açtığı bir yarışmayı kazandı. 1910 senesinde devlet burslusu olarak gönderildiği Paris’te Fernand Cormon’un atölyesinde dört yıl resim çalıştı.

Birinci Dünyâ Savaşı başlayınca Türkiye’ye dönen İbrahim Çallı Sanâyî-i Nefise Mektebinde Valaury’nin yardımcılığına tâyin edildi, kısa bir süre sonra da atölye öğretmenliğine getirildi. 1917’de Harbiye Nâzırı Enver Paşanın Şişli’de açtırdığı atölyede Hikmet Onat, Ruhi Arel, Avni Lifij, Namık İsmail gibi sanatçılarla birlikte savaş resimleri yaptı. Güzel Sanatlar Birliğinin kuruluşuna katıldı. 1947 yılında emekli oluncaya kadar vazife yaptığı İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde adına açılan atölyede resim dersleri verdi. Aralarında Şeref Akdik, Refik Epikman, Elif Naci, Mahmud Cuda, Muhiddin Sebâtî, Ali Çelebî, Zeki Kocamemi’nin de bulundukları birçok ressamı yetiştirdi.

Türk resim sanatında “1914 Kuşağı”, “Türk İzlenimcileri” veya “Çallı Kuşağı” olarak adlandırılan ressamların önde gelen temsilcilerinden sayıldı. 1927’de Rus ressam Aleksis Griçenko’nun etkisiyle yaptığı “Mevlevîler” dizisi dışında, kendine has bir biçimde yorumladığı izlenimci temel uslûba sanat hayâtı boyunca bağlı kaldı. Galatasaray Sergileri adıyla anılan ve büyük alâka uyandıran resim sergilerinin açılmasında önemli rol üstlendi. Toplum hayatıyla ilgili konuların yanı sıra, Ada ve Boğaz manzaraları, kadın portreleri ve Türk resminde ilk olarak çıplak resimler yaptı. Daha sonra izlenimci teknikten uzaklaşarak, grafiğe yakın şematik desen ve az karışımlı renk anlayışını benimsedi. Fakat kısa süre sonra izlenimci anlayışa geri döndü. Manzara, portre ve tabiat resimlerinden başka Kurtuluş Savaşı ve İnkılaplarla ilgili kompozisyonlar, Atatürk portreleri ve köylü hayatını anlatan büyük boyutlu resimler yaptı. Bu dönem ürünlerinde siyah ve kahverengi gibi koyu renklerden uzak bir palete ve serbest bir fırça işçiliğine sâhib olduğu görüldü. Mimar Sinan Üniversitesi resim ve heykel müzesinde bulunan İstiklâl Savaşında Zeybekler, Atatürk portresi, Süvâriler, Hatay’ın anavatana hasreti gibi eserlerinde İzlenimci teknikten uzaklaşarak daha geleneksel bir yaklaşımı benimsedi.

Son yıllarında ise en tanınmış eserleri arasında yer alan Manolyalar gibi natürmortlar yaptı. 1960 senesinde İstanbul’da öldü.

İBRÂHİM DESÛKÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Ebü’l-Mecd’dir. Künyesi Ebü’l-Ayneyn, lakabı Burhâneddîn’dir. Desûkî nisbesiyle meşhur olmuştur. Babası, Rıfâiyye yolunun büyüklerinden Ebü’l-Feth bin Ebi’l-Ganâim el-Vâsıtî’nin dâmâdı ve halîfesi Ebü’l-Mecd’dir. Hazret-i Ali’nin soyundandır. Mısır’da, Nil Nehrinin batı tarafındaki Desûk kasabasında 1235 (H.633)te doğdu. 1277 (H. 676) de vefât etti. Doğduğu gün Ramazân-ı şerîf ayının başına geldiği için gündüz süt emmedi.

İbrâhim Desûkî, küçük yaştan îtibâren aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Arapça, Farsça, Süryânice ve İbrâniceyi öğrendi. İlimde üstün dereceye ulaştıktan sonra tasavvufa yöneldi. Babası gibi Rıfâiyye yoluna intisâb etti. Sühreverdiyye tarîkatı büyüklerinden Şeyh Necmeddîn İsfehânî’nin de sohbetinde bulunarak, bu yoldan da icâzet aldı. Şâziliyye ve Şeyh Ebû Midyen Mağribî’nin mensûb olduğu Medyeniyye yolundan da hırka giydi. Zamânındaki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulunup, dört yolda da kemâle geldi. Tasavvufta yüksek derecelere kavuşup, kutuplardan, efrâddan olup gavsiyyet-i kübrâ makâmına ulaştı. Cömertliğiyle temâyüz eden İbrâhim Desûkî, Bedeviyye, Şâziliyye, Sühreviyye ve Rıfâiyye yollarının âdâb ve usûllerini birleştirerek, Desûkiyye yolunun usûllerini ortaya koydu. Pekçok talebe yetiştirdi. İslâm dîninin emirlerini yapıp, yasaklarından sakınma husûsunda son derece titiz ve dikkatliydi.

Uzun müddet Allahü teâlâya ibâdetle meşgul olan, talebe yetiştiren ve birçok kıymetli eser yazan İbrâhim Desûkî, ömrünün sonuna yakın, yerine, vazifesini yürütecek vekil tâyin ettikten sonra Desûk’ta vefât etti.

İbrâhim Desûkî’nin güzel sözlerinden bâzıları:

“Derviş kimse, yalnız dışını değil, içini de temiz tutmalıdır.”

“Ey evlâdlarım! Bütün dervişler ve fakirler benim sevgililerimdir. Siz de onları seviniz ve şefkat gösteriniz.”

“Ey talebelerim! Biliniz ki, bizim yolumuzun esâsı, zarûrî olan ile yetinmektir. Sonsuz saâdeti arzularsınız, her hususta fakirliği, yâni Allahü teâlâdan başkasına muhtâc olmamayı beğeniniz.”

İbrâhim Desûkî talebesinden birine buyurdu ki:

“Ey gözümün nûru evlâdım. Her şeyden evvel içindeki nefis denilen ejderi öldür. Yüzünü toprağa sür. Hatâ ve isyânını kabul ve îtirâf et. Yaptığın hatâ dolu ibâdetlerin yüzüne çarpılmasından kork. Allahü teâlâ kullarının kalbine bakar. Ey insanlar, o hâlde kalplerinizi temiz tutunuz. Kalbinizde yalnız ihlâs ve istikâmet bulunsun.”

İbrâhim Desûkî hazretleri, talebesi olmak isteyen birine de şunları söylemiştir:

“Ey oğul! Eğer tövbe etmek istiyorsan, bunu şakaya alma. Oyuncak zannetme. Tövbe ettim, demek sûretiyle yalnız dil tövbesi yapmak insana hiç bir şey kazandırmaz. Hakîkî tövbe kulun kendi kalbini, mahlûkâtı düşünmekten ve hâtırlamaktan kurtarabilmesi ile mümkün olur. İşte ancak kalbi böyle olan kimselerin tövbesi makbuldür. Kalbin böyle olabilmesi için, insanın evvelâ kendi nefsini dizginlemesi, sonra da tâatlarını ihlâs üzere inşâ etmesi lâzımdır. Bundan sonra da evliyâ-yı kirâmın menkıbe ve sözlerini okumalıdır.”

“Kişi Rabbi’ne kavuşması için O’nun uğrunda vücudundaki yağlar eriyip ciğerlerinin parçalanması gerekir. Kalbin fâni arzulara karşı meyletmemesi lâzımdır. Ancak bu şekilde olduktan sonra aradan perdeler kalkar. Perde kalkınca da ilâhî hitap duyulur ve levh-i mahfuzdaki işâretler okunur. Pek gizli mânâlar bile kendiliğinden çözülür.”

“Müslüman, dilini,İslâmiyetin men ettiği şeylerle kirletmemelidir.”

“Hiçbir evliyâ, bütün insanlara şefkat ve merhamet göstermedikçe ve ayıpları olursa onları örtmedikçe kemâle eremez.”

“Seven sevilir, hor gören hor görülür.”

“Allahü teâlâya itâat edene insanlar itâat eder.”

“İlim, kulluğun gerçek mânâsını anlamak ve Hakk’a tam kulluk etmek içindir.”

“Gıybet, yalancıların meyvesi, fâsıkların ziyafeti, kadınların sakızıdır.”

“Cenâb-ı Hak şu kimseleri sever: İffetli ve kalbi temiz olanı, elini fenâlıktan men edeni, dilini gıybetten ve lüzûmsuz sözden koruyanı, edep yerine sâhib olanı, iyilik, ikrâm ve ihsâna koşanı, dâimâ Allahü teâlâyı hatırlayanı...”

İbrâhim Düsûkî’nin sözlerini İmâm-ı Şa’rânî müstakil bir kitap hâlinde toplamıştır.

İBRÂHİM EDHEM

Hezarfen (bin fenli) olarak bilinen meşhur Türk sanatkarı. 1829 yılında Üsküdâr’da ÖzbeklerTekkesinde dünyâya geldi.

İstiklâlHarbinde Anadolu’ya insan ve malzeme naklinde merkez olarak kullanılan Özbekler Tekkesinin, (İstanbul-Üsküdar) SultanTepedeki binâsı hâlâ durmaktadır. Babası Sâdık Efendi aslen Buhâralı olup, bu tekkenin şeyhiydi. Tekkede özel dersler alan İbrâhim Edhem Türkçe, Çağatayca, Farsça, Arapçayı ve dînî ilimleri çok iyi öğrendi. Bunların yanında fen ilimlerine olan merak ve kâbiliyetinden dolayı mîmârî, kozmoğrafya, matematik ve fen ilimleri ile de uğraştı. Bunlarla kalmayan, her parmağında bir sanat olan İbrâhim Edhem, marangozluk, oymacılık, hakkâklık, dökme, tesviye, demir ve dokuma işlerinde de uğraştı. Bu kâbiliyet ve çalışmaların sonucu 1869 yılında o zamanki sanat okulu olan Mektebi Sanâyinin îmâlât müdürlüğüne getirildi. Daha sonra iki defâ Harem-i şerîfe gönderildi.Kâbe’nin içi ve dışının tâmirâtı için işçilerle bizzât çalıştı. Bu beldelere olan saygı ve hürmetinden Kâbe’nin tâmirinde kullandığı malayı hiçbir işte kullanmayarak kabrine konmasını vasiyet etmiştir.

Hicaz dönüşü Özbekler Tekkesinde talebe yetiştirmekle uğraşmış, buradaki derin kuyudan su çıkarmak için tulumba yapmıştı. Memleketimizde ilk kurşun boruyu döken İbrâhim Edhem, kendi yaptığı sünnet âleti ile Almanya’da madalya almıştır. Kendi eserleri o zaman Paris’te açılan sergidehalka gösterilmiş, sanatındaki incelik herkes tarafından takdirle karşılanmıştır.

Ömrünün sonlarına doğru bir hayli ilerlemiş yaşına rağmen, hat sanatı üzerine çalışmış ve icâzet(diploma) almıştır.Yazdığı hat örnekleri ile yaptığı eserlerin bir kısmı günümüzde hâlâ ÖzbeklerTekkesinde saklanmaktadır.

Ocak 1904 yılında vefât eden Hezarfen İbrâhimEdhem’in kabri, ders verdiği Özbekler Tekkesinin bahçesindedir.

İBRÂHİM GÜLŞENÎ

On beşinci ve on altıncı yüzyılda yetişmiş olan evliyânın büyüklerinden.Halvetî yolunun Gülşenî kolunun kurucusu. İsmi, İbrâhim bin Muhammed, lakabı Gülşenî’dir. 1426 (H.830) târihinde Âzerbaycan’da doğdu. 1534 (H.940) târihinde Mısır’da vefât etti.

Babası EmîrMuhammed, asîl bir Türk âilesindendir. Küçük yaşta yetim kalan İbrâhim Gülşenî’nin tahsil ve terbiyesiyle amcası Seyyid Ali meşgul oldu.Çok zekî ve kâbiliyetli olduğundan ilimde kısa zamanda akranlarını geçti. Zamânın âlimlerinden okuyup din ilimlerinde mütehassıs oldu. Semerkand ve Tebriz’e gidip Kâdılkudât Mevlânâ Hasan ile görüşüp, hürmet gördü.Kendisine Sultan Uzun Hasan tarafından dîvân-ı hümâyûnda nişancılık vazifesi verildi. Haram ve şüphelilere düşmek korkusuyla oradan ayrıldı ve Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin vekîli Dede Ömer Rüşenî’nin hizmetine girerek talebesi oldu. Çetin mücâhedelerde bulundu. Kalp gözü açıldı. Hocasından icâzet ve Gülşenî lakabını aldı. Hocasının emriyle kâmil ve mükemmil (yetişmiş ve yetiştirilebilen bir zât) olarak Tebriz’deki medreselerde ders verdi.

Erdebil Hânedânına mensub Şahİsmâil, Tebriz’deki Ehl-i sünnet Müslümanları ortadan kaldırmak için teşebbüse geçince, İbrâhimGülşenî bu fitneden kurtulmak için hicret etmek üzereyken yakalandı ve îdâmına karar verildi.O da; “Cenâb-ı Hak, İbrâhim aleyhisselâmı Nemrûd’un ateşinden nasıl kurtardı ise, inşâllah bizi de öyle kurtarır.” diyerek tevekkül eyledi. Başına koydukları nöbetçinin ondaki üstün hâlleri görüp hayran olmasıyla serbest bırakılıp yol gösterildi. İbrâhim Gülşenî, oğlu Ahmed Hayâlî’yi de alarak Diyârbakır yoluyla Mısır’a gitti.Yolda herkesten çok hürmet gördü. Kubbet-ül-Mustafâ denilen yere yerleşip talebe yetiştirdi. Sultan Gavri’nin dikkatini çekip, iltifatlarına kavuştu. Hükümdâr ona Müeyyediyye’de bir medrese yaptırdı. Oraya yerleşen İbrâhim Gülşenî, Mısır’ın fethinde Yavuz Sultan Selim Hanı övgü ile karşıladı. Yavuz Sultan Selim ona çok iltifât ve ihsânlarda bulundu. Kânûnî SultanSüleymân onu İstanbul’a dâvet edip çok hürmet gösterdi.Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmiinde vaaz edip, kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuranİbrâhimGülşenî hazretleri, Sultan’dan izin alıp tekrar Mısır’a döndü. 1534 (H. 940) senesinde Mısır’da vefât etti. Onun vefâtından sonra yolunu oğlu Ahmed Hayâlî devâm ettirdi.

Eserleri

Mânevî:Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî’sine benzer ve eş olarak yazdığı 40.000 beytlik kıymetli eseridir. Ayrıca; Arapça, Farsça ve Türkçe Dîvân’ları, Rûznâme ve Kenz-ül-Cevâhir adlı eserleri de vardır.

Arapça ve Farsça şiirlerinin yanında, Türçe şiirleri de mevcuttur. Bilhassa Dîvân’ı 24.000 beyti bulmaktadır.O, bu şiirlerinde tarîkat neşvesi içinde ve bir mürşid olarak açık bir dil kullanmıştır. Bu bakımdanTürk Tekke Edebiyâtı içinde müstesnâ bir yeri vardır.

İbrâhimGülşenî buyurdu ki:“İşi Hak teâlâya havâle etmek iyidir.Kin tutup, öfkelenerek bir Müslümana zarar vermeye kalkmak, hattâ uğradığı bir zarâra sevinmek câiz değildir.”

Onun şiirlerinden iki beyit:

Gaflet ile geçdi günüm âh n’ideyin ömrüm seni

Çün bozıla bu düzenün âh n’ideyin ömrüm seni

 

Ben bu mülke gelmedin nerdenliğüm bilmişem

Bilmeyene o mülki bildürmeğe gelmişem

İBRÂHİM HAKKI ERZURUMÎ

On sekizinci yüzyıl Osmanlı âlimi ve büyük velî. İsmi, İbrâhim Hakkı’dır. 1703 (H.1115) târihinde Erzurum’un Hasankale kasabasında doğdu. Babası Osman Efendi olup, evliyâdan bir zâttı. Annesi Hanîfe Hâtun da Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyundandır. 1781 (H.1195) târihinde Siirt’in Tillo kasabasında vefât etti.

Küçük yaşta annesini kaybeden İbrâhim Hakkı,ilk tahsilini babasından gördü. Tefsir, hadis, fıkıh gibi zâhirî ilim dallarında yetişti. Baba dostu Molla Muhammed Sıhrânî’den astronomi, matematik ve fen bilgilerini öğrendi. Tillo’daki ilim ve feyz kaynağı Kâdiriyye tarikatı büyüklerinden İsmâil Fakîrullah’ın mânevî terbiyesine girip iltifât ve ihsânlarına kavuştu.

İbrâhim Hakkı, babası vefât edince hocasının emriyle Erzurum’a gitti. Amcalarının da teşvikleriyle sekiz sene ilim tahsil etti. Erzurum müftîsi Hâzık Muhammed’den okudu. Yirmi beş yaşında tahsilini tamamlayıp muhabbet ateşiyle yandığı hocası İsmâil Fakîrullah’ın huzûruna döndü.

Tillo’da hocasının büyük oğlu Abdülkâdir Efendinin kızı Fâtma Azîze Hanımefendi ile evlendi. Tillo’da on beş sene hocasına hizmet ile şereflenip icâzet aldı.

1738’de Hicaz’a gidip hac yaptı. 1752’de İstanbul’a gitti.Sultan Birinci Mahmûd Han tarafından dâvet edildi. Saray kütüphânesinde çalışmalar yaptı. Bir sene sonra talebe yetiştirmek için Abdurrahmân Gâzi Dergâhına tâyin edilerek Erzurum’a geldi. 1755 senesinde tekrar İstanbul’a gitti.Sarayda dîvân kâtibi Ali Efendi başta olmak üzere pekçok kimselerle dost oldu. Sultan Üçüncü Mustafa Han zamânında da Abdurrahmân Gâzi Dergâhının berâtı yenilendi.

İbrâhim Hakkı hazretleri, 1764 târihinden sonra hocası İsmâil Fakîrullah’ın dergâhına yerleşip vefâtına kadar talebe yetiştirmek ve eser yazmakla meşgul oldu. Ömrünün sonlarında vasiyetnâmesini yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi kitap yazmak ile uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak sûretiyle kalan ömrünü bereketlendirmek istediğinden, oğulları kâtipliğini yaptılar. 1781 senesinde Siirt’in Tillo kasabasında vefât etti.Hocası İsmâil Fakîrullah’ın yanına defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir.

İbrâhim Hakkı hazretleri tefsir, hadis, fıkıh gibi naklî ilimler yanında aklî ilimlerde de zamânın bir tânesiydi. Biyoloji, fizik, kimyâ, matematik ve astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle meşgul olmuş, ayın hareketlerini incelemiş, arz küresinin enlem ve boylamlarını belirtmiştir. Canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren Fransız doktoru Lamarc, İngiliz Ch. Darwin, Hollandalı Hügo de Vires gibi batılı ilim adamlarından çok önce canlıların yapısında, en basitinden en mükemmeli olan insana doğru düzgün bir tekâmül bulunduğunu, misâller vererek yazmış, bunun nevlerin (türlerin) değişmesi demek olmadığını da bildirmiştir. Bu konuyu ele alırken tekâmülde, arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve herbirinin hudutlarını tesbit etmiş, canlıların hepsinin ayrı ayrı türler halinde yaratıldığını ayrıca belirtmiştir.

Hayâtında hiçbir zaman okumayı ve okutmayı elden bırakmamış, ideâl insan tipi olarak ârif insanı göstermiştir. Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır.

İbrâhim Hakkı hazretlerinin hikmetli sözlerinden bâzıları şunlardır:

“Dil küçüktür, cürümü büyüktür.”

“Kalp bir reistir. Eğer o temiz olursa, mâiyeti, bütün organlar ona itâat ederek temiz olurlar.”

“Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.”

“Güzel sözler, güleç yüzler, tatlı diller gönüllerde azîzdir.”

“İnsanın başına belâ getiren üç şey vardır: Şakalaşmak, alay etmek, saçma ve beyhûde konuşmak.”

“Konuşma insanın terâzisidir. Fazlası ziyân, azı vakardır.”

“Dilini tutmayan gerçek îmânı bulamaz.”

İbrâhim Hakkı hazretleri aynı zamanda hak âşığı şâir bir zât olup hikmetli şiirler söylemiştir.

Onun şiirlerinden:

Ebû Cehl’in sohbeti nâr-ı Cehennem’den beter

Hakkı! Hakk’ı dilde bul sen, ol sana devlet yeter

 

Hak şerleri hayr eyler,

Zannetme ki gayr eyler,

Ârif anı seyr eyler,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.

Eserleri:

1) Tecvid Kitabı: İlk yazdığı eseridir.

2) Tertîb-ül-Ulûm.

3)Dîvân (İlâhinâme):Eserinde bir yılın günleri sayısınca gazel yazmıştır.

4) Mârifetnâme: Hasankale’deyken yazmaya başlamış, 1756 senesinde tamamlamıştır. Kâinâtın yaratılışını, bu yaratmanın dayandığı incelikleri, âlimleri birinci ana bölümde; tıp ilmini ve insan vücûdunu ikinci ana bölümde; insanın insan olarak ne yapması gerektiğini ve onun yücelmesini üçüncü anabölümde; âdab-ı muâşereti son bölümde işlemiştir. Eserin çeşitli yer ve zamanlarda baskıları yapılmış, Farsça ve Fransızcaya tercüme edilmiştir.

5) İrfâniyye: Farsça olup bir hadîs-i şerîf açıklanmaktadır.

6) İnsâniyye: Arapça olup içinde hocası Fakîrullah için yazdığı sekiz kasîde mevcuttur.Tasavvuf ilmi anlatılmaktadır.

7)Mecmû’at-ül-Me’ânî, 8) Lübb-ül-Ulûm, 9)Vuslatnâme, 10)Türkçe-Arapça-Farsça sözlük. 11) Seâdetnâme, 12) Vaslnâme, 13) Şükürnâme, 14)Meşârik, 15) Sefîne-i Nûh, 16) Kenz-ül-Fütûh, 17)Defînet-ür-Rûh 18. Rûh-üş-Şüyûh, 19) Ülfet-ül-Enâm, 20) Mahzen-ül-Esrâr ve diğerleridir.

İBRÂHİM HAKKI KONYALI

Son devrin en büyük târihçilerinden.1896 yılında Konya’da doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini Konya’da tamamladı. Birinci Dünyâ Harbinin başlarında,İzmir’de Amerikan Şimendifer Mektebine girdi.Mezun olunca, Geyve-Bozüyük istasyonlarında staj yaptı. Batum, Ruslardan alınınca, oraya istasyon şefi tâyin edildi. Birinci Dünyâ Harbinden sonra memuriyetten ayrıldı ve gazeteciliğe başladı. Konya’da Hak Yolu mecmuasını çıkardı. Daha sonra İntibâh, Meşrik-i Hakîkat,Tercümân-ı Hakîkat gazetelerinde yazmaya başladı.Cumhûriyetin îlânından sonra İstanbul’a yerleşti. Ankara Vakıflar Müdürlüğü Arşiv Dâiresi müdürlüğünde bulundu.İstanbul’da Târih Hazînesi, Târih Dünyâsı gibi dergileri yayınladı. Mehter Takımının kuruluşunu gerçekleştirdi. Vakıf Sanatları Müzesinin Türk Sanatları Müzesinin ve Askerî Müzenin kuruluşnda vazife yaptı. Pîrî Reis’in deri üzerine yaptığı haritayı Topkapı Sarayında bulup ilim âlemine tanıttı. Türkiye’nin çeşitli yerlerinden topladığı, kitap, fotoğraf ve belgeyi 1979’da, kendi kitaplarıyla birlikte Üsküdar’da Selimiye Câmii bitişiğindeki Üçüncü Selim Kasrında kurduğu İbrâhim Hakkı Konyalı kütüphânesine vakfetti. Aynı sene Kültür Bakanlığı tarafından Üstün Hizmet Armağanı verildi. 1981’de Konya Selçuk Üniversitesi tarafından Şeref Doktorluğu Pâyesi verildi. 20Ağustos 1984’te Akşehir’de vefât etti.

İbrâhim Hakkı, medrese tahsili yapmış olup,Arabî ve Fârisîyi öğrenmiş,Osmanlıcayı okumada, kitâbeleri okuyup ortaya çıkarmada ihtisas sâhibiydi.

Osmanlı arşiv vesikalarının (1931) balyalar hâlinde Bulgaristan’a satıldığını görünce, gerekli çalışmaları yaparak arşivle ilgili ortaya çıkacak büyük fâciâların önüne geçmiştir. Bu îtibârla Türk arşivciliğine büyük hizmeti dokunmuştur.Kendi tâbiri ile “Osmanlı târihi yağmacılığını” kısmen de olsa önlemiştir. Bunun gibi bir ara ABD’ye rehin edilmesi düşünülen Topkapı Sarayı hazînesinin de Merkez Bankasından yerine iâdesini sağladı.

Konyalı’nın yayınlanmış ve yayınlanmamış pekçok kitabı vardır. Yayınlanmış eserlerinin en ünlü ve önemlileri şunlardır:

1)Âbideleri ve Kitâbeleriyle Konya Târihi, 2)Âbideleri ve Kitâbeleriyle Karaman Târihi, 3) Âbideleri ve Kitâbeleriyle Akşehir Târihi, 4)Âbideleri ve Kitâbeleriyle Ereğli Târihi, 5) Âbideleri ve Kitâbeleriyle AksarayTârihi, 6) Âbideleri ve Kitâbeleriyle Alanya Târihi, 7) Âbideleri ve Kitâbeleriyle Erzurum Târihi, 8)Âbideleri ve Kitâbeleriyle Şereflikoçhisar Târihi, 9)Âbideleri ve Kitâbeleriyle Kilis Târihi, 10) Âbideleri ve Kitâbeleriyle Üsküdar Târihi, 11) Âbideleri ve KitâbeleriyleAzatlı Sinan, 12) Âbideleri ve Kitâbeleriyle Ertuğrul Gâzi Türbesi, 13) Âbideleri ve Kitâbeleriyle Kocabeyİmâreti, 14) Âbideleri ve Kitâbeleriyle Ankara Câmileri, 15)Âbideleri ve Kitâbeleriyle Sinan’ın İstanbul’daki Eserleri, 16) Âbideleri ve Kitâbeleriyle İstanbul Âbideleri, 17) Âbideleri ve KitâbeleriyleTopkapı Sarayında Deri Üzerine Yapılmış Haritalar, 18) Âbideleri ve Kitâbeleriyle İslâmî ve Eski Paralar.

Bunların dışında: 1)Mîmâr Sinan’ın İstanbul’daki Yaptığı Eserler, 2) MîmârSinan’ın Vakfiyesi, 3)Topun Târihi, 4)Kılıcın Târihi, 5) Beyşehir Târihi, 6) Akçakoca Târihi, 7) Türk Çadırları vs. gibi henüz yayınlanmamış eserleri de başlıbaşına birer millî değerdir.

İBRÂHİM HAKKI PAŞA

Meşrûtiyet dönemi Osmanlı sadrâzamlarından. 1863’te İstanbul’da doğdu. Şehremâneti MeclisReisi Sakızlı Mehmed Remzi Efendinin oğludur.

1882’de Mülkiye Mektebini bitirdi. 1884’te Mâbeyn tercümanlığına tâyin oldu. Bu görevi sırasında Hukuk Mektebinde târih, siyâset hukûku, idâri hukuk ve devletler hukûku dersleri verdi. 1894’te Bâbıâli hukuk müşâvirliği görevine getirildi.İkinci Meşrûtiyetten sonra kurulan Kâmil Paşa başkanlığındaki hükûmette maârif ve dâhiliye nâzırlığı yaptı (1908). Aynı yılın sonlarında Roma büyükelçiliğine,Hüseyin Hilmi Paşa’nın istifâsı üzerine de 1910’da sadrâzamlığa getirildi. 1911’de Rıfat Paşanın ParisBüyükelçiliğine tâyin edilmesi üzerine Hâriciye Nazırlığını da üstlendi. Bu sırada İtalyanların Trablusgarb’a saldırmaları İbrâhimHakkı Paşanın sadrâzamlıktan istifâsına sebeb oldu (Eylül 1911). 1915’te BerlinBüyükelçiliğine tâyin edildi. Birinci Dünyâ Harbine son vermek üzere Brestlitovsk görüşmelerine katılan Osmanlı heyetinde yer aldı (Mart 1918). Berlin’deki görevine döndükten kısa bir süre sonra öldü (29 Temmuz 1918). Cenazesi İstanbul’a getirilerekYahyâ Efendi Türbesine gömüldü.

Eserleri:

Üç ciltlik Târîh-i Umûmî (1888-1889), Mehmed Azmi ile birlikte Muhtasar İslâm Târihi (1889), Küçük Osmanlı Târihi (1890) ve iki ciltlik Hukûk-ı İdâre (1890-1891) dir.

İBRÂHİM HALEBÎ

On sekizinci asırda yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, İbrâhim bin Mustafa bin İbrâhim el-Halebî’dir. Künyesi, Ebü’s-Safa; lakabı, Burhanüddîn’dir. Haleb’de doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1776 (H. 1190) senesinde İstanbul’da vefât etti.

İbrâhim Halebî önceleri bir sanatla meşgulken bir rüyâ gördü. Rüyâsını Haleb’de bulunan Kâdiriyye büyüklerinden Şeyh Sâlih el-Mevâhibî’ye anlattı. Şeyh Sâlih de rüyâyı İbrâhim Halebî’nin ilim öğrenmesi gerektiği şeklinde tâbir etti. Bunun üzerine İbrâhim Halebî Kâhire’ye gidip yedi sene aklî ilimleri okudu. Yedi sene sonra Haleb’e döndükten sonra naklî (dînî) ilimleri öğrenmeye karar verdi. Şam yoluyla Hicaz’a gitmek üzere yola çıktı. Dımaşk’a (Şam’a) gidip, Ebü’l-Mevâhib bin Abdülbâki, İlyâs el-Kürdî, Muhammed Habbâl gibi âlimlerden naklî ilimleri öğrendi. Ayrıca tasavvuf yolunda Abdülganî Nablüsî hazretlerinden feyz aldı. Hicâz yolculuğuna devâm ederek, Mekke-i mükerremeye vardı. Orada da o beldenin büyük âlimlerinden ilim öğrendi. Daha sonra Kâhire’ye geldi. Hanefî mezhebi âlimlerinden Seyyid Ali ed-Darîr’in derslerine devâm ederek aklî ve naklî ilimleri tamamladı. Aynı zamanda ders verme husûsunda hocasına yardımcı oldu. Mısır’daki diğer âlimlerden de ilim öğrenip, icâzet (diploma) aldı. Zekâsının ve ifâdesinin kuvvetliliği, ilimdeki yüksekliği sebebiyle kısa zamanda Mısır’da tanındı. Şöhreti her tarafa yayıldı. İlim öğrenmek isteyenler akın akın derslerine geldiler. O sırada Mısır emirlerinden Yûsuf-ı Kethüdâ’nın imâmı oldu. Onun vefâtından sonra emir Osman-ı Kebîr’e bağlanarak, çok ikrâm ve hürmet gördü. Bâzı olaylar üzerine, Mısır tarafından vekil olarak İstanbul’a gönderildi. Burada Sadrâzam KocaRâgıb Paşa ile görüşmüş, sadrâzam bu zâtın ilim ve fazîletine hayran kalarak kendine hoca kabûl etmiş, yanında bulundurmuş ve ondan çok istifâde etmiştir. İstanbul’da kalıp, şeyhülislâmla ve diğer âlimlerle de görüşen İbrâhim Halebî, ilim öğretmeye burada da devam etti.

Daha sonra Mısır kâdılığı ile taltif edilerek, Mısır’a gitmek üzere hazırlandı. Fakat bu sırada da ortaya çıkan bâzı mâniler sebebiyle İstanbul’da kaldı. Bir müddet kâdıasker Abdullah-ı Rûmî İrânî’nin yanında müfettiş olarak vazîfe yaptı. Bundan sonra yine ders vermeye devâm edip, daha sonra şeyhülislâmlık ve kâdıaskerlik makâmlarına gelecek zâtların da bulunduğu birçok âlime hocalık yaptı. Süleymâniye Medresesinde müderris olarak ders verdi. Sultan Selim veAyasofya Câmii medreselerinde de ders okuttu. Ömrünün sonuna doğru yaşı ilerlediği ve bünyesi zayıfladığı hâlde gece gündüz kitap mütâlaa edip, eser yazdı. 1776 (H. 1190) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesi civârında defnedildi.

Eserleri:

1) Tuhfet-ül-Ahyâr aled-Dürr-ül-Muhtâr: Ed-Dürr-ül-Muhtâr isimli meşhûr eserin şerhidir. 2) El-Hullet-üs-Sâfiyye fî İlm-il-Arûz vel-Kâfiye, 3 Risâletün fil-Arûz, 4) Risâletün fil-Muammâ, 5) Risâletün fil-Vefk, 6) Şerhu Cevâhir-ul-Kelâm, 7) Nazm-üs-Sîreti.

İBRÂHİM HAN

Osmanlı pâdişâhlarının on sekizincisi ve İslâm halîfelerinin seksen üçüncüsü. Birinci Ahmed Han ile Mahpeyker Kösem Sultanın oğlu olup, 1615 yılında doğdu. Bu adı taşıyan tek Osmanlı hükümdârıdır.

Ağabeyi Dördüncü Murâd’ın ölümünde, hayatta kalan tek Osmanlı şehzâdesiydi. Ağabeyinin genç yaşta ölümüne bir türlü inanamadı. Sultan olduğunu bildiren annesine ve paşalara; “Allahü teâlâ, pâdişâh kardeşimin ömrünü uzun etsin. Bize sultanlık lâzım değildir. Pâdişâh kardeşimin ömrüne duâcıyız.” dedi. Ancak annesi ve devlet adamlarının ısrası ile ağabeyi Sultan Dördüncü Murâd’ın nâşını gördükten sonra taht odasına geçti, Hırka-i Saâdet Dâiresinden getirilen hazret-i Ömer’in sarığı besmele ile başına sarıldıktan sonra ellerini açtı, ve; “Elhamdülillah,yâ Rab!Benim gibi zayıf bir kulunu bu makâma lâyık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoş-hâl eyle ve birbirimizden hoşnûd kıl.” diye duâ ederek tahta oturdu (9 Şubat 1640).

Sultan İbrâhim Hanın tahta geçtiğinin ilk senesinde Mirgünoğlu hâdisesi vukû buldu. Dördüncü Murâd’ın İran Seferi sırasında Revân Kalesi kumandanı olanEmir Mirgünoğlu, kalenin fethinden sonra affedilerek Emirgan’da oturmasına müsâade edilmişti (Bugün Emirgan adı bu zâtın isminden dolayıdır). Sefih, ayyaş ve ahlâksız bir kimse olan Mirgünoğlu, Sultan Dördüncü Murâd’ın ölümünü fırsat bilerek bölücü ve yıkıcı propagandalarla Müslümanları aldatmaya başladı. Bu faâliyetleri üzerine Sultan İbrâhim Han yerinde bir kararla onu îdâm ettirdi. Hurûfîler ve mülhidler, bundan dolayı İbrâhim Hana da düşman oldular. Çeşitli iftirâlarda bulundular. Öldürülen Mirgünoğlu’na “KesikbaşEvliyâ” diye propaganda âleti yaptılar. Böylece yalan ve uydurma hikâyelere inananlar, bu Müslüman Türk sultânını bilmeyerek iftirâ etmektedirler.

İbrâhimHan bundan sonra dış meseleler ile ilgilenmeye başladı. 1637 yılında Ruslar tarafından işgâl olunan Azak Kalesi üzerine bir ordu gönderdi.Kırım kuvvetlerinin de gelmesi üzerine Ruslar kaleyi teslim ettiler. Almanya sınırında ise akıncılar dâimî olarak Avusturya’ya akınlar düzenliyorlardı. 1641 yılında düzenlenen akında,Osmanlı akıncıları Bavyera içlerine kadar ilerledi. Kuzey Bavyera’daki bâzı kasabalar,Osmanlı hâkimiyetini kabul ettiler. Bu akınlardan büyük zarâra uğramaları üzerine İmparator Ferdinand, Osmanlı fetihlerini kabul ederek Zitvatoruk Antlaşmasını yeniletmeye muvaffak oldu.

Diğer taraftan Malta Saint-Jean Şövalyelerinin fırsat buldukça Türk ticâret gemilerine saldırmaları yüzünden,Sultan İbrâhim Han onların en büyük sığınağı olan Girid Adasının fethini emretti.20 Haziran 1645’te Sakız Adasından denize açılan Osmanlı donanması, 17 Temmuz’da Girid’in Hanya limanını fethetti.Hanya’nın Osmanlılar tarafından fethi, Avrupa’da büyük akisler uyandırdı. Almanya ve İtalya, asker göndererek Venedik’e yardım karârı aldılar. Bu sırada Hanya muhâfazasına getirilen Deli Hüseyin Paşa, harekâta devâmla Resmo Kalesini ele geçirdi. Osmanlı donanması muhârebeye devâm ederken,Sultan İbrâhim’in hal’i olayı meydana geldi.

1647’de Kara Mûsâ Paşanın ölümüyle sadâret makâmına getirilen Hezarpâre Ahmed Paşanın dikkatsiz ve adâletsiz davranışları aleyhte büyük bir propaganda ve isyânı berâberinde getirdi. Bu arada Hurûfilerin Sultan İbrâhim Han aleyhine yaptıkları iftirâlar da hedefine ulaşmıştı.Nitekim Hezarpâre Ahmed Paşa aleyhine olarak başlayan isyân, Sultan İbrâhim Hanın da tahttan indirilmesiyle sonuçlandı.Tahta, oğlu Dördüncü Mehmed Han çıkarıldı. İsyâncılar ve bunların önderi olan Sofu Mehmed Paşa, Sultan İbrâhim hayatta durdukça rahat edemeyeceklerini bildiğinden, kendisini şehîd ettirdiler (18 Ağustos 1648).

Sultan İbrâhim, çok cömert ve lütufkâr olup, fakirlere, âcizlere ihsânlarda bulunurdu. Devrinde mâliye düzeltilip, milletin kıtlık çekmemesi ve isrâfın önlenmesi için fermanlar çıkarıldı. Beylerin zâlim olmaması ve halka zulüm yapmaması için çok dikkat ederdi.Halka zulüm yapan ister idâreci, ister halktan bir kişi olsun onunla mücâdele eder ve cezâsını şiddetle verirdi.

Halkın râhat ve huzûrunu herşeyin üzerinde tutardı. Bir gün tebdîl-i kıyâfetle gezerken fırın önünde ekmek almak için uzun kuyruklar meydana geldiğini gördü. Saraya döner dönmez sadrâzama; “Tebeâ-i şâhânemden hiç birisinin ekmek almak için bir dakika dahi beklemesine rızâm yoktur. Bir hoşça mukayyed olasın.... ve illâ başın keserim!” diye emretmiştir. Bundan sonra da kuyruklar olmamıştır.

İbrâhim Han devrine kadar uzanan Osmanlı kaynaklarının bir tânesi hâriç, bu Sultân’ın aklî dengesinde bozukluk olduğuna dâir hiçbir bilgi yoktur. Karaçelebizâde’nin Ravdat-ül-Ebrâr kitâbında yer alan Sultan’ın aleyhindeki bu yazı, onun Sultan’ın tahttan indirilmesinde ve öldürülmesinde rolü bulunduğu, kindârlığı ile tanındığındandır. Bu târih mûteber kabûl edilmemektedir. Târih,Sultan’ın deli olmadığını iftirâlara uğradığını bildirmektedir.

İBRÂHİM HAVVÂS

Dokuzuncu yüzyılda Bağdat’ta yaşamış olan evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin İsmâil el Havvâs olup, künyesi Ebû İshak’tır. Herkes tarafından medh edilmiş, tevekkül edenlerin, her işinde Allahü teâlâya güvenenlerin reisi diye anılmıştır. Havvâs “hurma yaprağından zenbil dokuyucu” demektir. Bağdatlıdır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 903 (H.291) senesinde Rey’de vefât etti.

Büyük evliyâ Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunarak yükseldi. Tasavvuf yolunda büyük evliyâ oldu. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak, onların dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmaları için çalıştı. Güzel ahlâkı ile pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu. Pekçok kerâmetleri görüldü.

Bir defâsında hacca gitmeye niyet ederek yola çıkmıştı. Kâbe-i şerîf tarafına gitmek istediyse de gayri ihtiyârî olarak ters istikamete doğru gidiyordu. En sonunda İstanbul tarafına gitmeye karar verdi.

İstanbul’a girdiği zaman yüksek bir köşk ve kapısı önünde toplanmış bir takım insanlar gördü.Yaklaşarak, “Niçin toplandınız?” diye sordu. Onlar da Rum Kayseri’nin kızı delirmiş, çâre bulmak için doktorları topladı.” dediler. İbrâhim-i Havvas hazretleri, “Bunda bir hikmet vardır.” deyip içeri girdi. Odada Kayser’in kızını gördü. Kız; “Ey İbrâhim-i Havvâs! Hoş geldiniz.” dedi. İbrâhim-i Havvâs hayret ederek; “Beni nereden tanıyorsunuz?” diye sorunca; “Canımı cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyâz ettim. Üzülme yarın İbrâhim-i Havvâs dostum sana gönderilir buyruldu.” dedi. Bunun üzerine İbrâhim-i Havvâs hazretleri, “Peki hastalığınız nedir?” diye sordu. Kız; “Bir gece dışarı çıkıp, ibret nazarı ile gökyüzüne baktım. Allahü teâlâ hazretleri beni benden aldı. Kendimden geçtim. «Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah» kelimesi dilime, mânâsı kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik, bana da deli dediler.” diye cevap verdi. O zaman İbrâhim-i Havvâs hazretleri; “Bizim diyâra gelmek ister misin?” diye sordu. O da, “Sizin diyârda ne vardır?” dedi. Mekke, Medine, Beytülmukaddes oradadır.” diye cevap verince kız; “Sağ tarafına bak.” dedi. İbrâhim-i Havvâs baktığı zaman bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytülmukaddes karşısında duruyor gördü. Az sonra İbrâhim-i Havvas’a; “Vakit yaklaştı, istek ve arzu haddi aştı.” dedi ve Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti.

İbrâhim-i Havvâs hazretleri bir gün Bağdat’ta sâlihlerden birkaç kişiyle birlikte, bir yerde oturuyordu. O esnâda yanlarına bir genç geldi. İbrâhim-i Havvâs hazretleri arkadaşlarına buyurdu ki: “Bu gencin Yahûdî olduğunu zannediyorum.” Arkadaşları, bu söze pek kulak vermediler. Genç gelip oradakilere sordu: “Bu zât benim için neler söyledi?” Onlar da; “Senin Yahûdî olduğunu söyledi.” dediler. Genç, hemen İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin ellerine sarılıp, Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. İbrâhim-i Havvâs hazretleri Müslüman olmasının sebebini sordu. Genç; “Efendim, biz kitabımızda şöyle okuduk ki: Sıddîk, yâni hakîkî bir Müslümanın firâsetinde yanlışlık olmaz. Kendi kendime Müslümanları imtihân etmek istedim ve dedim ki: Müslümanlar arasında sıddîk olanlar bulunabilir. Çünkü onlar; «Biz Allahü teâlâdan başka her şeyi kalbimizden çıkarırız.» diyorlar. İşte bu düşünce ile sizin yanınıza geldiğimde, benim Yahûdî olduğumu hemen anladınız. Buradan sizin sıddîk olduğunuzu anladım. Bunun için Müslüman oldum.” dedi.

İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin konuşmaları hep hikmet doluydu. Seferleri meşhurdur. Defalarca Mekke-i mükerremeye ve Medine-i münevvereye giderek hac vazifesini yerine getirdi ve sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Sefere çıkacağı zaman ve başka zamanlarda yanından iğne, iplik, makas ve su kabını eksik etmezdi.

Çağırılan bütün dâvetlere sünnet olduğu için giden İbrâhim-i Havvâs hazretleri gittiği yerde çoğu zaman bir şey yemezdi. İnsanlara nasihat ederdi. Dâvetten sonra hemen evine dönerdi. Evinde yenecek bir şey bulunmaz, bu sebeple ne yiyip, ne içtiği bilinmezdi. Onun sohbetlerinde pekçok kimse evliyâlık derecesine kavuştu. Ebû Câfer Huldi ve Sürvân-ı Kebîr onun huzûrunda yetişen kimselerdendir.

İbrâhim-i Havvas vefâtından önce hastalandı. İshale yakalanmıştı. Üstü çok fazla kirleniyordu. Temiz olarak ölmek istiyordu. Bunun için her abdesti bozulduğunda gusül abdesti alıyor, iki rekat namaz kılıyor tekrar abdesti bozuluyordu. O gün altmış defâ gusül abdesti aldı. 903 (H.291) senesinde Rey Câmiinde vefât etti. Gasl ve tekfînini Yûsuf bin el-Hüseyin yaptı. Vefâtından sonra onu rüyâda görenler; “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi.” dediler. O da; “Yaptığım ibâdetler ve gösterdiğim tevekkül, bana verilen nîmetlere karşı yetmedi. Ancak dünyâdan göçeceğim sıralarda gusül abdesti alarak temizlenmem, Allahü teâlânın katında makbûle geçmiş. Bu temizlik sebebiyle Cennet’te en yüksek makamlara çıkardılar ve şöyle bir ses; «Ey İbrâhim! Sana yapılan bu ikrâm, huzûrumuza temiz olarak geldiğindendir. Burada temizler için, fevkalâde büyük mertebeler, makamlar vardır.» diyordu.”

İbrâhim-i Havvâs buyurdu ki:

“Esas âlim, ilmi ile amel edendir.”

“Kalbin ilâcı beştir: Kur’ân-ı kerîm okumak ve Kur’ân-ı kerîme bakmak, mîdeyi boş tutmak, gece kalkıp ibâdet etmek, seher vaktinde ağlayıp sızlamak ve iyilerle berâber bulunmaktır.”

“Bir Müslüman, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ne kadar dikkat edip tatbik ediyorsa, Allahü teâlâ da onu o derece azîz eder. Diğer Müslümanların kalbine de onun sevgisini verir.”

“Sâdık kimseyi ya üzerine farz olan bir ibâdeti yaparken veya nâfile bir ibâdetle meşgul olurken görürsün. Bunun dışında başka bir halde görmezsin.”

“Bir kimse, baş olma sevdâsına kapılırsa, artık ibâdetten, ihlâstan sıyrıldı, demektir.”