İBN-İ ŞÂTIR
Şam’da yetişen büyük astronomi âlimi. İsmi, Ali bin İbrâhim bin Muhammed el-Ensârî olup, künyesi Ebü’l-Abbâs; lakabı Alâeddîn’dir. İbn-i Şâtır diye meşhur oldu. 1304 (H.704) senesi Şâbân ayında Şam’da doğdu. Altı yaşında babasını kaybetti. Yetiştirilmesi için dedesi tarafından amcasının yanına verildi. Amcasının yanında fildişinden ve odundan kakmacılık sanatını öğrendi. Bu sebepten muta’im lakabını aldı. Bu sanat sâyesinde çok zengin oldu. Astronomi, geometri ve yıldızlarla ilgili bilgileri, Ebü’l-Hüseyin bin Hasan Şâtır’dan öğrendi. İlim öğrenmek için Kâhire ve İskenderiye’ye gitti. Buralarda yüksek matematik tahsili yaptı. Geometri ve hesap ilimlerinde üstâd oldu. Sonra astronomi ilmi ile uğraştı ve bu sâhada zamânın en büyük âlimi oldu. Tahsilini tamamladıktan sonra Haleb’e döndü, sonra Şam’a yerleşti. Ömrünün sonuna kadar Şam’daki Emevî Câmiinde muvakkit (namaz vakitlerini düzenleyen) ve baş müezzin olarak çalıştı. 1375 (H. 777) senesi Ağustos ayında Şam’da vefât etti.
Zamanla astronomi ilminde söz sâhibi olan İbn-i Şâtır, birçok rasat ve hesap âleti keşfetti. Bu âletlerin yapılış ve kullanılışları hakkında kitaplar yazdı. Usturlâb adlı astronomi âletini geliştirdi. Güneş saatleri üzerinde durdu. Batlemyüs’ün eserlerini açıkladı. Hatâlarını göstererek astronomide gerçek ve doğru bilgiler ortaya koydu. Böylece gerçek mânâda ilmî nazâriyeler ortaya koyduğu gibi bu nazariyelere yardımcı olacak yeni astronomik âletler yaptı. Hazırladığı âletler, asırlarca İslâm ülkelerinde elden ele dolaştı. Hesap ve projelendirerek îmâl edip Şam’daki Emevî Câmiinin minârelerinden birine yerleştirdiği basîta (namaz vakitlerini gösteren âlet) çok meşhur olup asırlarca kullanıldı.
İbn-i Şâtır, rub’-ı dâiresi adlı hesaplama âletini tasarlayıp yaptı. Ekliptiğin eğiklik açısını son derece dakik bir şekilde 23 derece 31 dakika olarak hesapladı. Ortaçağ’da bilinen beş gezegenin hareketini ayrıntılı bir şekilde inceledi.
Batlemyüs tarafından ortaya atılan merkezleri birbirinden farklı dâireler üzerinde hareket modelini terk ederek, bir ucu gözetleyende diğer ucu gök cisminde olan hareketli vektör modelini kabul etti.
İbn-i Şâtır, Batlemyüs’ün öne sürdüğü dünyâ merkezli gezegenler sisteminin hatâlı olduğunu gösterdi. Batlemyüs, gök cisimlerinin yirmi dört saatte bir dünyâ etrâfında döndüğünü sanıyor ve nazariyesini buna göre düzenliyordu. İbn-i Şâtır’a gelinceye kadar bütün Avrupa âlemi böyle inanıyor ve Batlemyüs nazariyesinin tartışma kabul etmez derecede doğru olduğunu sanıyordu. Ünlü Müslüman ilim adamı İbn-i Şâtır, uzun seneler süren astronomik gözlemler netîcesi, Batlemyüs nazariyesinin doğru olmadığını ispatladı. Bu konuda şöyle demektedir:
“Gezegenler, gök cisimleri, yıldızlar, Batlemyüs’ün tasarladığı düzende seyretmiyor. Mâdemki, bütün gök cisimleri, gezegenler doğudan batıya doğru dönmektedir, güneş de bunlardan biri olduğuna göre, doğuş ve batış vakitleri niçin değişiyor? Bundan da öteye, bu sistemde görünüp, kaybolan yıldızlar da var... İşte netîce îtibâriyle dünyâ ve gezegenler, güneş etrâfında muntazam olarak dönmektedir. Ay da dünyâ etrâfında dönmektedir.”
Bu sözleriyle İbn-i Şâtır güneş merkezli sistemin kurucusu oldu.
Daha sonra yıldızların yerlerini, hareketlerini ve bunlar ile ilgili hususları rasad etti ve yaptığı hesapları doğru bir şekilde topladı. Yıldızların yerlerinin bulunmasını hicrî takvime göre düzenledi. Ayrıca, episaykıl sistemin yarıçaplarını, yıldızların en uzak ve en yakın olanlarına merkezler tesbit ve tâyin ettikten sonra kullandı. Güneşin episaykılının yarıçaplarını, ayın ve yeryüzüne en uzak, parlak ve karanlık yıldızların yarıçaplarını hesab ederek bu hesaplara uygun olarak yaptığı astronomik çalışmaları, rasad ve hesab ile elde ettiği netîceleri düzenli bir şekilde cetveller hâline getirdi.
İbn-i Şâtır’ın eserlerinden birçok Müslüman ve batılı ilim adamı faydalanmış ve tesiri altında kalmıştır. Bunların başında Kopernik gelir. İbn-i Şâtır’ın ve Kopernik’in modellerinin mukâyeseli karşılaştırması sonunda, Kopernik’in, Nâsıruddîn Tûsî, İbn-i Şâtır ve Meraga âlimleri topluluğundan ne kadar etkilendiği araştırılmış ve şu husûslar tesbit edilmiştir:
1. Kopernik: İbn-i Şâtır’ın ve Meraga âlimlerinin kullandığı sâbit açısal hızla dönen vektör modelini aynen benimsemiştir.
2. Kopernik’in merkürî modeli, İbn-i Şâtır’ınkinin aynı olup, sâdece vektör uzunluklarında küçük farklar bulunmaktadır.
3. Kopernik’in ay hareketini açıklayan modeli, İbn-i Şâtır’ınkinin tamâmen aynısıdır.
4. Kopernik, İbn-i Şâtır gibi merkürî modelinde, Tûsî’nin Tezkire’de verdiği hareket biçimini kullanmaktadır. Tûsî’nin bu maksatla ispat ettiği teoreme âit şekil, Kutbuddîn ve Kopernik’in kitaplarında aynen vardır.
Kopernik’ten bir süre sonra gelen ünlü İtalyan bilgini Galileo da, İbn-i Şâtır’a âit ilmî nazariyeler ışığında yetişerek ilk teleskobu yapmıştır. Böylece o, bu âlet vâsıtasıyla gök cisimlerini, gezegen ve yıldızları inceliyor ve İbn-i Şâtır’ın ortaya koyduğu nazariyeleri teker teker ispat ediyordu.
Batı ve İslâm âleminde tesiri büyük olan İbn-i Şâtır, ancak 20. asrın ortalarında tanınabilmiştir. Tam beş asır boyunca, onun nazariyeleri ve başarıları, Kopernik’e mâl edilmiş ve öğretilmiştir. İbn-i Şâtır’ın eserleri incelendiğinde, Kopernik’in olduğu kabul edilen başarıların bir çoğunun bu büyük fen bilginine âit olduğu gün gibi ortaya çıkar.
Eserleri:
İbn-i Şâtır, yaptığı rasat ve çalışmalarını çeşitli eserlerde topladı. Otuza yakın eseri varsa da bunlardan çoğunun nerede olduğu henüz bilinmemektedir.
1) Zîcu Nihâyet-il-Gâyât fil-A’mâl-il-Felekiyyât, 2) Risâle fî Ta’lîk-il-İrşâd, 3) Risâle fî Nihâyet-is-Süâl fî Tashîh-il-Usûl, 4) Ez-Zîc-ül-Cedîd, 5) Kitâbu Eşi’at-il-Lâmi’a fil-Ameli bil-Âlet-il-Câmi’a, 6) Kitâb-ul-Muhtasar fis-Semâr-il-Bâliga, 7) Risâle an Îzâh-il-Musayyib fil-Ameli Bir-Rub’il-Müceyyeb, 8) Ercüzetün fil-Kevâkib, 9) Risâletün fî Sun’il-Usturlâb, 10) Kitâb-ül-Muhtasar fî Amel-il-Usturlâb, 11) Makâletün an Nef’il-Âmm fil-Ameli bir-Rub’it-Tâmm: Rub’-ı dâire tahtası ile namaz vakitlerinin nasıl tâyin edileceğine dâirdir. Bu mukaddime iki yüz bab ve bir hâtimeden meydana gelmiştir. 12) Risâletü Nüzhet-is-Sâmi’ fil-Ameli bir-Rub’il-Câmi’, 13) Risâletü Kifâyet-il-Künû’ fil-Ameli bir-Rub’il-Maktû’, 14) Risâle fil-Amel bir-Rub’il-Hilâlî, 15) Risâletün fir-Rub’il-Alâî, 16 Risâle fî Usûli İlm-il-Usturlâb bilinen eserlerinin belli başlılarıdır.
On üçüncü ve on dördüncü asırlarda yetişen din adamlarından. İsmi Ahmed bin Abdülhalîm bin Abdüsselâm bin Abdullah bin Muhammed bin Teymiyye’dir. İbn-i Teymiyye diye meşhur olmuştur. Künyesi, Ebü’l-Abbâs, lakabı Takıyyüddîn’dir. 1263 (H.661) senesinde Şam civârındaki Harrân’da doğduğu için Harrânî nisbesiyle bilinir. Şam’da, Hanbelî fıkıh ve hadis âlimiydi. Çok kitap yazdı. Şiîleri ve eski Yunan filozoflarını reddetti. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır’da iki defâ hapsedildi. Şam’daki kalede, hapisteyken hastalanarak 1328 (H. 728)de öldü.
Moğolların zulmünden kaçan babası, âilesiyle birlikte bugünkü Urfa civârında yerleşti. Harrân’da doğan İbn-i Teymiyye küçük yaşından îtibâren babasından, Zeynüddîn Makdisî gibi zâtlardan Hanbelî fıkhını ve hadis ilmini öğrendi. Tahsilini yirmi yaşındayken tamamladı. 1282’de babasının vefâtı üzerine, yerine müderris oldu. İlminin çokluğuna aldanarak babasının ve hocalarının doğru yolunu bıraktı. Kendi görüşlerini üstün görerek, çeşitli konularda fetvâ ve sözleri ile Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı. Bozuk fikirleri sebebiyle müderrislik vazîfesinden alınarak Kâhire’ye vâiz tâyin edildi. Yine sapık fikirlerini yaymaya çalışan İbn-i Teymiyye, Kâdıl-kudât Zeynüddîn-i Mâlikî başkanlığındaki Ehl-i sünnet âlimlerinin suâllerine cevap veremeyince, 1305’te hapsedildi. İki sene sonra tövbe edince serbest bırakıldı. Sözünde durmadığı için tekrar hapsedildi. Yine tövbe etti ve tekrar serbest bırakıldı. Bundan sonra Şam’a gelerek orada yerleşti.
Talâk (boşama) ve Resûlullah’ın kabrini ziyâret husûslarında dört mezhebe de uymayan fetvâlar verdiği ve fetvâsında ısrâr ettiği için, Şam Kalesine hapsedildi. Kısa bir müddet sonra affedilip, serbest bırakıldı. Bozuk fikirlerini ve sapık inanışını yaymaya ve yanlış fetvâlar vermeye devâm ettiği için Şam Kalesinde kendisine bir oda verilerek insanlardan tecrid edildi. Burada bozuk inanışlarını anlatan risâleler yazmaya başladı ise de bundan men edildi. 1328 senesinde yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü.
İyi bir tahsil gören, çok kitap okuyan ve ilim sâhibi olan İbn-i Teymiyye, önceleri Hanbelî mezhebi müderrisliği gibi büyük bir vazîfeyi îfâ etti. Hanbelî mezhebinde olanların sorularına cevap ve fetvâ verdi. Şiîlerin ve Yunan filozoflarının bozuk fikirlerini tenkid etmek için kıymetli kitaplar yazdı. Fakat îtikâdî ve amelî konularda kendi fikirlerini beğenmeye, kendini ve fikirleriniEhl-i sünnet âlimlerinden üstün görmeye başlayınca, Ehl-i sünnet yolundan ayrıldı. Hulefâ-i Râşidîn (dört büyük halîfe), diğer Eshâb-ı kirâm ve din büyüklerini küfürle ithâm edecek derecede ileri geri sözler sarfetti. İlk Müslümanların, Kur’ân-ı kerîm’e ve hadîs-i şerîflere uyduklarını, sonradan gelen mezheb imâmlarının kendi görüşlerini de işe karıştırdıklarını iddiâ etti. Kendisini zamânının imâmı olarak tanıtmak istedi. Allahü teâlânın ve peygamberlerin sıfatlarını ve tasavvufu inkâr edip, evliyâyı küfürle ithâm etti. Bilhassa İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Gazâlî ve Muhyiddîn-i Arabî’ye dil uzattı. Kendi düşüncesi hâriç her düşünceyi tenkid etti. Onun bu sapık fikirleri gerek zamânında, gerekse sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri tarafından şiddetle reddedilip, tuttuğu yolun bozukluğunu ispat eden yüzlerce kitap yazıldı. İbn-i Teymiyye’nin fikirlerinin sapıklığını bildiren âlimler arasında, İbn-i Battûta, İbn-i Hacer-i Mekkî, Takiyyüddîn Sübkî, oğlu Tâcüddîn Sübkî, Abdülvehhâb Sübkî, İzzeddîn bin Cemâa, Ebû Hayyân, Zâhid-ül-Kevserî, Yûsuf-i Nebhânî, Muhammed bin Ali Zemlikânî, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Zeynî Dahlan, İmâm-ı Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Mustafa Sabri Efendi ve Abdülhakîm Arvâsî gibi sözü senet âlimler zikredilebilir.
İmâm-ı Süyûtî, Kâm’-ul Muârıdkitabında buyuruyor ki: “İbn-i Teymiyye kibirliydi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi.” Muhammed Ali Bey; Hitat-uş-Şâm kitabında diyor ki: “İbn-i Teymiyye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat, Hıristiyanlığın reformcusu muvaffak oldu. İslâmınki olamadı.” İbn-i Hacer-i Askalânî, Ed-Dürer-ül-Kâmine’de buyuruyor ki: İbn-i Teymiyye; “Kabr-i Nebevîyi ziyâret için sefere çıkmak harâmdır. Hazret-i Ali îmân ettiği zaman çocuk olduğu için Müslümanlığı sahih olmadı. Hazret-i Osmân malı çok severdi.” dedi, diyerek Eshâb-ı kiramın büyüklerine dil uzattı.
İbn-i Teymiyye’nin bozuk fikirlerinden bâzılarını İbn-i Hacer-i Mekkî, Fetâvâ-i Hadîsiyye kitâbında şöyle bildirmektedir.
1. Allahü teâlâya oturmak, kalkmak, yürümek, inmek, çıkmak gibi insanlara mahsus sıfatlar izâfe etmektedir. Hâlbuki; Allahü teâlâ, hiçbir bakımdan insanlara(ve diğer mahlûklara) benzemez, zamandan ve mekândan münezzehtir, uzaktır.
2. Peygamberlerin mâsumiyyetini (günahtan korunmuş olduklarını) reddetmiştir. Hâlbuki, mâsumiyyet peygamberlerin sıfatlarındandır.
3. Cehennem’in ebedî olmadığını ve kâfirlerin Cehennem’de ebedî kalmayacağını söylemiştir. Hâlbuki Cehennem’in ebedî olduğunu ve kâfirlerin burada ebedî kalacağını Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir.
4. Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî gibi bâzı tasavvuf büyüklerini küfürle ithâm etmiş, tasavvufu reddetmiştir. Hâlbuki tasavvuf, Peygamber efendimiz zamânından beri vardı ve tasavvuf büyüklerine hiçbir Ehl-i sünnet âlimi dil uzatmadı.
5. Başta Peygamber efendimizin kabr-i şerîfleri olmak üzere Eshâb-ı kirâmın, velîlerin, âlimlerin ve sâlih Müslümanların kabirlerinin ziyâret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefâate vesîle kılmayı da harâm saymıştır.
İbn-i Teymiyye bunlar gibi birçok meseleye dâir yanlış ve çirkin sözlerinden dolayı Ehl-i sünnet âlimleri tarafından şiddetli bir şekilde reddedilmiştir. Şifâ-üs-Sikâm fî Ziyâreti-Hayril-Enâm, Şevâhid-ül-Hak, El-Fetâvâ-el-Hadîsiyye, Er-Reddü li-İbn-i Teymiyye, Hidâyet-ül-Hâlik gibi kitaplar onun sapık fikirlerini reddetmek için yazılan kitaplardan bâzılarıdır.
İbn-i Teymiyye’nin İslâm âlemindeki şöhreti; dindeki büyüklüğünden değil, kendisinden sonra ortaya çıkıp, mezhepsizlik fikrini yaymaya çalışanlar ile, kendi kısa akıllarına göre dinde değişiklik yapmak isteyenlerin sapıklıklarına kaynak olması sebebiyledir. Kendilerine Selefî adını veren mezhepsizlerle, Mısır’da yetişen dinde reformcular ve Vehhâbîler, tuttukları bozuk yoldaki fikirlerine delil olarak yalnızİbn-i Teymiyye ve talebelerinin ileri sürdüğü yanlış görüşleri göstermekte ve ona dayanmaktadırlar. Onun sapık fikirlerini savunanlar, İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını, bilhassa Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve icmâ-i ümmete uymayan fikirlerle dolu olan Vâsıta kitabını bastırıp dağıtıyorlar.
Vâsıta, Kitâb-ül-Arş, Minhâc-üs-Sünne, Es-Siyâset-üş-Şer’iyye, Ziyâret-ül-Kubûr, Fetâvâ, Felsefe-i İbn-i Rüşd İktizâu Sırât-il-Müstekîm, El-Furkân, gibi eserler İbn-i Teymiyye’nin yazdığı kitaplarından bâzılarıdır.
Ahmed ibni Teymiyye ile Ehl-i sünnet olan Mecdûddîn ibni Teymiyye ve Fahreddîn Muhammed bin Ebi’l-Kâsım ibni Teymiyye bâzan birbirleriyle karıştırılmaktadır. Fahreddîn ibni Teymiyye, doğru yoldan ayrılan sapık İbn-i Teymiyye’den önce 1147-1224 (H.542-621) yıllarında Harrân’da yaşamıştır. Hanbelî fıkıh âlimidir ve tefsiri vardır. Mecdüddîn ibni Teymiyye ise, İbn-i Teymiyye’nin amcası olup, 1193-1254 (H.590-652) târihleri arasında yaşamıştır. Dürrü Teârud-ül-Akl ven-Nakl adlı eseri vardır.
On ikinci yüzyılda yetişen astronomi, felsefe ve tıp âlimi. İsmi, Muhammed bin Abdülmelik bin Tufeyl el-Endülüsî olup, künyesi Ebû Bekr’dir. Batı ilim çevrelerince, Abubacer (Ebû Bekr) künyesi ile tanınır. Günümüzde Guadix denilen ve Gırnata civârında yer alan Aş Vâdisinde 1106 (H.500) senesinde doğdu. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Tıp tahsilini Gırnata’da yaptı. İbn-i Rüşd’ün ilim meclisinde bulundu. Astronomi ilmini İbn-i Bacce’den öğrendi. Hayâtının büyük bir bölümünü Gırnata’daki Muvahhidî sarayında geçirdi. Onun gibi sapık fikirlere sâhib olan Muvahhidî Sultânı Ebû Yâkûb Yûsuf, çok sevdiği İbn-i Tufeyl’i kendine vezir ve özel doktor olarak seçti. Bir taraftan ders verip tabiplik yaparken; diğer yandan da vezirlik vazifesini yürütüyordu. İbn-i Tufeyl, 1185 senesinde Merrakûş’ta vefât etti.
İbn-i Tufeyl, astronomi ilmi alanında otorite idi. Batlemyüs’ün nazariyelerini ciddî ve sert bir üslûpla ilmî tenkide tâbi tuttu. Çalışmalarını, ilmî, tecrübî metodlar üzerine yoğunlaştırarak, kendisine mahsus teoriler geliştirdi. Kâinâtın tek merkezli bir sistem olabileceğini düşündü. Onun bu çalışmaları, meyvelerini talebesi Nûreddîn el-Batrûcî üzerinde gösterdi. İbn-i Tufeyl ise, çalışmalarında hocası İbn-i Bacce’nin görüşlerinden ve teorilerinden istifâde etmiş ve bir hayli tesir altında kalmıştır. Astronomi çalışmalarını geometri üzerine temellendirdi.
İbn-i Tufeyl, en çok tatbikî matematik üzerinde durdu ve fizik sâhasında söz sâhibi oldu. Ona göre, “İlim adamı, etrâfını kuşatan kâinâtı, bir laboratuar kabul etmeli ve ilimler arasında bağ kurmayı başarabilmelidir. Fizikte, ısının ışık dalgalarıyla yayıldığını keşfeden İbn-i Tufeyl, ısı ve ışık dalgalarının birlikte hareket ettiklerini, aynı nev’iden olduklarını, fakat ışık dalgalarının daha kısa olduğunu söyledi. Güneş de küre şeklindedir. Güneş, dünyâdan çok büyüktür. Yeryüzü güneşle aydınlanıp ısınıyor. Güneş dâimâ dünyânın yarısından fazlasını aydınlatır.” dedikten sonra, ısının teşekkülünü; a) Hareket, b) Sürtünme, c) Şuâlanma olmak üzere üç sebebe bağlamıştır.
İbn-i Tufeyl, felsefe alanında da söz sâhibiydi. Kendinden önce gelen felsefecilerin bir çoğunu tenkid etmiştir. Fârâbî, İbn-i Sînâ gibi felsefecilerin görüşlerini reddetmiştir. İbn-i Tufeyl, büyük âlim İmâm-ı Gazâlî’ye dil uzatmış, öldükten sonra dirilmeye inanmayarak ve ilk insanın Âdem aleyhisselâm ile hazret-i Havvâ’dan çoğaldığını kabul etmeyerek, İslâmiyetle alâkasını kesmiştir.
İbn-i Tufeyl’in Rönesans öncesi ve sonrası Avrupa’da derin tesirleri olmuştur. Ona göre, toplumu meydana getiren fertlerden kâbiliyetli olanlar, kâbiliyetleri yönünde yetiştirilmeli, eğitim ve öğretime tâbi tutularak topluma ve insanlığa faydalı hâle getirilmelidir. Böylece toplumların da ilim ve irfân yönünden olgunlaştırılması, iyiye doğru yöneltilmesi mümkün olabilecektir.
İbn-i Tufeyl; astronomi, tıp, felsefe alanında eserler yazmıştır. Fakat bu eserlerin bir çoğu muhtelif harpler ve daha başka sebeplerden dolayı kaybolmuştur. Günümüzde dört eseri bilinmektedir: 1) Esrâr-ul-Hikmet-il-İşrakiyye: Fizik ve felsefeye dâirdir. 2) Şerhun alâ Âsâr-il-Ulviyye li Aristotales:Meteorolojiye dâirdir. 3) Kitabün fit-Tıb: Hekimliğe dâirdir. 4) Kıssat-u Hayy bin Yekazân:Faraziye-bilim kurgu- ile ilgilidir.
Onuncu yüzyılda Mısır’da yetişen büyük astronomi âlimi. İsmi, Ali bin Abdurrahmân bin Ahmed bin Yûnus es-Sadefî’dir. İbn-i Yûnus diye meşhur oldu. Avrupa’da ise Aben Jenis adıyla tanındı. Mısır’ın Said bölgesindeki Sadfa köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmeyen İbn-i Yûnus, 1008 (H. 399) senesinde vefât etti.
Babası, devrin tanınmış hadis âlim ve târihçilerindendi. Dedesi, İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin yakınlarından ve ilmî meclisinde bulunan bir zâttı. İbn-i Yûnus, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Din ilmi yanında başta astronomi olmak üzere, fen ilimlerini öğrendi. Mısır’da hüküm süren Fâtımî Sultânlarından El-Azîz ve oğlu Hâkim bi-emrillah devirlerinde tanındı. Fâtımî hükümdârları, ilmî çalışmalarını teşvik ederek, Kâhire civârında Cebel-i Mukattam Dağında onun için bir rasathâne yaptırdılar. Astronomi çalışmaları yapmasını sağladılar. Kendisine o devrin en mükemmel âletlerini temin ettiler.
İbn-i Yûnus, 978 senesinde Kâhire’de yaptığı gözlemler netîcesinde ay ve güneş tutulmalarını en ince hesaplarla tesbit etti. Böylece büyük bir şöhrete erdi. Zîrâ bu şekilde hassas ve dakik hesaplama, o zamâna kadar yapılmamıştı. Yaptığı rasatlar sonunda büyük ve mükemmel bir zîc hazırladı. Bu eseri dört cilt olup, Zîc-ül-Hakemî adıyla meşhurdur. İbn-i Yûnus, eserinde kendinden önce gelen astronomi âlimlerinin ay ve güneş tutulmalarıyla ilgili yaptıkları hesaplamaları ve yıldızların hareketleriyle ilgili bilgileri ele alıp, mukâyese etti. İyice tetkik ederek, kendi rasatlarıyla elde ettiği sonuçlarla karşılaştırdı. Böylece ayın hareketinin giderek değiştiğini ortaya koydu. Burçlar dâiresinin meylini, güneşin paralaksını îtidâl noktalarını en doğru şekilde tesbit etti.
İbn-i Yûnus’un gâyesi, kendinden önce gelen âlimlerin ortaya koyduğu bilgileri tashih edip, mükemmel bir hâle getirmekti. Vardığı sonuçlar ve yaptığı hesaplamalar, günümüzdekilere çok yakındır. Bu yüzden ilim târihçileri onu Bettânî veEbü’l-Vefâ Buzcânî’den sonra, en büyük astronomi âlimi bilirler.
İbn-i Yûnus, yalnız astronomi ile meşgul olmadı. Asrında mûteber olan diğer fen ilimleriyle de ilgilendi. Matematik ilminin dallarıyla uğraştı. Zâten Zîc-ül-Hakemî adlı eserinin bir bölümü matematiksel coğrafya ile ilgilidir. Trigonometride söz sâhibi oldu. O devirlerde trigonometri henüz daha başlı başına bir ilim dalı hâlinde değildi. İbn-i Yûnus, bu ilmin başlıbaşına bir ilim hâline gelmesi için esaslı çalışmalar yaptı ve bu yolda başarılı adımların atılmasını sağladı. Birçok bilginin çalışmalarına ışık tuttu. 0 ve 1°nin sinüsünü son derece dikkatle hesapladığı gibi tanjant ve kotanjant cetvellerini de muntazam bir şekilde hazırladı ve çalışmalarında kolay bir hesaplama metodu geliştirdi. Bu metodla bütün hesaplar süratle yapılıyordu. Böylece logaritmanın keşfine giden ilk adımları attı ve haklı olarak ilim târihçileri tarafından kabûl edildi. Çünkü o, logaritma’nın temel prensibi olan çarpmayı, bölmeye çevirme usûlünü bulmuş ve ilk defâ kullanmıştı. Trigonometri için büyük önemi olan dönüşüm formüllerini ilim dünyâsına ilk defâ o kazandırdı. Onun bu formülleri kullanarak hesap yapması, ortaçağ bilginlerini şaşkına çevirdi. İbn-i Yûnus, trigonometri üzerindeki araştırma ve çalışmalarında, özellikle kürevî trigonometride birçok zor problemleri çözmeyi başardı.
Batılı bâzı bilim târihçileri, logaritmanın kâşifi olarak 1550-1617 seneleri arasında yaşıyan İskoçyalı bilgin John Nepier’i kabul ederler. Hâlbuki, onun bulduğu bu formül, kendisinden tam yedi asır önce İbn-i Yûnus tarafından kullanılan yukarıda gördüğümüz formüllerden ibârettir. John Napier, buradan hareketle, İbn-i Yûnus’un bulduğu logaritmik formülleri geliştirmiştir.
İbn-i Yûnus, ömrünün büyük bir kısmını yıldızlar ve özellikle gezegenleri tedkik etmekle geçirdi. On sekiz yıldızın gökküresindeki koordinat değerlerini buldu. Onların hareket ve faaliyetleri üzerinde durdu. Yıldızların gözlenmesinde kullanılan ve görünüp kaybolma periyotlarının tesbitine yardımcı olan rakkas, yâni sarkaç âletini keşfetti. Batılılar, bunu ünlü İtalyan bilim adamı Galile’ye (1564-1642) mâl ederlerse de yapılan araştırmalar, iddialarını çürütmektedir. İbn-i Yûnus, sarkacı Galile’den tam yedi asır önce keşfederek ilmî çalışmalarında kullanmıştır. Saatlerde sarkacı kullanan da yine İbn-i Yûnus’tur. Fransız bilim târihçisi Sedillat, Histoire Generale des Arabes adlı eserinde bu hususları belgelendirmiştir. Nallino da araştırmaları netîcesinde aynı sonuca ulaşmış ve bu hakîkatı îtirâftan geri kalmamıştır.
Eserleri:
İbn-i Yûnus’un yazdığı eserlerin bâzıları şunlardır:
1) Kitâb-uz-Zıll: Sinüs ve kosinüs ile ilgilidir.
2) Zîc-ül-Hakemî: En meşhur eseri olup, dört cilttir. Eser, seksen bir bölümden meydana gelmiştir. Asırlar boyunca sâhasında mürâcaat kaynağı olarak kaldı. Gerek ilmî seviyesi, gerekse üslûbunun açıklığı dolayısıyla 1804 senesinde Fransızcaya tercüme edilmiştir. Eserin bir bölümü ise 1822 senesinde Leiden’de basılmıştır. Bir nüshası Kâhire Kütüphânesinde mevcuttur.
3) Kitâbu Gâyet-il-İrtifâ: Namaz vakitlerinin hesaplanmasıyla ilgilidir.
4) Kitâb-ül-Meyl,
5) Târîhu A’yâni Mısır,
6) Kitâb-ut-Ta’dîl-il-Muhkem: Ay ve güneş tutulmalarının tedkikiyle ilgilidir.
7) El-Ukûd ves-Su’ûd fî Evsâf-il Ûd,
8) Kitâbun anir-Rakkâs.
Nâsırüddîn Tûsî gibi birçok astronomi âlimleri, İbn-i Yûnus’un eserlerinden faydalandı. Kopernik ve Fransız bilgin Laplace de, İbn-i Yûnus’un eserlerini inceleyerek çok istifâde ettiler.
On birinci ve on ikinci yüzyıllarda Endülüs’te yetişen tıp âlimi. İsmi, Abdülmelik bin Ebi’l-Alâ Zühr olup, künyesi Ebû Mervân’dır. İbn-i Zühr ismiyle tanındı. 1072 (H. 464) senesinde Endülüs’ün İşbiliyye şehrinde doğdu. Altı nesil boyunca tabiplik yapan bir sülâlenin çocuğudur. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Fıkıh, edebiyât ve din ilimlerini tahsil etti. Tıp ilmini babasından öğrendi. Kısa zamanda yetişip olgunlaştı. Ortaya koyduğu yeni tedâvi usûlleri ile tanındı. O da babası gibi, Endülüs’te Murâbıtların, sonra da Muvahhid hükümdârlarının hizmetine girdi. Yazdığı eserlerAvrupa’da asırlarca ders kitabı olarak okutuldu ve Avenzoar adıyla tanındı. İbn-i Rüşd ile görüştü. İlim öğrenmek için Kayrevan ve Mısır’a gitti. Dönüşünde doğduğu şehir olan İşbiliyye’ye yerleşti ve 1162 (H. 557) senesinde burada vefât etti.
İlk defâ tıp, cerrâhî ve eczâcılık incelemelerini birbirine bağlayan İbn-i Zühr, tedâvi metodlarında, insan tabiatı ve mîzâcının yardımına büyük bir önem verdi. Kalp cidârı iltihâbının târifini yaptı. Rasyonel tedâvi metodlarını buldu ve bunları geliştirdi. İlk olarak peritonit, sulu ve kuru perikarditi, akciğer hastalıklarından ayıran İbn-i Zühr’dür. Ona göre meslekte asıl rehber deneydir. O sâdece geçmişte müşâhede edilen hâdiselerle ilgili yeni düşünceler değil, ondan önce bahsedilmeyen hâdiseler üzerinde de yeni îzâh tarzları getirdi.
İbn-i Zühr, tıp alanında birçok eser yazdı. Bunlardan El-İktisâd fî Islâh-il-Enfûsî vel-Ecsâd adlı eseri, bedenî ve rûhî hastalıkların teşhis ve tedâvileriyle ilgili olup çok önemlidir. 1121 senesinde tamamladığı bu eser yedi bölümden meydana gelmektedir. Dil, ağız ve ses sağlığı, göz sağlığı ve tedâvi usûlleri, kulak ve burun hastalıkları ile tedâvîleri anlatılan eserde ayrıca, baş, saç, kaş ve kirpikler üzerinde incelemeler yapılmış, insan yüzünün aldığı renklere göre sıhhat veya hastalıkların teşhis edilebileceği belirtilmiştir. Göğüs, sırt ve karın bölgesi ile bel, bacaklar ve kalça bölgesi hastalıkları ve tedâvileri anlatılmıştır. Son bölümünde, buhran ve başka rûhî hastalıklar ve tedâvîleri ele alınmış, humma, zâtürre ve zâtülcenb gibi hastalıklar îzâh edilmiştir.
Eserin yazma nüshası, Paris Bibliothegue Nationale 2959 numarada kayıtlıdır. Diğer bir nüshası ise Madrid Escurial Kütüphânesi 834 numarada mevcut olup, Paris nüshasından daha sağlamdır.
İbn-i Zühr’ün yazdığı diğer eserlerden bâzıları şunlardır:
1. Kitâb-üt-Teysîr fil-Müdâvati vet-Tedbîr,
2. Kitâb-ül-Ağziye: Gıdâ ile ilgili olan bu eseri Muvahhidîler hükümdârlarından Abdülmü’min bin Ali’ye ithâf etmiştir.
3. Kitâb-üz-Ziynet,
4. Tezkiret-ün fî Emr-id-Devâ-il-Müshil ve Keyfiyeti Anzihî.
5. Taiyye Kasîdesi: Hastalıkların teşhisiyle ilgili çok önemli bir eser olup, bir benzerinin yazılmadığı ifâde edilmektedir.
6. Makâletün fî İlel-il-Külliyye: Yaygın ve bulaşıcı hastalıkların tedkikine âittir.
7. Risâletün fî İllet-il-Baras vel-Behek,
8. Tezkire: İlâçlarla ilgili bir eserdir.
(Bkz. Kerderî)
On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda yetişen fıkıh, hadis ve târih âlimi. İsmi, Ali bin Muhammed bin Abdülkerîm el-Cezerî bin Abdülvâhid eş-Şeybânî el-Mûsulî, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Lakabı İzzeddîn’dir ve İbn-ül-Esîr el-Cezerî diye meşhur olmuştur. 1160 (H.555) senesi Cemâzilevvel ayında Cezire-i İbn-i Ömer (Cizre) denilen yerde doğdu. 1233 (H.630) senesinde Musul’da vefât etti.
İbn-ül-Esîr, ilk tahsilini doğduğu çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği yer olan Cezîre-i İbn-i Ömer’de yaptı. İlim öğrenmek için, babası ve kardeşleri, Mecdüddîn Ebû Seâdet-i Mübârek ve Ziyâüddîn Ebü’l-Feth Nasrullah ile berâber Musul’a gelip yerleşti. Sonra Şam’a, Bağdat’a ve Kudüs’e gitti. Birçok âlimden ilim ve ahlâk öğrendi. Musul’da Hatîb-i Ebü’l-Fadl, Ebü’l-Ferec Yahyâ es-Sekafî ve Müslim bin Ali es-Sinciyyî’den; Bağdat’ta Abdülmün’im bin Küleyb, Fakîh Yaîş bin Sadaka, Abdülvehhâb bin Sükeyne’den; Şam’da Ebü’l-Kâsım bin Sasrâ’dan ilim öğrenip hadîs-i şerîf dinledi. Tekrar Mûsul’a dönen İbn-ül-Esîr, zamânını okumak, yazmak ve ziyârete gelenlere ilim öğretmekle geçirdi. Evi, Musul’a başka yerlerden gelen ilim talebesi ile her zaman dolup taşardı. İbn-üd-Dübeysî, Eş-Şihâb el-Kûsî, Şerefeddîn ibni Asâkir ve birçok âlim ondan ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Hadîs-i şerîf ezberlemede, hadisleri tanıma, bilme ve bildirmede, hadislere âit bilgilerde imâm idi. Eski târihleri bilmede insanların önderi ve rehberiydi. Arapların nesebini, hâdiseleri, haberleri ve târihleri iyi bilen büyük bir âlimdi.
Eserleri:
İbn-ül-Esîr’in yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1. Târih-üd-Devlet-il-Atabekiyye: Bu eserde; İmâdeddîn Zengî’nin babası Aksungur’un vâliliğinden, Sultan İkinci İzzeddîn Mes’ûd zamânına kadar geçen süre içinde Zengî hânedânının târihini anlatır. Bu kitap, Zengîler târihinin ana kaynağıdır ve İmâdeddîn Zengî’nin hayâtı hakkında çok geniş ve kıymetli bilgiler vermektedir. İbn-ül-Esîr, bu hânedân hakkındaki geniş bilgileri, İmâdeddîn Zengî’nin himâyesi altında yaşıyan babasından nakletmiştir.
2. El-Lübâb fî Tehzîb-il-Ensâb:Abdülkerîm Sem’ânî’nin Ensâb kitabının kısaltılmış ve düzeltilmiş şeklidir. Üç cilttir.
3. El-Câmi-ül-kebîr fî İlm-il-Beyân,
4. Âdâb-üs-Siyâde,
5. Tuhfet-ül-Acâib ve Tarfet-ül-Garâib,
6. Kitâb-ül-Cihâd,
7. Târih-ül-Musul.
8. Üsüd-ül-Gâbe fî Ma’rifet-is-Sahâbe: Beş cilt olan eser 7500 sahâbenin hâl tercümesini bildirmektedir. Müellif eserini, hiçbir kitâba mürâcaat etmeden yazdığını bildirir. Bu eser 1863 senesinde basılmıştır.
9. El-Kâmil fit-Târih: Bu eser on iki cilt olup, büyük bir târih kitâbıdır. Eserinde, vak’aları dünyânın başlangıcından îtibâren alıp, 1230 senesine kadar getirir ve hâdiseleri gâyet akıcı ve güzel ifâdelerle nakleder. Taberî’nin rivâyetlerinin en sağlam senetlerini bildirir.
Son devrin meşhur târihçilerinden. 1870 yılında İstanbul’da doğan ve 1957’de vefât eden Mahmûd Kemâl, kullandığı İbnülemîn mahlas ismi ile tanınır. Mühürdâr Mehmed Emin Paşanın oğludur. Şehzâde Rüştiyesini bitirdikten sonra Mülkiye’ye devâm ettiyse de, rahatsızlığı sebebiyle bitiremeden ayrıldı. Daha ziyâde özel dersler alarak kendi kendisini yetiştirdi. Târih, biyoloji ve monografi alanlarında eserler yazdı. Araştırıcılığının ve zekiliğinin, eserlerinin hazırlanmasında önemli rolü olmuştur.
Genç yaşında küçük bir memur olarak tâyini yapılan İbnülemîn, daha sonra Sadâret Mektupçu Kalemi Müdürlüğüne tâyin edildi. Birçok arkadaşı ile İslâm Eserleri Müzesini kurarak, kendi de yönetim kurulu başkanı oldu. Emekli oluncaya kadar buranın müdürlüğünü yaptı(1935). Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın pâdişâh olmasından hal’ edilmesine kadar hâricî ve dâhilî evrakların bulunduğu Yıldız Evrâkını tasnifle görevlendirildi. Bu evrâkları tetkik etmesi yazacağı eserlerin kaynağını teşkil etti.
İbnülemîn resmî görevlerinin dışında ayrıca Târih-i Osmânî Encümeni Âzâlığı (1923), Kütüphâneler Tasnîf İşleri İlmî Müşâvirliği ile İslâm Ansiklopedisi Müşâvirliğinde bulundu. 1953 senesinde Kütüphane kolleksiyonu ve mühim vesikalarını İstanbul Üniversitesine bağışladı. Vasiyeti gereği Mercan’daki konağını, talebe yurdu hâline gelmesi için, İstanbul İmam-Hatip Okuluna vermiştir. Fakat bu yıktırılarak yerine iş hanı yaptırılmıştır.
Süleymân Nazif onun hakkında:
Hezârân gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
tanıtıcı beytini söylemiştir.
Eserleri:
Menâfi-üs-Savm, Ahlâk, Kavazat-ül-Kemâl, Hulâsa-i Zirâat, Hulâsa-i Ticâret, Bir Yetimin Sergüzeştisi, Leskofçalı Gâlib Bey, Hersekli Ârif Hikmet Bey Dîvânlar’ına yazdığı önsözler, Son Hattatlar, Son Asır Türk Şâirleri, Son Sadrâzamlar önemli eserleridir.
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) oğullarının üçüncüsü ve bütün çocuklarının sonuncusu. Peygamber efendimizin Mısırlı Mâriye isimli hanımından doğan oğludur. Hicretin 8. yılında Zilhicce ayında dünyâya geldi. Peygamber efendimizin, hazret-i Hadice’den doğan erkek evlâtları küçük yaşta vefât etmişlerdi. İbrâhim de bir buçuk yaşındayken, hicretin 10. yılında vefât etti. İbrâhim hastayken sevgili Peygamberimiz kucağına aldığında gözlerinden yaşlar akardı.
İbrâhim vefât edince; “Yâ İbrâhim! Ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat, Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz.” buyurdu.
Eshaptan Abdurrahmân ibni Avf; “Yâ Resûlallah ağlıyor musunuz?” deyince, buyurdu ki: “Ben sizi ağlamaktan men etmem, o insanın elinde, irâdesinde değildir. Ama sesli ağlamaktan ve feryâd etmekten, akılsızca sözler söylemekten ve câhiliye âdetlerinden men ederim. Bunlar Allahü teâlânın rızâsına muhâliftir (uygun değildir). Ama gayri ihtiyârî (elde olmayarak) gözyaşı dökülür ve mahzûn olunur.”
Peygamberimizin kendileri cenâze namazını kıldırıp, Bakî Kabristanına defnettiler. İbrâhim vefât ettiği gün güneş tutulmuştu. İnsanlar bunu görünce İbrâhim’in vefâtı için güneş tutuldu, dediler. Resûlullah, sallallahü aleyhi ve sellem, bunu işitince; “Ay ve güneş, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren iki mahluktur. Kimsenin ölmesi, kalması ile tutulmazlar. Onları görünceAllah’ı hatırlayınız.” buyurdu.
Yazar ve şâir. 1889 senesinde İstanbul’da doğdu.
İlk öğrenimine İstanbul’da Şemsü’l-Maârif özel okulunda başladı. Orta öğrenimini Vefâ ve Trabzon idâdîlerinde tamamladı. 1907 senesinde Mekteb-i Hukuka girdi. 1910 yılında mezun oldu. Bir sene Adliye Nezâretinde memurluk yaptı. Sonra Trabzon Sultânîsine edebiyât öğretmeni tâyin edildi. 1913 senesinde psikoloji ve pedegoji tahsili için, İsviçre’ye gönderildi. Cenevre Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü ile Jean Jacques Pousseau Pedegoji Enstitüsünü bitirdi. 1916’da yurda döndü. İstanbul Dârülmuallimîni psikoloji ve pedegoji öğretmenliğine tâyin edildi. Aynı okulda üç sene müdürlük yapan İbrahim Alâaddîn Gövsa, 1926 yılında Maârif Vekâleti Tâlim ve Terbiye Dâiresi âzâlığına getirildi. 1927 senesinde Sivas mebusu seçildi. İki dönem mebusluk yaptıktan sonra, 1935’te Maârif Vekâleti müfettişi, 1936’dan 1946’ya kadar İstanbul mebusu oldu. Zirâat Bankası idâre meclisi üyesiyken 1949 senesinde Ankara’da öldü.
Eserleri:
Çocuk Şiirleri, Güft ü Gû, Çanakkale İzleri, Şen Yazılar, Acılar, İlk Gençlik Hakkında, Rûhiyât ve Terbiye Tetkikleri, Bediî Terbiye, Süleymân Nazîf, Çocuk Rûhu, Meşhur Adamlar, Elli Türk Büyüğü, Türk MeşhurlarıAnsiklopedisi.
Kur’ân-ı kerîm’de ismi bildirilen peygamberlerden, ülülazm adı verilen altı peygamberden biri olup, Keldânî kavmine gönderilmiştir. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra peygamberlerin ve insanların en üstünüdür. Allahü teâlâ ona Halîlim (dostum) buyurduğu için Halîlullah veya Halîlürrahmân olarak bilinir. Babası mümin olan Târûh olup, annesi Emile’dir. İbrâhim aleyhisselâm, Peygamber efendimizin dedelerindendir. Çünkü, ilk oğlu İsmâil aleyhisselâm Arapların, ikinci oğlu İshâk aleyhisselâm da İsrâiloğullarının ceddi yâni dedesidir. Keldânî memleketi olan Bâbil’in doğu tarafında ve Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede doğdu. Yüz yetmiş beş yaşındayken Kudüs’te vefât etti.
İbrâhim aleyhisselâma annesi Emîle veya Ûşâ hâmileyken, babası Târûh vefât etti. Annesi, amcası olan Âzer ile evlendi. Âzer üvey babası ve amcası olup, putperestti. Geçimini put yapıp satarak temin ederdi.
Tefsir âlimleri, En’âm sûresinin Âzer’in ismi geçen 14. âyetini tefsir ederken, Âzer’in hazret-i İbrâhim’in amcası ve üvey babası olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Zîrâ, Peygamberimizin baba ve dedeleri Âdem aleyhisselâmdan beri hep mümindi. Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” (Şu’arâ sûresi: 219) buyrulmaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyet-i kerîmeyi tefsir ederken, Peygamberimizin bütün ana ve babalarının, mümin olduğunu anlamışlardır. Abdullah ibni Abbâs’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte de: “Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni temiz babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum.” buyuruldu.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm kitâbında yazıldığı üzere Peygamber efendimizin anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyarların hepsi, zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerefli, en güzel ve en temiz kimseleriydi. Hepsi de aziz ve muhteremdiler. İbrâhim aleyhisselâmın babası, Târûh da böylece mümin, yâni inanmıştı. Kötü ahlâktan, âdî ve çirkin sıfatlardan uzaktı.
Nûh aleyhisselâmdan çok sonra Bâbil’de hüküm süren, yıldızlara ve putlara tapan Keldânî kavminin o devirdeki kralı olan Nemrûd, insanları kendine ve putlara taptırıyordu. Bir gece gördüğü rüyâyı, müneccimler; “Doğacak bir erkek çocuğun yeni bir din getireceği ve onun saltanatını yıkacağı.” şeklinde tâbir edince, Nemrûd yeni doğan erkek çocukların öldürülmelerini ve hâmile kadınların hapsedilmelerini emretti. O sırada hazret-i İbrâhim’e hâmile olan annesi, amcası Âzer’le evliydi. Görünüşte hâmileliği belli olmadığı için fark edemediler, kocasına da; “Çocuk doğunca oğlan olursa, kendi elinle Nemrûd’a teslim eder mükâfât alırsın.” dedi. Annesi zamânı gelince de şehir dışında bir mağarada doğum yaptı ve Âzer’e çocuğun doğup öldüğünü söyledi. Oğlunu mağarada gizledi ve orada büyüttü. Yanına gittiğinde onu parmağını emerken bulur ve doymuş görürdü. Parmaklarından süt ve bal gelirdi. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı göndererek bu gıdâları Cennet’ten parmaklarına akıtırdı.
İbrâhim aleyhisselâm büyüyüp, mağaradan çıkınca, güneşe, aya, yıldızlara ve kâinâta bakarak bunları yaratan eşi ve benzeri olmayan bir yaratıcının olduğunu anladı. Keldânî kavmine gelerek, taptıkları yıldızların ve putların ilâh olmadığını, anlayabilecekleri açık delillerle anlattı. Bâbil halkı çocuk yaşta olan ve putlarına karşı çıkan hazret-i İbrâhim’i üvey babası Âzer’e şikâyet ettiler. Âzer, İbrâhim aleyhisselâmı azarlayarak bu işten vazgeçmesini istediyse de İbrâhim aleyhisselâm onun sözlerine hiç aldırmayıp; “Benden delil isteyin göstereyim. Bana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allahü teâlâ beni sizden ayırdı. Sizin içinde bulunduğunuz sapıklığa düşürmedi. Sizi ve putlarınızı sevmiyorum.” dedi. Putlara tapmanın mânâsız olduğunu Âzer’e de söyledi. Âzer hiddetlenip İbrâhim aleyhisselâmın yanından uzaklaşmasını istedi.
Genç yaştayken Keldânî kavmine peygamber olarak gönderilen ve kendisine on sayfa (forma) kitap verilen İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle büyük-küçük herkesi Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdı. İnsanlara topluca ve açık bir tebliğde bulunmayı, putların mânâsız ve âcizliğini, onlara tapmanın sapıklık olduğunu gâyet açık bir şekilde göstermek istedi. O zaman Keldânî kavmi, bir gün bayram yapmak üzere bir yere toplandı. Onlar gittiği zaman İbrâhim aleyhisselâmın üvey babası ve puthânenin bekçisi olan Âzer onu da bayram yerine gitmeye zorladı. İbrâhim aleyhisselâm hasta olduğunu söyleyerek gitmedi. İnsanlar bayram yerinde toplandıkları zaman, yetmiş kadar putun bulunduğu puthâneye girdi. Getirdiği bir balta ile bütün putları kırıp, parça parça etti. Sâdece en iri putu kırmadı ve baltayı bunun boynuna asarak, oradan uzaklaştı. Keldânî kavmi bayramdan dönünce, puthâneye girip, putların kırılıp parça parça edildiğini görüp, şaşırdılar. Bunu kim yaptı, diye bağrışmaya başladılar. Bu işi, İbrâhim yapmıştır, diyerek onu yakalayıp halkın önünde sorguladılar. “Ey İbrâhim! Putlarımızı sen mi kırdın?” deyince, İbrâhim aleyhisselâm, bu işi olsa olsa; “Ben varken bu küçük putlara niçin tapıyorlar!” diyen şu iri put yapmıştır, demiştir. “Siz ona sorunuz.” deyince, putperestler; “Putlar konuşmaz ki, sen bize ona sor diyorsun!” dediler. Bunun üzerineİbrâhim aleyhisselâm; “O hâlde daha kendilerini kırılmaktan kurtaramayan, size hiçbir faydası olmayan bu putlara ilâh diyerek niçin tapıyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Size ve bu taptığınız putlara yazıklar olsun!” dedi. Putlarınıİbrâhim aleyhisselâmın kırdığını anlayan Keldânî kavmi, onu hapsettiler. Durumu da ilâhlık iddiâsında bulunan kralları Nemrûd’a bildirdiler.
Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâmı yanına getirmelerini emretti. İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd’uAllahü teâlâya îmân etmeye dâvet etti. Nemrûd, bunu reddettiği gibi, İbrâhim aleyhisselâmın kendisine secde etmesini istedi. Secde etmeyince, hapsettirdi ve ateşte yakılmasını emretti. Günlerce yığılan odunlar ateşlendi. Şiddetinden yanına yaklaşamadıkları ateşe hazret-i İbrâhim’i mancınıkla attılar. Ateşe atılırken; “Hasbiyallah ve ni’mel vekil”, yâni“Bana Allah’ım yetişir. O ne iyi vekildir, yardımcıdır.” dedi. Ateşe düşerken Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Bir dileğin var mı?” diye sorunca; “Var, fakat sana değil, Rabbim beni görüyor, biliyor.” dedi. Onun bu hâli Kur’ân-ı kerîm’de övülüyor ve; “Sözünün eri olan İbrâhim.” buyruluyor. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen ateşe; “Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve selâmette ol!” (Enbiyâ sûresi: 69) diye emretti. Ateşin içi yemyeşil bir bahçe kesildi. Cebrâil aleyhisselâm da kendisine arkadaş oldu. Cennet’ten gömlek ve yaygı getirdi ve onu Cennet nîmetleri ile doyurdu. Ateşte yedi gün kaldığı rivâyet edilir. Ateş sönünce mûcizeyi gözleriyle görenlerden kardeşi Haran, amcasının kızı ve sonra hanımı olan hazret-i Sâre ve bâzı kimseler îmân ettiler. İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulduktan sonra Keldânî kavmini bir müddet daha îmâna dâvet etti. Fakat zâlim Nemrûd ve putperest ahâli küfürlerinden vazgeçmediler. Allahü teâlâ, Nemrûd ve kavmine sivrisinekleri musallat etti. Sinekler onların kanlarını emdiler ve kuru kemik hâline getirdiler. Sineklerden birisi de Nemrûd’un burnundan girip beynine yerleşti. Uzun zaman azap ve ızdırap verdi. Hattâ başını tokmakla döğdüre döğdüre öldü. Allahü teâlâ, tanrılık iddiâ eden Nemrûd’u en âciz mahlûklarından birisi olan sivrisinekle cezâlandırdı.
İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Bâbil’den Harrân’a (Urfa’nın güneyinde bir yer) hicret etti. Bu yolculukta kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâm, hanımı Sâre Hâtun ve diğer inananlar da bulundular. Harrân’da bir müddet kaldıktan sonra,Şam’a, oradan da Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Bu yolculuk esnâsında kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâmın Sedûm bölgesi ahâlisine peygamber olarak vazîfelendirildiği bildirildi. Lût aleyhisselâmın Sedûm’a hareketinden sonra, Mısır’a giden İbrâhim aleyhisselâm rivâyete göre bu sırada otuz sekiz yaşındaydı.
Mısır’a gittiği sırada Sinan bin Ulvan adlı zâlim bir Firavun vardı. İbrâhim aleyhisselâm ve hanımı hazret-i Sâre’nin Mısır’a geldiğini haber alan Firavun, zorbalık yaparak Sâre’yi almak istedi. Bu zâlim hükümdâr hazret-i Sâre’yi sarayına çağırttı. Ona musallat olmak isteyince nefesi kesilip elleri ve ayakları tutmaz hâle geldi. Bu hâline pişman olup, musallat olmaktan vaz geçti. Hazret-i Sâre’den, onun düştüğü fecî hâlden kurtulması için duâ etmesini istedi. Hazret-i Sâre, hükümdârı bu kadın öldürdü, diye suçlanmasından korktuğu için, duâ etti.Tekrar eski hâline dönen Firavun, Hacer adında bir câriyeyi hazret-i Sâre’ye hediye etti. Bu hâdiseden sonra İbrâhim aleyhisselâm hanımı Sâre ve hediye edilen Hacer Hâtunla birlikte Mısır’dan ayrılıp, Filistin’e gitti. Filistin topraklarındaki ıssız ve kupkuru bir yer olan Sebû’ya yerleşti. Bir müddet burada kaldı. Zamanla çok mala kavuştu. Yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları ovaları ve vâdileri doldurdu. Çok zengin oldu. Sebû denilen yere sonradan gelip yerleşen insanların İbrâhim aleyhisselâmı incitmeleri üzerine oradan ayrılıp, Şam tarafında Kıst adlı yere göçtü. Çok cömerd olan İbrâhim aleyhisselâm insanlara çok ikrâmlarda bulunurdu.
İbrâhim aleyhisselâm, çocuğu olmadığı için hanımı hazret-i Sâre’nin isteği ve izniyle hazret-i Hacer’le evlendi. Bu evlilikten İsmâil aleyhisselâm doğdu. Muhammed aleyhisselâmın nûru hazret-i Hacer vâsıtasıyla İsmâil aleyhisselâma intikâl ettiği için, hazret-iSâre’nin kalbinde hazret-i Hacer’e karşı gayret hâsıl oldu. İbrâhim aleyhisselâm, hazret-i Sâre’yi üzmemek için Allahü teâlânın emriyle hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil’i (aleyhisselâm) yanına alarak, o zamanlar ıssız ve susuz bir yer olan Mekke’ye götürdü. Onları oraya bırakıp, Şam diyârına geri döndü. Hacer annemiz ve oğlu İsmâil aleyhisselâm oradayken, mübârek Zemzem suyu yerden fışkırarak çıktı.
İbrâhim aleyhisselâm, daha önce bir oğlum olursa, Allah yoluna kurban edeceğim, diye adakta bulunmuştu. İbrâhim aleyhisselâm, hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil aleyhisselâmı ziyâret için Mekke’ye geldiği sırada, üç gün üst üste gördüğü bir rüyâ üzerine İsmâil aleyhisselâmı kurban etmek istedi. Tam kurban etmek üzereyken, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma rüyâsına sadâkat (bağlılık) gösterdiğini bildirerek kurbanlık bir koç ihsân etti. Böylece İsmâil aleyhisselâm, kurban edilmekten kurtuldu. Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma ihtiyar yaşında hazret-i Sâre’den İshâk isimli oğlunu ihsân etti. İbrâhim aleyhisselâm birkaç defâ hazret-i Hacer’i ve oğlu İsmâil aleyhisselâmı ziyâret etti. Bir defâsında oğlu İsmâil ile birlikte Beytullah’ı (Kâbe-i muazzamayı) inşâ etti. Cennet yâkutlarından olan Hacer-ül-Esved adlı siyâh taşı Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesiyle alarak, Kâbe-i muazzamanın duvarına yerleştirdi. Kâbe duvarını örerken, şimdi Makâm-ı İbrâhim denilen taşın üzerine bastı. Kâbe’yi yapıp bitirince, Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm aracılığıyla bildirdiği gibi, İsmâil aleyhisselâm ve Mekke’de yerleşmiş olan Cürhümlülerle birlikte hac ibâdetini yaptı.
İsmâil aleyhisselâmla haccın rükünlerini yerine getirdikten sonra, oğluna Kâbe’ye bakması ve onu koruması için tenbihde bulundu. Şam’a gitmek istedi. Gitmeden önce Arafat’a çıkıp, İsmâil aleyhisselâmın evlâdına duâ etti ve Şam’a döndü. Ertesi sene hac mevsiminde hanımı hazret-i Sâre ve oğlu İshâk aleyhisselâmı da alarak Mekke’ye geldi. Hac ibâdetini yaptıktan sonra, birlikte Şam’a döndüler.
İbrâhim aleyhisselâm, vefât etmeden önce oğlu hazret-i İsmâil’e şu vasiyette bulundu: “Ey oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti, bu nûru iyi muhâfaza edip, ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi muhâfaza et. Nikâhlı, afîf ve temiz kadınlara teslim eyle. Evlâdına da böyle vasiyette bulun.” dedi. Yüz yetmiş beş yaşında hazret-i Hacer ve hazret-i Sâre’den sonra Kudüs’te vefât etti. Kudüs civârında Habrun kasabasında bir mağaraya defnedildi. Bu kasaba, İbrâhim aleyhisselâmın Halîl (Allahü teâlânın dostu) ismine izâfeten Halîlurrahmân ismiyle meşhurdur. Hazret-i Lût, hazret-i İshâk ve hazret-i Yâkûb ile pekçok peygamberin bu beldede bulunduğu rivâyet edilir. Müslüman hükümdârlar oradaki mescitleri ve türbeleri kendi devirlerinde tâmir ettirmişlerdir. Halîlurrahmân’daki mescit ve türbeleri ise son olarak Osmanlı Sultânı İkinci Abdülhamîd Han tâmir ettirmiştir.
İbrâhim aleyhisselâm ülülazm peygamberlerin ikincisi olup, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve resûllerden üstündür. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler onun neslindendir.
Allahü teâlâ hazret-i İbrâhim’i ilâhî sırlara vâkıf kıldı ve onu, ateşe atıldığında nefsiyle, oğlu hazret-i İsmâil’iAllah için kurbân etmesini bildirip evlâdı ile malı ile imtihân etti. Malı ile imtihân edilmesi şöyle olmuştur: O kadar zengindi ki, sâdece sığırları yarım milyon olup, davarları, ovaları ve vâdileri dolduruyordu. Cebrâil aleyhisselâm insan sûretinde gelip; “Yâ İbrâhîm, bu sürüler kimindir?” deyince; “Allah’ındır fakat benim elimde emânettir. Allahü teâlâyı tesbih et, ismini an, onu zikret, bu sürülerin hepsi senin olsun.” diyerek bütün malını bağışladı. Cebrâil aleyhisselâm kendini tanıtınca, hazret-i İbrâhim; “Ben Allah için bağışladığımı geri alamam.” diyerek bütün malını satıp, Allah yoluna sarf etti.
Hazret-i İbrâhim kendisine nâzil olan (indirilen) emir ve yasakları tamâmen halka bildirdi. Allah’tan başka şeylere tapmanın bâtıl (geçersiz) olduğunu çok açık bir şekilde anlattı. Şirke (Allah’a ortak koşma) yol açacak kapıların hepsini kapattı. Çocukluğundan ölümüne kadar hak din üzere olduğundan ve insanlara hak dîni bildirdiğinden dolayı, onun milletine işâret için Kur’ân-ı kerîmde “Hanîfen” (hak din üzere bulunanlar) diye zikredilmiştir. Hazret-i İbrâhim’in husûsiyetleri Kur’ân-ı kerîm de Nahl sûresi 120, 121, 122. âyetlerde bildirilmektedir. Misâfirperverliği ve cömertliği dillerde dolaşırdı. Misâfir olmayınca yemek yemez, bir misâfir bulmak için uzaklara giderdi. Bu vasfından dolayı ona Ebû’d-Düyûf (misafirler babası) adı verilmişti. Kıblesi Kâbe idi. Namaza durduğu zaman kalbinin coşması, hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu.
İbrâhim Aleyhisselâmın Mûcizeleri
1. İbrâhim aleyhisselâmın mübârek vücûduna ateş tesir etmedi. Nemrûd onu ateşe attığında Allahü teâlâ;“Ey ateş! İbrâhim üzerine serin ve selâmet ol!” buyurunca ateş onu yakmadı.
2. Cansız olan, parça parça edilmiş ve parçaları ayrı ayrı yerlere konmuş olan kuşlar (dört kuş), İbrâhim aleyhisselâmın çağırması üzerine yeniden dirilmişlerdir.
3. İbrâhim aleyhisselâmın mûcizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır. Rivâyete göre İbrâhim aleyhisselâm Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık, çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahâli, durumlarınıİbrâhim aleyhisselâma anlattı. İbrâhim aleyhisselâm taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mûcizeyi gören pekçok kimse îmân etti.
4. Bâzan yırtıcı ve yabânî hayvanlar İbrâhim aleyhisselâmla berâber giderler ve dile gelerek gâyet açık bir şekilde onunla konuşurlardı. Bir defâsında, hanımı hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil’le görüşmek ve onları ziyâret etmek için Mekke’ye gitmişti. Şam’a geri dönüşünde birçok yabânî hayvan, İbrâhim aleyhisselâm ile berâber yürüyüp, onunla açıkça konuştular.
5. İbrâhim aleyhisselâm duvarların ve dağların arkasını da görürdü. Bu mûcizesi Mısır’a gittiğinde zevcesi hazret-i Sâre’ye musallat olmak isteyen zamânın kralı Firavun, hazret-i Sâre’yi sarayına alınca, İbrâhim aleyhisselâm dışardan içeriyi seyretmiştir. Sarayın duvarları ona cam gibi olmuş ve gözünden perde kaldırılmıştır. Böylece hazret-i Sâre’ye el uzatmaya kalkışan Firavun’un ellerinin kuruyup, ayaklarının tutmayarak yere yıkıldığına şâhid olmuştur.
6. İbrâhim aleyhisselâmın bastığı taşın üzerinden ağaç bitip yeşermiştir. Bu istek dîne dâvet ettiği bir beldenin ahâlisinden gelmiş, duâsı üzerine mûcizeyi göstermiştir.
7. İbrâhim aleyhisselâmın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile, senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazret-i İsmâil de babasının evine gelip gittiğini, onun kokusundan anlamıştı.
İbrâhim aleyhisselâmın dîni: İbrâhim aleyhisselâmın dîni, Hanîf dînidir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsınadır. İbrâhim aleyhisselâm, Keldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları aşağılayıp, Allahü teâlâya ibâdet ettiği için, Hanîf denilmiştir. Ayrıca, kendisinde eğrilik bulunmayan dosdoğru olan din mânâsında da Hanîf dîni denilmiştir. Peygamber efendimize peygamberlik bildirilmeden önceki Arablardan birçok kimse Hanîf dînine mensuptu.
İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin esaslarından bâzıları şunlardır: Kimse kimsenin günâhını yüklenmez. Kimse başkasının günâhından sorumlu olmaz. İnsanlar âhirette ancak ihlâsla işlediği sâlih amellerinin ve niyetlerinin faydasını görürler. Her insanın hayır ve şerden ibâret olan ameli kıyâmet gününde mizânında görülecektir. İnsana çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir.