İBN-İ MECDÎ
On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda yaşamış, fıkıh, nahiv ve astronomi âlimi. İsmi, Ahmed bin Receb bin Tayboğa el-Mecdî’dir. Künyesi Ebü’l-Abbâs olup, lakabı Şihâbüddîn’dir. İbn-i Mecdî ismiyle meşhur oldu. 1366 (H.767) senesinde Kâhire’de doğdu. 1446 (H. 850) de orada vefât etti.
İbn-i Mecdî, önce Kur’ân-ı kerîm’i ezberledi. Minhâc, Hâvî, Elfiye ve birçok kitapları okudu. Fıkıh ilmini, Bülkînî, İbn-ül-Mülakkın, Kemâleddîn Demîrî, Şerâfeddîn Mûsâ bin el-Bâbâ, Şemsüddîn Irâkî’den; ferâiz ilmini Takıyyüddîn bin İzzüddîn Hanbelî’den; Arabî ilimleri de Şemsüddîn Acemî’den öğrendi.
İbn-i Mecdî, çok zekîydi. Fen ilimlerinde az bir zamanda üstün bir dereceye yükseldi. Matematik, astronomi ve geometride sözü sened oldu. Rub’-ı dâirenin kullanımı, astronomik rasatlar ve tablolar hakkında birçok eser yazdı.
Canbekiyye Medresesinde başmüderrislik yaptı. Mütevâzî, emâneti koruyan bir zâttı. Nükteli konuşurdu. Câmi-ul-Ezher yanındaki evinde ibâdetle meşgûl oldu. 1446 (H.850) senesi Zilkâde ayının on birinde Cumartesi gecesi Kâhire’de vefât etti.
Eserleri:
1) Hülâsat-ül-Akvâl fî Mârifet-il-Vakt ve Rü’yet-il-Hilâl: Rub’-ı dâirenin kullanılması, zamânın belirlenmesi ve ayın doğar doğmaz görünmesi hakkındadır. 2) El-Menhel-ül-Azb-üz-Zülâl fî Takvim-il-Kevâkib ve Rü’yet-il-Hilâl, 3) Er-Ravd-ül-Ezher: Müsetter isimli özel rub’-ı dâirenin kullanılması hakkındadır. 4) Tuhfet-ül-Ahbâb, 5) Ed-Dürr-ül-Yetîm fî Teshîli Sinâat it-Takvîm: Takvimin düzenlenmesi hakkındadır. Bu kitap kaybolmuştur. Ancak bu esere yapılan bir şerhten, kitabın mevcudiyeti anlaşılmaktadır. 6) Et-Teshîl vet-Terkîb, 7) El-Kevâkib-ül-Mudî’a fil-Amel bil-Mesâ’il-id-Devriyye:Yıldızların dönme hareketleri ile ilgilidir. 8) Mecma-ul-Mahlûkât fî İlm-in-Nücûm, 9) Cedâvil-üs-Sümût, 10) Düstûr-ul-Neyyireyn: Güneş ve ay hakkındadır. 11) Ikd-ud-Dürer fil-Amel bi’l Kamer, 12) Tekdîr-ül-Kamer, 13) Keşf-ül-Hakâik fî Hisâb-id-derece ved-Dekâik(Aritmetikle ilgilidir). 14) El-Muftekarât-il-Hisâbiyye: Mîrâs taksimâtıyla ilgilidir.
Onuncu ve on birinci asırlarda yetişen târihçi ve felsefeci. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Ya’kûb bin Miskeveyh’tir. Künyesi Ebû Ali olup, İbn-i Miskeveyh diye meşhur olmuştur. İran’ın Rey şehrinde doğdu. 1030 (H. 421)da İsfehan’da vefât etti.
Aslen Mecûsî olup, sonradan Müslüman olmuş bir âileye mensûb bulunduğu da rivâyet edilen İbn-i Miskeveyh, küçük yaştan îtibâren, doğum yeri olan Rey’de tahsile başladı. İlk tahsilini burada yaptı. Felsefeye karşı duyduğu ilgi, Fârâbî’nin eserlerini okumasına yol açtı ve onun tesirinde kaldı. Kimyâ, tıp ve mantık okudu. Daha sonra târih, edebiyât ve inşâya ilgi duydu. Büveyhîler zamânında çeşitli vazîfelerde bulundu. Bu sırada Tecârib-ül-Ümem ve Teâkıb-ül-Himem adlı târih kitâbını yazdı. Büveyhî hükümdârı Adududdevle’nin ölümünden sonra Irak’tan ayrılarak Mâverâünnehr ve Harezm taraflarına gitti. Burada İbn-i Sînâ, Ebû Sehl-i Mesîhî, Ebû Reyhân el-Bîrûnî, Ebû Nasr-ı Irâkî gibi meşhurlarla görüştü. Harezm sultânının tertib ettiği ilmî cemiyetlerde bulundu. Bu sırada İbn-i Sînâ ile arası açıldı. Gazneli Sultan Mahmûd’un Gazne’ye dâvetini kabul etmedi. Harezm’den Irak’a dönmek üzere çıktığı yolculuk sırasında tutulduğu fırtınada 1030 (H.421) da öldü.
Fârâbî’nin felsefî fikirlerinin etkisinde kalan İbn-i Miskeveyh, ahlâk ve ilim konusunda Fârâbî’den ayrıldığı için, El-Muallim-üs-Sâlis “üçüncü öğretici” adıyla anıldı. Daha sonra yetişen Nâsırüddîn Tûsî de onun ahlâk ile ilgili görüşlerinin etkisinde kaldı. Ahlâkî konularda akla önem veren İbn-i Miskeveyh, tevekkül, sabr ve rızâ gibi güzel huyları telkin etti. Ancak insan hayâtının zühd hayâtı olmadığını, ahlâkın dünyâ arzuları içinde gelişebileceğini söyledi. Bu yüzden, insanın yaratılışında sosyal bir varlık olduğunu belirterek uzlet (insanlardan uzak kalma) ve zühde (dünyâ arzularından uzak olma) karşı çıktı. Bilhassa fitne zamânında uzlet ve zühdü tavsiye eden tasavvuf erbâbına karşı cephe aldı. El-Kindî’nin de tesirinde kalan İbn-i Miskeveyh, Et-Tıb-ün-Nefsî denilen psikolojik hekimlikte onun görüşlerini savundu. İhvân-üs-Safâ adı verilen felsefî ekolün bâzı fikirlerini tenkid etti.
Eserleri:
Aristo’nun da etkisinde kalan İbn-i Miskeveyh, felsefe, mantık, matematik, ahlâk ve târihe dâir birçok eser yazdı:
1) Tecârib-ül-Ümem ve Teâkıb-ül-Himem: Târihe dâir yazdığı eseridir. İki bölüm hâlindeki bu eserinin birinci bölümünde, 907-941; ikinci bölümünde ise, 941-979 yılları arasındaki vak’aları anlatmıştır. Bu târihlerde hâdiselerin siyâsî, sosyolojik ve ahlâkî sebeplerini ve netîcelerini de inceleyen İbn-i Miskeveyh’in bu eseri dördüncü hicrî asırda yazılan diğer târih kitaplarından daha orijinaldir. İslâm medeniyeti târihinde kaynak özelliğini taşıyan bu eserinde, bilhassa Abbâsîler devrine âit hâdiseleri naklederken, asrın ahlâkını, idâredeki usûlünü, bu muazzam devleti yıkılmaya götüren sebepleri açık bir şekilde anlatmıştır.
2) Enîs-ül-Ferîd: Şiir, hikmet ve darbımesellerini ihtivâ eden eseridir. 3) El-Fevz-ül-Ekber, 4) El-Fevz-ül-Asgar, 5) Kitâb-üs-Siyer, 6) Kitâb-üt-Tahâre: Ahlâk ilmine dâirdir. 7) Âdâb-ül-Arab vel-Acem: Ahlâk ilmine dâirdir. 8) Kitâbü Tertîb-is-Seâdet, 9) Kitâb-üs-Siyâse, 10) Kitâb-ül-Müstevfî, 11) Kitâb-ül-Mecmûât-ül-Havâtır, 12) Kitâb-ül-Câmî’, 13) Kitâbu Tehzîb-ül-Ahlâk.
İslâm yazısını Kûfî’den Nesih’e çeviren ilk hat üstâdı, şâir, edib, münşî, vezir. Asıl adı, Ebû Ali Muhammed bin Ali Hasan bin Mukle’dir. 886 yılında Bağdat’ta doğdu.
Zeytinyağı çıkarmakla meşgul olan babasının mesleğine itibar etmeyip ilim öğrenmeyi tercih etti. Güzel yazı yazmaktaki başarısını şiir ve edebiyatta da gösterdi. Meşhur hat üstadı Ahvel’den ders aldı. İlmi ve hattı ile Abbâsî halîfelerinin dikkatini çekti. Saraya alınıp Dîvân’da çalıştı. Halîfe Muktedir zamânında (908-932) Fars eyâletinde görevlendirildi. Daha sonra vezirliğe getirildi. Halîfelik mücâdelelerine karıştı. Fars’a sürüldü. İki defa daha vezirliğe getirildi ise de, sonradan vazifeden alınıp hapse atıldı ve hapisteyken öldü (940).
İbn-i Mukle, idareciliğinden çok hattatlığı ile meşhurdur. İslâm yazı stilinin geliştirilmesi için çalışmıştır. Yazıda; yazı kaleminin ucuyla konan noktayı, elif harfini ve dâireyi ölçü olarak almıştır. İbn-i Mukle’nin koyduğu bu kâideler, hat sanatında bugün bile geçerliliğini muhafaza etmektedir. Kûfî yazısını geliştirerek bilhassa nesih yazı üzerinde çalışan İbn-i Mukle’nin eserlerinden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.
İbn-i Mukle’nin en meşhur talebeleri İsmâil bin Hammâd Cevherî, Fârâbî, Muhammed bin İsmâil Bağdâdî ve Şemsü’l-Meâlî Kâbus bin Veşmgir’dir.
Bağdat’ta yetişen tıp âlimi. İsmi Hibetullah bin Mülkâ el-Bağdâdî olup, künyesi Ebü’l-Berakât’tır. Evhadüzzamân diye meşhur oldu. 1087 (H.480) senesinde Bağdat’ta doğdu. 1165 (H.560) senesinde Hemedan’da vefât etti.
İbn-i Mülkâ, önceleri Yahûdî dînindeydi. Kendi dîninin mensupları arasında yetişti. Abbâsî halîfelerinden El-Müstencid-billah’ın hizmetinde bulundu. İlmî çalışmaları yanında İslâm dînini de tetkik etti. Hak din olduğunu kabul ederek Müslüman olmakla şereflendi.
İbn-i Mülkâ’nın küçüklükten îtibâren tıp ilmine karşı husûsî bir alâkası vardı. Zamânın tanınmış tıp âlimlerinden olan Hasan Sa’îd bin Hibetullah bin Hasan’ın derslerini dinledi. Çalışmalarını daha çok psikolojik hastalıklar üzerinde yoğunlaştırdı. Bu hastalıkların tedâvisi için çalıştı.
İbn-i Mülkâ, fizik sâhasında da araştırmalar yaptı. Özellikle zaman, mekân ve hareket konuları üzerindeki derin araştırmaları ilgi çekici ve etkili oldu.
Newton’a atfedilen meşhur üç hareket kânunundan üçüncüsü, esâsında Ebü’l-Berekât İbn-i Mülkâ’nın keşfidir. Newton’a mâl edilen klasik fizik ve mekaniğin temelini teşkil eden bu üç konudan birincisiİbn-i Sînâ, üçüncüsü İbn-i Mülkâ’nın keşfi olup, yalnız ikincisi kendisinden beş asır sonra gelen Newton’a âittir.
İbn-i Mülka’nın veciz sözlerinden bâzıları şunlardır:
“Şu dört şey hayırdır: İffet, şecâat, hikmet, adâlet.”
“Hatîbin; zâhit, iffet sâhibi olması, rasîh ve belîğ konuşması, dinleyenlerin kalbini yumuşatabilmesi lâzımdır.”
Eserleri:
İbn-i Mülkâ’nın zamânımıza ulaşan en önemli eseri, Kitâb-ul-Mu’teber’dir. Eser, yedi geniş ve muhtevâlı bölümden meydana gelmiştir. İlk bölüm mukaddime olup, mantık, cedel ve ilmî araştırma metodu ile ilgilidir. İkinci bölüm, Kitâb-us-Semâ-it-Tabiîdir. Üçüncü bölüm, semâ ve âlem olup, on bölümdür. Dördüncü bölüm, var oluş, bozuluş ve yok oluşun incelenmesine dâirdir. Beşinci bölüm mâdenlerin tetkikine dâir olup, dört kısımdır. Altıncı bölüm, on üç kısım olup, tabiatın incelenmesi ile ilgilidir. Son bölüm, psikoloji ile ilgili olup otuz kısımdır.
Eserde tedkikler mantık, fen ilimleri ve ilâhiyât gibi üç ana ilim üzerinde teksif edilmiştir. O, bu eserinde filozoflara ağır ilmî tenkidler yöneltmiştir.
Ebü’l-Berekât İbn-i Mülka’nın çeşitli ilim dallarına dâir yazdığı eserlerden diğer ikisi de şunlardır: Risâle fî Sebebi Zuhûr-il-Kevâkib, Şerh-ul-Edille.
Memlûk Sultânı Kalavun’un baş veterineri. Adı, Ebû Bekr bin Bedr’dir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Babası da tecrübeli bir veterinerdi. Babasının mesleğini seçmiştir. 1340 (H.741) senesinde vefât etti. Kâşif-ül-Veyl fî Ma’rifeti Emrâz-il-Hayladındaki meşhur eserin müellifidir. Bu kitap, hükümdârın nâmına izâfetle En-Nâsırîismiyle de tanınmıştır. Kitabın bu ismi daha meşhurdur.
İbn-i Münzir bu eserinde pekçok mâlumâta yer vermiş ve at yetiştirmekle ilgili husûslardaki dağınık bilgileri bir araya toplamıştır.
İbn-i Münzir’in bu meşhur eserinde ana hatlarıyla şu bölümler yer almıştır:
1. (10 kısım) Çeşitli at, eşek ve katır örtüleri.
2. (10 kısım) Savaşta at kullanımı. Savaşa uygun düşmeyen at cinsleri, atların ses ve hareketleri, anatomik anormallikler, çeşitli türler, normal at türleri, eşek ve katır türleri.
3. (12 kısım) At alıcıları için, sıhhatli ve ârızalı atların belirtileri.
4. (20 kısım) Cihâd, çeşitli at cinsleri, at ve insan arasındaki benzerlik ve farklılıklar. Atların üretilmesi, uzunlukları ve dişleri, damarları, kemik iskeletleri, kan dolaşımı, refleksleri ve kötü eğilimleri, at yarışları, atların yetiştirilmesi, vücutlarının oranları, yiyecekleri, eğerleri, tabiî işâretleri ve mülkiyet belirtme işâretleri.
5. (12 kısım) Atların ilâçları, formülleri ve tedâvi şekilleri. Beşinci ve sekizinci bölümlerde de pekçok kısımlar mevcuttur. Her bir kısmı farklı bir hastalıkla ilgilenip, şikâyetleri ve tedâvileriyle ilgili bilgi vermektedir.
6. (34 kısım) Hippiatriye giriş. Atlarla ilgili hastalıklar, bunların sebep ve belirtileri.
On üçüncü yüzyılda yetişmiş küçük kan dolaşımını keşfeden meşhur tabip ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ali bin Ebü’l-Hazm el-Kureşî ed-Dımeşkî el-Mısrî eş-Şâfiî olup, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Lakabı ise Alâeddîn’dir. İbn-i Nefis diye meşhur oldu. Hadis, fıkıh, tıp, lügat, mantık, siyer ve birçok ilimlerde söz sâhibi olan İbn-i Nefis, 1210 (H.607) senesinde Türkistân’ın Kaş şehrinde doğdu. 1288 (H. 687) senesi Zilkâde ayında Mısır’da vefât etti. Malını, mülkünü ve kitaplarını Kâhire Hastahânesine vakfetti. Kabri, Mısır’ın Rahmâniyye bölgesindedir.
Şâfiî mezhebinde de yüksek ilimlere sâhib olan İbn-i Nefis, tıp ilmini 7. asırda Nûreddîn Zengî’nin Şam’da kurduğu hastahânede İbn-üd-Dahvân’dan öğrendi. Sonra Eyyûbî Sultânı Melik Kâmil tarafından Mısır’a dâvet edilince, oraya gidip yerleşti. Önce Nâsırî, sonra da Mansûrî şifahânesinde başhekimlik ve idârecilik yaptı. Birçok talebe yetiştirdi. Talebelerinden en meşhuru, cerrâhî hususlarla ilgili bir eser yazan İbn-ül-Kuff’tur. İbn-i Nefis, ayrıca Kâhire Mansûriyye Medresesi’nde Şâfiî mezhebi fıkhına dâir dersler verdi.
İslâm dünyâsı tıp çevrelerinde meşhur olan İbn-i Nefis, asırlar boyunca emsâli yetişmeyen üstün bir idârecilik ve tabiplik örneği ortaya koydu. Özellikle o dönemde tıp sâhasında bir benzeri yoktu. İlâçlar husûsunda İbn-i Sînâ’yı çok geride bıraktı.
İbn-i Nefis, hayâtının büyük bir kısmını tıbbî araştırmalarla geçirdi. Teorik ve pratik olarak bu ilmi ilerletmeye çalıştı. İnsan vücûdu ile hayvanların vücûdu arasındaki sistem benzerliğini gözönüne alarak çalışmalarını anatomi üzerine teksif etti. Hayvanlar üzerinde yaptığı çalışmalar netîcesinde, anatomi ile ilgili bâzı sonuçlara ulaştı. Bunlar: 1) Mukâyeseli anatomi çalışmaları ile insan vücûdu ve yapısı hakkında bize yeni ufuklar açacaktır. 2) Anatomi ilmi, öte yandan insan vücûdundaki muhtelif organların çalışması ve sağladıkları faydaları tanımamızı temin edecektir.
İbn-i Nefis, özellikle kalbin ve teneffüs yollarının anatomisi üzerinde durdu. Böylece, kanın kalpten akciğerlere, akciğerlerden de kalbe geliş gidiş sistemini inceledi. Metodu bizzât tecrübe ve müşâhede etti. Böylece tıp sâhasında taklitçilikten kurtulmaya, nazariyecilikten pratik ve tecrübeye geçiş devrini açtı. O zamâna kadar genellikle Galen, Hippokrat ve İbn-i Sînâ’nın görüş ve îzâhlarına bağlı kalan tıp otoriteleri bu üç tıp âliminin görüşleri dışına çıkmıyorlardı. İbn-i Nefis, bunların birçok nazariyelerini esaslı bir ilmî tenkide tâbi tuttu. Kendisinden önce yaşıyan bu tabiblerin eserlerini inceleyerek, yanlışlarını düzeltti ve tıp târihinin en büyük keşiflerinden biri olan küçük kan dolaşımını bularak, bu konudaki görüşlerini şöyle açıkladı:
Kalp, şimdiye kadar zannedildiği gibi sağ karıncığın içindeki kanla değil, aksine bölümlerine damarlar yoluyla dağılan kan ile beslenmektedir. Kalbin sağ karıncığından pompalanan kan, akciğerleri beslemek için değil, akciğerlerde temizlenmek için yayılır. Sağ karıncık ile sol karıncık arasında geçiş yoktur. Kalbin, yaradılışı îcâbı bir cismî sertliği vardır. Bâzı bilginlerin dediği gibi, ne görünür bir geçiş, ne de Galen’in inandığı gibi kanın akışını sağlayacak olan gizli bir geçit vardır. Bunun zıddına, kalbin gözenekleri ve mesânesi kapalı ve kalındır. Sağ karıncıktan çıkan kirli kan, akciğer atar damarı yoluyla akciğer torbacıklarına geçer. Orada hava ile karşılaşan kan, en son damlasına kadar temizlenir. Daha sonra hayâtın devâmlılığını sağlamak için havayla temizlenen kan, akciğer toplar damarıyla kalbin sol kulakçığına geçer.”
İbn-i Nefis küçük kan dolaşım sistemini tam anlamıyla îzâh etmiş, akciğerlerin yapısını ve görevini aydınlatmış ve kılcal damarların mevcudiyetini de ispat etmiştir. Avrupalılar tarafından yazılan tıp târihleri, küçük kan dolaşımının ilk olarak 16. asırda Michael Servetus tarafından bulunduğunu söylerse de, yapılan araştırmalar, bunu bulanın büyük din ve tıp âlimi İbn-i Nefis olduğunu ortaya koymuştur. Michael’in bunu, İbn-i Nefis’in eserinden öğrendiği, eserler Lâtinceye tercüme edilince gün gibi açığa çıkmıştır.
İbn-i Nefis, gözün yapısı ve görme olayını da inceleyerek modern anlamda açıklığa kavuşturdu. Ona göre; “Göz organı, görmenin âleti olup, bizzât görücü olan, göz değildir. Görme olayı esâsında, gözde teşekkül eden görüntülerin sinirler yoluyla beyine ulaşması sonucu beyindeki idrâk kısmı tarafından algılanarak meydana gelir. Göz, bizzât hareket etmez. Ona bağlı olan sinirler vâsıtasıyla hareket eder. İki gözden gelen bu görüntüyü taşıyan sinirler beyinde birleşirler. Bu birleşme çapraz (chiasma aptigue) biçimindedir. Göz organı üç tabakadan meydana gelir. Ortadaki şeffaftır. Adaleleri de altı tânedir. Üç veya beş değildir.
Bunun yanında göz hastalıklarını da inceleyen İbn-i Nefis, iltihablanmaların tedâvi usûllerini ve ilâçlarını bildirmiştir. İlâç olarak kimyevî maddeler yerine daha çok tâze ve faydalı gıdâları kullanıyordu.
Zamânın büyük tıp âlimi olan İbn-i Nefis, daha çok insan organizması üzerine tesir eden faktörleri araştırdı. Hastalıkların tedâvilerinden çok, esas sebepleri üzerinde durdu. Aynı zamanda ortopedi branşının da kurucuları arasında yer aldı.
Tıpla ilgili eserlerinin yanında, usûl-i fıkıh, mantık ve tıbba dâir çok kıymetli eserler veren İbn-i Nefis, tıp alanındaki eserlerinin çoğunu kendince yazmış. İlimlerin inceliklerini bildiği için, başka eserlere baş vurmamıştır.
En önemli eseri El-Mûciz’dir. Dört ana bölümden meydana gelen eser, İbn-i Sînâ’nın Kânûn’unun bir çeşit özetidir: Birinci bölüm; tıp ilminin, ilmî ve amelî, yâni teorik-pratik kâideleri ve esasları hakkındadır. İkinci bölüm, ilâçlar ile gıdâ maddelerinin târif ve tıbbî tasnifiyle ilgilidir. Üçüncü bölüm, insan bedeninde görülebilen hastalıkların teşhis ve tedâvileri; dördüncü bölüm ise belli uzuvlara mahsus olmayan hastalıklar ile bunların teşhis ve tedâvileri hakkındadır. Eser ilk defâ 1828 senesinde Kalküta’da basılmıştır. Yazma nüshaları, dünyânın hemen her büyük kütüphânesinde mevcuttur.
Eserleri:
1. Eş-Şâmil fit-Tıb: İbn-ün-Nefis’in yazdığı en büyük tıb kitabıdır. Üç yüz cilt hâlinde yazmayı plânladığı bu eserin ancak seksen cildini tamamlayabilmiştir. Bu eser günümüze kadar ulaşmamıştır.
2. Kitâb-ül-Mühezzeb fil-Kuhl: Göz hastalıklarıyla ilgilidir.
3. Şerh-ut-Tenbîh liş-Şîrâzî fi fürû-il-Fıkh-ış-Şâfiî: Şîrâzî’nin yazdığı Tenbih adlı eserin şerhidir.
4. El-Muhtâr fil-Egdiye.
5. Şerhu Fusûli Hippokrat: Hippokrates’in Fusûl’üne yazdığı şerhtir.
6. Şerh-ut-Takaddüm li Mâ’rifeti Hippokrat: Hippokrates’in bulaşıcı hastalıklarla ilgili eserinin şerhidir.
7. Şerh-ul-Hidâye fit-Tıb li-İbn-i Sînâ.
8. Şerhu Tasrîh-ul-Kânûn (Anatomi).
9. Şerhu Kânûnî İbn-i Sînâ.
10. Tefsîr-ul-İlel ve Esbâb-ul-Emrâz:Hastalıkların teşhisi ve metodları hakkındadır.
11. El-Verakât fil-Mantık.
12. El-Muhtas fî İlm-il-Usûl-il-Hadîs: Hadis ilminin prensiplerini anlatan bir eserdir.
13. Kitâbun fir-Remed: Göz hastalıklarıyla ilgilidir.
14. Kitâbun fit-Ta’lîk alâ Kitâb-il-Evbieti li Hippokrat.
15. Tarîk-ul-Fesâhati,
16. Buğyet-üt-Tâlibîn vel-Huccet-ül-Müteabbibîn,
17. Şerh-ul-Külliyât.
18. Er-Risâlet-ül-Kâmiliyye fis-Sîretin Nebeviyye: Peygamber efendimizin hayâtını anlatan bir eserdir. Bir nüshası Kâhire Kütüphânesi’nde mevcuttur.
19. Kitâbun fit-Tevhîd: Akâit ve kelâm ilmiyle ilgilidir.
İbn-ün-Nefis’in eserleri incelendiğinde, tamâmiyle ilmî tecrübe ve pratik bir yaklaşımla mevzûları ele aldığı görülür. İlmî haysiyet ve tenkidcilik, gözlem ve müşâhede onun sarıldığı ve tavsiye ettiği temel prensiplerdir. Metodu ve üslûbu ile modern ilimler ve tıp üstâdıdır. Kendisi bu konuda; “İlim adamına yakışan körü körüne geçmişte yapılanlara muhâlefet etmek olmadığı gibi, onları körü körüne taklid etmek de değildir. Aklı, tecrübeyi kullanarak, ilmî araştırmalar yaparak gerçeklere ulaşmaktır.” demektedir.
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Zeynelâbidîn bin İbrâhim bin Muhammed bin Nüceym el-Mısrî’dir. 1519 (H. 926) da doğdu. 1562 (H.970) de Mısır’da vefât etti.
İbn-i Nüceym, Şerefüddîn Bülkînî, Şihâbüddîn Ahmed bin Yûnus Mısrî, Emînüddîn Muhammed Dımaşkî, Ebü’l-Feyz Sülemî, Nûreddîn Dilemî ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. Kendisinden ise Şemsüddîn Muhammed bin Abdullah Gazzî, kardeşi Sirâcüddîn Ömer bin İbrâhim Mısrî ve birçok âlim ilim öğrendi.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî onun hakkında; “İbn-i Nüceym, fazîletli ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Pekçok talebe yetiştirdi. Yanında on sene kaldım ve ilim öğrendim. 1546 senesinde birlikte hacca gittik.”demektedir.
İbn-i Nüceym, çok kıymetli eserler yazıp, fıkıh meselelerini bir takım temel kâideler altında toplamaya çalıştı. Yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Eşbâh: Eser, yedi bölümden meydana gelmiştir. İlk bölümde fıkıh meselelerinin temel kâidelerini, diğer bölümlerinde ise, fıkha dâir ince meseleleri anlatmaktadır. Çok meşhur olan bu esere pekçok âlim şerh, hâşiye ve ta’likler yazmışlardır. En meşhuru Ahmed Hamevî’nin Uyûn-ül-Besâir adlı şerhidir. 1880 senesinde Mısır’da, 1904 senesinde İstanbul’da basılmıştır. Mecelle’nin baş tarafındaki kâidelerin yarıya yakını bu eserden alınmıştır.
2) Zeyniyye: Hanefî fıkhına dâir meşhur bir eserdir. 1904 senesinde Mısır’da basılmıştır.
3) El-Bahr-ür-Râik fî Şerhi Kenz-id-Dekâik: Kenz kitabının şerhidir. Yedi cilt olup, bir cilt tekmilesi ve İbn-i Âbidîn’in bunlara hâşiyesi ile birlikte 1893 senesinde Mısır’da, 1973 senesinde Beyrut’ta basılmıştır.
4) Şerh-ul-Menâr: Hâfızüddîn Nesefî’nin yazdığı Menâr-ul-Envâr adlı usûl-i fıkha dâir esere yazdığı şerhidir. Ayrıca çeşitli konulara dâir yazdığı risâlelerinin sayısı altmış dörde ulaşmaktadır. Fetvâları, oğlu Ahmed tarafından Fetâvâ-i Zeyniyye adıyla, bir kitap hâlinde toplanmıştır.
On üçüncü yüzyıldaEndülüs’te yetişen meşhur filozof, doktor astronomi bilgini ve matematikçi. İsmi, Muhammed bin Ahmed olup, künyesi Ebü’l-Velîd’dir. Babası, Kurtuba kâdısıydı. Ehl-i sünnet âlimi olan Muhammed ibni Rüşd dedesidir. Dedesine nisbetle İbn-i Rüşd diye meşhur olmuştur. Avrupa’da Averroes adıyla tanınır. 1120 (H.514)’de Endülüs’ün Kurtuba şehrinde doğdu. 1126 (H.520)’da doğduğunu bildiren kaynaklar da vardır. 1198 (H.595)’de Merrâkûş’ta vefât etti.
İbn-i Rüşd, küçük yaşından îtibâren ilim tahsil etmeye başladı. Önce kelâm ve fıkıh ilimlerini, daha sonra zamânının ilim merkezi olan Kurtuba’daki büyük âlimlerden fizik, tıp ve astronomi ilimlerini tahsil etti. Bu ilimlerle ilgili birçok eser yazdı. Edebiyât ve felsefeye karşı ilgi duymaya başladı. Filozof İbn-i Tufeyl ile dostluk kurdu. Onun vâsıtasıyla Fas’a giderek, felsefecilere karşı aşırı sevgi duyan Fas Hükümdârı Ebû Yâkûb Yûsuf’un iltifâtlarına kavuştu. Ebû Yâkûb Yûsuf, Aristo’nun eserlerini şerh etmesini istedi ve onu İşbiliye kâdılığına getirdi. İbn-i Rüşd;Fârâbî ve İbn-i Sînâ ileİmâm-ı Gazâlî’nin ve batı filozoflarının eserlerini inceledi. Aristo’nun görüşlerini inceden inceye tedkik edip, şerhler yazdı. Aristo ile Eflâtun’un felsefî görüşlerini uzlaştırmaya çalıştı. Yunan filozoflarının yanıldıklarını söyleyen Îmâm-ı Gazâlî hazretlerine karşı bu filozofları müdâfaa etti.
İmâm-ı Gazâlî’nin, felsefecilerin tutarsızlığını, sapıklığa ve küfre sebeb olan fikirlerini çürüten Tehâfüt-ül-Felâsife adlı eserine Tehâfüt-üt-Tehâfüt adlı reddiye yazdı. Hükümdâr Ebû Yâkûb Yûsuf onu kendine şahsî hekîm tâyin etti. Az zaman sonra da Kurtuba kâdılığına getirildi.
Felsefecilerin eserlerini inceleyip, Aristo’nun tesirinde kalan İbn-i Rüşd, her şeyin akıl ile anlaşılabileceğini ileri sürdü. Din bilgilerini kendi akıl ve görüşüne göre îzâh etmeye kalkıştı. Fikirleri, kısa zamanda yayılıp tehlikeli olmaya başladı. Hükümdâr Ebû Yâkûb Yûsuf’un ölümünden sonra yerine geçen oğlu El-Mansûr’un da iltifâtlarına kavuşup, Kâdılkudât, yâni kâdılar kâdısı oldu. İleri sürdüğü fikirlerin İslâm dîninin esaslarına ters düşmesi, Müslümanlar arasında hoşnutsuzluklar çıkardı. Âd kavminin helâk olmasına dâir bilgilerin hayâl mahsûlü olduğunu söyledi. Ehl-i sünnet olan hakîkî Müslümanlar, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen bir husûsun efsâne olduğunu iddiâ eden bu sözleri üzerine, ona karşı iyice cephe aldılar. Halkın şikâyetleri üzerine hükümdâr, Kurtuba âlimlerinden bir meclis topladı. Toplanan âlimler, onun, İslâmiyetin îmân esaslarına uymayıp görüşlerinin çoğunun sapıklık, bir kısmının ise dinden çıkmaya sebeb olduğuna karar verdiler. Bunun üzerine vazifesinden alınan İbn-i Rüşd hapsedildi. Bilâhare Sultan Mansûr, Kurtuba’ya gelince onu affetti ve iltifâtlarda bulundu. Fakat son seneleri keder ve sıkıntılarla geçti. Serveti elinden alındı. Lucene şehrine sürüldü. 1198 (H.595)de Merrâkûş’ta vefât etti.
Her türlü gerçeğin yalnız akıl ile bulunabileceğine inanan ve bunu müdâfaa eden İbn-i Rüşd, rasyonalist bir filozoftur. Fikirleri de buna göre şekillenmiş, dînî konularda vahy ve nakil esâsını bırakarak akla sarılmıştır. Pervâsız sözlerinden ve görüşlerinden dolayı Hıristiyanlar tarafından zamânının Voltaire’i kabul edilmiştir. İbn-i Rüşd; Allahü teâlânın varlığı, irâdesi, ilmi, kudreti ve yaratıcılığı hakkında ileri sürdüğü akla dayanan sözleri ile, İslâm dîninin îmân ve îtikâd esaslarından ayrılmış, uzaklaşmış ve bâzı konularda Aristo ile aynı görüşlere sâhib olduğunu açıklamaktan çekinmemiştir.
İslâm âleminden daha çok Avrupa’da meşhûr olan İbn-i Rüşd’ün, Averroism adı verilen felsefî fikirleri uzun müddet devâm etmiştir. On sekizinci yüz yılın ortalarından îtibâren eski önemini kaybeden fikirleri, 19. yüz yılın ikinci yarısından îtibâren tekrar ilgiyle karşılanmaya başlanmış, hakkında incelemeler yapılarak eserleri Avrupa dillerine tercüme edilmiştir.
Felsefede şöhrete kavuşmakla birlikte, dînî konularda hak yoldan ayrılan İbn-i Rüşd, zamânının en büyük doktorlarından birisi olup, tıb sâhasında on altı eser yazdı. Bunlar arasında Külliyât fit-Tıb en meşhur olanıdır. Bu kitabında hastalıkları tek tek ele alarak incelemiş, hiçbir insanın hayâtında ikinci defâ çiçek hastalığına yakalanmayacağını belirterek sebeplerini îzâh etmiştir. Ayrıca gözdeki retina tabakası ve çalışma tarzı hakkında da dikkate değer açıklamalar yapan İbn-i Rüşd, tıp târihinde gözdeki retina tabakasının fonksiyonunu ilmî olarak îzâh eden ilk tıp bilgini olmuştur. İbn-i Sînâ’nın Kânûn adlı eserine ve Galen’in tıpla ilgili eserlerine şerhler yazmıştır. Diğer eserlerinde de tedâvi, zehirler ve ateşli hastalıklarla ilgili bilgileri yazmıştır. İbn-i Rüşd’ün tıbla ilgili eseri Avrupa üniversitelerinde ders kitabı kabul edilmiştir.
Matematik, coğrafya ve astronomi ilimlerinde de söz sâhibi olan İbn-i Rüşd bu konularda eserler yazmış, zamânından sonraki birçok ilmî gelişmelere kaynak olmuştur. Dünyâyı dolaşan Kristof Kolomb bile onun fikirlerinden etkilenmiştir. 1498 (H.904) senesi Ekim ayında yazdığı bir mektupta; Averroes=İbn-ür-Rüşd adlı bir yazarın, yeni dünyânın, yâni Amerika’nın varlığı hakkında kendisine fikir verdiğini bildirmektedir.
Eserleri:
1) Külliyât fit-Tıb, 2) Mukaddemât, 3) Nihâyet-ül-Müctehid, 4) Et-Tahsîl, 5) Kitâb-ül-Hayevân, 6) Zarûrî, 7) Telhîsü Kütübi Aristotales, 8) Telhîsü İlâhiyyât-ı Nikolavus, 9) Tehâfüt-üt-Tehâfüt, 10) Şerhü Kitâb-ün-Nefs li-Aristotales, 11) Şerhu Kitâb-üs-Semâ vel-Âlem li-Aristotales, 12) Makâle fil-Kıyâs, 13) Muhtasar-ı Mecistî, 14) Fasl-ül-Makâl vel-Keşf an Menâhic-il-Edille, 15) Kitâbü Mâbâdet-Tabîa, 16) Şerhul Urcûze fit-Tıb, 17) Makâle fî Cevher-il-Felek eserlerinden bâzılarıdır.
İbn-i Rüşd’ün hayâtını Fransız Ernest Renan yazmış ve kitabı 1856’da Pâris’te basılmıştır.
Meşhûr târih ve hadis âlimi. İsmi, Muhammed bin Meni ez-Zührî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. İbn-i Sa’d diye meşhur oldu. 784 (H.168)te Basra’da doğdu. Bağdat’ta 845 (H.230)te vefât etti. Kabri Bâb-üş-Şam Kabristanındadır.
Küçük yaşından îtibâren ilim tahsiline başlayan İbn-i Sa’d, zamânının ilim merkezleri olan Bağdat, Kûfe ve Medîne’ye giderek devrin meşhûr âlimlerinden ilim tahsil etti. O zaman hadis ilminin önemli merkezi olan Medîne-i münevverede meşhur hadis râvileriyle görüştü. Bağdat’a gidişinde târih, tabakât ve megâzî kitaplarını yazmakla meşhur olan Vâkıdî’ye talebe olup, orada yerleşti. Onun kâtipliğini yaptığı için “Kâtib-ül-Vâkıdî” diye tanındı. Hadis ilminde hâfız derecesinde, yâni yüzbin hadîs-i şerîfi râvileriyle ezbere bilen âlim olan İbn-i Sa’d; Huşeym bin Beşîr, Velîd bin Müslim, İbn-i Uyeyne, İbn-i Aliyye, İbn-i Ebî Fudeyk, Ebû Damra, Muîn bin Îsâ, Ebû Velîd Tayâlisî gibi pekçok hadis âliminden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet etti. Ondan da Ahmed bin Ubeyd, İbn-i Ebiddünyâ, Ahmed bin Yahyâ, Hâris bin Ebî Üsâme, Hüseyin bin Muhammed el-Fehm ve başka âlimler hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Aklî ve naklî ilimlerde yüksek dereceye ulaşan İbn-i Sa’d, uzun müddet çeşitli ilimlere dâir kıymetli eserler yazmakla meşgûl oldu. Tabakât-ül-Kübrâ adlı eserini yazarak meşhur oldu. İlim öğretip, talebe yetiştirdi.
Eserleri:
1. Tabakât-ül-Kübrâ: İbn-i Sa’d’ın en meşhur eseridir. Bu eseri sekiz cilt olup, çeşitli kaynaktan istifâde edilerek hazırlanmıştır.
Çok geniş bir muhtevâsı olan Tabakât-ül-Kübrâ’da; Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâmın, Tâbiînin asrından kendi yaşadığı asra kadar yetişen hadis âlimlerinin, târihçilerin ve diğer ilimlerde yetişen âlimlerin hayâtları yer almıştır. İlk iki cildinde Âdem aleyhisselâmı, hazret-i Havvâ’yı, İdris aleyhisselâmı, Nûh, İbrâhim ve İsmâil aleyhisselâmı da anlatmıştır. Âdem aleyhisselâmdan Peygamber efendimize kadar geçen asırları, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) isimlerini ve neseblerini bildirmiştir. Âdem aleyhisselâmdan îtibâren Peygamber efendimizin ecdâdını, vâlidelerini, dedelerinden Kusay, Abdü Menâf, Hâşim, Abdülmuttalib, babası Abdullah ve annesi hazret-i Âmine hakkında bilgi vermiştir. Peygamber efendimizin hayâtını oldukça teferruatlı bir şekilde anlatmıştır. Diğer ciltlerde ise, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin hayâtlarını ve kendi zamânına kadar olan meşhur âlimlerin hayâtlarını anlatmıştır.
2. Tabakât-üs-Suğrâ: İbn-i Sa’d’ın ikinci eseri olduğu kaynaklarda zikredilmiştir.
3. Ahbâr-ün-Nebî.
Bu iki eserdeki bilgiler Tabakât-ül-Kübrâ adlı eserinin ilk ciltlerinde de yer almıştır.
(Bkz. Abdullah bin Sebe’)
İslâm âleminde yetişen meşhur felsefeci ve tıp âlimi. İsmi, Huseyn bin Abdullah bin Hüseyin bin Ali bin Sînâ el-Belhî, künyesi Ebü’l-Ali’dir. İbn-i Sînâ diye meşhur oldu. Batı dünyâsında Avicenne adıyla tanındı. 980 (H.370) senesinde Buhârâ yakınlarındaki Afşan’da doğdu. 1037 (H.428) senesinde elli yedi yaşındayken öldü.
Fevkalâde bir zekâ, hareketli ve çok kuvvetli bir hâfızaya sâhib olan İbn-i Sînâ, on yaşında Kur’ân-ı kerîm’i ezberledi. On sekiz yaşına kadar devrinin bütün ilimlerini öğrendi. İlk tahsiline, sapık İsmâiliyye fırkasından olan babasının yanında başladı. On yedi yaşındayken, Buhârâ Prensi Nûh bin Nasr Sâmânî’yi tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı için, Saray Kütübhânesinin müdürlüğüne getirildi. Buhârâ’ya gelen Abdullah Nâtilî’den mantık ve felsefe tahsil etti. Bu sırada tıp ilmini de öğrenip, hastalar üzerinde incelemeler yaptı. Tıp ilmini Ebû Mansûr Hasan Kamerî ve Yahyâ bin Îsâ adlı şahıslardan öğrendi. Önce Aristo’nun daha sonra Fârâbî’nin felsefî fikirlerini inceleyerek onların tesirinde kaldı.
İbn-i Sînâ, yirmi yaşındayken babası, bir müddet sonra da hâmisi Sâmânî Hükümdârı Nûh bin Nasr öldü. Buhârâ’da kargaşalıklar çıkması üzerine, İbn-i Sînâ oradan ayrıldı. Harezm’e giderek, Harezmşâh Ali bin Me’mûn’un sarayına ve mektebine yerleşti. Burada İbn-i Miskeveyh, Ebû Nasr el-Irâkî, İbn-i Tayyib, Bîrûnî ile birlikte hocalık yaptı. İbn-i Sînâ’nın, saray mensuplarını ve özellikle Şemsüddevle’yi iki defâ sıhhate kavuşturması, Şeref-ül-Mülk ünvânı ile vezirlik makâmına yükselmesini sağladı. Bâzı yazıları yüzünden hükümdârın gözünden düşüp, vazifeden uzaklaştırıldı ve hapsedildi. Hayâtının son kısımlarını seyâhatle geçirdi. Barsak hastalığına, daha sonra da sara hastalığına tutuldu. Hemedân’da öldü. Kabri oradadır. Ömrünün sonunda bozuk fikir ve inanışlarına tövbe ettiği söyleniyorsa da eski Yunan filozoflarının küfre sebeb olan fikirlerinden sıyrılamadığı Mu’âd ve Müstezâd kitablarından anlaşılmaktadır.
İbn-i Sînâ; tıp, matematik, mantık, felsefe, astronomi, fizik, kimyâ, farmakoloji, edebiyât ve arkeoloji ilimlerinde söz sâhibiydi. En meşhur olduğu ilim sâhası tıptı. Tıp mütehassısı olarak önceleri tıp ilminde yer alan pekçok metodu değiştirdi ve birçok keşifler yaptı.
Kanın, gıdâyı taşıyıcı bir sıvı olduğunu, akciğer hareketlerinin pasif olarak göğüs hareketleri ile ilgili bulunduğunu, diâbette idrârdaki şekerin varlığını ve kızıl hastalığını keşf etti. Yine ilk defâ ameliyatlarda uyutucu ilâçları kullandı. Hastalıkların mikroplardan geldiğini ilk bulan da İbn-i Sinâ’dır. Dokuz yüz sene evvel; “Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki, bunları görecek bir âletimiz yoktur.” diyerek mikropların varlığından bahsetti. İç hastalıkları, bedeni parmaklarla sertçe yoklayarak tesbit etme metodu da ona âittir. İlk filitre kullanarak suyu mikroplardan temizleme fikri de İbn-i Sînâ’ya âittir.
İbn-i Sînâ’ya gelinceye kadar beyin gibi gevşek, kemik gibi sert dokuların iltihaplanmayacağı iddiâsını ilk defâ o reddetmiş ve “Kemikler de iltihaplanır” diyerek bu görüşü çürütmüştür. Enfeksiyonez beyin iltihâbını diğer akut enfeksiyonlardan yine ilk defâ o ayırmıştır. İbn-i Sînâ aynı zamanda İran humması adını verdiği şarbonu açık ve tam bir şekilde îzâh etti. Genetik yolla hastalıkların yaratılıştan olabileceğini bunun ise, organ üzerinde şekil, fonksiyon bozuklukları ile kendisini gösterebileceğini bildirdi. Karaciğer hastalıklarını ve sarılığı en iyi şekilde târif etti. Karaciğer hastalığında; sindirim bozuklukları, kanamalar olabileceğini, dalak ve mesânenin fizyolojisini bozacağını bildirdi. Sarılığın, karaciğer dokusunun bozulmasından veya safra yollarındaki tıkanıklıktan ileri geldiğini açıkladı. Akıl hastaları, Avrupa’da karanlık deliklerde, mağaralarda dayak yiyip ağır zincirlerle bağlanırken, İbn-i Sînâ bunlara insanca muâmelenin daha faydalı olacağı fikrini ileri sürdü. Sara hastalığı ile ilgili olarak, cinden bahsetmekte ve Kânûn’da; “Hastalıklara birçok maddeler sebeb olduğu gibi, cinnin hâsıl ettiği hastalıklar da vardır ve meşhurdur.” demektedir.
İbn-i Sînâ’nın, tıp ilmi yanında diğer ilimlerde de birçok başarıları vardır. Jeoloji ilmindeki keşifleri devrinin çok ilerisindedir. Günümüzden dokuz asır önce dağların meydana gelişini şöyle açıkladı: “Dağların meydana gelişi iki ayrı sebebe dayanır. Dağlar, ya şiddetli zelzeleler netîcesi arzda buruşukluklar hâsıl olması veya kendisine yeni bir yol bulmak üzere vâdiler açan nehirlerin tesiriyle meydana gelir. Taş tabakaları çeşit çeşittir. Bâzıları yumuşak, bâzıları serttir. Aşınma ve dağılmanın sebebi, sular ve rüzgârdır. Bunun başlıca sebebinin su olduğunu dağlarda yaşayan hayvanların kalıntıları isbât etmektedir.”
İbn-i Sînâ, tıp ilminin yanında bilhassa felsefe alanında tanındı. Onun felsefesi, yeni Eflâtunculuk olarak tanınmıştır. Madde hakkındaki görüşleri, îmân-akıl-mantık üzerine ileri sürdüğü fikirler, rûhun mâhiyeti, öldükten sonra dirilme, vahiy ile ilgili şahsî inançları ve nihâyet Yunan filozoflarının sözleriyle peygamberlerin bildirdiklerini ve kelâm âlimlerinin sözlerini birbirleriyle birleştirmeye kalkması, onu İslâm dîninin îtikât esaslarından uzaklaştırmıştır. Başta İmâm-ı Gazâlî olmak üzere İslâm âlimleri, onun sözlerine cevaplar yazarak bozuk ve yanlış taraflarını kitaplarında ispat ettiler. İmâm-ı Gazâlî Tehâfet-ül-Felâsifekitabında İbn-i Sînâ’nın ve felsefecilerin yirmi meselede dalâlete düştüklerini yâni sapıttıklarını ve bunlardan üç meselede de dinden ayrılmış olduklarını bildirdi. Bu üç mesele; Allahü teâlânın ilmi, âlemin yaratılışı ve öldükten sonra dirilme hakkındadır. İbn-i Sînâ’nın, Mu’âd kitabında öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiği, Ahlâk-ı Alâî ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Meârif-i Ledünniyye kitaplarında bildirilmektedir.
Eserleri:
Yüz yetmişe yakın eseri olan İbn-i Sînâ’nın tıb sâhasında en büyük eseri El-Kânun fit-Tıb adlı kitabıdır. Beş ciltten meydana gelen eser, öğrencilerin kolaylıkla anlayabilecekleri şekilde kısa notlar ve özetler hâlinde yazılmıştır.
On ikinci asırda Lâtinceye tercüme edilen Kânun, Avrupa üniversitelerinde ders kitabı hâline gelmiştir. On yedinci asrın ortasına kadar Fransa’da Montpellier ve Belçika’da Louvain üniversitelerinde mecbûrî ders kitabı olarak okutuldu. Batı dillerine çevrilen Kânun ilk defâ 1473 senesinde Milano’da basıldı. 1500 senesine kadar Galen’in (Calinos’un) iki ciltlik eseri bir defâ basılmasına rağmen, Kânun on altı defâ basıldı. On sekizinci asırda Sultan Üçüncü Mustafa zamânında, Mustafa bin Ahmed adında Tokatlı bir doktor tarafından Türkçeye çevrildi. Bu esere, Tül-Mathûn adı verildi. Eserin el yazması, Râgıb Paşa Kütüphânesi 1542 numarada kayıtlıdır.
Diğer eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Eş-Şifâ: Ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, Meşşâî felsefesinin sistematik eseridir. Burada mantık ve matematikten başlayıp, bütün tabiat ilimlerinden metafiziğe kadar çıkılmaktadır. On sekiz cilttir. 2) En-Necât: Üç cilt olup, Şifâ adlı eserin kısaltılmışıdır. 3) El-İşârât vet-Tenbihât, 4) Hikmet-i Arûzî, 5) Hikmet-i Meşrikiyye, 6) Esbâbu Hudûs-il-Hurûf, 7) Et-Tayr, 8) Esrâr-us-Salât, 9) Lisân-ül-Arab, 10) En-Nebât vel-Hayevân, 11) El-Hey’e, 12) Esbâbu Râd vel-Berk (Şimşek ve gök gürültüsünün sebepleri), 13) Ed-Düstûr-ut-Tıbbî, 14) Aksâm-ül-Ulûm, 15) El-Hutab.
Tâbiînden, yâni Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmını gören büyüklerden. Meşhur hadis, fıkıh, tefsir âlimi ve rüyâ tâbircisi. İsmi; Muhammed bin Sîrîn, künyesi Ebû Bekr’dir. Babası, Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik’in âzâdlı kölesidir. Aslen Basralı olan İbn-i Sîrîn, 653 (H.33) senesinde doğdu, 729 (H.110) senesinde vefât etti.
Güzel bir terbiyeyle yetiştirilip büyütülenİbn-i Sîrîn, Eshâb-ı kirâmdan otuz kişiyle görüştü. Onların sohbetinde bulunarak, hazret-i Âişe, Enes bin Mâlik, Zeyd bin Sâbit, Ebû Hureyre, Abdullah bin Abbâs, Ebû Sa’îd-i Hudrî ve Ebü’dderdâ radıyallahü anhüm, gibi büyüklerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hadis ilminde imâmlık (300.000’den fazla hadîs-i şerîfi ezbere bilen âlim) derecesine yükseldi. Tâbiînin büyüklerinden Hasan-ı Basrî ile görüşüp sohbette bulundu. Ondan da Kûfe’nin en büyük âlimlerinden Şâbî, Katâde, Mâlik bin Dînâr, Mukâtil bin Süleymân hadîs-i şerîf rivâyet etti. Tefsir ilminde Abdullah bin Abbâs’ın talebelerinden olup, müfessirlerin yâni tefsir âlimlerinin ikinci tabakasına mensuptur. Fıkıh ilminde de büyük iktidâr sâhibi olup, müctehid idi. Zamânındaki ve kendinden sonraki âlimler onu medh ettiler.
İlim, fazîlet ve takvâda son derece üstün bir zât olan İbn-i Sîrîn, her şeyin iyi tarafını bulmaya çalışır ve bulurdu. Yanında birinin kötülüğü anlatılacak olsa hemen onun iyiliğini bulup söylerdi. Kendine mahsus bir hâli olup, mânevî âleme bağlılığı çoktu. Annesine çok hürmet gösterir, ona bir şey söylemesi gerektiği zaman hürmetinden sesle konuşmaz işâretle anlatırdı. Bir defâsında birinin borcuna kefil olmuştu. Kefil olduğu kimse ve kendisi ödeyemeyince hapsettiler. Akşam olunca zindancı onu serbest bırakmak istedi ve; “Şimdi evine git! Sabah erken gelirsin.” dedi. Bu teklifi beğenmedi. Vazîfesini tam yapmasını istedi ve;“Sana verilen vazîfeye hıyânet etmek sûretiyle, bana iyilik etme!” buyurdu.
Buyurdu ki: “Bir Müslüman kardeşine yapacağın en büyük zulüm; kızdığın zaman, iyi işlerini gizlemen ve kötü tarafını anlatmandır.”
İbn-i Sîrîn, rüyâ tâbir ederdi. Rüyâ tâbirine dâir bir de kitap yazdığı rivâyet edilir. Biri rüyâda gördüğü hoş olmayan bâzı şeyleri ona anlatıp, tâbirini sorup kendisine zararı dokunup dokunmayacağını sorunca, ona şu cevâbı verdi: “Uyanıkken Allahü teâlânın emirlerini yapmakta titiz ve takvâ sahibi ol. Böyle olursan uykuda gördüğün kötü rüyâların sana zararı dokunmaz.” Bir kişi ona gelip; “Gıybetini ettim, bu hâlimi hoş gör ve hakkını helâl et!” deyince şu cevâbı verdi; “Allahü teâlâ Müslümanların şerefiyle oynamayı ve onların nâmusuna dil uzatmayı haram kılmıştır. Gıybetlerini yapmayı yasak etmiştir. O’nun haram kılıp, yasak ettiği bir şeyi ben nasıl hoş görüp helâl ederim? Ancak seni bağışlamasını isterim, o kadar!”
Bid’at sâhipleriyle birlikte bulunmaktan çok sakınırdı. Hiçbir Müslümana hased etmez, her müslümana çokça nasîhat verirdi. Yanında ölümden bahsedildiği zaman, kas katı kesilir ve bütün âzâları hareketsizleşirdi.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Anasına babasına âsî olduğu hâlde anne ve babası ölen kimse, onlar öldükten sonra onlar için hayır duâda bulunursa, Allahü teâlâ onu iyilerden, ana ve babasına itâat edenlerden yazar.
Kim oruçlu olduğu hâlde unutarak yiyip içerse, orucuna devâm etsin.
İbn-i Sîrîn buyurdu ki:
“Dostunu sevdiğin zaman onu sevmekte aşırı gitme. Belki günün birinde sana düşman olur. Düşmanına buğzettiğin zaman da aşırı gitme. Belki günün birinde dostun olur.”