İ
Türk alfabesinin on ikinci harfi ve bu harfin işâret ettiği ses; kimyâda iyod’un simgesi; vokallerin (seslilerin) dördüncüsü. Ağızda ön damak kavsi içinde teşekkül eder. Fonetik bakımdan düz vokallerden incelerin darını gösterir.
İ,Türkçede orta uzunlukta bir sestir. Bu ses Türk ağızlarının hepsinde vardır. Ancak Türkmence ve Yakutçada biraz uzamış, bâzı ağızlarda da ı sesi ile karışmıştır. Anadolu ağızlarında olduğu gibi muhâfaza edilmiştir. Türkçe kelimelerin başlarında ve içlerinde sık sık yer alır.
Yoksullara yapılan nakdî yardım. Umûmî menfaatlere hizmet eden kuruluşlara karşılıksız olarak yapılan bağış.
Tanzimâttan sonra, cizye yerine gayri müslimlerden alınan vergiye önceleri “iâne-i askeriyye” deniliyordu. Miktârı 15.000 kuruştu. Bu vergi daha sonra “bedel-i askerî” adını aldı.
Osmanlılarda savaş masrafları için “iâne-i cihâdiyye” alınırdı. Her yerin durumuna göre ödenecek iâne mikdârları, tevzi defterlerine yazılırdı. Bir de seferler için alınan vergiler vardı ki bu vergiye “imdâdiye-i seferiyye” denilirdi. Bu, iâniye-i cihâdiyyeden farklıydı. Çünkü iâne-i cihâdiyye doğrudan merkeze gönderiliyordu. Bu vergiler Tanzimâttan sonra kaldırıldı.
Alm. Anbetung, Fr. Priére (f), İng. Worship. Kulluk etmek, tapmak, tapınmak. İslâmiyette ibâdet, bütün varlıkları yaratan Allahü teâlâya karşı saygı göstermek, O’nun emir ve yasaklarına uymaktır.
Tapınmak duygusu ve ihtiyâcı, insanoğlunun rûhî yapısında tabiî olarak vardır. Târih boyunca gelmiş, geçmiş bütün insan topluluklarında görülen ortak özelliklerden biri de, kendi inançlarına göre bir tapınaklarının, ibâdet usûlü ve şekillerinin olmasıdır. Gerçekten yeryüzünün her yerinde yapılan kazılarda, eski insanların mâbedlerinin, ibâdet usûllerinin, esaslarının izlerine rastlanıldığı gibi, bugün de dünyânın neresine gidilirse gidilsin en muhteşem yapıların başında mâbetlerin geldiği ve buralarda insanların saygılı davrandıkları görülür. İnsanlar sâhib oldukları inancın koyduğu usûllere göre bu mâbetlere koşmakta, inandıkları varlığa tapınarak huzûr bulmaya, âcizlik, yeis (ümitsizlik), sıkıntı ve kederlerden kurtulmaya, ümit, neşe ve kuvvet kazanmaya çalışmaktadırlar. Bütün insanlarda ortak olan bu hâl, insanlığın, “kendilerinden üstün, dileklerini kabul edecek, onları korktuklarından koruyacak ve istediklerine kavuşturacak bir varlığa” inanma ve tapınma ihtiyâcının ifâdesidir. Bu ihtiyâç, o kadar kuvvetlidir ki, târih boyunca bütün diktatörler, zâlimler ve zulme dayalı rejimler bile başka şeyleri ortadan kaldırabildikleri hâlde bunu yok edememiş, tebealarının dînini ortadan kaldıramamış, belki yerlerine başka inançlar ve tapınma şekilleri koyabilmişlerdir.
Târihte ve şimdi görülen, ateist (tanrısız) denilen insanlar da aslında tamâmen tapınma duygusundan yoksun değillerdir. Bunlar, bilhassa peygamberlerin bildirdiği ilâhî dinlere inanmadıkları, bu dinlere ve inananlarına şiddetle düşman oldukları için “ateist” olarak vasıflandırılmaktadır. Ateistler, “madde”ye inanmakta ve onu ilâhlık mertebesine çıkarmaktadır. Madde hakkında sâhib oldukları inanç ve görüşler, onlar için bir din gibi mukaddes sayılmış ve maddenin hâkimiyeti karşısında takındıkları saygılı ve teslim olmuş hâlleri de tapınma şeklini almıştır. İnsan olarak ateistler de, aşağı bir şekilde, inanma-tapınma ihtiyâcını madde ile karşılayıp tatmin olmaya çalışmaktadırlar.
İnsanlık, bu inanma ve tapınma ihtiyâcını gidermek için târih boyunca pekçok çâreye başvurmuştur. İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’in ve daha sonra gelen diğer peygamberlerin bildirdiği ilâhî dinlerden ve bu dinlerde emredilen ibâdetlerden ayrıldıkça şaşkına dönmüşler, kendi elleriyle ortaya çıkarttıkları inanç ve ibâdet boşluklarını doldurmak, düştükleri buhran ve huzursuzluklardan kurtulmak için hayâlî şeylere, güneşe, aya, yıldızlara, rüzgâra, ateşe, şeytana ve bunların taştan, topraktan yapılmış sembollerine tapınmışlardır. Ortaya çıkarılan inanç ve ibâdet şekillerinin bir çoğu garip, gülünç ve saçmalıklarla dolu olurken, bâzıları da insanların diri diri yakılması, işkence ve eziyetler çektirilmesi, vahşî hayvanlara parçalattırılarak uydurdukları tanrılara kurbân edilmesi gibi zulüm ve vahşetlere veya türlü türlü ahlâksızlık ve rezilliklere bürünmüştür. Hattâ, insan, varlığının en derin yerlerinden gelen bu ibâdet ihtiyâcını giderebilmek için, kendisi gibi bir insan olan ana ve babalarına, krallara, zâlim diktatörlere, büyücülere vs. tapınmış, her şeyiyle onlara kul ve köle olarak insanlık haysiyet ve şerefini hiçe sayıp hak ve hürriyetlerini kaybetmiştir.
İnsanların düştükleri bu vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her devir ve her yerde Allahü teâlânın gönderdiği peygamberler, aleyhimüsselâm ve hak dinler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan mâbuda (Allah’a) yönelmeleri emredilmiştir. Nitekim Allah’a kulluk hakkında Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Yalnız sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız senden yardım isteriz.” (Fâtiha sûresi: 4) buyrulmaktadır. Böylece sayıları kesin olarak bilinmeyen peygamberler, aleyhimüsselâm, insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınmak karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır. En son hak din olan İslâmiyette, en büyük ve en son peygamber olan hazret-i Muhammed tarafından tebliğ edilmiş, îmân, ibâdet ve ahlâk esasları ile insanlar, mânen ve maddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya dâvet edilmişlerdir. Böylece insanlar, âlemlerin ve bütün mahlûkların yaratıcısı olan ve bütün iyilikleri, nîmetleri gönderen, hiçbir varlığa benzemeyen, mekânlı ve zamanlı olmayan, gücü her şeye yeten, doğmamış, doğurulmamış ve bir olan Allahü teâlâya ibâdet etmeye, ancak O’na boyun bükmeye, O’na duâ etmeye, O’ndan yardım istemeye, O’na sığınmaya çağırılmışlardır.
İnsanın, görünür ve görünmez bütün nîmetleri gönderen Allahü teâlâya gücü yettiği kadar şükretmesi kulluk vazîfesidir. Aklın emrettiği bir vazîfe bir borçtur. Fakat Allahü teâlâya yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtaç, ayıplı ve kusurludur. Allahü teâlâ ise hep var, sonsuz vardır. Ayıplardan, kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların Allahü teâlâya hiçbir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir Yüce Allah’ın şânına yakışacak şükür yapabilir mi? Çünkü, çok şey vardır ki, insanlar onları güzel ve kıymetli sanır. Fakat Allahü teâlâ bunlardan râzı değildir, beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki insanlar kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükretmeye, saygı göstermeye yarayan vazîfeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
İşte, insanların Allahü teâlâya karşı, kalp ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ ve O’nun sevgili peygamberi tarafından bildirilmiştir. Allahü teâlâya şükür, O’nun peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabul etmez, beğenmez. Çünkü insanların iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O’nun yoluna “İslâmiyet” denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye “Müslüman” denir. Allahü teâlâya şükretmeye, yâni Muhammed aleyhisselâma uymaya “ibâdet etmek” denir.
Allahü teâlâya tâzim ve saygı, O’na kulluk vazîfelerini yerine getirmekle olur. İbâdetlerin neler olduğunu sâdece bilmek kâfi değildir. İbâdet, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği haramlardan kaçınmaktadır. İbâdet görevini yerine getirebilmek, Allahü teâlânın nelerden râzı olduğunu bilmeye bağlıdır. İlimsiz ibâdet olmaz. Câhil olanın yaptıklarına ibâdet denmez, sapıklık denir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “İlimsiz ibâdet, dalâlettir, sapıklıktır.” buyruldu. Câhil, ne yaptığını bilmeyen kimsedir. Bütün insanların yaratılmasındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmektir. Bunu,Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde haber vermektedir. Allahü teâlâ, Zâriyât sûresi 56. âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnsanları ve cinleri, ancak beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım.” buyurdu.
İbâdet üç şekilde olur: Beden ile, mal ile, hem beden ile hem de mal ile olur. Birincisi, namaz ve oruç gibi, ikincisi zekât gibi, üçüncüsü de hac gibidir. Namaz gibi ibâdetlerde başka birisi vekil yapılamaz. Allah’ın emrettiği namazı herkesin kendisi kılması lâzımdır. Oruç da böyledir. Mal ile yapılan ibâdetlerde başka birini vekil etmek câiz olur. Zekâtını vermek için başka birini vekil yapmak mümkündür. Üçüncüsü olan hac, hem bedenî bir ibâdet, hem de mal ile olan bir ibâdettir. Hac vazîfesini yapamayan birinin, başka bir Müslümanı kendi yerine gödermesine izin verilmiştir.
Müslümanlığın farz kıldığı ibâdetlerin faydası, insanlara yâni o ibâdetleri yapan fertlere ve cemiyetleredir. Yoksa Allahü teâlâ insanların ibâdetine muhtaç değildir. İnsan namaz kılmakla, oruç tutmakla hem Allah’a karşı kulluk vazîfesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç insanı rûhen yükseltir ve kötülüklerden alıkoyar. Aynı şekilde Allah’ın emrettiği gibi malının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle de hem Allah’a karşı kulluk, hem de insanlara karşı insanî vazife yapılmış olur.
Yirmi dört saatte bir saat tutmayan bir zamânı, Allahü teâlânın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da malın kırkta birini Müslümanların fakirlerine vermemek, mübahları bırakıp da haram ve şüpheli olana uzanmak, insanlar için büyük bir suçtur. İnsan ve cin şeytanları, bugün Allahü teâlânın affını ve merhâmetini ileri sürerek insanları aldatmakta, ibâdetleri yaptırmayıp, günahlara sürüklemektedir. Halbuki bu dünyâ imtihan yeridir. İslâmiyetin emrettiği ibâdetleri yapmak, bu imtihanda muvaffak olmak için lâzımdır (şarttır). İbâdetleri yapmayanlara âhirette çok acı azaplar yapılacağı Kur’ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrar tekrar bildirilmektedir. Bir Müslüman Allahü teâlânın haram ve yasak ettiği şeylerden, O yasakladığı için kaçınınca ve emrettiği şeyleri O emrettiği için yapınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfelerini yerine getirmiş olur. İslâm dînindeki ibâdetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı hakkındaki geniş bilgi İhlâs Holding A.Ş’nin yayınladğı Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabında geniş olarak vardır.
Hazret-i Ali zamânında ortaya çıkan Hâricîlerin bir kolu. Kurucusu, Abdullah bin İbâd’dır. Bu sebeple bu adı almışlardır. Bu ismin yanı sıra, “kendilerini Allah’a satanlar” anlamında Şurât, Ehlül’adl vel-istikâmet isimlerini de kullanmaktadırlar. Abdullah bin İbâd, hazret-i Ali, hazret-i Mu’âviye ile, hakem yapmak sûretiyle anlaştığı için, hazret-i Ali’den ayrıldı. Trablusgarb’a gitti. Orada İbâdiyye fırkasını kurdu.
İbâdiyye’nin kurucusu hakkında fazla bir bilgi yoktur. İbâdiler de, onu sâdece fırkanın kurucusu, imâmı olarak tanımaktadır. Onun, 64 (M.683) senesinde İbn-i Zübeyr’e yardım etmek için Medîne savunmasına katılığı ve Emevî idârecileriyle ve husûsen Abdülmelik bin Mervan ile 65-86 (M. 685-705) dostâne münâsebetler kurmaya çalıştığı bildirilmektedir.
Abdullah bin İbâd’ın adamları başlangıçta görüşlerini yaymak için etrâfa propagandacılar gönderdiler. H.153 yılında, halîfeye isyân edip Trablusgarb’ı ele geçirdiler. Kuzey Afrika’da Kayravan’da, Libya ve Tunus’ta geçici hükûmetler kurdular. Arap Yarımadasında, Umman’da kurdukları idâre günümüze kadar gelmiştir. Yirminci asır başlarında, Libya’da kurmaya çalıştıkları “Trablus Cumhûriyeti” 1921 senesinde İtalyanlarca ortadan kaldırılmıştır.
Zamânımızda siyâsî gücü kalmamış olan İbâdiyye fırkasının, Arap Yarımadasının bâzı bölgelerinde, Umman, Libya, Madagaskar, Cebre Adası ve Kuzey Afrika ülkelerinde mensupları bulunmaktadır. Abdülazîz bin İbrâhim 1129-1222 (M.1717-1808) adındaki biri Kitâb-ün-Nil adında kitap yazarak, İbâdilerin Cezayir’de çoğalmasına sebeb oldu. İbâdiler, 749 (M.1349)da ölen İsmâil Cilâti’nin Kavâid-ül-İslâm kitabına da çok önem vermektedir.
İbâdiler, kendilerinden başka olan Müslümanlara kâfir, harp zamanlarında mallarını almak câizdir, büyük günah işleyen mümin değildir dediler. Kıyâmet günü günahkâr müminlere Peygamber efendimizin şefâat edeceğini de kabul etmediler. Amel îmândan cüzdür, yâni ibâdetleri ve diğer amelleri îmândan kabul ettikleri için, bir ibâdeti terk eden veya bir haram işleyen dinden, îmândan çıkar, kâfir olur, dediler.
İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri helâl ve mubah kabul eden bozuk bir fırka. Bâtıniyye ve Karamita (Karmatî) ismi ile de anılmaktadırlar. (Bkz. İsmâiliyye)
(Bkz. Çavuşkuşu)
(Bkz. Şeytan)
Şam’da yetişen Osmanlı fıkıh âlimlerinin en meşhurlarından. İsmi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz’dir. 1784 (H.1198)te Şam’da doğdu. 1836 (H.1252) yılında elli dört yaşındayken, Şam’da vefât etti. Kabri Şam’da Bâbüssagîr semtindeki kabristandadır.
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm’i ezberledi ve kırâat ilmini öğrendi. Şam’daki kırâat âlimlerinden Şeyh-ül-Kurrâ Saîd-ül-Hamevî’den tecvid ilmine dâir Meydâniyye, Cezeriyye ve Şâtıbiyye adlı eserleri okuyup ezberledi. Sonra sarf, nahiv ilmini ve Şâfiî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Bu ilimlere dâir temel metinleri de ezberledi. Bundan sonra da meşhur âlimlerden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimî’den fen ve sosyal ilimler yanında; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini öğrendi. On yedi yaşındayken fıkıh kitapları üzerine hâşiye ve şerhler (açıklama ve îzahlar) yaptı, kıymetli eserler yazmaya başladı. Hadis ilminde meşhur muhaddis Kuzberî’den icâzet aldı. Zâhir ilimlerini öğrendikten sonra kelâm ve tasavvuf ilmini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetlerinde kemâle erdi. Kendisi de birçok talebe yetiştirdi. Onun yetiştirdiği talebelerinden bâzıları:
Kendi kardeşi Allâme Esseyyid Abdülganî, akrabâsından Emin-ül-fetvâ Ahmed Efendi, Sâlih ibni Seyyid Hasan Âbidîn, İstanbul’da ikinci derecede Mecidiye nişanı(İlim rütbesi) almış olan ve o zaman Medîne’de kâdılık yapan, ilimde parmakla gösterilen Câbizâde’dir. Bunlardan başka: Tasavvufta ve diğer ilimlerde meşhur olan Eşşeyh Yahyâ Serdest; Kudûrî ve Akidetü Tahavi’yi şerh eden Allame Abdülganî Güneymî el-Meydanî; Hanefî fıkhında icâzet alan Hasan el-Baytar; Dürer’i şerh eden İstanbullu Ahmed Efendi; Şam’da mîras hesapları ve taksimi (ferâiz) işlerine bakan Seyyid Hasan er-Resame; fen, sosyal ve dînî ilimlerde birçok kıymetli kitaplar yazan Yûsuf Bedreddîn el Mağribî; Allâme Muhammed Cukıllî; İzmir ulemâsından ilim pâyesi (rütbesi) sâhibi Muhammed Efendi; Elfiye ve Dürr-ül-Muhtâr kitaplarını geniş olarak açıklayıp yeni bir kitap yazan Abdülkâdir Hallâsî; Dımaşk müftülüğü yapmış olan Ali Murâdî Efendi; Şam kâdılığı yapmış olan Anadolu kazaskeri Abdülhalîm Efendi; Hasan bin Hâlid; Muhammed Tillo; Muhyiddin Yâfiî zamanında Şeyhülkurrâ olan Ahmed Nahlâvî Mısrî; Bağdat’ın meşhur âlimlerinden Molla Abdürrezzâk Bağdâdî, Mecelle’yi hazırlayan komisyonda bulunan oğlu Alâeddîn Muhammed gibi daha bir çokları İbni Âbidîn’in derslerine devâm ederek icâzet (diploma) almışlardır.
İbn-i Âbidîn hazretleri hocası Mevlânâ Hâlid–i Bağdâdî’nin cenâze namazını kıldırdı. 1836 (H. 1252) senesinde elli dört yaşındayken Şam’da vefât etti. Vefat haberini duyan Müslümanlar böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayı çok üzülüp gözyaşı döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemiş bir kalabalık teşkil etti. Cenâze namazı Sinan Paşa Câmiinde kılındıktan sonra, Şam’da Bâbussagîr denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtından yirmi gün önce, hocalarının ve büyük zâtların kabirlerinin yanında kendisi için kazdırmış olduğu kabre defnedildi.
İbn-i Âbidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Yâni önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru nakil yapanlar derecesindedir.
İlimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğluAlâeddîn Muhammed şöyle anlattı: “Babam, uzun boylu, heybetli ve vakârlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri az uyur ve durmadan kitap yazardı. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve gözyaşı dökerdi. İnsanlara faydalı olmak husûsunda çok titiz davranır, abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi.”
İbn-i Âbidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhur olup, kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur. Fakirlere pekçok sadaka verir, akrabâsını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı.
Beş vakit namazda, tahiyyâtı okurken, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı.
Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam’da ve diğer şehirlerdeki şer’î mahkemelerde ihtilâflı bir hüküm verilse, derhâl ona mürâcaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor meseleler ona sorulurdu. İhtilâflı bir şey hakkında ona mürâcaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla açıklamalar koyardı. Böylece en zor meseleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslûpla yazardı.
Eserleri:
En meşhur eseri Redd-ül Muhtâr’dır. İbn-i Âbidîn bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtâr kitabına yaptığı beş ciltlik hâşiyesidir. Kitap, İbn-i Âbidîn ismiyle meşhur olmuştur. Eser, Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı A’zam’dan, O büyük imâm da Kur’ân-ı kerîm ve sünnetten (hadîs-i şerîflerden) almıştır. Fukahâ tarafından üzerinde söz edilmiş her meselenin hülâsası bütün İslâm âlimlerinin kabul ve takdir ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamânına kadar yazılmış olan fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oğlu tarafından Kurret’ül Uyûn-il-Ahyâr adında bir tekmile yazılmıştır. Şam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hıdır da İbn-i Âbidîn kitabının bir fihristini hazırladı ve 1962’de basıldı. Kitap Ahmed Davudoğlu, Mehmed Savaş ve MazharTaşkesenlioğlu tarafından Türkçeye tercüme edilip basılmıştır.
Bundan başka; Tefsîr-ül-Beydâvî Hâşiyesi, El-İbâne, El-Ukûd-üd-Dürriyye, İthâf-üz-Zekî, Buğyet-ül-Menâsik, Tahrîr-ül-İbâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Şifâ-ül-Alîl, El-Ukûd-ül-Leâlî, İcâbet-ül-Gavs, Sell-ül-Hisâm-il-Hindî li Nusret-i Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî (Bu eserinde Mevlânâ Hâlid hazretlerine dil uzatanlara cevab vermekte, kerâmetin hak olduğunu isbât etmektedir.), El-İlm-uz-Zâhir, El-Fevâid-ül-Acîbe, Menhel-ül-Vâridîn (Bu kitap İhlâs A.Ş. tarafından ofset olarak yayınlanmıştır.), El-Ukûdü Resm-il-Müftî, Nesemât-ül-Eshâr gibi daha bir çok kıymetli eserleri vardır.
Fıkıh, târih ve edebiyât âlimi. 1389 (H. 791) senesinde Dımaşk’ta (Şam’da) doğdu. Çocukluğu Dımaşk’ta geçti. Orada Zeynüddîn Ömer bin el-Lebân el-Makrî’den ilim öğrendi. Timur Han, Şam’ı alınca, İbn-i Arabşah’ı, annesini, kardeşlerini ve kız kardeşinin oğlu olan Abdürrahmân bin İbrâhim bin Havlân ile birlikte Semerkand’a gönderdi. O sırada Semerkand, fethedilen memleketlerden getirilen tanınmış âlim, tabip, fakih ve sanatkârlar ile doluydu. Burada, İbn-i Arabşah yetişip ilim tahsil etmesi için bir zemin bulmuştu.
İbn-i Arabşah, bir yandan Farsça, Türkçe ve Moğol yazısını öğrenirken, diğer taraftan İdgutemur Medresesinde Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretlerinin derslerine devâm etti. Onun talebelerinden olan Mevlânâ Hâcî’den sarf ve nahiv, Şemsüddîn Muhammed Cezerî’den hadis ve kırâat ilmini tahsîl etti. Muhammed Buhârî, Hüsâmüddîn Vâ’iz, Ahmed Kasîr’den de çeşitli ilimleri öğrendi. Âlim Urban Edhemî ile görüşerek, ondan Farsça ve Moğol dillerini öğrendi. Ayrıca tahsilini tamamlamak için Mâverâünnehr ve Çin sınırına kadar uzanan Türkistan seyahatine çıktı. Burhânüddîn Endekânî, Kâdı Celâlüddîn es-Sirâmî gibi birçok âlimle karşılaşıp, sohbetlerinde bulundu ve onlardan istifâde etti. Sonra Harezm’e giderek Nûrullah ve Ahmed bin Şemsüleimme’den ilim tahsil etti. Türkistan’da bulunan “Deşt” denilen beldeye giderek, orada Behâüddîn Zâhir ve Mevlânâ Hâfızüddîn Muhammed bin Nâsırüddîn Bezâzî’den usûl ve fıkıh ilmini öğrendi. Orada dört yıl kadar kalıp, Şerefüddîn, Muhammed Bulgarî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Kırım’a gidip, orada edîb ve Şâir Abdülmecîd ile görüştükten sonra, Karadeniz üzerinden Osmanlı pâyi tahtı Edirne’ye geldi. Sultan Çelebi Mehmed’in sarayına girerek, birçok ikrâm ve iltifâta kavuştu. İznik Medresesi müderrislerinden olup, Karaman ve Mısır’da ilim tahsil eden, tasavvuf, mantık ve diğer aklî ilimlerde mütehassıs olan büyük âlim Molla Fenârî ve Burhâneddîn Haydar el-Havafî gibi âlimlerden ilim tahsil etti.
İbn-i Arabşah Edirne’de bulunduğu zaman, Ebü’l-Leys-i Semerkandî hazretlerinin tefsirini Arapçadan Türkçeye, Câmi’ul-Hikâyât ve Lâmi-ur-Rivâyât adlı eseri Farsçadan Türkçeye tercüme etti. Edebiyâttaki kudreti, ifâdede gösterdiği incelik ve birkaç yabancı dili bilmesi sebebiyle, Sultan Çelebi Mehmed Hanın iltifâtına kavuşup, Dîvân-ı Hümâyûn’da vazife aldı. Sultan Çelebi Mehmed’in husûsî kâtipliğini yapıp, civar devlet başkanlarına mektuplar yazdı. Bu arada Burhânüddîn Haydar’dan Miftâh-ül-Ulûm adlı eseri okumaya devâm etti. 1421 (H.824) senesinde Sultan Çelebi Mehmed’in vefât etmesi üzerine, on sene müddetle kaldığıOsmanlı ülkesinden vatanına dönmeye karar verdi. 1422 senesinde Haleb’e gelerek, orada üç sene kaldı. Sonra esas memleketi olan Dımaşk’a gitti. Memleketine vardığında, eski hemşehrilerinden onu tanıyan az kalmıştı. Hemşehrileri tarafından yabancı gibi karşılandığı için “Acemî” denilmiştir. Mescid-ül-Kasab’ın bir odasında, çok az kimse ile görüşerek münzevî bir hayat yaşadı ve eser yazmakla meşgul oldu. Kâdı Şihâbüddîn Hanbelî’den Sahîh-i Müslim’i okudu.
İbn-i Arabşah, 1428 senesinde Hicaz’dan Dımaşk’a dönen Mevlânâ Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Buhârî’ye talebe olup, ondan tasavvuf, fıkıh, usûl, me’ânî, beyân ve diğer ilimleri öğrendi. Vefâtına kadar hocasından ayrılmadı. 1438 senesinde hocasının vefâtı üzerine, hac vecîbesini yerine getirmek üzereHicaz’a, oradan da Mısır’a gidip, bir daha vatanına dönmemek üzere Kâhire’ye yerleşti. Kısa zamanda buranın âlimleri ve şâirleriyle yakınlık peydâ edip, SultanMelik Zâhir Çakmak’la tanıştı. Sultan ona iyi muâmelede bulunup, iltifât etti. Orada bulunan âlim ve şâirlerle münazarada bulundu. Yüksek bir zekâya sâhipti. Etrâfındakilere doğruyu anlatmaktan geri durmadı. Bu sebeple onu çekemeyenler çoğaldı. Kendisini çekemeyenlerin şikâyetleri üzerine hapse atıldı. Üzüntüsünden hastalanan İbn-i Arabşah, hapishânede beş gün kaldı. Hapisten tahliye edildikten on iki gün sonra vefât etti.
İbn-i Arabşah; âlim, fazîletli, tevâzu ve iffet sâhibi bir zâttı. Nesir ve şiirde, lügat ilminde, güzel yazı yazmada, tatlı ve beliğ söz söyleme husûsunda eşi yoktu. Sohbetinde bulunan, çok feyz ve lezzet alırdı. Arapça, Farsça ve Türkçeyi çok iyi bilirdi. Bu sebeple ona Arap, Fars ve Türk dillerinin melîki denirdi. Yazmış olduğu eserlerin çoğu manzumdur.
1451 (H.854) senesinde Kâhire’de vefât etti ve oraya defnedildi.
İbn-i Arabşah’ın; fıkıh, târih, tefsir, ahlâk, sarf, nahiv ilimlerine dâir pekçok eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1) Ukûd-ün-Nasîha, 2) Mir’ât-ül-Âdâb:Me’ânî ve beyân ilminin esaslarını anlatan 2000 beytlik manzum bir eserdir. 3) Hitâb-ül-İhâb-in-Nakîb ve Cevâb eş-Şihâb-üs-Sâhib, 4) Maraznâme, 5) Câmi’ ul-Hikâyât Tercümesi, 6) Ebü’l-Leys Tefsîri Tercümesi, 7) Ta’bîr-ül-Kâdirî Tercümesi, 8) Tercümân-üt-Terâcim bi Müntehel-Arab fî Lügat-it-Türk vel-Acem vel-Arab: Lügat ilmine dâirdir. 9) Acâib-ül-Mahdûr fî Nevâib-üt-Teymûr: Timur Hanın yaşadığı dönemdeki târihe dâirdir. 10) Te’lif-üt-Tâhir fî Şeyh-il-Mâlik ez-Zâhir Ebî Sa’îd Çakmak: Mısır Sultânı Melik Zâhir’in zamânını anlatan ve onu medh eden bir eserdir. 11) Fakîhat-ül-Hulefâ ve Mufâkahât ez-Zürefâ: Ahlâka dâir yazılmış bir eserdir. 12) El-Ikd-ül-Ferîd fî İlm-it-Tevhîd, 13) Gürret-üs-Siyer fî Düvel-it-Türkî vet-Tatar.
On ikinci yüzyılda Şam’da yetişen hadis ve fıkıh âlimi. İsmi; Ali bin Hasan bin Hibetullah’tır. Künyesi Ebü’l-Kâsım olup, Dımeşkî nisbesiyle bilinir ve İbn-i Asâkir lakabı ile meşhûrdur. Ayrıca Sadrülhuffâz, Nâsırüssünne, Cemâlüssünne, El-Hâfız lakabları vardır. 1105 (H. 499) senesinde Şam’da doğdu. 1175 (H.571) yılında Şam’da vefât etti. Zamânın sultânı Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin de hazır bulunduğu cenâze namazından sonra Bâbüssagîr Kabristânında defnedildi.
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan İbn-i Asâkir, üç yüz kadar âlimden ilim tahsil etti. İlim için seyâhatlere çıktı ve zamânın meşhur âlimlerinden ilim öğrendi. Hadis ilmini Şam’da: Ebü’l-Kâsım en-Nesîb, Sebî’ ibni Kırât, Ebü’l-Hasan Sülemî, Ebû Târih el-Hanâî, Ebü’l-Hasan ibni Mevâzînî’den; Bağdat’ta: Ebül-Kâsım Dîneverî, Ebü’l-Gâlib ibni Bennâ, Ebû Abdullah el-Bârî’den; Mekke’de: Abdullah bin Muhammed el-Gazzâl, Ali bin Hasan el-Belhî’den; Kûfe’de: Ebû Abdullah el-Ferârî, Hibetullah bin Zebîdî ve Abdülmü’min bin Kuşeyrî’den; Nişâbur’da: Saîd bin Ebû Recâ, Hüseyin bin Abdülmelik el-Hallâl’dan; İsfahan’da: Yûsuf bin Eyyûb Hemedânî’den; Merv’de: Temîm ibni Ebî Saîd el-Cürcânî’den ve başka âlimlerden öğrendi. Fıkıh ilmini Şam’da: Ebü’l-Hasan Sülemî’den; Bağdat’ta: Ebî Sa’d Kirmânî’den öğrendi.
1138-1175 seneleri arasında aralıksız ders verip, talebe yetiştirdi. Bu sırada eserlerini tasnîf ve telif etti. Ders okutması o kadar meşhur oldu ki, ondan ilim öğrenmek için pekçok kimse uzak yerlerden geldiler. Sultanlar dahi ilim meclisine gelerek, sohbetlerini dinlediler. Yetiştirdiği talebelerden bâzıları: Ebü’l-Alâ el-Hemedânî, Ebû Sa’d Sem’ânî, oğlu Kâsım Nâsırüssünne, Ebû Câfer Kurtûbî, Zeynülemnâ Ebü’l-Berekât gibi âlimlerdir.
İbn-i Asâkir, fıkıh, hadis, kırâat, hilaf ve nahiv gibi birçok ilimde söz sâhibiydi. Fakat hadis ilmindeki üstünlüğü diğer ilimlere göre daha fazla idi. Hadîs ilminde imâmdı.
Eserleri:
İbn-i Asâkir’in altmış sekizden fazla eseri vardır.
1) Târihu’l Medînet-i Dımaşk; en meşhur eseri olup, seksen cilttir. Târih-i Dımaşk diye de tanınan bu eser, hadis ilminde ve muhaddisler arasında önemli bir yer tutmaktadır. İslâm âleminde şehir târihleri içinde en geniş ve en büyük olanıdır. Kendisinden önce böyle geniş muhtevâlı bir eser yazılmadığı gibi, kendisinden sonra da, şehirler hakkında böyle bir eser ortaya konmamıştır. Arap târihi bakımından da bir benzeri yoktur.
İbn-i Asâkir, bu eserinde Şam’ın târihini, fethini, mescitlerini, kiliselerini, şehir giriş ve çıkışlarını, nehirlerini anlatmış, ondan sonra şehre gelen veya şehre bağlı bölgelere uğrayan ve icâzet alanların hal tercümelerini anlatmıştır. Sâdece Şam şehri ve civârını değil, aynı zamanda eyâlet dâhiline, yâni Sayda, Halep, Baalbek, Remle gibi şehirlere uğrayanları da kitabına almıştır. Kitabı harf sırasına göre tertib etmiştir. Muhaddislerin vefâtlarını umûmiyetle sonda ve ortada vermiştir. Bu eserinde pekçok hadîs-i şerîfi de metin ve senetleriyle nakletmiştir. Bu yüzden Târih-i Dımaşk, hadis kitâbı olarak da bilinmektedir. Birçok zeylleri ve muhtasarları yazılmış olan Târih-i Dımaşk, 1953 senesinde Şam’da Selâhaddîn Müneccid başkanlığında bir heyet tarafından yayınlanmaya başlamıştır.
2) Kitâb-ül-Muvâfakât aleş-Şüyûh-il-Eimmet-is-Sikât; yetmiş iki cüzdür. 3) Kitâbü Avâlî-yi Mâlik; otuz cüzdür. 4) Kitâbü Mecmû-ir-Regâib Mimmâ Vaka’a min Ehâdîsi Mâlik minel-Garâib; on cüzdür. 5) Et-Tâlî li Hadîs-il-Mâlik El-Âlî; on dokuz cüzdür. 6) Kitâb-ül-Mu’cem; on cüzdür. 7) Tebyînü Kizb-il-Müfterî eserlerinden bâzılarıdır.
On ikinci asırda Endülüs’te yetişen botanik âlimi. İsmi; Yahyâ bin Muhammed bin Ahmed bin Avvâm el-İşbilî olup, künyesi Ebû Zekeriyyâ’dır. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bilgi mevcut değildir. On ikinci asrın sonlarına doğru yaşadığı ve aslen İşbiliye’li olduğu bilinmektedir.
İlim dünyâsında botanik ve zooloji (bitki ve hayvanlarla ilgili bilim dalları) sâhasındaki çalışmalarıyla meşhur olan İbn-i Avvâm’ın Kitâb-ül Felâha adlı eseri meşhurdur. Bu eser sâdece İslâm âleminde değil, bütün dünyâda ortaçağ boyunca kendi sâhasında temel kaynak olarak kullanıldı. Otuz dört bölümden meydana gelen eserin otuz bölümü bitkilerden, dört bölümü de hayvanlardan bahsetmektedir. Eserde 585 bitki nevi ele alınmakta, 50’den fazla meyve ağacının dikilip yetiştirilme ve gübreleme usûlleri, aşı yapma tekniği, toprağın yapı özellikleri, ağaç ve üzüm kütüklerinde meydana gelen çeşitli hastalıkların belirtileri, görünüşleri ve bunların tedâvi yolları anlatılmaktadır. İbn-i Avvâm eserini hazırlarken, devrindeki Müslüman çiftçi ve zirâatçilerin tecrübelerine başvurmuş, ayrıca kendinden önce yazılan eserlerden faydalanmıştır.
Kitâb-ül-Felâha’nın tek nüshası Escurial Kütüphânesindedir. Yazma, Josef Antonio Bangueri tarafından İspanyolcaya tercüme edilerek, aslıyla birlikte iki cilt hâlinde 1802 senesinde neşredilmiştir. Eserin Fransızca tercümesi ise Clement-Mullat tarafından yapılarak yayınlanmıştır.
On ikinci yüzyıldaEndülüs’te yetişen felsefeci ve mûsikî üstâdı ve bilim adamı. İsmi, Muhammed bin Yahyâ bin Sâig olup, künyesi Ebû Bekr’dir. İbn-i Bacce diye meşhur oldu. Avrupa’da Avempace diye tanındı. Endülüs’ün Gırnata şehrinde doğup yetişti. Doğum târihi bilinmemektedir. 1138 (H.533) senesinde Fas’ta öldü.
İbn-i Bacce; tıb, felsefe, tabiat ilimleri, matematik, lügat, şiir ve mûsikî alanında söz sâhibiydi. İbn-i Sînâ ve Fârâbî’nin eserlerini inceledi ve onların bozuk düşüncelerinin tesirinde kaldı. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî’nin eserlerini inceledi ve ona dil uzattı. Felsefecileri İslâm âlimlerine tercih ederek doğru yoldan ayrıldı. Ömrünün sonuna doğru çalışmalarını tatbîkî ilimlere yöneltti. Tıb, eczâcılık ve mantıkla ilgili çalışmaları oldu. Astronomi alanında Batlemyus’un (Ptolemy’nin) eserlerini inceleyerek, onun ortaya koyduğu sisteme ağır tenkidler yöneltti. Fizik ile ilgili incelemelerde de bulundu. Bilhassa hareket konusunda kendine has görüş ve îzâhlar ortaya koydu. İnsan psikolojisiyle ilgili olarak da çalışanİbn-i Bacce, zihnî gelişmenin safhalarını îzâh ederek, buna mâni olan zararlı şeyleri tesbit etti.
Eserleri:
Bilinen eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Şerhu Kitâb-is-Sem’-it-Tabîî li-Aristotales, 2) Risâlet-ül-Vedâ, 3) Kitâbu İttisâl-il-Akli bil-İnsân, 4) Kitâb-ün-Nefs, 5) El-Füsûl-ül-Kalîle fî Siyâset-il-Medîne, 6) Kitâb-üt-Tecribeteyn alâ Edviyeti İbni Vâfıd.
İbn-i Bacce’nin eserleri Lâtince ve İbrâniceye tercüme edilmiş ve Avrupalı bilginler tarafından incelenmiştir. Onun eserleri İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd gibi filozofların üzerinde derin etkiler bıraktı. İbn-i Bacce’nin bozuk düşüncelerinden etkilenen İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd, din bilgilerini kendi görüşlerine göre yorumlayıp anlatmaya kalktıklarından dolayı sapıttılar.
Meşhur seyyâh ve fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Abdullhah bin Muhammed bin İbrâhim et-Tancî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. 1303 senesinde Kuzey-Batı Afrika (Fas) şehirlerinden Tanca’da doğdu. Doğum yerine nisbetle Tancî denildi.
İbn-i Battûta, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Temel din bilgilerini ve yardımcı ilimleri öğrendi. Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde âlim oldu. Tanca’da tahsilini tamamladıktan sonra, 14 Haziran 1325 târihinde yirmi iki yaşındayken, hacca gitmek için memleketinden ayrıldı. Yolculuğunda, uğradığı yerlerdeki câmileri, medreseleri ve türbeleri ziyâret edip, halka vaaz ve nasîhatte bulundu. Gittiği beldelerin ileri gelenleriyle ve meşhur kimseleriyle görüştü. Çok alâka ve iltifât gördü. Bu seyâhati onda diğer İslâm memleketlerini gezmek hevesini uyandırdı. Bu maksadla yirmi dokuz sene süren üç ayrı seyâhate çıktı.
İlk seyâhatinde; Mısır, Sûriye, Anadolu, İran, Irak, Hicâz, Türkistan, Orta Asya, Çin, Hindistan, Sumatra ve daha bir çok ülkeleri gezdi. Anadolu’nun önemli şehirlerini gezdikten sonra Sinop’dan Kırım’a geçti. Güney Rusya’dakiÖzbek Hânın ordugâhına gitti ve başşehir Saray’da bir müddet kaldı. Buradan Harezm, Mâverâünnehr, Horasan ve Afganistan yoluyla Hindistan’a ulaştı. Delhi’de yedi sene kâdılık yaptı. 1342 senesinde Tuğluk Şâhın emriyle Çin’e elçi gönderildi. Endonezya ve Cava üzerinden Pekin’e vardı. Buradan 1349 yılında, memleketi Fas’a döndü. Bir süre sonra ikinci seyâhatine çıkarak İspanya’daki Endülüs İslâm ülkelerini gezdi. Daha sonra üçüncü seyâhatine çıkıp, Büyük Sahra, Sudan, Orta ve Kuzey Afrika ülkelerini dolaştı.
İbn-i Battûta, ömrünün büyük kısmını seyâhatlerle geçirdi. O zamanki vâsıtalarla imkânsız sayılacak kadar uzun seyâhatler yaparak Müslümanlar ve Müslümanlıkla irtibâtı olan bütün memleketleri gezdi. Onların târihî, coğrafî, etnik ve kültürel durumları hakkında mâlumât ve bilgi sâhibi oldu. Dolaştığı her yerde ülkenin hekimleri, ileri gelenleri ve her tabakadan insanlarla tanıştı. Onların âdetlerini, törelerini, yaşayışlarını, yediklerini, içtiklerini teferruatlı olarak tesbit etti. Hükümdârların, makâm sâhiplerinin anlaşmazlıklarına, mücâdele ve savaşlarına âit önemli bilgileri not etti. Seyâhatleri sonunda vatanı Tanca’ya döndüğünde tuttuğu notları, görüp işittiği mühim hâdiseleri, Fas Merînî Sultânı Ebû İnan’ın arzusu üzerine kâtib İbn-i Cüzey’e anlattı. İbn-i Cüzey, bâzı târihî eksiklikleri de ilâve ederek, eseri 1355 senesinde tamamladı. Tuhfet-ün-Nüzzâr fî Garâib-il-Emsâl ve Acâib-il-Esfâr adı verilen ve kısaca Rıhle veya Seyâhatnâme diye bilinen eser, Sultan Ebû İnân’a takdim edildi. İbn-i Battûta, eserini yazdıktan bir süre sonra 1368 senesinde memleketi Tanca’da vefât etti.
Memleketimizde İbn-i Battûta Seyâhatnâmesi adıyla tanınan bu eser, yazıldığı asrın İslâm ülkeleri ve diğer ülkelerin târihi, coğrafyası, folklor ve etnolojisi, dînî, içtimâî ve ilmî durumu hakkında kıymetli, sağlam ve aydınlatıcı bilgiler vermiş, Hint fakirlerinden, Anadolu ahîlerinden, İran’daki Bâtınîlik hareketinden bahsetmiştir. Seyâhatnâme, onun, Sudan ve Nijerya bölgelerinin gerçek kâşifi olduğunu gösterir. Volga kenarında bulunan Saray şehri hakkında verdiği bilgiler, son arkeolojik araştırmalarla doğrulanabilmiştir. Sudan’a âit kısımlar sâyesinde, eskiden o topraklarda hüküm süren zenci Manding Devleti unutulmaktan kurtulmuştur. Ayrıca görüp işittiği bâzı âlim ve velîler, meşhur ziyâretgâhlar hakkında menkıbeler ve kısa biyografik bilgiler de vermiştir. Lûristan atabegleri, İlhanlılar ve Asya’da çeşitli yerlerde bulunan vâliler, emir ve kumandanlarla, askerî ve idârî teşkilâtları hakkında geniş bilgiler vermiştir. Anadolu’yu anlatırken de Osman Beyin oğlu Orhan Gâziden geniş şekilde bahsetmiş, dînî ve içtimâî bir mâhiyette olan ahîlik teşkilâtı hakkında dikkat çekici bilgiler vermiştir.
İbn-i Battûta, Seyâhatnâmesi’nde Anadolu’daki ahîlerden şöyle bahsetmektedir:
“Ahî, kardeş; ahîlik de kardeşlik mânâsındadır. Ahîler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Bunlar sanat sâhibi, geçimlerini temin etmek üzere bir meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleriyle yardımlaşan bir topluluktur. Memleketlerine gelen yabancıları karşılayan, onlarla ilgilenerek bütün ihtiyaçlarını temin eden ve haksızlıkları önleyen kimselerdir. Bunların eş ve örneklerine dünyânın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir. Anadolu’da bir şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkanlarından çıkan bir kısım insanlar bindiğimiz hayvanları çevirerek yularlarından asıldılar. Bir başka grup ise bunları durdurarak onlar da hayvanlarımızın yularından tutarak onlarla çekişmeye başladı. Aralarında çekişme uzayınca, konuştuklarını da anlayamadığımızdan korkmaya başlayıp, malımıza canımıza kastedeceklerini zannettik. Nihâyet Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam yanımıza gelip, Arapça konuşmaya başlayınca, bu adamların bizden ne istediklerini ve aralarında niçin anlaşmazlık çıktığını sordum. Onların ahî olduklarını söyledi. Bizimle ilk karşılaşan Ahî Sinan’ın yoldaşları, sonra gelenler de Ahî Tuman’ın yoldaşları imiş; meğer bizi misâfir etmek için çekişmişler. Nihâyet işi kurâ çekmek yoluyla halletmek isteyerek kurâ çektiler. Kurâ, Ahî Sinan takımına düşünce, bizi misâfir etmek üzere tekkelerine götürdüler. Bize çok izzet ve ikrâmda bulundular. Ertesi akşam da Ahî Tuman’ın adamları gelerek bizi misâfirliğe götürüp ikrâmda bulundular. Her iki tarafta da Kur’ân-ı kerîm okundu, hoş sohbetler oldu. Tekkelerinde bir müddet kaldıktan sonra büyük bir memnuniyetle ayrılıp seyahatimize devâm ettik.” (Bkz. Ahîlik)
Seyâhatnâme, yemek, giyim, kuşam ve geleneklerle ilgili etnoloji ve folklor malzemesi yanında İslâm dünyâsının ekonomik ve sosyo-kültürel seviye ve yapısına büyük ölçüde ışık tutan önemli eserlerden biri olarak kabul edilmiştir.
Bu eser, aynı zamanda İbn-i Battûta’nın şahsiyetini yansıtmaktadır. O, tabîata değil, insanlara ilgi duymaktaydı. Tabîatla ilgili tasvirleri çok zayıf, hattâ yok gibidir. Tabîat şartlarına, iklime az ilgi duymuştur. Eser, o zamanki İslâm dünyâsının birlik ve berâberliğini göstermesi bakımından da ilgi çekicidir. Her ne kadar İbn-i Battûta, daha çok insanlar üzerinde durmuşsa da, bilim târihi bakımından da dikkate değer bilgiler vermiştir. Seyâhatnâme’de özel bitki ve dikkati çeken hayvanlar belirtilmiştir. Gezdiği memleketlerin sebze ve meyvelerine de yer vermiştir. Kervan menzillerinden îtibâren büyük kara ve deniz yollarından bahsedilmiş, Atlas Okyanusu ile Japon Adaları arasındaki ticâret merkezleri ve limanlar hakkında geniş bilgi verilmiştir. Buralarda hangi milletlerin ne gibi mallar üzerinde ticâret yaptıkları, her bölgenin sınaî ve zirâî üretimi, ne gibi maddeler ihrâc veya ithâl olunduğu anlatılmış, muhtelif memleketlerdeki çeşitli paralar ve türlü ağırlık ölçüleri husûsunda îzâhlarda bulunulmuştur.
Eserin İbn-i Cüzey el-Kelbî tarafından istinsah edilen nüshası, Pâris Millî Kütüphânesinde bulunmaktadır. C. Defremery Sanguinetti bu nüshayı esas alarak Arapça metin ve Fransızca tercümeyi 1853’te yanyana neşretmiştir. Eser ayrıca İngilizce, Almanca, Portekizce ve M. Hussain tarafından da 1898 senesinde Urducaya çevrilmiş, Arapça metin Mısır’da dört, Beyrut’ta ise iki defâ basılmıştır.
Seyâhatnâme, Osmanlı sultanlarından Beşinci Mehmed Reşâd Hanın kâtiplerinden Muhammed Şerif Paşa tarafından 1907 senesinde Türkçeye çevrilerek iki cilt hâlinde basılmıştır.
On üçüncü yüzyıldaEndülüs’te yetişen büyük Müslüman botanik âlimi ve eczâcı. İsmi, Abdullah bin Ahmed el-Mâlikî olup, künyesi Ebû Muhammed’dir. Bitkiler üzerindeki çalışmaları sebebiyle “A’sâb” (Botanik bilgini) lakabıyla bilinir. Endülüs’ün bir sâhil şehri olan Malaka’da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası baytar, yâni veteriner olduğu için İbn-i Baytâr adıyla meşhur olmuştur.
İbn-i Baytâr, meşhur âlim Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Muhammed’den ilim öğrendi. Hocası ile berâber Sevilla çevresinde bitki nümûneleri toplamak için dolaştı. Yirmi yaşından îtibâren, Yunan, Rum ve İslâm âlemindeki beldeleri dolaştı ve çeşitli otların husûsiyetleri hakkında bilgi ve tecrübe sâhibi olan Müslümân ve gayri müslim bilginlerle görüştü. Gezip gördüğü yerlerdeki bitkileri yerinde inceledi. İncelediği bitkinin, yetiştiği beldeyi ve toprağı, o bitkinin büyümesinde tesiri olan diğer durumları tedkik etti. Bu seyâhatine Kuzey Afrika’dan başladı. Fas, Tunus, Cezâyir, Trablus civârında araştırma yaptıktan sonra deniz yoluyla Antalya’ya geldi. Daha sonra İtalya ve Yunanistan taraflarına giderek araştırmalar yaptı. Sonra Mısır’a giderek Eyyûbî melîklerinden Melik Kâmil Muhammed ibni Behr’in hizmetine girdi ve ondan iltifât ve ikrâm gördü. Mısır’daki botanik âlimlerinin başına getirildi. Aynı hükümdârla Şam taraflarına gidip, orada da araştırmalar yapan İbn-i Baytâr, Melik Kâmil’in ölümü üzerine Mısır’a döndü. Kısa bir müddet sonra tekrâr Şam’a gitti. Bitkiler üzerindeki araştırmalarına Sûriye ve Anadolu’da devâm ederken, 1248 (H.646) senesinde Şam’da vefât etti.
Kendisinden önce yaşamış, Dioskorides, Galen (Calinus), Hippokrat, İbn-i Sînâ, Gâfikî gibi bilginler tarafından yazılan eserleri inceleyip şerh yazan İbn-i Baytâr, tedkik ettiği hususlarda o konu ile alâkalı nakillerin doğruluğu ve güvenilirliğini iyice araştırdı. Böylece botanik ilminin gelişmesine tesiri oldu. Bitkileri inceleyerek ilâçlar yaptı.
Ayrıca tarlada biten ve mahsûllere zarar veren otları da tesbit eden İbn-i Baytâr, muhtelif bitki nevilerine âit kolleksiyonlar ortaya koydu. Eserlerinde bin dört yüz kadar bitkiyi tek tek inceledi. Bunlardan hangi ilâçlar yapılabileceğini tesbit etti. Bu ilaçların kimyevî yapıları ve hastalıkları önlemedeki tesir derecelerini en ince teferruâtına kadar anlattı. Bir liste hâline getirdiği bu bitki ve ilâçların üç yüz tânesi tamâmen kendi keşfiydi. İbn-i Baytâr, ayrıca hayvanlar üzerinde de araştırmalar yaptı. Ehlî (evcil) ve vahşî (yabânî) hayvanlar hakkında bâzı tasniflerde bulundu. Yetiştirdiği talebelerin en büyüğü İbn-i Ebî Usaybia’dır.
Eserleri:
İbn-i Baytâr’ın yaptığı çalışmalar eczâcılık ilmine çok faydalıydı. Bu alanda yazdığı eserler asırlarca mürâcaat kaynağı oldu. Onun inceleme ve araştırmalarını topladığı eserleri şunlardır:
1) Kitâb-ül-Câmî fî Edviyet-il-Müfrede: Müfredât-ı İbn-i Baytâr diye de bilinen bu eser, dört cüz (bölüm)dür. Eserde, bitkiler, mâdenler ve hayvanlardan elde edilen ilâçlar alfabetik sırayle anlatılmaktadır. Bu eser, 16. asrın ortalarına kadar yazılan en önemli ilâç kitabıdır. Eserde aynı zamanda gıdâ çeşitlerine de yer verilmiştir. Bitkilerin isimlerinin Arapçasının yanında, Farsça, Fransızca, Lâtince ve Berberî dilleriyle yazılışlarının da verildiği eser, Aydınoğullarından Umur Beyin emriyle özet olarak Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu tercümenin bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi Yazma Eserler Bölümünde 1204 numarada kayıtlıdır. Eser, 1875 senesinde Kâhire’de basılmıştır.
2) Kitâb-ül-Muğnî fî Edviyet-il-Müfrede:Eserde önce hastalıklar sonra da ilâçlar kısa ve açık bir şekilde anlatılmıştır. Eser, Lâtince, Almanca ve Fransızcaya tercüme edilmiştir.
3) El-İbâne vel-İ’lâm bimâ fil-Minhâc min-el-Halel vel-Evhâm, 4) Şerhu Edviyet-i İoskorides, 5) Ef’âl-ül-Garîbe vel-Havâs-ül-Acîbe. 6) Mîzân-üt-Tabîb.
İbn-i Baytâr’ın eserleri bilhassa Kitâb-ül-Câmî adlı eseri dört yüz sene müddetle Avrupa üniversitelerinde mühim kaynak olarak kullanılmıştır. On altıncı asırda yetişen Andrea Alpago araştırmalarında İbn-i Baytâr’ın eserlerinden faydalanmıştır.
On üçüncü ve on dördüncü asırda Fas’ta yetişen büyük Müslüman matematik ve din âlimi. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Osmân el-Ezdî el-Merrâkûşî olup, künyesi Ebü’l-Abbâs’tır. Babası mîmâr olduğu için mîmâroğlu anlamında İbn-i Bennâ ünvânıyla meşhur oldu. 1256 (H.654) senesinde Kuzeybatı Afrika’da bulunan Merrâkûş’ta doğdu. 1321 (H.721) senesinde orada vefât etti. Kabri Bâb-ı Ahmed hâricindedir.
Doğum yeri olan Merrâkûş’ta lisan, fıkıh, hadis, matematik, astronomi ve tıb ilimlerini öğrendikten sonra, Fas’a giderek, tabip El-Mirih’ten, matematikçi İbn-i Hacla’dan, astronomi âlimi İbn-i Mahlûf’tan ders aldı. Evliyânın büyüklerinden olan Ebû Zeyd Abdurrahmân el-Hazmîr’in sohbetlerinde bulundu. Merînî sultanları tarafından Fas’a dâvet edildi. Orada ders verip talebe yetiştirdi.
Din ve fen ilimlerinde derin âlim olan İbn-i Bennâ’nın derslerine ilim âşıkları koşar, ondan ders alırlardı. İbn-i Haldun onun talebelerindendir. Bilhassa matematik ve astronomi sâhasındaki araştırmaları ve eserleriyle tanınmışdır. Kesirler ve üslü sayıların dört işlemi konusundaki nazariyeleriyle başarı kazandı. Birinci dereceden denklemleri Hataeyn denilen metodla çözdü.
Eserleri:
İbn-i Bennâ’nın en meşhur eseri Telhîsu A’mâl-il-Hisâb’dır. Eser iki kısımdan meydana gelmiş olup, birinci kısımda sayılar teorisi, dört işlem, kesirler ve bunların dört işlemi, köklü sayılar ve bunların dört işlemi üzerinde durulup, misâllerle îzâh edilmektedir. İkinci kısımda ise, cebirsel konular ve çözüm yolları, kâideleri üzerinde durulup, bunları misâllendirmektedir. Bu eser 17. asrın başlarına kadar matematik sâhasında Avrupa ilim çevrelerinde başlıca mürâcaat ve ders kitabı olarak kullanılmıştır. Bu esere İslâm âlimleri birçok şerhler yazmışlardır. Avrupalı bilim adamları da kendi dillerine tercüme etmişlerdir. Şarkiyatçı A.Marre bu eseri Fransızcaya tercüme ederek, batılıların biz bulduk diye iddiâ ettikleri pekçok matematikî çözümlerin, İbn-i Bennâ’ya âit olduğunu bütün dünyâya göstermiştir.
İbn-i Bennâ’nın matematik, geometri, cebir, astronomi, astroloji ilimleriyle ilgili olarak yazdığı 70’e yakın yazdığı diğer eserinden bâzıları şunlardır:
1) Kitâbü Ref’il-Hicâb an İlm-il-Hisâb(matematik), 2) Minhâc-üt-Tâlib li Ta’dîl-il-Kevâkib (astronomi), 3) Kitâbü Tenbîh-il-Elbâb, 4) Mesâil-ül-Âmil-il-İrs (mîrâs taksimiyle ilgili), 5) Kitâb-ül-Yesâre fî Takvîm-il-Kevâkib-is-Seyyâre (astronomi-astroloji), 6) Kitâb-ül-Usturlâb ve İsti’mâlihi (usturlâb ve kullanılışı ile ilgili), 7) Risâletün fî Tahkîki Rü’yet-il-Ehille (hilâlin görülmesi ve bunun hesaplanması hakkında), 8. Risâlet-ül-Cedâvil, 9) Risâletün fil-Envâr.