HÜSEYİN BAYKARA

Tîmûr Hanın torunu olup babası Muizzüddin Ömer Şeyhtir. 1438 yılında Herat’ta doğdu. 1470 (H. 874) yılında Şahruh’un oğlu Baysungur’un torunu Mirzâ Yâdigâr Muhammed’i bertaraf ederek; Horasan, Sîstân, Belh ve Harezm bölgelerine hâkim oldu. Böylece Tîmûr torunları arasındaki taht mücâdelelerine son verdi.

Herat’ı başşehir yaptı. Devri, hâkim olduğu yerlerde sulh ve sükûn devri olduğu gibi,Herat da kültür merkezi durumuna geldi ve şöhreti dünyâya yayıldı. Hattâ Uluğ Beyin ölümü üzerine sönmeye yüz tutmuş olan Semerkand medeniyeti, yerini Herat Medeniyetine bıraktı. Zamânında Herat’ta ilim tahsil eden talebe sayıs 12 bin kişiyi buldu.

İlim ve sanata çok fazla değer veren Hüseyin Baykara, âlim ve şâirleri sarayından eksik etmezdi. Böylece târihte “Baykara Meclisleri” olarak zikredilen zevkli, eğlenceli, ilmî toplantılara yer verirdi.Onun meclislerinde Molla Câmî, Hâtıfî,Alî Şîr Nevâî gibi önde gelen İran veTürk şâirleri ile meşhur ressam Bihzâd, tezkire sâhibi Devletşah ve hat üstâdı Sultan Ali de bulunurlardı.

Osmanlı tezkirelerinde “İran pâdişâhı, cihân şahlarının şâhı, fâzılların görüp gözeticisi, beliğlerin koruyucusu, Acemin Hüsrev’i” şeklinde zikredilen Sultan HüseyinBaşkara’nın Osmanlı hükümdârı ve muâsırı Sultan İkinci Bâyezîd tarafından hâtırının sayıldığı da bir gerçektir. Hattâ şâir Behiştî’nin Hüseyin Baykara’nın ricâsı üzerine İkinci BâyezîdHan tarafından affedildiğini yine Osmanlı şuarâ tezkireleri kaydetmektedir.

En büyük hizmeti Türk dilini ve kültürünü himâye etmesidir. Zamânında Çağatay Türk Edebiyâtı altın devrini yaşamış ve Türkçeye olan îtibâr artmıştır. Çağatay Türk Edebiyâtının gelişme ve olgunlaşmasında Hüseyin Baykara’nın hizmeti büyüktür. Türkçe bir dîvânın sâhibi olan Şâir Hükümdâr, şiirlerinde Hüseynî mahlasını kullanmış, küçüklükten beri birlikte büyüdükleri çocukluk ve mekteb arkadaşı Alî ŞîrNevâi ile Türkçenin devlet ve edebiyât dili olması için çalışmış, Türkçe yazmayı emreden ferman çıkarmıştır.Hattâ bununla da kalmayarak, devrinin ağır ve karışık hayâtına rağmen, çeşitli Türk şîve ve ağızlarına, halkıyâtına âşîna olarak kendi milletinin edebî zevkini de tatmıştır. Ali Şîr Nevâî onu Türk şîvelerini en iyi bilenler arasında göstermekten zevk duymuştur.

Şiirlerinde lirizm (=akıcılık ve coşturuculuk) hâkimdir. Dîvân’ındaki gazellerin hepsini remel vezniyle yazmış, böylece Türk Edebiyâtı içinde ayrı bir husûsiyet taşımıştır. Heyecânlı, çekici ifâdeler, tasvîr güzelliği, canlı bir üslubu vardır. Türkçenin âşıkı olan bu  Hükümdâr Şâir, yalnız fermanda kalmamış, Dîvân’ı ile de Türkçeye hizmetini bilfiil ortaya koymuş, dili çok güzel kullanmış ve şiirlerinde yabancı kelimelere oldukça az yer vermiştir.HüseyinBaykara saltanatının yükselişine büyük emeği geçen, ilim sanat adamı olduğu kadar, müşâvirlik de yapan, hattâ devlet hizmetinde yer alan, devrin Türkçe müdâfiî olanMîr Alî Şîr Nevâî,Mecâlisü’n-Nefâis adlı şuarâ tezkiresinin bir bölümünü ona tahsis ederek, bu hizmetini takdirle yâd etmiştir.

Türkçe Dîvân’ından başka Mecâlisü’l-Uşşâk adlı Farsça biyografik bir eserin yazarı olduğu söyleniyorsa da bu durum şüphelidir.Kendisini ilim ve kültüre veren, Farsça şiirler de yazan SultanHüseyinBaykara, 36 yılı aşkın saltanat sürmüş ve 1506 (H. 911) yılında vefat etmiştir. Sağlığında Herat’ta hazırlattığı Kubbe-i Âliyye’de yatmaktadır.

HÜSEYİN BİN ALİ

Resûlullah’ın torunu, hazret-i Ali’nin ikinci oğlu.On iki imâmın üçüncüsü. Hüseyin adını, Resûlullah efendimiz vermiştir. Künyesi, Ebû Abdullah’tır. Lakabı Seyyid ve Şehîd’dir. Soyundan gelenlere “seyyid” denir. 627 (H.6) senesinde Medîne’de doğdu. 680 (H.61)senesinde Kerbelâ’da şehid edildi.

Bir gün sabah namazından sonra,Resûlullah efendimiz mübârek yüzünü Eshâb-ı kirâma çevirmeden hazret-i Ali’yi çağırdılar. Berâber mescidden çıktılar. Eshâb-ı kirâm nereye ve niçin gittiklerini anlayamadılar.Tekrar döner, diye oturdular. Birlikte hazret-i Fâtımâ’nın evine gittiler.Hazret-i Ali’ye, kapıda durup, kimseyi içeri sokmamasını emir buyurdu. Zîrâ hazret-i Hüseyin dünyâya gelmişti.

Resûlullah efendimiz, hazret-i Hüseyin doğduğu zaman, kulağına; “O, Cennet çocuklarının efendisi (seyyidi)dir.” diye seslenmişti.Üsâme binZeyd, bir gece Peygamber aleyhisselâmı gördüğünü ve onun; “Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allah’ım, ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev.” dediğini rivâyet etmektedir. Bir defâsında da; “Hüseyin benden, ben Hüseyin’denim. Allahü teâlâ Hüseyin’i seveni sever.” buyurmuştu.Hazret-i Hüseyin, daha birçok hadîs-i şerîflerle methedildi.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmdeEhl-i beyte yânî İmâm-ı Alî, Fâtımatüzzehrâ ve İmâm-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyin’e buyuruyor ki: “Allahü teâlâ sizlerden ricsi, yâni her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir tahâret ile temizlemek irâde ediyor.” Eshâb-ı kirâm sordular. Yâ Resûlallah!Ehl-i Beyt kimlerdir?O esnâda, İmâm-ı Ali geldi.Mübârek paltosunun altına aldılar. Fâtıma-tüz-Zehrâ da geldi.Onu da yanına aldılar.İmâm-ı Hasan geldi, onu da bir yanına; İmâm-ı Hüseyin geldi, onu da öbür tarafına alarak;“İşte bunlar, benim Ehl-i Beytim.” buyurdular. Bu âyet-i kerîme ile ilgili hadîs-i şerîfler,Resûlullah’ın iki mübârek torununu sevmenin şart olduğunu belirtir. (Bkz. Ehl-i Beyt)

Hazret-i Hüseyin’in ilk çocukluğu Resûlullah efendimizin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu hâl, çok sürmedi.Hazret-i Hüseyin, bundan sonra ilmini ve edebini babasının yanında tamamladı.

Nakledildi ki:Bir gün hazret-i Hüseyin,Resûlullah efendimizin yanındaydı. Annesine gitmek istiyordu. Hava yağmurluydu. Resûlullah duâ buyurdu. Hazret-i Hüseyin eve gidinceye kadar yağmur ara verdi. Bir gün de Resûlullah efendimiz, hazret-i Hüseyin’i sağ dizine oğlu İbrâhim’i sol dizine aldı.Cebrâil aleyhisselâm gelip,Hak teâlâ, bu kisinden birini alacaktır. Sen birini seç, dedi. Eğer Hüseyin vefât ederse, benim canım yandığı gibi, Ali’nin ve Fâtıma’nın da canları yanar. Eğer İbrâhim giderse, en çok ben üzülürüm. Benim üzüntümü, onların üzüntüsüne tercih ediyorum buyurdular.Üç gün sonra oğulları İbrâhim vefât etti.

Hazret-i Hüseyin,Resûlullah’ın yanına her gelişinde onu öper ve; “Selâmet ve saâdet o kimseye ki, oğlum İbrâhim’i ona fedâ ettim.”buyurdu.

Hazret-i Hüseyin’in yüzü, karanlık gecede etrâfını aydınlatırdı. Yaya olarak yirmi beş defâ hacca gitti. Yanındakiler bineklere binse de, kendisi binmezdi.

Buyurdular ki:“Cömerd efendi olur, cimri hor olur. Bu âlemde bir mümin kardeşinin iyiliğini, kendinden önce düşünen, öbür âlemde daha iyisini bulur.”

Hazret-i Hüseyin, hep babasının yanındaydı. Babası şehid olunca,Medîne’ye geldi. Hazret-i Muâviye’nin vefâtında Yezîd’e bîat etmedi. Kûfeliler kendisini çağırıp, halîfe yapmak istedi. Kardeşi Muhammed bin Hanefiyye, İbn-i Ömer,İbn-i Abbâs ve dahâ nice Eshâb-ı Resûl mâni oldular. Fakat, nasîhatlerini dinlemeyip, yetmiş iki kişi ile Mekke’den,Irak’a yola çıktı. Yezîd,Şam’dan bunu haber alınca, Irak vâlisi, Übeydüllah bin Ziyâd’a emir gönderip,Kûfe’ye sokma, dedi. Bu da, Sa’d ibni Ebî Vakkâs’ın oğlu Ömer’in kumandasında bir ordu gönderdi.İbn-i Ömer, geri dönmesini bildirdi ise de, İmâm kabul etmeyip harb etti. Yanında bulunanlara da tekrar tekrar teslim olun denildi. Ancak 72’si de şehid oluncaya kadar savaşa devâm ettiler.

 Hazret-i Hüseyin 680 (H.61) senesi Muharrem ayının onuncu günü, Sinan binEnes Nehâî tarafından Kerbelâda şehid edildi.Mübârek oğlu Zeynelâbidîn küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve hazret-i Hüseyin’in mübârek başı Şam’a gönderildi. Mübârek başı, Mısır’da Karâfe Kabristanında medfûndur.

Peygamberimizden bizzât işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Kişinin İslâmının güzelliği, mâlâyâniyi terk etmesidir.

Bahîl(cimri) o kimsedir ki, yanında ismim anıldığında bana salât ve selâm getirmez.

Ben bir ağaca benzerim. Fâtımâ bunun kökü, Ali gövdesi, Hasan ve Hüseyin meyvesidir.

Hüseyin benden ben de Hüseyin’denim. Hüseyin’i seveni Allahü teâlâ sever. Hüseyin, torunlarımdan bir torundur.

HÜSEYİN BİN TALLAL

Ürdün Meliki. 14 Kasım 1935’te Amman’da doğdu. Peygamber efendimizin soyundan olup, şerîftir. Harrow ve Sandhurs’ta öğrenim gördü. 1952’de sağlığının bozulması üzerine tahttan indirilen babası Kral Tallal’ın yerine geçti. Tahta çıktıktan sonra uygulamaya koyduğu politikalarla ülke ekonomisini güçlendirmeye çalıştı. 1956’da Arap Lejyonu komutanı İngiliz general John Bagot Glubb’ın görevine son verdi. 1958’de de İngiliz birliklerinin ülkesinden çekilmesini sağladı. Aynı yıl Irak’la ittifak anlaşması yaparakArap Federasyonunu kurdu.

Kral Hüseyin, Haziran 1967’de başlayan Arap-İsrâil Savaşına katıldı. Savaşta Ürdün birlikleri çeşitli başarılar sağladılarsa da diğer Arap ülke liderlerinin basîretsizlikleri sebebiyle Arap orduları yenilgiye uğradı. Ürdün’ün Batı Şeria toprakları İsrail tarafından işgal edildi. Savaştan sonra ülkesinde yaşamalarına izin verdiği Filistin gerillalarının, ülkede terör havası estirip karışıklıklar çıkarmaları üzerine 1971’de sınırdışı etti. Kamplarını kapattı. 1972’de büyük bir fedâkârlık örneği göstererek krallığını Ürdün ve Filistin olmak üzere iki federe devlete ayırma ve böylece Birleşik Arap Krallığını vücuda getirmeyi teklif etti. Fakat Filistin direniş teşkilâtı, Arap ülkeleri ve İsrail bu plâna karşı çıktılar. Kral Hüseyin 1973’te Dördüncü Arap-İsrail Savaşı sırasında Suriye cephesine asker gönderdi.Mayıs 1974’te Filistin Kurtuluş Teşkilâtını Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. 1980’de başlayanİran-IrakSavaşında Irak’ı destekledi. Amerika BirleşikDevletlerinin, İsrail’in baskısı sebebiyle Ürdün’e silah satmama kararı almasından sonra, ordusunu Fransız ve Sovyet silahlarıyla techiz etti. Dünyânın en karmaşık bölgesinde yeralan ülkesini, uyguladığı ince siyâsetle bir çok bâdireden kurtardı.

HÜSEYİN CÂHİD YALÇIN

Servet-i Fünûn yazarlarından. 1874’te Balıkesir’de doğdu. Mekteb-i Mülkiyeyi bitirdi. Çeşitli memurluklarda bulundu. Meşrutiyetin ilânında memurluktan ayrıldı. Tanin Gazetesi’ni çıkardı. Gazeteciliğini ölümüne kadar sürdürdü. Roman ve hikâyeleri yanında polemik yazıları da vardır. Milletvekili oldu ve Meclis-i Mebûsân reisliğinde de bulundu. İstanbul’un işgalinde İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü. Dönünce tekrar Tanin Gazetesi’ni çıkardı (1922-1925). Siyasî sebepler yüzünden bir buçuk yıl Çorum’da sürgün kaldı. Sonra İstanbul ve Kars milletvekili oldu. Ölümünde Ulus Gazetesi’nin baş yazarıydı.

Siyasî ve sosyal fikirlerinde bir kararlılık ve açıklık olduğu söylenemez. Daha İdâdî mektebindeyken Nâdîde adlı romanı ile edebiyat hayatına atılan Hüseyin Câhid, roman ve hikâyeleri ile Servet-i Fünuncular safına geçti. Daha sonra siyâsî yazarlığa başladı. Hattâ, Servet-i Fünûn, HüseyinCâhid’in Fransız ihtilalini îmâ eden bir yazısı üzerine kapatıldı.

Servet-i Fünûn’a roman, hikâye, tenkid ve fıkralar yazan HüseyinCâhid, süslü bir üslûp kullanmıştır. Arkadaşlarına nazaran daha sâde yazmaya çalışmıştır. Bulunduğu akımın üslup ve prensiplerine heyecanla bağlı olduğu bu eserlerinde aşırı bir batı hayranı olarak görülür. Eski kültür ile bağların koparılmasını taassupla ve ısrarla istemektedir.

Tercüme ettiği, İtalyan müsteşriki Kaytano’nun İslâm Târihi adlı eseri İslâmiyete ve Peygamber efendimize iftirâlarla doludur.

Hüseyin Câhid basın hayâtında da kuvvetli olan kimselere yağ çekerek menfaat sağlamaya çalışmış, hiçbir zaman fikrî bir istikrârı olmamıştır.

Tartışma yazılarında, “Servet-i Fünûn edebiyatı avama mahsus değildir.” fikrini ısrarla savunmuştur. Koyu alafrangacılığın ve salon edebiyatının temsilcilerinden biri olarak realist akıma da bağlanmıştır.İbret verici, ahlâkî, millî eserler yazmayı ve bu türde yazanları hor görmüş ve karşı çıkmıştır.

Servet-i Fünûn’a yapılan hücumları karşılayan polemik yazılarını Kavgalarım (1910) adlı kitapta toplamıştır. Edebî Hâtıralar (1935) ise Servet-i Fünun devrini en iyi tanıtan eserlerindendir.

Edebî yazıları şunlardır: Hayât-i Muhayyel (1899), Hayâl İçinde (1910), Hayât-ı Hakikiyye Sahneleri (fıkralar ve hikâyeler, mensur şiirler, 1910), Niçin Aldatırlarmış (hikâye ve hatıraları, 1924).

HÜSEYİN KÂZIM KADRİ

Siyâset adamı, yazar. 1870 yılında İstanbul’da doğdu.

Soğukçeşme Askerî Rüştiyesinde ilköğrenimini, Mülkiye Mektebini, İzmirİngiliz Ticâret Mektebini bitirdi. Kendi kendini yetiştirdi. Arabî, Fârisî, İngilizce, Fransızca, Lâtince ile Grekçe yâni Rumcayı öğrendi. Zirâat tahsili için Almanya’ya gitti. Dönüşünde Aydın vilâyeti Muhâsebe Kaleminde, İstanbul Mâliye Nezâreti Mektûbî Kaleminde ve Hâriciye Nezâretinde memurluklarda bulundu. Dârüşşafaka Lisesinde astronomi öğretmenliği yaptı. Bir sene Manisa’daki çiftliklerine çekilerek çiftçilikle uğraştı. 1908 Meşrûtiyetten sonra Tevfik Fikret ve Hüseyin Câhid ile Tanin Gazetesi’ni çıkardı.Samsun,Selânik mutasarrıflıklarında, Halep vâliliğinde, İstanbul Şehreminliğinde, vâli vekilliğinde, Selânik vâliliğinde çalıştı. 1912’de Meclis-i Meb’ûsân’a Manisa mebûsu olarak girdi.İttihatçılar tarafından tekrar Selânik vâliliğine gönderildi (1912). Rumeli Balkan Harbi ile kaybedilince, İttihatçılarla arası açıldı ve Beyrut’a gitti (1914). Büyük TürkLügati’ni hazırlamaya başladı.Sûriye’nin Osmanlı İmparatorluğundan ayrılması üzerine, yerliler tarafından Beyrut vâliliği teklif edildi. Fakat kabul etmedi. İstanbul’a gelerek yeniden siyâsî mücâdeleye başladı. Mütârekede Meclis-i Meb’ûsan’a Aydın mebûsu olarak girdi ve ikinci başkan oldu.

İşgâl kuvvetlerince meclisin dağıtılması üzerine, aynı sene, Tevfik Paşa kabînesinde Ticâret, Zirâat ve evkaf nâzırlıklarında bulundu. Ankara hükûmeti ile olan anlaşmazlığı çözmek için Müşir Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki heyette bulundu. Bilecik mülâkâtında uzlaşmanın imkânsız olduğunu görerek istifâ etti.

Ticâretle uğraşmaya başladı. Son yıllarını Beylerbeyi’ndeki yalısında geçirdi.Hava değişimi için gittiği Tarsus’ta öldü. Nâşı İstanbul’a getirilerek Küplüce Mezarlığına gömüldü (1934).

Ölümünden iki yıl önce değerli kütüphânesini Üsküdar’da bulunan Selim Ağa Kütüphânesine bağışladı. Dînî eserlerinde Şeyh Muhsin-i Fânî takma adını kullandı. Altmışa yakın eseri vardır.

Hak ve Hakikat, Felâha Doğru, İstikbâle Doğru, İslâm’ın Avrupa’ya Son Sözü, Yirminci Asırda İslâmiyet, Arnavutlar Ne Yaptı? Çar Nikola’ya Açık Mektûb, 10 Temmuz İnkılâbı ve Netâyici, Nüzûl, Beyân, Târih Hâtıraları, Büyük Türk Lügati, İnsan Hakları Beyannâmesinin İslâm Hukûkuna Göre Îzâhı eserlerinin belli başlılarıdır.

HÜSEYİN PAŞA (Amcazâde Hacı)

Osmanlı sadrâzam ve devlet adamlarından.Köprülü Mehmed Paşanın kardeşi Hasan Ağanın oğlu olup, doğum târihi belli değildir.Yeğen Hüseyin Bey nâmı ile de tanınmaktadır. İlk defa Sadrâzam Kara Mustafa Paşanın giriştiği Viyana Seferinde bulundu. 1684 yılında Beylerbeyi pâyesiyle Şehrizor eyâleti vâliliğine gönderildi. 1689 yılında vezir oldu. Sadâret kaymakamlığı, kaptan-ı deryâlık, Sakız muhâfızlığı, Adana vâliliği ve Belgrad muhâfızlığı gibi vazîfelerde bulunan Hüseyin Paşa, Sultan İkinci Mustafa’nın Zenta sefer-i hümâyûnuna katıldıktan sonra, 18 Eylül 1697’de sadrâzamlığa getirildi. Hüseyin Paşa ilk olarak 1683 yılından beri müttefik Avrupa devletlerine karşı devâm eden harbe son vermek istedi. Bu sûretle Almanya, Venedik ve Polonya ile sulh yaparak Karlofça Antlaşmasını imzâladı.

On altı sene süren muhârebe tabiî olarak memleketin iktisâdî bünyesini bozmuştu. Osmanlı mâliyesi buhranlı zamanlar geçirdiği gibi, artan vergiler de halkı zor durumda bırakmıştı. Amcazâde Hüseyin Paşa, halkın kalkınması ve çalışma sâhasına atılması için savaş sebebiyle alınan bâzı vergileri kaldırdı ve bakâya kalanları da affetti. Bu hal çiftçilere rahat bir nefes aldırttığı gibi sanâyinin gelişmesine de yol açtı. Amcazâde’nin ehemmiyetle tâkib ettiği işlerden birisi de Yörük ve Kürd aşîretlerinin iskânı oldu. Antalya, Alâiye, Manavgat, Urfa ve Malatya taraflarına yapılacak bu iskân hareketiyle, bölgede zirâî faâliyet büyük ölçüde artacaktı.

Amcazâde Hüseyin Paşa, Kaptan-ı deryâ Mezomorto Hüseyin Paşa ile el ele vererek deniz kuvvetlerini esaslı bir şekilde ıslaha çalıştı. Donanmada kalyon esâsı kat’î sûrette kabul olunarak, çektiri yâni, kürekli donanma usûlü terk edildi. Böylece Osmanlı donanması,Akdeniz’in en kuvvetli donanmasına sâhib olan Venediklilere karşı üstün vaziyete geçti.

Bu sâyede Akdeniz sâhil ve adalarında sükûn ve emniyet tesis edildi. Beş sene süren sadâreti devrinde adlî, mâlî, askerî ve ekonomik durumu büyük ölçüde düzeltmeye muvaffak olan Amcazâde, 1702 yılında vazîfesinden ayrıldı. Aynı yılın sonlarında da vefât etti. Vefât ettiğinde 60 yaşındaydı.

Amcazâde Hüseyin Paşa devlet işlerine ve memleket ahvâline vâkıf, tedbirli ve ileri görüşlü bir devlet adamı idi. Adam yetiştirmeği sever, meziyetli ve kâbiliyetli insanları himâye ederdi. Cömert olup hergün ihtiyâç sâhiplerine 1000 akçe ve yılda bir defa da fakirlere 500 kese para dağıtırdı. Başta şâir Nâbî ve târihçi Mustafa Nâimâ olmak üzere devrinin ileri gelen bütün ilim adamlarına refah içinde çalışabilmeleri için her türlü yardımda bulunmuştur. Nitekim Nâimâ; Ravzatü’l Hüseyin adındaki muazzam eserini Hüseyin Paşa’ya ithaf etmişti. Amcazâde Hüseyin Paşa tarafından yaptırılan ve zamânımıza kadar gelen en büyük eser, Anadolu hisarı ile Kanlıca arasındaki yalıdır. Bir çok hayır eserleri arasında Saraçhâne başındaki mescid, medrese, mektep, kütüphâne ve çeşmesi dikkat çekmektedir.

HÜSEYİN PAŞA (Gâzi, Deli)

Osmanlı sadrâzamlarından. Bursa Yenişehir’de doğan Hüseyin Paşa, Enderun’da, saray baltacıları arasında eğitim gördü. Küçük ve büyük mîrâhûrluk vazifesinde bulunduktan sonra, 1632 yılında Kaptan-ı deryalığa getirildi. Bir müddet sonra açılan Revan Seferine Kaptan-ı derya olarak katıldı. Revan’ın fethinde büyük gayret gösteren Hüseyin Paşa, daha sonra Âzerbaycan üzerine yapılan harekâta katıldı. Dönüşte Diyarbekir’deyken 1635 yılında devletin mühim eyaletlerinden biri olan Mısır’a Beylerbeyi tâyin edildi.İki sene bu vazifede kalan Hüseyin Paşa İstanbul’a çağırılarak, Anadolu Beylerbeyliğine getirildi ve Sultan Dördüncü Murâd’la beraber Bağdat Seferine çıktı. Muhâsara esnâsında kendi tarafına düşen iki kaleyi kolaylıkla zaptetti ve Bağdat’ın içinde sükûnu sağlamada büyük rolü oldu. Ayrıca iç kaledeki Narin Kuleyi bir bölük asker ile ele geçirmesi herkesi hayretler içinde bıraktı. Sultan Dördüncü Murâd bu başarılarından dolayı onu, kubbe vezirliğine tâyin etti. Hüseyin Paşa, 1639 yılında Sadâret Kaymakamı oldu ise de,Sultan İbrahim’in tahta geçmesinden sonra yeniden Kaptân-ı deryalığa getirildi. Bu sıralarda Karadeniz ticâretine engel olan Rus-Kazak korsanlarına karşı Karadeniz Seferine çıktı. Çok geçmeden 30 kadar Rus-Kazak gemisini ele geçirerek İstanbul’a gönderdi. 1641’de Özi, 1642’de Bosna ve 1644 yılında Budin beylerbeyi olan Hüseyin Paşa, nihayet 1646’da Hanya Muhafızlığına getirildi.Savaşlarda gösterdiği cesareti sebebiyle “deli” lakabını alan Hüseyin Paşa, kış ortasında Girit’i ele geçirmek için muhârebeye başladı. Venediklilere karşı yaptığı altı muhârebede de başarı kazandı. Resmo ve Sivrihisar başta olmak üzere, Girit’in bütün şehirlerini ele geçirdi.Karargâhını Resmo’da kuran Hüseyin Paşa, kan ve barut içinde kalmış olan kaleyi yeniden tâmir etdirdi. Şehirdeki bir kiliseyi câmiye çevirdi. Hüseyin Paşa, bir taraftan îmâr faâliyetlerini sürdürürken diğer taraftan müstahkem Kandiye Kalesini zaptetmek üzere hazırlıklara girişti. Ancak bu sırada yardıma gelmekte olan Osmanlı donanması Kandiye Boğazı önünde Venediklilere yenilince, muhâsaradan bir netice alamadı. Hüseyin Paşa, buna rağmen kuşatmayı kaldırmadı ise de, gerekli yardımı alamaması, kalenin düşmesini engelledi.Önce Rumeli Beylerbeyliğine tâyin edilen Hüseyin Paşa bâzı siyâsî sebeplerle Yedikule’de hapsedildi. 1659 yılında idâm edildi.

Halk arasında “gâzî” ve bilhassa gözünü budaktan sakınmaz tavrı ve hareketleri neticesinde “deli” lakabı ile tanınmış olan Hüseyin Paşa, kuvvetli bir vücut yapısına sâhip, cesur bir vezirdi. Özellikle Revan ve Bağdat seferleri ile Girit’in fethinde gösterdiği kahramanlıklar kendisine büyük bir şöhret kazandırdı. Girit’te 12 yıl geceli gündüzlü cephede kalmış ve bütün parasını adanın îmârına harcamıştı. Bu sebeple halk arasında ziyâdesiyle sayılıp seviliyordu. Bilhassa Girit Rumları arasında İslâmiyetin yayılmasına gayret etmiş ve onun gösterdiği adâlete hayran kalan Hıristiyanlar, kitleler halinde İslâma girmişlerdir. Bu, Arnavutluk ve Bosna-Hersek’tekinden sonra Balkan kavimleri arasında üçüncü toplu İslâmlaşma hareketidir. Bâzı kiliseleri câmiye çevirtip, Hanya ve Kandiye başta olmak üzere pekçok yerde câmi yaptırdı.

Hüseyin Paşa son derece kuvvetliydi. Rivâyete göre İstanbul’a gelen İran elçisi memleketinden getirdiği bir yayı Sultan Dördüncü Murâd’a takdim etmişti. Kurulu bir vaziyette bulunan yayın özelliği, boşaltıp yeniden kurmanın son derece zor olmasıydı. Nitekim sarayda tertib olunan bir müsabakada hiçbir şahıs bu yayı boşaltamamış ve pâdişâh yayın Ağa Kapısına asılmasını ve bu işi yapacak olan şahsın kendisine bildirilmesini istemişti. Bu arada Ağa dâiresinde hizmet etmekte olan Hüseyin Paşa yayı kurup boşaltmış ve durum Sultan Murâd’a bildirilmişti. Hüseyin Paşa, daha sonra aynı hareketi Sultan’ın ve İran elçisinin huzurunda birkaç defa tekrarlayınca, Sultan, pek beğendiği bu genci bir daha yanından ayırmamıştı.

HÜSEYİN PAŞA (Küçük);

Osmanlı denizcisi. Tayazâde Dâmâd Küçük Hüseyin Paşa da denir. 1757’de Gürcistan’da doğup, 1803’te İstanbul’da vefât etti.Üçüncü SultanSelim Hanla süt kardeşi olup, Topkapı Sarayı’nda Enderûn-ı Hümâyûnda eğitim gördü. Birinci Abdülhamîd Hanın kızı Esmâ Sultanla evlendi.

Üçüncü Selim Hanın (1789-1808) hükümdârlığı zamânında Başçuhadarlığa getirildi. 11 Mart 1792’de vezirlik rütbesiyle Kaptan-ı deryâ oldu. Akdeniz’e sefere çıkıp, adaların durumunu düzeltti. Mısır’ın Fransızlardan kurtarılmasında büyük hizmeti oldu. Sultan Selim Hanın takdirini kazandı. Tersâneleri genişletip modernleştirdi. Büyük gemiler inşâ ettirdi.

Dâmâd Küçük Hüseyin Paşa, 7 Aralık 1803’te vefâtına kadar on iki yıla yakın Türk donanmasında kaptanpaşalık yaptı. Hüseyin Paşa ölünce, hazret-i Ebû Eyyûb-ı Ensârî’nin kabri civârına defnedildi.

HÜSEYİN PAŞA (Ohrili)

On yedinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamlarından. Ohrili bir timarlı sipâhinin oğludur. Bostancı Ocağında yetişti. Bostanbaşılık, Yeniçeri Ağalığı ve Rumeli Beylerbeyliği yaptı. Vezirlikle Dîvân-ı Hümâyûnda bulunurken Güzelce Ali Paşanın yerine Veziriâzam oldu (Mart 1621).

Sultan İkinci Osman Hanın Lehistan Seferinde bulundu. Hotin önündeki savaşta meşhur gâzilerden Karakaş Mehmed Paşanın düşmana hücum esnâsında ona yardım etmeyerek şehâdetine sebeb olduğundan azledildi (Ağustos 1621).

İkinci Osman vakası sırasında Dilaver Paşanın ocaklılar tarafından öldürülmesi üzerine ikinci defâ Veziriâzamlığa getirildi. Ancak isyan giderek büyüdü. Sultan Osman, Üsküdar’a geçip Bursa’ya gitmek istediyse de Hüseyin Paşa ile Bostanbaşı bunu uygun bulmadılar ve Pâdişâhın Ağa Kapısına gitmesini istediler. Hüseyin Paşa Şehzâdebaşı’ndaki yeniçerileri iknâ ederek Sultan Osman’ı Ağa Kapısına götürdü. Ancak Sultan Osman, Ağa Kapısından alınıp Orta Câmiye götürüldüğü esnâda Hüseyin Paşayı yakalayan âsi yeniçeriler derhal öldürdüler. O ölüm anında; “Yoldaşlar, pâdişâhınız Ocağınıza sığındı, mürüvvet sizindir, pâdişâhınızı bu hakârete lâyık görmeyin!” diye yalvardı.

Sultan İkinci Osman Han Yeni Odalara getirildiği sırada yolda Hüseyin Paşanın cesedini görünce ağlayarak; “Bu mazlum bî-günâh idi. Her zaman bana kul hakkında iyilik söylerdi. Bunun sözünü dinleseydim başıma bu işler gelmezdi!” demiştir.

Hüseyin Paşa Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi Türbesi mezarlığına defnedildi. Paşanın memleketi Ohri’de pekçok hayırlı eserleri mevcuttur. Ayrıca Çırağan Sarayının bulunduğu yerde bir mevlevîhâne yaptırmıştır.

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

Yirminci yüzyıl Türk romancılarından. 17 Ağustos 1864’te İstanbul’da doğdu. Annesini 3-4 yaşlarında kaybetti ve memurluğu sebebiyle uzaklarda bulunan babasından ayrı olarak Aksaray’da anneannesi tarafından büyütüldü.İlk ve orta öğretimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti ise de, hastalık yüzünden okulu yarıda bıraktı. Daha çok özel dersler ve sıkı çalışma ile Fransızca öğrenip kendisini yetiştirdi.

Yazarlığa pek erken başlayan Hüseyin Rahmi, 1880’den sonra bâzı memurluklarda bulunmuşsa da, 1908’den îtibâren memurluğu tamâmen bırakıp kalemiyle yaşamaya başlamıştı. Hayatında büyük hâdiseler, düşüş ve kalkışlar bulunmadığı için sürekli eser yazabilen verimli romancılardan biridir.

Hiç evlenmemiş olan Hüseyin Rahmi, 1935-43 yılları arasında iki dönem, milletvekilliği yapmıştır.Son otuz bir yılını geçirdiği Heybeliada’da (8 Mart 1944) öldü ve orada Abbas Halim Paşa Mezarlığına gömüldü.

Servet-i Fünuncuların çağdaşı ve yaşıtı olduğu halde, o topluluğa girmeyen Hüseyin Rahmi, daha ilk romanı olan Şık ile tanındı. Ahmed Midhat, bu romanı gazetesi Tercüman-ı Hakikat’te tefrika ettirmiş, Hüseyin Rahmi’yi de gazeteye yazar olarak almıştı. Hüseyin Rahmi gazeteciliğin ilk yıllarında tercüme ile uğraştı, sonra İffet ile peşpeşe yazdığı romanlarını yayınladı.

Romancı ve hikâyeci olarak edebiyatımızda tanınan Hüseyin Rahmi, aynı zamanda tiyatro eserleri, mizahî manzumeler ve makaleler de yazmıştır.

Tiyatroları: Roman ve hikâyelerinde, kişileri, başarıyla konuşturan HüseyinRahmi’nin oyunlarındaki ustalığı romanlarındakinin hayli altındadır. İstiğrâk-ı Seheri, Hazan Bülbülü gibi eserleri sadece okumak için yazılmıştır. Başarıyla oynanan tek eseri Kadın Erkekleşince adlı üç perdelik dramıdır ki, bu eser de Utanmaz Adam’ın sahneye uygulanmasından ibârettir.

Edebî tenkit ve polemik yazılarını Cadı Çarpıyor, Şikâyet-i Edebî gibi kitaplarında toplamıştır.

Roman ve hikâyeleri: Hüseyin Rahmi’nin bıraktığı yetmiş eserden otuz altısı roman, yedisi ise küçük hikâyedir.

Kendine has bir düşünce, üslûp ve teknikte yazan Hüseyin Rahmi, Ahmed Midhat Efendinin “Halk için roman” geleneğini daha çağdaş usûller içinde devam ettirmiştir.

Ahmed Midhat gibi Hüseyin Rahmi’yi de tek bir batılı edebiyat akımına bağlamak çok zordur. Mürebbiye’ye kadar çıkan romanlarında daha çok romantizmin etkisi görülür. Bundan sonra realist, naturalist akımlara büyük hızla sarılmışsa da romantizmden tam olarak sıyrıldığı  hiçbir zaman söylenemez. Son eserlerinde, psikolojik ve marazî roman tarzlarını denemiştir.

Eserlerinde romantik, duygulu, rûhî, cinâî, marazî ve güldürücü unsurları çok kattığı hâlde realizmin temel metodu olan gözlem, onda ikinci bir tabiat meydana getirmiştir. Hayatın ve toplumun çirkin ve pis yanlarını gösterme merakı onu naturalizme doğru itmiştir. Naturalist yazarlar gibi o da görüşünü isbat etme amacına ulaşmak gayesi ile hayatın çirkin, bayağı ve gülünç yanlarını seçerek mübâlağa ile yansıtır.

Hüseyin Rahmi, roman tekniği bakımından çağdaşlarından geridir. Eserlerini geçim için yazdığından, gereksiz uzatmalar yapmış, çok kere çalakalem yazmıştır. Romanlarında temel olaylar ikinci, üçüncü derecedeki önemsiz ayrıntılarla karışarak zor ayırt edilir hâle gelmiştir. Romanlarındaki töre, fikir ve olay kalabalığı romanın akıcılığına engel olmaktadır. Aralara katılan ve olaylarla ilgisi az olan komik söyleşmeler çekici ise de bu hal eserlerini muhavere tekniğinde ortaoyundan farksız bir hâle sokmaktadır. Romanlarının çoğu, İstanbul halk zümrelerinin türlü yaşayış tarzlarını gösteren töre romanlarıdır. Ahmed Midhat’tan sonra daha modern ve geniş ölçüde insan kalabalığını, onların inanç ve âdetlerini, dert ve kusurlarını, toplumun aksayan, çürüyen, bozulan yanlarını büyülterek anlatan bir roman yazarıdır. Eserlerinin hemen hepsinde; “fuhuş, taklitçilik, yoksulluk, boş inançlar, gayri meşrû çocuklar, harp zenginliği, frengi, boşanma, mürâilik, züppelik” gibi toplum yaralarına parmak basmıştır.

Realist-naturalist metodla çalışmak isteyen Hüseyin Rahmi, kişilerini tâ çocukluk ve gençlik devrelerinden tutarak ele almıştır. Romanlarındaki kişilerin çoğu alt tabakalardan olduğu için İstanbul’un yoksul, kirli, bakımsız semtleri romanlarında çok görülür. Eserlerindeki olaylar kendi yaşadığı zamanda geçer. Seksen yıllık târihimizin bütün yönleri, yıkıntıları ve çöküşleri, onun romanlarına yansımıştır.

Hüseyin Rahmi’nin romanlarında birbirinden farklı iki üslup göze çarpar: a) Söyleşme üslûbu, b), Tahkiye, tahkir ve hitâb üslûbu. Üslûbunun canlı, neşeli ve yaşayan tarafı söyleşmelerde görülür. İstanbul konuşma dilinin bütün alay, istihza, îmâ, cinas inceliklerini romanlarında görmekteyiz. Türlü halk tiplerini ve bilhassa külhanbeylerini konuşturduğu yerlerde zengin bir argo sözlüğü vardır.

Hüseyin Rahmi’nin tahkir, tasvir ve kitap dili ise cansızdır. Devrinin yazı diline göre pek sâde sayılmaz. Felsefe yaptığı yerlerde üslûbu daha da ağırdır. Romanlarında belli bir amaç vardır. Hüseyin Rahmi, Ahmet Midhat gibi halk için edebiyat yapılmasını savunur. Umuma ve topluma yönelen nazarî amacı dışında, romanlarında rastlanan başlıca müşahhas (somut) tezler şunlardır:

Romanlarının sekizinde karı-koca geçimsizliğini inceleyerek bunun sebebini, yaş, kültür farkı ve tarafların birinin ruh hastası olması gibi noktalara bağlamıştır.Yedi romanında Avrupa’yı ters anlayan ve bundan dolayı toplumda bayağı ve gülünç olan züppe takımını ele almıştır. Altı romanında batıl inanç taşıyan zümreleri yermiş, bunların çoğunun dîni istismar eden kişiler olduğunu göstermiştir. Sekiz eserinde, câhillik, bilgisizlikten doğan belâlar, ahlaksız harp zenginlerinin yaptığı âile fâciaları, devlet ve toplumca korunmayan insanların uğradığı felâketleri ele almıştır.

Son birkaç romanında ise ruh hastası, manyak, rezil, utanmaz, yarı deli kişileri inceleyerek, bunların toplum içinde oynadıkları rollerden doğan sonuçları göstermiştir.

Eserleri:

Romanları: Şık (1888), İffet (1896), Mutallaka (1898), Mürebbiye (1899), Metres(1900), Nimetşinas (1902), Şıpsevdi(1911), Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç(1911), Hakka Sığındık (1920), Hayattan Sayfalar (1920), Ben Deli miyim? (1925), Billûr Kalb(1926), Utanmaz Adam (1934), Kesik Baş (1942), Ölüm Bir Kurtuluş mudur? (1945).

Hikâyeleri: Kadınlar Vâizi (1920), Namuslu Açlık Meselesi(1933), İki Hödüğün Seyahati (1922), Tünelden İlk Çıkış (1934), Gönül Ticâreti (1939).

Tiyatroları: İstiğrâk-ı Seheri, Hazân Bülbülü, Kadın Erkekleşince.

Edebî tenkid ve polemik yazıları: Cadı Çarpıyor, Şikâyet-i Edebî.

HÜSEYİN VÂİZ-İ KÂŞİFÎ

Tîmûroğulları hükümdârlarından Sultan Hüseyin Baykara zamânında Herât’ta yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Hüseyn bin Ali, lakabı Kemâleddîn’dir. Kâşifî, Vâiz-i Hirevî Velî gibi isimlerle şöhret bulmuştur. Reşehât-ı Ayn’ül Hayât kitabının müellifi Ali Hirevî’nin babasıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. Horasan’da bulunan Sebzevâr veya Beyhak beldelerinden birinde doğdu. 1505 (H.910)’te Herât’ta vefât etti.

Çocukluğundan îtibâren ilim tahsiline yönelen Vâiz-i Kâşifî, zamânın âlimlerinden din ve zamanın fen bilgilerini öğrendi.Gençliğinin bir kısmını doğum yerinde geçirdi. Daha sonra Nişâbûr ve Meşhed’e gitti. Tefsir, hadis, fıkıh ve edebiyât ilimleri ile tasavvufta zamânın önde gelen büyüklerinden oldu. Herât’a gitti.Sultan Hüseyin Baykara’nın iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Şâir Ali Şîr Nevâî ile görüşüp, ondan teşvik gördü. Herât’ta çok tesirli vâz ve nasîhatlerde bulundu. Kâşifî mahlasıyla çok güzel Farsça şiirler yazdı. Herât’ta bulunduğu sırada vâz ve nasîhatlerine devâm etti. Ayrıca çeşitli ilimlere dâir pekçok kıymetli eserler yazdı. Kaynaklarda hayâtı hakkında geniş mâlûmât bulunmayan Hüseyin Vâiz-i Kâşifî, bâzı eserlerinde Ehl-i beyte karşı olan sevgisini izhâr ettiği için, çekemeyenleri tarafından Şiîlikle ithâm edilmişse de,Ali ŞîrNevâî ile olan arkadaşlığı ve Nefehât-ül-Üns müellifi Molla Câmi ile olan yakınlığı bu ithamların yersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca Ali Hirevî, Reşehât-ı Ayn’ül-Hayât adlı eserinde babasının Ahrâriyye yoluna olan bağlılığını bildirmektedir.Âlim ve fazîlet sâhibi bir zât olduğu âşikâr olan Hüseyin Vâiz-i Kâşifî,kimsenin aybını araştırmaz ve sû-i zanda bulunmazdı.

Eserleri:

1. Mevâhib-i Aliyye:Kur’ân-ı kerîmin kısa bir tefsîridir. Ali Şîr Nevâî’nin adına ithâfen yazdığı bu eserine Tefsîr-i Hüseynî de denilmektedir. İsmâil Ferruh Kırîmî tarafından Mevâkıbİsmiyle Türkçeye tercüme edilmiştir. Ayrıca Muhammed binİdris-i Bitlîsî başka bir tercümesini yapmıştır.Urdu ve Peştu diline tercümeleri de vardır.

2. Ahlâk-ı Muhsinî: Ahlâkla ilgili bir eser olup,Hüseyin Baykara’nın oğlu Ebü’l-Mühsin’e takdim edilmek üzere hazırlanmıştır.Enîs-ül-Ârifîn adıyla da 1566 (H.974) senesinde Azmî tarafından Türçeye tercüme edilmiştir.

3. Er-Risâlet-ül-Aliyye fil-Ehâdîs-in-Nebeviyye: Peygamber efendimizin kırk hadîs-i şerîfinin toplandığı bir hadis kitabı üzerine yazdığı sekiz bölümlük şerhidir. Kemâleddîn Muhammed Taşköprüzâde tarafından Sultan Birinci Ahmed Hana takdim edilmek üzere Türkçeye tercüme edilmiştir.

4. Ravdat-üş-Şühedâ: Farsça yazılan bu eserinde Ehl-i beytin üstünlüklerini anlatmıştır. Fuzûlî tarafından Hadîkat-üs-Süedâ adıyla Türkçeye telifi bir tercümesi yapılmıştır. Urduca ve Hintçeye tercüme edilmiştir.

5. Envâr-ü-Süheylî: Ebü’l-Meâlî Nasrullah tarafından Farsçaya tercüme edilen Kelile ve Dimne’nin yeni bir şeklidir.Humâyûnnâme adıyla Ali Çelebi tarafından Osmanlıcaya çevrilmiş olup, Avrupa’da meşhurdur. Eserin Fransızcaya tercümesi La Fontaine Hikâyelerine kaynaklık etmiştir. İngilizceye de tercüme edilmiştir.

6. Cevâhir-ü-Tefsîr li-Tuhfet-il-Emir: Ali Şîr Nevâî’nin isteği üzerine yazmaya başladığı Farsça Kur’ân-ı kerîm tefsiridir. Vâiz-i Kâşîfi bu eserini dört cilt olarak yazmayı plânlamış, ancak birinci cildini tamamlayabilmiştir.

7. Risâle-i Hâtemiyye: Hüseyin Baykara için Farsça yazılan bu eserin konusu Hâtem-i Tâî’nin menkıbeleridir.

8. Lübâb-ı Ma’nevî fî İntihâb-ı Mesnevî:Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinden seçtiği şiir mecmuasıdır. Lübb-i Lübâb-ı Ma’nevî adlı ikinci mecmuası ise Mesnevî’nin değişik düzenlemesidir.

9. Fütüvvetnâmey-i Sultânî:Vâiz-i Kâşifî’nin en kıymetli kitaplarından biridir. Akıcı bir dille yazılmış olan bu eser, fütüvvet konusunda yazılanların en önemlisi ve en genişidir.Vâiz-i Kâşifî bu eserinde önceki nesillerden gelen ve kitaplarda bulunmayan Fityân konusundaki bilgileri toplamıştır. Bu husustaki önemli yazılı kaynaklardan istifâde etmiştir.İran’ın ortaçağ târihine âit bâzı noktaları, fityan ve bunun içtimâî organizasyonu tam olarak bildirilmiştir. (Bkz. Fütüvvet)

10.Mahzen-ül-İnşâ:Hitâbet ve yazışma ile ilgili bir eserdir.Sultan Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevâî için yazılmıştır.

11. Esrâr-ı Kâsımî, 12.Tuhfet-üs-Salât, 13. Sebât-ül-Kâşife, 14. Fadl-üs-Salât ale’n-Nebiyyi, 15. Feyz-ün-Nevâl fî Beyân-iz-Zevâl, 16. Mir’at-üs-Safâ, 17. Matla-ul-Envâr, 18. Dîvân-ı Kâşifî, 19. Menâkıb-ül-Evliyâ, 20. Mecâlis-ül-Vâiz.

HÜSREV PAŞA (Boşnak)

Osmanlı Sadrâzamı. Aslen Bosnalıdır. Enderundan yetişip çeşitli hizmetlerde bulunduktan sonra, silahdârlığa kadar yükseldi. Çok geçmeden Yeniçeri Ağalığıyla saraydan çıkan Hüsrev Paşa, 1625’te Bağdad’ı İranlılardan geri almak üzere vazifelendirilen Serdâr Hâfız Paşanın ordusunda bulundu. 1626’da Kubbe Veziri oldu. İki yıl bu vazifede kaldıktan sonra 1628 yılında Sadrâzamlığa getirildi.

Hüsrev Paşa, Sadrâzam olduktan sonra ilk olarak şekiz yıldır devletin başına dert olan Abaza Mehmed Paşa üzerine yürüdü. Abaza Mehmed Paşa, Erzurum’da isyan etmiş ve üzerine gönderilen kuvvetleri bozmuştu. Hüsrev Paşa, seçkin bir kuvvetle Tokat’tan Erzurum üzerine yürüyüp şehri kuşattı. Kırk gün muhâsaradan sonra Sadrâzama mukâvemet edemeyeceğini anlayan Abaza teslim olmak zorunda kaldı ve İstanbul’a gönderildi (1628). Hüsrev Paşanın Erzurum’u muhâsarası esnâsında, üzerine gelen bir İran ordusu da pusuya düşürülerek bozguna uğratıldı. Kumandanları Şemsi Han esir alındı. Bu başarılarından sonra Hüsrev Paşa büyük bir zafer alayı ile İstanbul’a döndü. 1629 yılında Bağdat’ı geri almak için yeniden sefere çıkan Hüsrev Paşa, şiddetli yağan yağmurlar dolayısıyla Bağdat’a ulaşmanın zor olacağını düşünerek Hemedan üzerine yürüdü. Bölgedeki İran kuvvetlerini bozduktan sonra Hemedan ve Dergüzin’i aldı. Ancak asıl gâye olan Bağdat’ı kırk gün muhâsara etti ise de alamadı ve Mardin’e çekildi. 1630 yılını Mardin’de geçirip Bağdat üzerine gitmediğinden azledildi. Yerine ikinci defa Hâfız Ahmed Paşa veziriâzam oldu.

Ordu içinde bâzı birlikler, yeni veziriâzamı kabul etmeyip Tokat’ta bulunan Hüsrev Paşayı tekrâr vazifesine döndürmek isteyince orduda bölünme görüldü. Bunun önlenmesi için Diyarbekir valiliğine tayin edilen Murtaza Paşaya İstanbul’dan verilen gizli bir hatt-ı hümâyûn sonucu Hüsrev Paşa, Tokat’ta katledildi (Mart-1632). Veziriâzamlığı üç sene sekiz ay kadardır. Hüsrev Paşa azîm ve irâde sâhibi, orduyu sevk ve idârede muktedir, doğrulukta tanınmış, bir vezirdi. Asabî mîzâcı ve Bağdat’ın fethedilmemesi üzerine bâzı kumandanları idâm ettirmesi en çok tenkid edilen tarafıdır. Hüsrev Paşanın herhangi bir hâdiseye mahal vermedenAbaza meselesini halletmesi büyük hizmet olmuş ve takdir edilmişti.

HÜTHÜT

(Bkz.Çavuşkuşu)

HYDE PARK

Londra’daki kraliyet parklarının en büyüğü. Londra’nın batı kısmında yer alan park, yanındaki Kensington Bahçeleriyle birlikte 249 hektarlık alanı içine alır. Bahçeler bölümünde Long Water (Uzun Su), park bölümünde de kuzeyden güneye bir kavis çizen ve 16 hektarlık alanı kaplayan Serpentine Gölü vardır. Sokak hatiplerinin serbest konuşma yeri olarak bilinen Speakers Corner (Hatipler Köşesi) de buradadır.

Hyde Park’ın milletlerarası şöhreti Hatipler Köşesindeki serbest hitâbet geleneğinden gelmekdedir. Pazar günü bu parka gelip istediği gibi konuşmak serbesttir. Kraliçe’ye hakâretten başka her türlü konuşmanın serbestçe yapıldığı Hyde Park bir nevi milletlerarası sergi özelliği taşımaktadır. Burada konuşulan sözler park dışında konuşulduğu takdirde suç teşkil etmektedir. Halbuki burada konuşulunca suç unsuru olmamaktadır. Güneşlemek için geniş çim alanları, gezinti için çeşitli yolları olan Hyde Park’ta eğlence ve dinlenme adıyla her türlü fuhuş ve ahlaksızlık yapılmaktadır.