HÜLÂGÜ

Moğol hükümdarı. 1217’de doğdu. İran’da Moğol İlhanlı devletini kurdu.

Kardeşi büyük han Möngke tarafından İsmâiliye fırkasını ve Bağdat’ta bulunan halifeyi yok etmek üzere bir orduya komutan yapıldı. 1253 senesinde Moğolistan’dan çıktı. 1256 senesinde Âzerbaycan’daki sapık bir fırka olan İsmâiliye eşkıyalarını kılıçtan geçirdi.İsmâiliye devletinin son reisleri olan Rükneddîn’i öldürdü. Yüzlerce kale ve sığınağı yıktı. 1258 yılında da Bağdat üzerine yürüdü. Bu sırada Abbâsî Devletinin başında Halife Müsta’sım bin Müstensır bulunuyordu. Dînine çok bağlı ve Sünnî idi.Veziri olan İbn-i Alkami ise Şiî olup, halifeye sâdık değildi. Devlet idâresi bunun elinde idi. Abbâsîleri devirip Şiî devleti kurmak istiyordu. Moğol Hükümdârı Hülâgü’nün Bağdat’ı almasını, kendisinin de ona vezir olmasını istiyordu. Onun Irak’a gitmesini teşvik etmeye başladı. Şiî olan Nâsırüddîn Tûsî de Hülâgü’nün müşâviri idi. Bu da onu Bağdat’ı almaya teşvik ederdi.İşler iki Şiî arasında dönüyordu.

NihâyetHülâgü Bağdat’a saldırdı. Neft ateşleri ve mancınık taşları ile hücûm eden 200.000 mevcutlu Tatar ordusu karşısında 20.000’e yakın halife ordusu dayanamadı. Elli gün muhasaradan sonra Şiî vezir İbn-i Alkami sulh için diyerek Hülâgü’nün yanına gitti ve onunla anlaştı. Halifeye; “Teslim olursak serbest bırakılacağız”. dedi. Bu hîleden sonra teslim olan halîfe esir alınarak yanındakilerle beraber îdâm edildi. Dört yüz binden fazla Müslüman kılıçtan geçirildi.Milyonlarca İslâm kitabı Dicle Nehrine atıldı. Böylece büyük bir ilim hazinesi ve târihî kültür yok edildi.Güzel şehir harâbeye döndü.Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hatırası olarak saklanan mübârek emânetler(Hırka-i Saâdet) ve (Asâ-yı Nebî) yakılıp külleri Dicle’ye atıldı. Beş yüz yirmi dört senelik Abbâsi Devleti yok oldu. Hülâgü’nün asıl hedefi Suriye’yi ele geçirmekti. Haleb’i aldı. Şam’a giderken Möngke’nin ölüm haberi üzerine İran’a döndü. Şam seferini tamamlamak üzere bıraktığı ordu 1260 senesinde Mısırlılar’a yenildi.Hülâgü’nün bu seferinde bir milyon kadar Müslüman şehid edilmişti.

Kardeşinin ölümü üzerine hanlığa geçen Hülâgü’nün zamanında Moğol devletinin sınırları Amuderya’dan Akdeniz’e, Kaf kaslar’danHint Okyanusu’na kadar uzanıyordu. Hanlığı sırasında Müslümanlara çok eziyet etti,Hıristiyanları korudu. Sûriye seferi ile yakıp yıktığı yerleri tekrar imâr etmeğe çalıştı. Birçok puthane yaptırdı. 1265 senesinde Meraga şehrinde öldü, oraya gömüldü.

HÜMANİZM

Alm. Humanismus, Fr. Humanisme, İng. Humanism. Yunan ve Lâtin kültürü ve insanlık anlayışını benimseyip, onları kendilerine örnek alan, bu çerçeve içerisinde insana değer verilmesini esas kabul eden düşünce sistemi.

Papazlar tarafından değiştirilen Hıristiyanlığın ortaçağda temsilcisi durumunda olan kilisenin halka zulüm ve baskısına karşı tepki olarak doğdu. On dördüncü asırdan îtibâren Rönesans hareketiyle birlikte Avrupa’da yayılmaya başladı. Hümanizm hareketi taraftarları kilisenin bu tavrı karşısında, Yunan ve Lâtin kültürüne, hayat tarzına hayranlık duydular ve bir bakıma kiliseye bağlılığı bulunmayan serbest bir hayata kaçmak istediler. Bu sebeple Avrupa’da Hıristiyanlığa ve onun şahsında dinlere karşı düşmanlık meydana geldi. Bu düşmanlık daha sonraki asırlarda, Müslüman memleketlerde, Avrupa hayranları, kendi değerlerine bağlılıkları zayıf olan kimseler tarafından İslâm (veya din) düşmanlığı şeklinde ortaya çıktı.

İnsanlığın başlangıcından beri Allahü teâlâ tarafından gönderilen hak dinlere inananlar olduğu gibi inanmayanlar da oldu. Bu inanmayanlara inanmak saâdeti, mutluluğu nasîb olmadı. Bu sebeple hakîkî hürriyet demek olan Allahü teâlâya kulluk etmekten ayrılıp, kendi arzu ve isteklerinin esiri, kölesi oldular. Buna, her türlü kayıttan ve bağdan kurtulup, hürriyete kavuşma adını verdiler. İnsanı yaratılış gâyesinden uzaklaştıran bu düşünce tarzı daha sonra insanı tanrı îlân etmeye kadar ileri gitti.

Nitekim batıda hümanizm akımının önde gelenlerinden kabul edilen Auguste Comte, insanlığı tapılması gereken ebedî ve sonsuz varlık olarak gördü. “İnsanlık dîni” diye bir din kurarak kendine göre bu bozuk dînin esaslarını tesbit etti. A.Comte’un açtığı çığırda yürüyen Emile Durkheim ise, bunu daha ileri götürerek insanlığın yerine cemiyeti tanrı îlân etti. Daha sonra bu fikirleri alıp geliştiren Marx ve taraftarları doğrudan doğruya insanı tanrı îlân ettiler. Filozof Niçe ise, öldü dediği Hıristiyanlığın tanrısı yerine bütün değerleri kendisi ortaya koyan ve her türlü merhameti kaldıran bir üst insan kavramını ortaya attı. On dokuzuncu asırdan îtibâren bir sürü üst insan taslağı, cemiyetleri, devletleri ve dünyâyı alt üst ederek, milletleri ve insanları merhâmetsizce kırdırdılar. Alman filozofu Fichte ve Goethe, hümanist anlayışları sebebiyle Almanya’ya giren Napolyon ordularını insanlığın kurtarıcısı olarak karşıladılar. Fakat çok geçmeden Alman halkının Fransız çizmeleri altında ezildiğini görünce, ayılarak, hümanist düşüncedeki kardeşliğin boş olduğunu anladılar.

Aslında insana değer vermek ideâli ile Avrupa’yı eski Yunan ve Lâtin kültür ve hayâtına döndüren ve eski çağı örnek alan hümanizmin gerçekte insan sevgisi ve ona değer vermekle bir ilgisi görülmez. Çünkü Eski Yunan’da insan olarak korumaya muhtaç yeni doğmuş cılız bebeklerin ölüme terk edildiği görülür. Böyle bir kültürü ve insanlık anlayışını örnek alanlar ne zaman ellerine fırsat geçerse, menfaatları uğruna insanları öldürmekten hiç çekinmemişlerdir. Nitekim, son körfez krizinde hümanist kültürünün mensupları, binlerce insanın ölmesine seyirci kalmışlardır.

Yine Avrupa’nın önde gelen devletlerinden İngilizler, kendi insanlarını ve vatanlarını ne kadar yükseltip korurlarsa, diğer insanları ve memleketleri de o derece aşağı görüp sömürürler. Bu millet gerçekten müstemlekelerdeki yerli halkla berâber bir arada bulunmaz, yanlarına yerli halkı sokmazdı. Bilhassa Hindistan’da halka pekçok zulüm yaptılar. İngiliz İstihbarat Subayı meşhur Hudson, bir zarar görmeyecekleri husûsunda teminat vermesine rağmen, Bahadır Şahın iki oğlu ve bir torununu bizzat kurşun sıkarak öldürdü ve kanlarını içti. Sonra onların etinden çorba yaparak Şaha ve hanımına gönderdi. Yiyemediklerini görünce; “Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım!” dedi. Ayrıca İngiliz General Diyer, bisikleti ile gezen İngiliz kadın misyonere saygı göstermediler diye halkın üzerine ateş açtırıp, on dakikada yedi yüz kişinin ölmesine ve binden fazla kişinin yaralanmasına sebeb oldu. General bununla da kalmayarak halkı, üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürüttü. Demokrasinin timsali gibi görünen İngiliz Lordlar Kamarası, Dyer’in bu yaptıklarını alkış ve övgü ile karşıladı.

Yine Amerika’nın Hiroşima’ya attığı atom bombası sebebiyle binlerce insan öldüğü, sakat kaldığı gibi, günümüzde de olumsuz tesirleri görülmektedir.

Avrupalı devletlerin ve Amerika’nın; “İnsanlık, insan severlik, insanlara yardım.” sözleri, bugün ancak reklâm seviyesindedir. “Sizi seviyoruz.” yaldızlı sözlerinin arkasında aslında bir menfaat ve sömürü yatmaktadır.

Hâlbuki insanlık, insana kıymet ve değer vermeyi İslâmiyetten öğrenmiştir.

Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, ona en âdil muâmele tarzını İslâmiyet getirmiştir. Sevgili Peygamberimiz sonsuz saâdete kavuşmaları için İslâmiyeti teklif ederken insanlar arasında bir fark gözetmemiştir. Fakat tekliften sonra dereceleri farklı olmuştur. Meselâ hazret-i Ömer îmânla şereflenip yükselirken, Ebû Cehiller ve Ebû Lehebler îmâna kavuşma saâdetinden mahrum olarak alçalmışlardır. İslâmiyet başkasına zarar vermek bir tarafa, kalbini kırmaktan bile çok şiddetle men etmiştir. Nitekim Peygamber efendimiz; “Bir müminin kalbini kırmak yetmiş defâ Kâbe’yi yıkmaktan daha şiddetlidir.” buyurmaktadır. İslâmiyet, İslâm devletinin vatandaşı olan gayri müslime de adâletle muâmeleyi emreder; zulüm ve haksızlığı yasaklar. Peygamber efendimiz; “Kim zımmîye (gayri müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım.” buyurur.

İslâmî ilimlerden tasavvufun konusu da insanları bu rûh olgunluğuna kavuşturmaktadır. Evliyâ denilen Allahü tealânın sevdiği kullar, insanları bu ve daha pekçok rûhî olgunluklara eriştirmek için çalışmışlardır. Meşhur tasavvuf şâiri Yûnus Emre mâdem ki hep Allahü telânın kuluyuz, o hâlde birbirimizi sevmeyi hoş görmeyi tavsiye eder: “Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü.” der. Hele nazargâhı ilâhî olan gönül yıkmaktan ise:

“Bir kez gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil,

Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil.” 

diyerek şiddetle sakındırır.

Peygamber efendimizden îtibâren bütün Müslüman devlet adamları, milletlere bu gözle baktılar ve onlara Vedîatullah (Allahü teâlânın kendilerine bir emâneti) olarak muâmele ettiler. Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethi sırasında gayri müslimlere gösterdiği iyi muâmeleyi bugün Avrupalılar bile övmektedir. İslâmiyette, adâlet karşısında herkes eşittir. Sultan tebea farkı gözetilmez. Hattâ Fâtih Sultan Mehmed ile bir Yahûdî, kâdı huzûrunda yanyana muhâkeme edilmişlerdir. Üzerlerine gelinmedikçe kimsenin üzerine gitmediler. Harpleri; insanlığı, insanlığına kavuşturacak olan i’lây-ı kelîmetullah (Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmek, İslâmı yaymak) için yaptılar.

Marcel A. Boisard isimli bir Fransız L’Humanisma d’l’Islam adlı eserinde şöyle demektedir:

“Bu kitap Müslümanlara sevimli görünmek için yazılmamıştır. Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydana getiren İslâmı ve hümanizmini hakîkî cephesi ile ortaya koymak için yazılmıştır.”

Buna rağmen bilhassa Tanzimâttan îtibâren Türk aydınları da kendi benliğinden ve değerlerinden uzaklaşarak batının bize yabancı kültürlerini taklid edip getirmeye başladılar. Bu arada hümanizmi insancıllık diye tercüme edip kullanarak kendilerinin insan sevgisi ile dolu birer hümanist olduklarını îlân ettiler. Ancak aynı düşüncede olmayıp, diline, örfüne, târihine, dînine bağlı olanlara karşı giriştikleri düşmanca tavırları, kendi sözlerini yalanlamıştır.

Hülâsa hümanizm, batı cemiyetinin bünyesinden doğan bir düşünce tarzıdır. Belki batı insanı kilisenin baskısı karşısında böyle bir hareketin ortaya çıkmasına muhtaçtı. Fakat Müslüman-Türk cemiyetinin böyle cereyanlara aslâ ihtiyâcı yoktur. Çünkü İslâmiyette ve onunla yoğrulmuş Müslüman milletlerin kültürlerinde, hümanistlerin aradıkları, hattâ hayal bile edemedikleri derecede insana kıymet verilmiştir. Çünküİslâmiyet, insanı eşref-i mahlûkât, yaratılanlar arasında en şerefli varlık olarak bildirir.

HÜMÂYÛN ŞAH

Hindistan’daki Büyük Gürgâniyye Devleti (Babürlüler) hükümdarı. Lakabı Mîrzâ Nâsırüddîn Muhammed’dir. 6 Mart 1508 yılında Kâbil’de doğdu. Gürgâniyye Devleti (1526-1858)nin kurucusu Bâbür Şahın MâhımBegüm’den doğan büyük oğludur. Hümâyûn Şah, âilesinden aldığı mükemmel terbiye sâyesinde iyi bir asker, âlim ve şâir olarak yetişti.Gençliğinden îtibâren, babasının bütün askerî harekâtına katıldı. Eyâlet vâliliği yaptı.

Bâbür Şah (1526-1530)ın 21 Mayıs 1526 târihinde Hindistan’ın Lûdî Sülâlesine son veren Pânipüt Savaşında Hümâyun Şah en ön safta çarpışıp büyük kahramanlıklar gösterdi. Lûdîlerin yenilip, Gürgâniyye Devletinin kurulmasını sağlayan Pânipüt Zaferi sonrasında, Agra şehrini kuşatıp aldı. Gürgâniyye veliahdı oldu. Babasının sağlığında meydana gelen iç ayaklanmaları bastırdı. 1530 yılında Bâbür Şâhın vefâtıyla Gürgâniyye sultanlığına getirildi.

Hümâyûn Şâh Kâbil, Kandehâr, Gazne, Pencâb taraflarına kardeşi Mîrzâ Kâmrân’ı gönderip, kendisi de Hindistan’ın fethine başladı. Fakat büyük güçlüklerle karşılaştı. Afganistan’da Şîr Han Sûrî’nin idâre ettiği Afgan Beyleri isyânı aleyhine genişledi. Gucerât Seferine çıkıp, Sultan Bahâdır’ı 24 Nisan 1535’te Manhasar Meydan Savaşında yenip, Gücerât’ı fethederek idâresini kardeşi Askari’ye verdi.

1535 târihinden îtibâren Hümâyûn Şahın kardeşleri arasında iç mücâdeleler başladı. Afgan Beylerinden ŞîrHan, Sûrî Bihâr ve Bengâl’e saldırdıysa da alamadı. Fakat, Hümâyûn Şah 1539 ve 1540 yıllarında iki defâ ŞîrHana yenildi. 17 Mayıs 1540 Kaneviç Savaşı yenilgisinden sonra İran’a sığındı.

Gürgâniyye Devleti saltanatı, 1540-1554 yılları arasında Delhi Surî Sultanlığına geçti. Hümâyûn Şâh 1554 yılına kadar İran’da Şah Birinci Tahmasb Safevî’nin (1524-1576) yanında kaldı. Şâh Tahmasb, Hümâyûn Şahı Osmanlılara karşı kullanmak ve Şiî îtikâdını kabul ettirmek için çok iyi davrandı. Fakat düşündüklerini yapmada muvaffak olamadı.

Hümâyûn Şahİran’dan aldığı askerle 1554’te Hindistan’a dönüp, Dehli Sûrî Sultanlığının beşinci hükümdârı İskender Şâhı yenip, Dehli ve Agra’yı tekrar ele geçirerek Afgan hâkimiyetine son verdi (1555).

Hümâyûn Şahın ikinci hükümdârlığı fazla sürmedi. Sarayında geçirdiği kaza sonucu 26 Ocak 1556 yılında vefat etti.Yerine oğlu Birinci CelâleddînEkber Şâh Gürgâniyye sultanı oldu.

Hümâyûn Şahın Dehli’deki türbesi pek büyük ve muhteşemdir.İyi komutanlık ve hükümdarlığının yanında Türkçe ve Farsça şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı vardır.İran dönüşünde “Râfizî olmuş!” dedikodusuna çok hiddetlenip verdiği; “Büyük babamın adı Ömer Şeyh idi, başka şey bilmem!” cevâbı, îtikâdının temizliğinin ve dînî bütünlüğünün ispâtıdır.

HÜNKAR İSKELESİ ANTLAŞMASI

8 Temmuz 1833’te Rusya ile Osmanlı Devleti arasında imzâlanan antlaşma.

Yunanistan’da ve Arabistan Yarımadasında Osmanlı Devletine büyük hizmetler yapmış olan Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşa, kendisine verilen yanlış bir haber üzerine Osmanlılara karşı oğlu İbrâhim Paşanın kumandasında Suriye tarafına asker sevk etmişti.Üç gün süreyle yapılan muhârebede Mısır askeri çokluğu ve intizamlı olması sebebiyle gâlip gelerek Kütahya’ya kadar ilerledi. Fransızlar ve İngilizler Müslümanları birbirine düşürmek için Mehmed Ali Paşayı, Osmanlılar’a karşı kışkırtıyorlardı. Osmanlı Devletinin bütünlüğünü sarsacak gibi görünen Mısır meselesini halletmek isteyen Sultan İkinci Mahmûd Han, Rusya ile Hünkâr İskelesi Antlaşmasıyla ittifak akdine mecbur kaldı.

8 Temmuz 1833’te imzâlanan antlaşma, 6 açık ve biri gizli olmak üzere yedi maddeden meydana geliyor ve 8 sene için geçerli sayılıyordu. Antlaşmanın açık maddelerinde; iki devletin sâdece savunma maksadıyla bu antlaşmayı imzâladığı, herhangi bir savaş vukûunda birbirlerine yardım edecekleri, yardımı isteyenin diğerinin masraflarını karşılayacağı, sürenin 8 yılı aşmayacağı ve iki ay içinde onaylanması gibi hususlar bulunuyordu. Gizli maddede ise; Rusya Batı ile savaşa girdiği anda, Osmanlıların boğazları Batılılara kapatacağı husûsu vardı. Avrupa devletleri antlaşmaya büyük tepki gösterdiler. Zâten mecbûriyetlerden doğan antlaşma tatbik edilmedi.

HÜNNAP AĞACI (Zizypus vulgaris)

Alm. Jujube (f), Fr. Jujubier (m), İng. Jujube. Familyası: Cehrigiller (Rhamnaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler:Yerli değildir. Marmara, Batı ve Güney Anadolu’da yetiştirilir.

Nisan-mayıs ayları arasında, sarı renkli çiçekler açan, hoş kokulu, 4-5 m yüksekliğinde dikenli bir ağaç. Ünnap da denilir. Bahçelerde yetiştirildiği gibi yabânî olarak da bulunur. Asıl vatanı Suriye’dir. Gövdeleri silindir biçiminde, esmer kabuklu, çok dallıdır.Yapraklar karşılıklı 2 sıra hâlinde, kısa saplı, diken şeklinde 2 küçük yaprakçıklıdır.Çiçekler 3-6 tânesi bir arada ve oldukça küçüktür.Çanak yaprakları 5 parçalı ve yeşil renklidir. Taç yaprakları sarı renkli, kıvrık olup 5 parçalıdır. Meyveleri oval şekilli olgunlukta esmer kırmızı renkli, tek  çekirdeklidir. En dış çeperi derimsi ve ince, pulpası (yumuşak kısım) sarı renkli ve tatlı lezzetlidir.

Kullanıldığı yerler:Meyveleri tamâmen olgunlaştıktan sonra toplanır ve güneşte kurutulur. Meyvelerinde şeker, tanin ve müsilajlı maddeler bulunmaktadır.Çok eskiden beri yumuşatıcı, balgam ve idrar söktürücü ve kabız edici olarak kullanılmaktadır.

HÜRREM SULTAN

Kânûnî Sultan SüleymânHanın zevcesi. Osmanlı târihinde Haseki ve Hürrem Sultan ismiyle meşhur oldu. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1558 tarihinde İstanbul’da vefât etti. Süleymâniye Câmii avlusuna defnedildi. Kânûnî sonradan bu sâdık zevcesinin kabri üzerine bir türbe yaptırdı.Türbe, Mîmâr Sinan’ın eseri olup, içi muhteşem çinilerle süslüdür. Kubbeye yakın yerlerinde âyet-i kerîmeler yazılıdır.

Hürrem Sultanın hayâtının ilk safhalarına ve saray-ı hümâyûna getirilmesine dâir çeşitli rivâyetler vardır. Sarayda İslâm âdet ve terbiyesi ile yetişti. Her zaman şen ve güler  yüzlü olmasından dolayı Hürrem veya Hürrem Şah adı verildi. Kânûnî Sultan SüleymânHana zevce (eş) oldu. Aklı, zekâsı ve sadâkatı ile tanındı.İlk çocuğu Şehzâde Mehmed olup, Kânûnî’nin tahta çıkmasından bir yıl sonra dünyâya gelmiştir. Mihrimah Sultan, şehzâde Selim ve Bâyezîd diğer çocuklarıdır. Bunlar kendisinden sonra vefât etmişlerdir. Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa ile evlendirildi.

Hürrem Sultan, Edirne’de hastalanmasından sonra kendisini daha çok hayır işlerine verdi. Aksaray’da o zaman Avratpazarı, bugün Haseki denilen semtte kubbeli bir câmi ile şadırvan, yanında imâret, medrese, dârüşşifâ ve mektep yaptırdı. Medrese, 1539’ da yapıldı. Şimdi belediyenin polikliniği olarak kullanılan dârüşşifâ da 1550’de inşâ edildi. Bundan başka Mekke ve Medîne-i münevverede birer imâret yaptırdı. Edirne’ye su getirtti ve bunları muhtelif çeşmelerden akıttı. Cisr-i Mustafa Paşada Kervansaray, câmi ve imâret yaptırdı. Bunlara kocası Kânûnî Sultan Süleymân’ın kendisine verdiği emlâkini vakfederek adını hayırla târihe yazdırdı. Kânûnî de bu sâdık zevcesi için, hayâtının sonuna kadar hayırlar ve vakıflar yaptırmıştır.

Divan şiiri kültürüne sâhib olan Hürrem Sultan ayrıca şâirdir. Şiirleri daha ziyâde Kânûnî’ye yazdığı mektuplarda görülür.

HÜRRİYET

Alm. Freiheit (f), Fr. Libertée (f), İng. Freedom. İnsanların fert veya grup olarak, diğer fert veya grupların her türlü tahakküm ve sınırlamalarından uzak bulunması hâli, serbestlik.

Hürriyet konusunu, insanlar çağlar boyu tartışmışlardır.Hemen her devirde filozoflar, ideologlar, siyâset, bilim ve din adamları ile sonraki asırlarda iktisatçılar hürriyeti târif ederek, fert ve cemiyet hayatındaki yerini, sınırlarını tesbit etmeye çalışmışlardır. Eski Yunan ve Roma’nın bilinen târihlerinden bu yana yapılan hürriyet tartışmalarında ortaya konulan pekçok görüş ve fikirlerin, hürriyet anlayışlarının hepsinin birleştiği ortak nokta “Hürriyetin mutlak olmadığıdır.” Yâni fert ve cemiyet için kayıtsız şartsız ve hiçbir sınırı olmayan bir hürriyet yoktur. Fert ve cemiyet istese de istemese de bâzı şartlara ve kâidelere kendi arzusunu sınırlayıcı olsa bile uymak mecburiyetindedir. Bunların bâzısı, insanların elinde olmayan tabîata âit (coğrafya, iklim, kimya, fizik kânunları vs. gibi) şartlardır. Bâzıları da medenî olmak ve yaşamak için insanların bir arada, cemiyetler hâlinde bulunma mecbûriyetinin getirdiği sınırlamalar ve kâidelerdir.

Mutlak hürriyetin olamıyacağının kabûlünden îtibâren, bilhassa cemiyet hayâtında fert ve cemiyete verilecek hürriyetin sınırları, bunun nasıl vekimler tarafından tesbit edileceği konusu, yeryüzündeki fikrî, siyâsî ve fiilî hürriyet tartışma ve mücâdelelerinin esas sâhasını teşkil etmiştir. Filozoflar bu mücâdelenin fikir ve düşünce tarafında, devlet adamları ve siyasetçiler siyâsî tarafında, insan toplulukları da fiilî tarafında yer almışlardır.İdeologlar ise hem fikrî, hem siyâsî, hem de fiilî taraflarda yer alabilmişlerdir. Bütün bu insanlar; bilgileri, anlayış ve kavrayış güçleri ve zamanlarındaki çeşitli şartların tecellisine göre hürriyeti târif ve tanzim etmeye çalışmışlardır.

İlmî ve teknik gelişmeler, ekonomik şartlar, siyâsî hâdiseler, savaşlar ve diğer büyük sosyal olaylar neticesinde bütün bu hürriyeti târif ve tanzimler değişikliklere uğramış, yeni düzenlemeler fert ve cemiyetin hayatlarına şekil ve yön vermiştir. Bugün de dünyâ üzerinde çeşitli hürriyet anlayışları ve hürriyet tanzimleri vardır ve bunlara karşı çıkanlarla tartışmalar sürmektedir.

Bütün hürriyet târif ve tanzimlerinde, iki unsur muhakkak bulunur. Bunlardan birincisi hâkim güç (otorite), diğeri bu güce itâat etmedir. İşte bu otoritenin (hâkim gücün) tesbiti, hürriyet konusunun en çetin tarafıdır.İnsanlık târihinde bu otorite çok çeşitli şekillerde kabullenilmiştir. Bâzı kavimlerde zâlim krallar, tanrılaştırılan diktatörler, kendisine tapılan büyücüler, papazlar, hükümet adamları, bu otorite yerine konulmuş, fert ve cemiyetin hayatı bunların emirlerine ve sözlerine göre şekillenmiştir. Bu anlayış târihte meşhur zulüm ve istibdat idârelerinin, insanların köleleştirilmelerinin vâsıtası olmuştur.

Batı dünyâsı için târihe hürriyet mücâdelesi asrı olarak geçen 18. yüzyılın batılı filozof ve inkilapçıları, hürriyetin insana doğuştan verilmiş bir hak olduğu ve bu hakkın hiç bir sûretle elinden alınamıyacağını savunarak hak ve hürriyetler listeleri yayınlayarak ferdin medenî ve siyâsî haklarını bir bir saymış ve bunları hükümetlerin kısıtlamalarından muhfûz tutmaya çalışmışlardır. Ancak sonraki asırlarda iktisâdî gelişmelerle beraber ortaya çıkan acımasız bir kapitalizmin otorite hâline gelmesi, filozofları, halkın hürriyetinin vasıtalı yollardan kısıtlanmaması için tekrar hükümet müdâhalelerinin gerektiğini savunmaya zorlamıştır. Böylece sigortalar, sosyal güvenlik müesseseleri, asgarî ücret tesbiti,sendikalar gibi birçok yeni sistemler kurulmuştur. Devlet müdahalelerinin her sahaya inceden inceye yaygınlaştığı toplumlarda ise devlet kesin otorite olmuş, devleti îdare ve temsil eden küçük bir grubun tahakkümü ortaya çıkmıştır (komünist rejimler).

Bilhassa 20. yüzyılda demokrasiler için hürriyet mefhumu, rejimin temel taşı sayılmıştır. İnsanların temel hak ve hürriyetleri demokrasinin işleyebilmesi için şart ve lüzumlu olduğundan demokrasi mücâdeleleri ile hürriyet mücâdeleleri aynı kategori içine sokulmuştur. Demokrasi idârelerinde otorite millî irâde (çoğunluk irâdesi)olarak kabul edilmiş; fert ve cemiyet, cemiyet ve devlet, fert ve devlet arasındaki münâsebetlerin ayarlanmasında hürriyetlerin temini ve kullanılmasında millî irâde esas alınmıştır. Ancak demokrasilerde iktidâra gelen partilere hâkim olan grupların veya vâsıtalı çevrelerin otorite yerine geçme veya otoriteyi istismâr etme temayülleri dünyânın her yerinde sık sık görülmekte ve hürriyetlerin sınırları, tanzimi, tevzii ve kullanılması konuları fikrî, siyâsî ve yer yer fiilî olarak tartışılmaktadır.

Târih boyunca yapılan hürriyet mücâdelesi sonunda, demokratik idâre düzenini benimseyen ülkelerin anayasaları çeşitli hürriyetleri fertlere bir hak olarak tanımıştır. Ülkemizde de anayasa hukûkunun geçirdiği çeşitli merhalelerin sonucunu teşkil eden 1982  Anayasasında, “Temel Haklar ve Ödevler” başlığı altında (mad. 12) ve devamında temel hak ve hürriyetler ile ilgili kavramlar belirtilmiş ve açığa kavuşturulmuştur. Bu hak ve hürriyetlerin bâzıları şunlardır:Kişi hürriyeti ve güvenliği (mad. 19), haberleşme hürriyeti (mad. 22),yerleşme ve seyahat hürriyeti (mad. 23), din ve vicdan hürriyeti (mad. 24), düşünce ve kanâat hürriyeti (mad. 25),düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti (mad. 26), bilim ve sanat hürriyeti (mad. 27), basın hürriyeti(mad. 28), dernek kurma hürriyeti (mad. 33), hak arama hürriyeti (mad. 36) vs.

Hürriyet mefhumu bâzı dinlerde de yer almıştır.Meselâ ilk Hıristiyanların yaptıkları inanç ve ibâdet hürriyeti mücâdeleleri ve bu sebepten uğradıkları zulümler meşhurdur. Hıristiyanlığın doğru şeklinin çabuk ve çok yere yayılamamasında ve kısa zamanda insan eliyle bozularak bugünkü hâline gelmesinde ilk ve doğru hıristiyanların o günkü Roma ve Yunan toplumları tarafından kendilerine inanç ve ibâdet hürriyeti tanınmayarak zulüm ve işkenceler yapılması neticesinde mağaralara ve insanlardan uzak yerlere çekilmelerin çok büyük rolü olmuştur.

İslâmiyet, hürriyete bütün dinlerden çok daha fazla önem vermiş ve başka dinlerden olan birçok aydınlar tarafından “hürriyet dîni” olarak vasıflandırılmıştır.Hür olmak İslâm dîninde Cumâ ve Bayram namazlarının ve Haccın vücup şartlarından bir tânesidir.Hür kadının hak ve mes’uliyetleri câriyelerden çok farklı ve daha asildir.Kur’ân-ı kerîmde hazret-i Muhammed,“İnsanların sırtlarında olan zincirleri indiren kimse.” (A’râf sûresi: 157) olarak târif ve medh edilmektedir. Hazret-i Ömer, zulüm idârelerini ve zâlimleri tenkit ederken, onlara; “Anaları hür doğurdukları hâlde, siz, insanları köle yaptınız.” diye hitâb etmektedir. Dört büyük imamdanİmâm-ı Şâfiî , rahmetullahi aleyh; “Allah seni hür yarattı, o halde hür yaşa” buyurmuştur.

İslâmiyetin bildirdiği hürriyete hâkim güç (otorite) yalnız Allahü teâlâdır. Allah’tan gayri olan bütün mahluklar O’na boyun bükmekle vazifelidirler. Mutlak ve hakîkî hâkim ancak O’dur. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Allah, hâkimlerin hâkimi değil midir?” (Tîn Sûresi: 8) buyurmaktadır. Hazret-i Muhammed insanları O’na inanmaya çağırarak insanların gönüllerindeki sahte ve yalancı mâbûtlara olan bağlılıklarını kırmış ve yok etmiştir. Mahlûklara (yâni yokken sonradan yaratılmış olanlara) duyulan bu bağlılığı kaldırarak insanları Allah’tan başka şeylere esâretten ve kölelikten kurtarmıştır.“Allah’tan başka ilâh yoktur (lâilâhe illallah)” buyurarak insanları putların, kendilerini tanrılaştırmaya kalkan zâlimlerin, diktatörlerin veher çeşit kaba kuvvetin tahakkümünden kurtarmış, hakîkî hürriyet yolunu açmıştır.İslâmiyette hürriyet; “Allahtan başka ilâh tanımamak” ve yalnız O’nun otoritesine (kudretine) teslim olmak demektir. Bu teslimiyete dinde Müslüman olmak, denir. Bütün Müslümanlar, meslek ve meşrepleri, bedenleri, renkleri, güç ve kuvvetleri ne olursa olsun,Allah’ın kuludurlar.Kullukta ve insanlık hak ve hürriyetlerinde hepsi ortaktır.Hepsi aynı emir ve yasaklara tâbi ve hepsi kulluk yapmakla vazifelidirler.Kavim ve ırk bakımından Arabın Aceme üstünlüğü yoktur.Üstünlük ancak takvâdadır, yâni haramdan kaçmadadır.

Allah katında üstün ve şerefli olmanın yolu, her Müslümana açıktır. Bu ise Allah’ın emir ve yasaklarına herkesten daha çok sarılmak ve riâyet etmekle sağlanır.İslâm âleminde yetişmiş en büyük âlimler ve velîler hakîkî hürriyetin Allah’tan gayri olan şeylere gönül bağlamaktan kurtulmak ve hakîkî sultanlığın da Allahü teâlâya lâyıkıyla kulluk yapmak olduğunu söylemişlerdir.Müslüman toplumların hâkim olduğu yerlerde yaşayan başka din ve inançtaki insanların, insanlık, sanat, ticâret, din ve ibâdet hürriyetleri de teminât altına alınmıştır.İslâmiyet, insanların hürriyetini esas kabul etmiştir. Başka dinden olanlara İslâmiyeti zorla kabul ettirmek yasaklanmıştır.İslâmiyet tebliğ edilmiş, duyurulmuş, açıklanmış, insanlar dilediklerini seçmekte hür ve serbest bırakılmışlardır.

İslâmiyetin yayılmaya başlamasından îtibâren fethedilen memleket ve şehirlerde yaşayan insanlar, dinleri, dilleri, ırkları, renkleri ne olursa olsun bütün bu hak ve hürriyetlerden istifâde etmiştir. Dünyânın diğer memleketlerine ticâret ve istilâ sebepleriyle gidip yerleşen Hıristiyan Avrupalılar ise buralardaki yerli halkı köle olarak kullanmış, birçoğunu başka yerlerdeki esir pazarlarında satarak çiftliklerde, mâdenlerde, tarlalarda ve yer altında olmak üzere, en ağır işlerde boğaz tokluğuna çalıştırmışlardır. Bu insanlar ırk, renk, dil ve dinlerinden dolayı her türlü hakârete ve zulme müstehak görülmüşler, çok defa canları pahasına cezâlandırılmışlardır.

Dünyânın en büyük sömürgeci imparatorluklarından birini kuran İngiltere’ye karşı, Amerika’da verilen ve uzun yıllar devam eden hürriyet mücâdeleleri zaferle neticelenince, İngiliz sömürgesi olan diğer ülkelerde de başlayan isyanlar yirminci yüzyıl ortalarına kadar sürerek herbiri zaman içinde siyâsî istiklallerine ve hürriyetlerine kavuşmuşlardır. Târihin en büyük devletlerinden biri olanOsmanlılarda ise uzun asırlar boyunca hiçbir kavmin hürriyet mücâdelesi yaptığı görülmemiştir. Osmanlı devlet anlayışı ve idâresinin esaslarının çeşitli din, dil, ırk ve milliyetten insanları bir arada, huzur içinde yaşatabilecek mükemmellikte olması, böyle şeylere itiyaç bırakmamış, fırsat vermemiştir. Ancak 19. yüzyıl ortalarından îtibâren İngiliz, Fransız, ve Ruslar tarafından devamlı ve zorakî yapılan kışkırtmalarla devletin çeşitli bölgelerinde tertib edilen çeteler ve komitacılar eliyle siyâsî İstiklâl mücâdeleleri başlatılmak istenmiştir. Ancak bunlar hiçbir zaman toplu bir halk hareketi hüviyetine bürünemeyen, küçük, isyânkâr parti, komite ve çete olarak kalmışlardır. Fakat bu grupların isyanlarına sonradan bâzı siyâsî sebeplerle hürriyet mücâdeleleri ismi verilmiştir.

 1980’li yılların sonuna kadar insanlara temel hak ve hürriyetlerin devamlı tanındığı ülkelere “hür dünyâ”, bunun tanınmadığı ülkelere de “demirperde ülkeleri” denilmekteydi. Rusya’nın liderliğini yaptığı ve komünizm ile idâre edilen demirperde ülkelerinde yaşayan insanlar, başta olmak üzere pek çok temel hak ve hürriyetlerden mahrum bırakılmışlardı. 1991’den sonra, Çin ve Küba hâriç bütün demirperde ülkeleri komünizmi bırakarak hürriyeti seçmişlerdir.

HÜRRİYET ÂBİDESİ

Alm. Freiheitmonument(f), Fr.Monument de la liberté (m), İng. The monument of liberty. İstanbul’da, Şişli’nin Hürriyet-i Ebediye Tepesinde İkinci Meşrûtiyet mücâdeleleri esnâsında ölenler için yaptırılan anıt. Bunlara hürriyet şehidi denildiği için anıtın adı da HürriyetÂbidesi olmuştur.

Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hal’inden sonra iktidârı ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi ileri gelenlerinin tertipledikleri bir yarışma ile projesi Mimar Muzaffer tarafından yapılan Hürriyet Âbidesi (14 Nisan 1909) o zamanki hükümet erkânının, İttihat ve Terakki taraftârlarının katıldığı gösterişli bir törenle açılmıştır. Enver Paşanın bu törende söylediği ateşli nutuk meşhur olmuştur.

Hürriyet Âbidesi, çok geniş ve süslü mermer bir kâide üzerine dikilmiş bir top namlusu görünüşündedir. Kâidesinin üç köşesinde merdivenlerle genişce bir platforma çıkılır.Çiçek motifleriyle süslü kesik piramit şeklinde asıl kâidenin üç yüzünde burada yatan 70 kişinin isimleri yazılıdır. Bu kâidenin üstünde istalaktitli bir mermer çember onun da üstünde örme taştan top namlusu bulunmaktadır.

Âbidenin içine, doğu tarafındaki yüzü önündeki kemerli kapıdan girilir. Bu kapının üzerinde “Makber-i Şühedâ-ı Hürriyet” kitâbesi vardır. Anıtın ağırlığı üç kalın fil ayağı ve bunlar arasına atılmış üç kemer üzerine oturtulmuştur.Mermer plâklar üzerine hakkedilmiş (yontularak yazılmış) olan yazılar,Mızıka-i Hümâyûn İmam-ı Hacı Hasan Sabri Efendinin eseridir.

Meşhur hareket ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşanın kabri, âbidenin yanında açıktadır.İttihat ve Terakkinin önde gelenlerinden TalâtPaşanın kemikleri de sonradan 1944 yılında Mahmud Şevket Paşanın yanında hazırlanan bir kabre konulmuştur.

HÜRRİYET HEYKELİ

Alm. Freiheitsstatue (m), Fr. Statue de la liberté (f), İng. The statue of liberty.New York limanı ağzında, Bedloe Island denilen kara parçası üzerine 28 Ekim 1886’da dikilmiş büyük bir bakır heykel.

Heykel, ABD’nin istiklalinin 100. yılını kutlama hâtırası ve iki ülkenin dost ve kardeşliğinin nişânesi olarak Fransızlar tarafından hediye edilmiş, örtüsünün açılışı Amerika’nın 22. Cuhhurbaşkanı Cleveland tarafından yapılmıştır. Fransız heykeltıraşlarından Fréderic-Auguste Bartholdi’nin eseri olan heykelin yapımı (1874-84) arası 10 yıl sürmüştür.Heykel için, kâidesiyle birlikte toplam 600.000 dolar harcanmıştır.

Hürriyet heykeli, eski Yunan ve Roma tarzında giyinmiş mağrur bir kadını temsil etmektedir. Sağ kolu havaya kalkık ve sağ elinde “Hürriyet Meş’alesi” tutan bu heykel, aynı zamanda deniz feneri vazifesi de görmektedir.

Hürriyet Heykeli 73 m yüksekliktedir.Kâidesi 27, kendisi 46 m olup helkelin ortasında kâideden başa kadar asansörle çıkılır. Kol kısmında da ayrı bir asansör vardır. Ağırlığı (kâidesi hâriç) 204.120 kilogramdır. Çelik bir gövde üzerine bakır kaplama olarak yapılmıştır. 1924’te ABD’nin millî anıtı olarak kabul edilmiş, 1938’de baştan aşağı onarılmıştır. Bâzı yerlerinde çatlama olduğundan günümüzde tekrar onarımı yapılarak ziyârete açılmıştır.

HÜRRİYET VE ÎTİLÂF FIRKASI

İkinci Meşrûtiyet devrinde kurulmuş partilerden biri.Türk siyâsî târihinin ilk muhâlefet partisi olarak bilinir. 21 Kasım 1991’de İstanbul, Şehzâdebaşı’nda kuruldu. Amasya mebusu İsmâil Hakkı Paşa, Sivas mebusu Dr. Dagavaryan, Tokat mebusu Mustafa Sabri Efendi, Hama mebusu Abdülhamîd Zehrâvî, Piriştine mebusu Hasan Bey, Sinop mebûsu Dr.Rızâ Nur Bey, Ayân meclisi âzâları Dâmâd Ferîd ve Müşir Fuâd Paşalar, Emekli Ferik Süleymân Paşa, emekli Miralay Sâdık Bey, gazeteci Tâhir Hayreddîn Bey tarafından kurulan fırkanın ilk reisi Dâmâd Ferîd Paşadır.

İkinci Meşrûtiyetten sonra kurulan en güçlü muhâlefet partisi olan Hürriyet ve Îtilâf Fırkası, son derece bunalımlı bir dönemde kuruldu. Meclis içinde bulunan mûtedil (ılımlı) Hürriyet perverân ve Ahâlî fırkalarına mensup mebuslarla, Rum, Arnavut, Arap, Ermeni mebusları ve hiçbir partiye üye olmadıklarını söyleyen Hizb-i Müstakil mebuslarının birleşmesiyle ortaya çıktı. Böylece İttihat ve Terrakki karşısında dağınık durumda olan muhâlefet toplanmış oldu. Ayrıca meclis dışında bulunan eski İttihatçılar, devre dışı bırakılan ilmiyeciler, eski Ahrarcılar, demokratlar ve sosyalistler gibi düşünceleri farklı ve İttihat ve Terakkiye karşı olan kimseler de bu fıkra içinde yer aldılar.Tek başlarına İttihat ve Terakkiye karşı koyamayan kişilerin ve partilerin birleşmesi netîcesinde ortaya çıkan fırkanın belli bir ideolojisi yoktu. Asıl gâyeleri, İttihatçıların, çeteciliğini ve komitacılığını önlemek ve iktidar tekelini kırmaktı. Ancak bünyesinde topladığı unsurların eğilimine göre, Osmanlıcılık, adem-i merkeziyetçilik ve teşebbüs-i şahsî (yerinden idâre ve hür teşebbüs), meşrûtiyetçilik, liberal ekonomi gibi fikirlerin savunuculuğunu yaptı. İttihat ve Terakki fırkasıyla kıyasıya mücâdele etti. Sopalı seçim olarak bilinen 1912 seçiminde pek az mebus çıkarabilen fırka, İttihat ve Terakkinin uyguladığı baskı politikaları yüzünden etkinliğini kaybetti.Meclis-i Mebûsânın 4 Ağustos 1912 târihinde feshedilmesinden sonra, Balkan Savaşının bunalımlı günlerinde seçimler ertelendi. 1914 yılına kadar meclissiz bir meşrûtiyet denemesi yapıldı.

Meclissiz dönemdeki Gâzi Ahmed Muhtâr Paşa ve Kâmil Paşa hükûmetleriyle iyi münâsebetler kuran Hürriyet ve Îtilâf Fırkası, Bâbıâlî baskınıyla iktidârı tekrar ele geçiren İttihat ve Terakki Fırkasına karşı mücâdeleye devâm etti.

Bünyesinde çeşitli unsurları barındıran ve kitle partisi hüviyetinde olan Hürriyet ve Îtilâf Fırkasının, Teşkilât,Tahdîrat, Teminât,Merih, Hemrâh, Islâhât, Şehrâh, İfhâmgazeteleri gibi yayın organları vardı. Fırkanın faaliyet ve fikirlerini İkdam, Yeni ikdam, Yeni Gazete,Alemdâr gazeteleri desteklediler. Fırkanın ideolojik birliğe ve herhangi bir sosyal sınıfa dayanmayışı, mensubları arasında görüş ayrılıklarına ve tartışmalara yol açtı. İlk olarak, Avrupaî düşünceli gençlerle ilmiyeciler arasında çıkan tartışmalar istifâlara sebeb oldu. İstifâlardan sonra fırka, Miralay Sâdık Bey, Şâban Efendi, Gümülcineli İsmâil Bey takımının idâresine girdi.Küçük bir hizbin eline geçen Hürriyet ve Îtilâf Fırkası gittikçe zayıfladı.

Sadrâzam Mahmûd Şevket Paşanın öldürülmesinden sonra daha sert tedbirlere başvuran İttihat ve Terakki, kurduğu dîvân-ı harbde Hürriyet ve îtilaf Fırkası liderlerinden Gümülcineli İsmâil Bey ile önde gelen meşhur kişileri gıyâben îdâma mahkum etti. Fırkanın bâzı elemanları da, Sinop’a sürüldüler. Ağır cezâya çarptırılmış olanlardan kimi îdâm edildi, kimi ülke dışına kaçtı. Hükûmet tarafından resmen kapatılmamış olan Hürriyet ve Îtilaf Fırkası kendiliğinden siyâsî hayâttan çekildi. Yurt dışına kaçan muhâlefet mensupları Pâris’te birleşerek, Millî Muhâlefet Fırkasını kurdular. Bu yeni fırkaya, Islâhat-ı Esâsiye ile Osmanlı Sosyalist Fırkaları da katıldı.

Mütâreke döneminde 14 Ocak 1919’da yeniden kurulan Hürriyet ve Îtilaf Fırkasında;Müşir Nûrî Paşa (Reis),Zeki Paşa,Abdülkâdir Efendi, Mustafa Sabri Efendi, Ali Kemâl Bey, Refik Hâlid(Karay), Rızâ Tevfik(Bölükbaşı) gibi kimseler yer aldılar. 1919’da yapılan Meclis-i Mebûsân seçimine katılmayan Hürriyet ve Îtilâf Fırkası, Dâmâd Ferîd Paşa kabînelerinde etkili oldu. Zamanla Dâmâd Ferîd Paşa hükûmetlerinin icrâatını beğenmeyen bâzı kimseler, Mûtedil Hürriyet ve Îtilâf Fırkasını kurdular. Daha sonra bu iki ayrı fırka birleştirilmek istendiyse de netîce alınamadı. Anadolu’daki millî mücâdele hareketlerine karşı çıkan Hürriyet ve Îtilâf Fırkası, bu hareketin başarıya ulaşması üzerine kendiliğinden ortadan kalktı. Mensupları, yurt dışına çıkarak İtalya, Balkanlar,Suriye, Mısır, hattâ Cava adasına kadar dağıldılar.

HÜSEYİN AKBAŞ

Dünyâ şampiyonu Türk güreşçisi. 1933 senesinde Tokat’a bağlı Muhat köyünde doğdu. Güreşe doğum yeri olan köyde başladı. Ayağı sakat olmasına rağmen kâbiliyet ve tekniğiyle dikkatleri üzerine çekti. Yaşar Doğu, onun bu özelliğini fark edip minder güreşine başlamasını sağladı. Kısa bir müddet içinde Türkiye Şampiyonluğunu kazanarak millî takıma girdi. 1966’da güreşi bırakıncaya kadar seksen beş defâ millî oldu. 52 ve 57 kilolarda Türkiye şampiyonluklarını uzun yıllar elinde tuttu.

1954 senesinde ilk dünyâ şampiyonluğunu kazandı. 1955’te greko-romende dünyâ üçüncüsü, 1956 senesinde serbest stil 52 kiloda Dünyâ Kupası Şampiyonu ve Olimpiyat Üçüncüsü oldu. 1957, 1958, 1959, 1962 dünyâ ve 1960 Balkan şampiyonalarında serbest stil 57 kiloda altın madalya kazandı. 1964 Tokyo Olimpiyatlarında ikinci oldu.

1966 senesinde güreşi bıraktıktan sonra ticâretle uğraşan Hüseyin Akbaş, 1989 senesinde Tokat’ta öldü.

HÜSEYİN AVNİ PAŞA

Sultan Abdülazîz’in tahttan indirilip şehit edilmesine sebeb olan devlet adamlarından. 1820 yılında doğan Hüseyin Avni, Ahmed adında bir uşağın oğludur. 15 yaşında İstanbul’a geldi. Bir müddet medresede okuduktan sonra Harbiye’ye girdi ve 1849 yılında Kurmay Kıdemli Yüzbaşı rütbesiyle burasını bitirdi. 1855’te paşa olan Hüseyin Avni, Kırım Harbine katıldı. Sadrâzam Fuâd Paşanın himâyesinde hızla yükseldi. 1863 yılında müşir rütbesiyle Birinci Ordu Kumandanı ve Serasker oldu. Girit ve Teselya vâliliklerinde bulundu. 13 Şubat 1874’te Sadrâzam oldu ise de 1875’te azledildi.Getirildiği mevkilerde pâdişâh ve devlet aleyhine entrikalar çeviren Hüseyin Avni, bu sebeple sık sık vazîfesinden alınıyordu. Aydın ve Konya vâliliklerinde bulunduktan sonra bir defâ daha Seraskerliğe getirildi.Çok geçmeden bu görevinden alınan HüseyinAvni Paşa, Bursa Vâlisi oldu ve 13 Mayıs 1876’da son defâ Seraskerliğe getirildi.

Hüseyin Avni Paşa, yakın arkadaşlarından Sadrâzam Rüşdi Paşa, Şûrâ-yı Devlet Reisi Midhat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ile berâber (ki bunlara Erkân-ı Erbaa (Dörtlüler) denirdi) Sultan Abdülazîz’i tahttan indirdi. Böylece dünyânın en büyük devletinde bir diktatör rolü oynadı.

Sultanın varlığından dahi rahatsız olan Hüseyin Avni, 4 Haziran günü de Ablülazîz Hanı şehid ettirdi. Bu günü sabırsızlıkla bekleyen Hüseyin Avni Paşa, saraydan yükselen çığlık sesleri üzerine Kuzguncuk’taki yalısında hazır bekleyen kayıkla Fer’iyye Sarayına gitti. Şehid edilen Sultan Abdülazîz Hanın ölüm raporunu imzâlamak istemeyen iki doktordan birini hemen Trablusgarb’a sürdü. Diğer Doktor Ömer Beyin de rütbelerini orada söktü.Zîrâ pâdişâhın cenâzesi karakolda en az bir saat can çekişir halde bırakılmıştı (Bkz. Abdülazîz Han).Yaralı kuşlar ve sokakta başıboş hayvanlar için bile hastahâneler kuran Osmanlı Sultanlarına Hüseyin Avni ve arkadaşlarının revâ gördüğü hakâretler târihe yüzlerinin karası olarak geçmiştir.

Sultan Abdülazîz’in daha önceden de hal’ edilmesi için birçok çalışmalarda bulunan Avni Paşa, pâdişâhın hal’ edileceğini birkaç sene önce Londra’da İngiliz nâzırlarına söylemek cesâret ve hiyânetinde bulunmuştu. İngilizlerin devamlı Sultan Azîz’in intihâr tezini savunmaları bundandır.

Hüseyin Avni Paşanın devlet idâresini ele geçirmesinin sevinci pek kısa sürdü. 15 Haziranda Sultan Abdülazîz’in kayınbirâderi Kurmay Yüzbaşı Çerkes Hasan Beytarafından vurularak öldürüldü. (Bkz.Çerkes Hasan)

Hüseyin Avni Paşa târihin en önde gelen kindar şahsiyetlerinden biriydi. “Ahd-i saltanatında on bir sene ma’zul bulundum.” diye Sultan Abdülazîz’i açıkça tenkid ediyor ve pâdişâhın aleyhine konuşuyordu. Ancak onun intikam almaktaki ustalığını bilenler bu sözleri pâdişâha duyurmaktan her zaman çekinmişlerdi.Yine “Kînim dînimdir!” diyecek kadar ileri gitmesi onun bu yönünü çok iyi ifâde etmektedir. Hüseyin Avni Paşa geçimsizliğinden ve meziyetsizliklerinden dolayı pekçok defâ azlediliyor sonra çeşitli entrikalarla bir makam kapıyordu.O; iki yüzlü, aşırı kiniyle garazından ve bilhassa önü alınmaz ihtirâsından başka özelliği olmayan bir insan olarak tanınmıştır. Tanzimâttan sonra Osmanlı Devletinde başlayan ve Türk siyâsî edebiyâtında “kaht-ı rical” (adam kıtlığı) deyimi ile isimlendirilen devirde ortaya çıkan Avni Paşa, bu dönemin bütün karakteristik özelliklerini üzerinde toplamıştı.Genel olarak bu devirde vatan sevgisinin, hânedân ve pâdişâha bağlılığın azalması, ahlâksızlık ve körü körüne iktidâr hırsı, üst kademeleri işgâl eden bâzı devlet adamlarının özellikleri olarak sayılabilir.

Hüseyin Avni Paşa; kaba, görgüsüz, lâubâli ve zâlim biri olarak tanınmıştır. Bâzı askerî hareketlerde başarısı görülmüş ve Fuâd Paşa tarafından da himâye edilmesi yükselmesini kolaylaştırmıştır. Tanzimât ricâlinden Âlî Paşa bu adamdan nefret etmekle berâber Fuâd Paşayı kırmamak için yükselmesini engellememiştir.

Devlet içinde kendi düşüncesine göre birşeyler yapmaya meraklı olan Avni Paşanın, Mahmûd Nedim Paşa tarafından azledilip nişanlarının alınması, pâdişâha bitmez bir kin bağlamasına sebeb olmuştur.Hüseyin Avni’nin azl sebeplerinden bir diğeri de harem-i hümâyûnda hazînedâr denilen yüksek rütbeli câriyeye sarkıntılık yapmasıdır. Ayrıca bir selâmlık alayında, en seviyesiz külhan beyinin bile yapmaktan utanacağı bir harekete, Kadınefendiye lafla sarkıntılık etmesidir.

Şurası muhakkak ki, Hüseyin Avni Paşanın bu menfi hal ve hareketleri, Sultan Abdülazîz’in tahttan indirilmesine ve devletin başına 93 Harbi başta olmak üzere seri felâketlerin gelmesine sebeb olmuştur. Hüseyin Avni Paşa, son yüzyıl Türk târihinin en karanlık ve menfi şahsiyetlerinden biri olarak târihe geçmiştir.