HURMA (Phoenix dactylifera)
Alm. Dattelpalme (f), Fr. Dattier(m), İng. Date palm. Familyası: Palmiyegiller (Palmae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yerli bitkimiz değildir. Batı, Güney Anadolu ve Akdeniz bölgesinde yetişir.
İnsanoğlunun yetiştirdiği en eski bitki çeşitlerinden biri. Bâbil’in en eski yerlileri Sümerler hurmayı en azından 5000 sene önce ilk defâ yetiştirmişlerdir. Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgelerinin ekonomisinde çok eskiden beri büyük bir rol oynar. Amerika’ya İspanyollar tarafından 19. yüzyılın başlarında getirilmiş ve Meksika civârında yetiştirilmiştir. İlk defâ Basra Körfezinde yetiştirildiği tahmin edilen hurma bitkisi yaklaşık 18-24 m boyundadır. Yapraklarının bir kısmı yere doğru sarkar ve bir kısmı da yukarı doğrudur. Yapraklarının uzunlukları 6 m civârındadır. Gövdeleri diktir. Tabanından birçok sürgün verir. Yelpâze olan yapraklarının büyükleri tepede toplanmıştır. Çiçekleri ekseriyâ tek cinslidir. Başak tipindeki çiçekleri “spata” adı verilen büyük yapraklarla çevrelenmiştir. Gövdesinde yapraklar genellikle toplu olarak bulunur. Küçük sarı çiçekleri toplu hâlde açarlar. Farklı cinsiyetli çiçekler ayrı ağaçlarda yetişir. Dişi çiçekler zamanla tek tohumlu meyvelere dönüşürler. Meyveleri sarımsı kahve renkli, dış kabuk sarımsıdır. Orta kısım etli ve şeker bakımından zengindir. Tohum silindirik, sert ve bir yüzü boyuncaderin olukludur.
Kullanıldığı yerler: Bu bitkinin meyvesinden, özünden, ağacından ve yapraklarından farklı çeşitte faydalanılır. Hurmanın meyvesi tatlı ve besleyicidir. Yaklaşık % 20 nem ihtivâ eden tâze hurmalarda % 60-65 şeker ve % 2 protein vardır. Kurumuş hurmalarda şeker oranı % 75-85 civârındadır. Bir diğer hurma çeşidi olan Phoemx sylvestris’ten hurma şekeri elde edilir.
Hurma, minimum sıcaklık derecesi -7°C olan her çeşit tropik ve tropikaltı iklimde yetiştirilebilir. Fakat verimli bir mahsül elde etmek için, uzun sıcak mevsimlere ihtiyaç vardır. Ayrıca meyvenin olgunlaşması esnâsında çok az veya hiç yağmuryağmamalıdır. Bu sebepten çöl arâzileri uygundur. Hurma, birçok toprak çeşidinde yüksek tuz oranından etkilenmez. Fakat, yüksek verim için az tuzlu, sulanmış topraklar tercih edilir.
Hurmalar tohum veya fidanla yetiştirilir. Verimi çoğaltmak, arzu edilen çeşidi elde etmek ve meyve vermeyen erkek bitkilerin sayısını sınırlamak için fidanla yetiştirme tercih edilir. Hurmaların 1000’in üzerinde çeşidi olmakla berâber, meyveler genellikle, yumuşak, yarı kuru ve kuru olmak üzere üç çeşide ayrılır. Hurma yetiştirmede sun’î tozlaştırma yaygın bir şekildir.
Irak, dünyânın en büyük hurma üreticisidir. Irak’ın üretiminin yaklaşık yarısı Şattülarap bölgesinden elde edilir. Bu bölge hurma yetiştirmek için her türlü şarta sâhiptir. Diğer büyük üreticiler, İran, Suudi Arabistan-Cezâyir, Libya, Pakistan, Fas, Tunus ve Sudan’dır.
Memleketimizde Phoenix dectylifera türü örnekleri azdır. Buna karşılık Phoenix canariensis daha çok yetiştirilmektedir. Gövde tabanında sürgünler vermesi ve tohumların daha kısa ve şişkin oluşu ile ayırt edilir. Batı ve Güney Anadolu ve Akdeniz bölgesinde yetiştirilmektedir. Memleketimizde yetişenlerin hurma meyvelerinin gıdâ bakımından önemi yoktur, daha çok gölge verici olarak kullanılır.
Hurma, dînimizde de önemli bir yere sâhiptir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hurma ile iftar ederdi. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: “Oruçlu olan kimse, hurma ile iftar etsin! Çünkü hurma bereketlidir.” Hurmanın bereketli olması, şöyledir ki, onun ağacına “Nahle” denir. Bu ağacın yaradılışında, topluluk ve adâlet vardır. İnsanın yaradılışı da böyledir. Peygamber efendimiz Nahle ağacına, Âdemoğullarının halasıdır dedi. “Halanız olan nahleye saygı gösteriniz! Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır.” buyurdu. Bunun için, Nahlenin meyvesi olan hurma yiyince, insanın parçası, dokusu olur. Böylece, hurmada bulunan her şey insana da aktarılmış olur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem başka bir hadîsi şerîfinde de; “Mü’minin sahurunun hurma ile olması, ne güzeldir.”buyurmuştur.
Kuzey Amerika’da ABD ile Kanada arasında bulunan dünyânın en büyük göllerinden biri. Alanı 59.600 km2dir. Saint Clair Irmağı ile Superior Gölüne, Mackinac Boğazıyla da Miçhigan Gölüne bağlanır. Gölün uzunluğu 510 km, en geniş yeri 330 km, en derin yeri 215 m, ortalama derinliği ise 60 metredir. Kıyıların tabiî güzelliği ve suyunun kalitesi ile dikkati çekmektedir. Dünyâda en çok adaya sâhip göldür. Kenarında kış sporlarından kayak ve buz patenti gün geçtikçe artmaktadır. ABD-Kanada sınırı bu gölün arasından geçer. Ayrıca büyük bir göl durumunda bulunan Georgiyan Körfezi de bu gölün bir kısmıdır.
Deniz yüzeyinden 200 m kadar yüksekte olan Huron Gölünün sularında çok çeşitli balık vardır. Genel olarak aralıktan nisana kadar buzla kaplı olan göl, şiddetli fırtına etkisindedir. Huronlar, Kuzey Amerika’da, Huron Gölü kıyısında 17. yüzyılda yaşamış yerli bir kabiledir. Fakat asıl Huronlar Saint Lorent bölgesinden gelmiş olan dört kabîleden meydana gelirdi. Nüfusları 20.000 olup Georgian Yarımadasında (Şimdiki Ontario) yaşarlardı.
İslâmiyetten önceki (Mani dîni) ve Mecûsilikteki bozuk inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstermeye çalışarak, İran Âzerbaycanı’nda ortaya çıkan, İslâm dîninin emir ve yasaklarını geçersiz sayan, ruhların bedenden bedene geçmesine (tenâsüh) inanan ve önderlerini ilâhlaştıran kimselerin tâbi olduğu bozuk fırka. Hurremdiniyye, Bâbekiyye, Bâtıniyye ve Hurûmiyye isimleriyle de bilinen Hurremiyye’nin bu isimle anılması hakkında çeşitli görüşler vardır. Fırkanın çıktığı yer olan Erdebil’in Hurrem kasabasına nisbetle veya Mazdek’in hanımı Hurrema’ya nisbetle bu ismin verildiğini söyleyenler vardır. Yaygın kanaate göre ise; Farsçada hoşa giden, gönül açıcı gibi mânâlara gelen Hurrem kelimesinden türetilmiştir. Çünkü bu fırka mensupları nefsin hoşuna giden ve haram olan pekçok şeyi mübâh olarak kabul etmektedirler.
Bugünkü Komünizmin savunduğu bozuk fikirleri ortaya atan Mazdek (Mejdek)in açtığı bozuk yolun devamı olan, haramları helâl sayan ve insanların malda ve kadında ortaklığını ileri süren Hurremiyye, İslâmiyetten önce de vardı. Bunların fitnelerine eski İran’ın meşhur hükümdarı Nûşirevân son verdi. İslâmiyetten sonra Abbâsîler devrinde tekrar ortaya çıkan Hurremîlerin liderliğini Câvidân isminde birisi üstlendi. Câvidân’ın ölümü üzerine aslen Mecûsî bir âilenin çocuğu olan Bâbek ortaya çıktı. 753 (H.136) senesinde Ebû Müslim-i Horasânî’nin idâm edilmesi üzerine Hurremiyye fırkasının başına geçti. Bizanslıların da kışkırtmasıyla Abbâsî halifelerine isyan etti.
Zekâsını ve yörenin sarp arâzisini kullanarak bölgenin hâkimi durumuna geldi. Bölgeye dehşet saçmaya başladı. Ona tâbi olan Hurremîler Bâbekiyye adını aldılar. Bütün İslâmi yasakları helâl saydılar. Akla gelebilen herşeyi mübah kabul ettiler. Ana, kız kardeş ve kız evlat ile evlenmeyi uygun gördüler. Eski Hurremîlerden farklı olarak yağma, öldürme, şehir ve köylere baskın yaparak mâsum insanları öldürdüler. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü yaptılar.
Hurremîlerin yaptıkları hakkında bâzı târihçiler şöyle demektedir; “Ne kadar yol kesici, soyguncu, ayrılıkçı unsurlar ve Bâtıniyye mensupları varsa hepsi de Hurremiyye’ye katıldılar. Taraftarları gün geçtikçe çoğaldı. Hatta piyâdeler hâriç sadece süvârileri 20.000’e ulaştı. Çeşitli köy ve kasabaları işgal edip halka işkence yapmaya, etrafı yakıp yıkmaya, anarşi çıkarmaya ve zulmetmeye başladılar. Halifenin ordusunu hezimete uğratıp birkaç kumandanını öldürdüler.” Bâzı târih kitapları Babek’in ele geçirdiği kimselerden çoluk çocuk kadın-erkek demeden bir milyon insan öldürdüğünü yazar.
Hurremiyye’nin diğer kolu olan Mâziyâriyye’nin lideri ve Halife Me’mûn’un Taberistân Vâlisi Mâziyâr da Bâbek’le mektuplaşarak onunla beraber hareket etti. Aynen Bâbek gibi en yakınlarla evliliği uygun gördü. Halife Me’mûn Bâbek üzerine ordu gönderdiyse de başarı kazanamadı. Me’mûn’dan sonra halife olan kardeşi Mu’tasım Bâbek üzerine kumandanı Afşin’i gönderdi. Afşin Babek’in müstahkem kalesi El-Bezz şehrini ele geçirdi. Bâbek, âilesiyle birlikte kaçtıysa da sonra yakalanarak halife Mu’tasım’a teslim edildi. 838 (H.223)de Samarra’da halka teşhir edilerek îdâm edildi. Halife Mu’tasım Mâziyâr’ı da yakalatıp 840 (H.225)da idâm ettirdi. Babek’in ve Mâziyâr’ın îdâm edilmelerinden sonra da Hurremîlerin faaliyetleri son bulmadı. Ancak varlıklarını gizlilik içinde sürdürdüler. Hurremiyye kalıntıları El-Bezz şehrinde 11. (H. 5.) asra kadar Mehdî beklemeye devam ettiler.
Dînî temeli Mecûsilik ve Mani dînine, siyâsî bakımdan da Araplara duyulan kin ve nefret hislerine dayanan Hurremiyye’nin dînî inanışları şöyledir:
Bunlar muhtelif fırkalara ayrılmakla beraber hepsi tenâsüh’e yâni ruhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğine inanırlar. Dînî sistemlerinin esasını nur ve zulmet kavramları teşkil eder. Onlar, kitapları ve akideleri ne olursa olsun bütün peygamberlerin bir tek ruhtan ilham aldıklarını, vahyin hiçbir zaman kesilmeyeceğini kabûl ederler. Şarap ve diğer alkollü içkileri içmek onlara göre herşeyden daha hayırlıdır. Liderleri Câvidan’ın ruhunun Babek’e geçtiğini kabul ederler. Bâbek’in ilâh olduğuna inananları olduğu gibi peygamberliğini kabul edenler de vardır. Bütün haramları mübah sayarlar. Kadınların rızâsı olduğu takdirde fuhşu ve nefsin istediği her arzuyu hoş karşılayıp bunlara müsâde ederler. Kadın-erkek bir arada çalgılı ve içkili eğlenceler tertiplerler; “Herşey herkesin malıdır. Zevceleri değiştirmek helâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Şahsi tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve herşeyde ortaktırlar. Zenginler malları fakirlere vermeli ve onların ihtiyaçlarını gidermelidir.” derler. Hurremiyye’ye göre; herhangi bir dîne mensub olan kişi mükâfât ümid edip, cezâdan korktuğu müddetçe hakîkat yolundadır. Ebû Müslim’e karşı derin hürmetleri olup onun neslinden gelenlere çok saygı duyarlar. Hukûkî meselelerinde lüzûm hâlinde mürâcaat edecekleri Firiştah adı verdikleri imamları ve aralarında dolaşan dînî rehberleri vardır. Hurremîler gerektiğinde İslâmiyetin emrettiği ibâdetleri de yerine getirerek kendilerini gizlerler.
Anadolu’da devlet kurmuş eski bir kavim. Milattan önce 3000 yıllarında Anadolu’da oturan Hurriler, M.Ö. 2000 yıllarında Kuzey Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Kilikya’da Mitanni ve Kizzuwatna krallıklarını kurdular. Mîlâttan önce 1300 yıllarında Mısır’a giren Hiksoslar, Hurrileri de hâkimiyetleri altına aldılar. Hurriler Musul çevresinde oturan Asya kökenli Subarular’ın torunlarıdır.
Van Gölü çevresinde güçlenen ve ilk savaş arabalarını kullanan Hurriler, güneye inip 2000 yıllarında Kuzey Mezopotamya, Suriye ve Filistin’e kadar yayılan bir devlet kurup, Asurlular (M.Ö. 3000.612), Akadlar (M.Ö. 2725-2545),Birinci Babil Devleti (M. Ö. 2100-1800), Mısır Orta Krallık Devri (M.Ö. 2065-1600), Üçüncü Ur Sülâlesi (M.Ö. 2000-1960), İsin Larsa Devri (M.Ö. 1960-1735), Hititler (M.Ö. 1900-700) devletleriyle münâsebette bulundukları yapılan arkeolojik kazılar sonucu elde edilen kaynaklardan anlaşılmıştır. Kilikya (Çukurova’da) Kizzuwatna Krallığını kuran Hurrilerin Mittanni kolu da, Mîlâttan önce 16 ve 14. yüzyıllarda Yukarı Dicle ile Fırat Nehirleri arasına hâkim oldular. Hurri-Mittanni Devleti adı da verilen bu devlet, mîlâttan önce 13. yüzyılda Mısır’daki Hiksosların hâkimiyeti altına girdiler.
Hurri-Mittanni Devleti teşkilât, kültür ve medeniyette komşularına benzerdi. Çok tanrılı dîne inanırlardı. Ölüleri gömme ve at yetiştirme usûlleri eski Orta Asya âdetlerine benzerlik göstermektedir. Başlıca Hurri-Mittânni kralları şunlardır: Barratarna, Sausatar, Birinci Artatama, Birinci Sutarna, Artasumara, İkinci Artatama, İkinci Sutarna, Tusratta, Mattiwaza (1275-?).
İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biri. Kurucusu bir Acem (İran) Yahûdîsi olan Fadlullah bin Abdurrahman Tebrizî, İran’ın kuzeyinde Esterâbâd şehrinde 1340’ta doğdu. Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilen haramlara helâl diyen ve bundan dolayı kendilerine “İbâhiyye” ismi verilen Karâmiti fırkasına mensuptur.
Fadlullah-ı Hurûfî, kurduğu bozuk yolun esaslarını anlatmak için Câvidân adında Farsça büyük bir kitap yazdı. Kitabında, Kur’ân-ı kerîmdeki harflere mânâlar vererek, kendisinin tanrı olduğunu bildirdi. Bütün dinleri inkâr ve İslâmiyetle alay etti. Kurduğu bu bozuk yolda çok önem verdikleri harflerle sayılar arasındaki münâsebeti ve bunlara metafizik bir mâhiyet izâfe etmeyi, bozulmuş olan Yahûdîlik ve Hıristiyanlık ile Zerdüştlük ve eski Yunan felsefelerinden aldı. Kendisine dokuz yardımcı buldu. Nokta ilmi diye bir şey uydurdu. Herhangi bir meselede meselâ; “Bu iş mübahtır, helâldir; nokta çift geldi. Falan şey haramdır; nokta tek geldi!” derdi. Bu inançlara sâhip olan insanlar arasında harfler ve sayılara bir takım esrar izâfe etmek ve bunlarla dileğine ulaşmak veya ileride olacakları bilmek gibi bâzı garip ve uydurma iddialar. Fadlullah’tan çok evvelden beri yaygın olarak vardı. Fadlullah, bütün bunları toplayarak insanların esrarlı şeylere olan merak ve meyillerinden de istifâde edip. İslâmiyet perdesi arkasında Hurûfîliği yaymaya çalıştı. Bu bozuk yolda, insanın dış görünüşünden başlayarak ibâdetler dâhil her şey 28 ve 32 sayılarına tatbik edilerek hepsinden maksad ilah olan kendisine, yâni Fadlullah’a ulaşmaktır gibi garip ve mesnetsiz bir inaç hâkimdir. Hurûfîlik yolunda olan ve “Ferişteh oğlu” da denilen Abdülmecîd İzzeddîn, Âşıknâme veya Işıknâme adı ile Câvidân kitabını genişletti. Kitaplarında, açıkça dindarlıktan uzaklaşmayı, edep ve ahlâka aykırı bir hayat yaşamayı anlattıklarından ve herşeye helâl dediklerinden kendilerini gizli tutarlar, bunlara “Sır” adını verirlerdi.
Hurûfîliğin bu bozuk inanışları İslâm ülkelerinde câhil halktan bâzı kimseler arasında yayılmaya başlayınca Tîmûr Hanın oğlu Miran Şah, babasının emri ile 1393 senesinde Fadlullah-ı Hurûfî’yi öldürdü. Bacağına ip takıp sokaklarda sürükledi. Böylece Tîmûr Han, İslâmiyet için çok tehlikeli olan Hurûfîliğin yayılmasını önledi. Bunun için Bektâşî ismi altında kendini gizleyen Hurûfiler, Tîmûr Hanı sevmezler, hep kötülerler.
Fadlullah-ı Hurûfi öldürülüp, Esterâbâd şehri yakılınca dokuz yardımcısı kaçtı. Bunlardan Aliyyül-a’lâ adında bir kimse, Anadoluya gelerek bir Bektâşî tekkesinde Câvidân’ı gizlice yaymaya ve câhilleri aldatmaya başladı. “Hacı Bektâş-ı Velî’nin yolu budur.” dedi. Hacı Bektâş-ı Velî’in yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan tamâmen ayrıldılar. Hurûfîler haramlara helâl, nefsin arzu ettiği kötü arzulara, serbesttir dediği için, buÊyol bozuk ruhlu insanlar arasında çabuk yayıldı. Sözlerine sır deyip çok gizli tutulmasını emrederlerdi. Sırları yabancılara açanları öldürürlerdi. Sırları Câvidân kitabında a,c,v,z,... gibi harflerle işaret edilmektedir. Hurûfîler, Bektâşîlik ismini kendilerine perde yaparak, bu perde arkasında çalışmışlardır. Sahte olan bu Bektaşîler ne Şiî ne de Alevîdir.
Bektâşî tarîkatı adı altında saklanan Hurûfîlerin yollarının esasları şunlardır:
1. Fadl-ı Hurûfî ilah, tanrıdır. Bunlara göre tanrılık ezelde görülmez bir kuvvet idi. Önce harfler şeklinde, sonra peygamber şeklinde, nihâyet Fadl’da açığa çıktı.
2. Hazret-i Ali’nin sözleri diyerek uydurdukları sözler ve düzdükleri hadîs-i şerîfler ile, Ali’yi sevenlere günah zarar vermez. İbâdete lüzum yoktur, haramlar helâldır, derler.
3. Bütün dinlerin bir olduğunu, Fadl-ı Hurûfî’nin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve hazret-i Ali’den (hâşâ) üstün olduğunu söylerler.
4. Bunlara göre namazı bir kere kılmak, orucu bir kere tutmak, guslü de ömründe bir kere almak farzdır. Gusül edip vücudunuzu hırpalamayın, derler.
Hurûfîlerin zikirleri, ibâdetleri, okumaları yoktur. Her sabah pîr’in evinde meydan odasında toplanırlar. Birisi bir elinde tepsi içinde adam sayısınca şarap kadehi ve birer dilim ekmek, peynir alarak odaya girer. Bu gelen, gülbank okuyarak karşılanır. Herkes saygı ile bunları alıp yer ve içer. Bütün ibâdetleri bunlardan ibârettir. Toplantıları kadınlar ve kızlarla berâber olur.
Alm. Birke, Fr. Bouleau, İng. Birche-tree. Familyası: Huşgiller (Betulaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler:Marmara, İç, Kuzey ve Doğu Anadolu bölgeleri.
Kuzey yarımkürenin soğuk ve mutedil bölgelerinde yetişen beyaz kabuklu ağaçlar. Türkiye’de tabiî olarak yetişen türleri Betula pendula (âdi huş) ve Betula pubescens (tüylü huş)tir.
Âdi Huş ağacı (Betula pendula): Nisan-mayıs aylarında, sarımsı yeşil renkli çiçeklerden meydana gelen sarkık tırtıllı, 2-25 m, yüksekliğinde bir orman ağacıdır. Yol kenarlarında, park ve bahçelerde de yetiştirilir. Gövdeleri dik, silindirik ve yüksektir. Kabuk gençken beyaz, sonradan yer yer siyah lekelidir. Dallar sarkıktır. Yaprakları saplı, oval şekilli, kenarları dişli, üst yüzü koyu, alt yüzü açık yeşildir. Erkek çiçekler sapsız, uzunca silindir şekilli ve sarkık tırtıllar hâlindedir. Her taşıyıcı yaprağın koltuğunda üç çiçek bulunur. Dişi çiçekler saplı, silindirik, sarkık ve erkek tırtıllardan daha kısadır. Meyveleri esmer renkli, tek tohumlu ve iki kanatlı yalancı bir fındıksıdır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı kabuk ve dallarından elde edilen katran ve yapraklardır. Katranın bileşiminde tanen, kserol ve kreosol gibi çeşitli fenoller vardır. Dıştan deri hastalıklarında, veterinerlikte hayvan yaralarına antiseptik olarak kullanılır. Ayrıca romatizmaya karşı da kullanılır. Yaprakları da idrar azlığı, ödem, romatizma, nikris ve idrar söktürücü olarak kullanılır.
Tüylü huş (Betula pubesceu): Genç dallar ve yapraklarının tüylü olmasıyla diğer türden ayrılır. Doğu Karadeniz’de yaygındır.
Alm. Predigt (f), Fr. Oraison (f), sermon (m), İng. oration, sermon. Cumâ ve bayram namazlarında, ibâdet maksadıyla minberde okunan duâ ve nasîhat. Dînî hitâbetin bir çeşidi olan hutbe, Cumâda namazdan evvel, bayramlarda namazdan sonra okunur. Hute okuyana “hatîb” denir. Câmide merdivenle çıkılıp, hutbe okunan yüksek yere “minber” adı verilir.
Hutbe, bir ibâdet olup, Cumâ namazının edâ şartlarındandır. Namazdan önce okunması lâzımdır. İki bölümdür:
Birincisi hutbede hatîp efendi, içinden “eûzü” okuyup, sonra yüksek sesle, hamd ve senâ, kelime-i şehâdet ve salâtü selâm okur. Sonra sevâba ve azâba sebeb olan şeyler ile Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını Arapça olarak hatırlatır. Bir âyet-i kerîme okur ve oturur. Sonra ikinci hutbe için ayağa kalkar.
İkincisinde müminlere duâ eder. Bu bölümde dört halîfenin adını söylemesi müstehaptır, yâni kıymetli bir iş olup, sevâbı çoktur. Ehl-i sünnet îtikâdında olmanın şiârıdır, alâmetidir.
Namazlarda âyet-i kerîmeleri başka lisanla okumak men edildiği gibi yine bir ibâdet olan hutbede de durum aynıdır. Nitekim bunun için Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn, Asya’da ve Afrika’da gittikleri yerlerde hutbeleri hep Arapça okudu. Hutbenin mânâsının anlaşılması için, ayrıca Cumâ namazından önce veya sonra vaazlar kondu. Bu vaazlarda Arapça olarak okunan hutbenin mânâsı anlatılırdı. Cemâat hutbeyi böyle öğrenirdi.
İmâm hutbe okumak için minbere çıkınca, cemâatin namaz kılması ve konuşması harâm olur. Hatîb efendi duâ ederken, cemâat sesli âmin demez, içinden sessiz denir. Salavâtı da ses ile değil, kalple söylerler. Kısacası namaz kılarken yapması yasak olan herşey hutbe dinlerken de yasak (harâm)tır. Uzakta olup hutbeyi işitmeyenlere de yasaktır.
Hutbe okunurken yer değiştirmek, yanındakilere sıkıntı vermek de yasaklardandır. Okunan hutbeyi dinleyen cemâatin, edebe uygun bir şekilde oturması, dizlerini yukarı dikerek ve ayaklarını kıbleye uzatarak oturmaması lâzımdır.
Bayram hutbeleri de, aynen Cumâ hutbesi gibidir. Yalnız bayramda hutbe okumaya tekbir ile başlanır ve hutbe namazdan sonra okunur. Bayram namazında hutbe okumak sünnettir, farz değildir. Cumâ hutbesi farzdır.
1629-1695 yılları arasında yaşayan Hollandalı fizikçi. Işığın maddesel olmayıp, dalga olduğunu ilk defa ileri sürmüş ve bu konudaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Ayrıca, matematik ve astronomide de değerli çalışmaları vardır. 1656’da yayınladığı “Sarkaçlı Saat” adlı eserinde, salınım periyodunun, boyunun yerçekimi ivmesine oranının karakökü ile orantılı olduğunu göstermiştir:
ŞEKİLVE FORMÜL VARR!
Aynı yıl dâiresel harekete âit problemlerin ilk çözümlerini yayınlamıştır. Merkezkaç kuvveti üzerindeki teoremleri, Newton’un yerçekimi kânununu keşfetmesine yardım etmiştir. Astronomiye olan katkısı da Orion yıldızlar grubunun keşfi ve Satürn gezegeninin etrafındaki halkaları doğru bir şekilde târif etmesidir.
Huygens prensibi: Bu prensibe göre, ilerleyen bir dalganın her noktası yeni bir dalga kaynağı olarak alınır. Böylece her nokta uzayda küresel dalga yayan kaynak olur. Çeşitli noktalardan bu şekilde yayılan dalgalar girişim yaparak bâzı noktalarda birbirlerini yok ederken, bâzı noktalarda üst üste gelerek kuvvetlenirler. Çeşitli noktalardan yayılan dalgalar arasındaki çizgisel yol farkı yarım dalga boyunun tek katları kadarsa birbirlerini yok eder, tam dalga boyunun katları ise birbirlerini kuvvetlendirirler. Böylece meydana gelen noktalar yeni kaynaklar hâsıl ederler. Bu prensip, dalganın davranışının kolay açıklanmasında çok faydalıdır.
Eshâb-ı kirâmdan. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sırdaşı olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Babasının ismi Huseyl olup, Yemânî lakabı ile meşhurdur. 656 (H.36) senesinde hazret-i Osman’ın şehid edilmesinden kırk gün sonra vefât etti.
Huzeyfe-tül-Yemânî, Hayber ile Teyme arasında yaşayan ve İran Kisrâsı Nûşirevân zamânında Hıristiyanlığı kabul eden Benî Abs Kabîlesindendi.
Hicretten sonra çok yaşlanmış olan babasını da yanına alarak Medîne’ye gelip, Müslüman oldu. Ensâr’dan sayıldı. Müslüman olduktan sonra, ilk olarak Uhud Savaşına katıldı.
Huzeyfe, Hendek Savaşından sonra yapılan bütün savaşlar ile Benî Kureyzâ Gazvesinde, Hayber’in ve Mekke’nin fethinde, Huneyn Gazvesinde, Tâif ve Tebûk seferinde ve Vedâ Haccında da bulundu.
Hazret-i Huzeyfe, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamber efendimizin sırdaşı olması vasfı ile meşhurdur. Sevgili Peygamberimiz ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak, kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münâfıkların kimler olduğunu ve bundan başka vukû bulacak hâdiseleri de bildirmişti. Peygamber efendimiz, gizli kalması lâzım olan daha birçok şeyi, Huzeyfe’ye söyledi. O ve Ebû Hüreyre; “Server-i âlem efendimiz, âlemin yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi câiz olanları size bildirdik. Örtülmesi lâzım olanları da, saklayıp bildirmedik” buyurdular.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ebû Bekr, Huzeyfe’yi ordu kumandanı tâyin etti. Mürtetlerle yâni dinden dönenlerle savaşmak üzere Umman’a gönderdi. Kendisine katılan İkrime radıyallahü anh komutasındaki ordu ile birlikte Umman halkını tekrâr İslâma döndürdü. Sonra Umman’da, önce zekâtları toplamakla sonra da vâli olarak vazifelendirildi.
Hazret-i Ömer, halîfeliği sırasında onu Umman’dan Medîne-i münevvereye çağırdı. Bir müddet müşâvere yâni danışma heyetinde bulundu. Sonra da Mezopotamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak’ın ve İran’ın fethinde bulundu. Nihâvend Savaşında Nu’mân bin Mukarrin şehid olunca, İslâm sancağını hazret-i Huzeyfe eline aldı. Hemedân, Rey ve Deynura’yı fethetti. Cezîre’nin fethinde bulunarak, Nusaybin vâliliğine tâyin olundu. Selmân-ı Fârisî ile birlikte Kûfe şehrinin yerini seçip, orada şehir kurulmasını kararlaştırdı. BöyleceKûfe şehri kuruldu.
Hazret-i Huzeyfe, emniyeti ile şöhret bulmuştur. Hattâ hazret-i Ömer yeni fethedilen memleketlere; “Huzeyfe ne isterse veriniz.” diye emir buyurduğu hâlde, kendi yiyeceğinden ve atının yiyeceği yemden fazlasını almamıştır. Medâyin şehrinde uzun müddet vâlilik yaptı. Oranın halkı, idâresinden son derece memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Döndüğü zaman, hazret-i Ömer onun hâlinde bir değişiklik bulunmadığı için boynuna sarılmış ve; “Sen benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim.” buyurmuştur.
Hazret-i Huzeyfe, hazret-i Osman’ın halîfeliği sırasında Âzerbaycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Bu hizmetlerinin yanında, mühim bir hizmeti de Kur’ân-ı kerîm nüshalarının çoğaltılmasına sebeb olmasıdır. Çünkü o, Âzerbaycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde, Kur’ân-ı kerîmin değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur’ân-ı kerîmin Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını hazret-i Osman’a teklif etti. Bunun üzerine hazret-i Osman, Kur’ân-ı kerîm nüshalarını çoğaltıp, belli merkezlere gönderdi.
Hayâtının çoğu savaşlarda geçen Huzeyfe, hazret-i Osman şehid edildiğinde Medîne’de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Hazret-i Osman’ın şehid edilmesine çok üzüldü ve kırk gün sonra da vefât etti.
Huzeyfe ölüm döşeğinde iken; “Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmânlık fayda vermez. Allah’ım, fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm, hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.” diyerek duâ etmiştir.
Huzeyfe, Peygamber efendimizden yüzden fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sittedenilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almıştır. Peygamberimizden bizzât işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Nemmâm (söz taşıyan) Cennet’e giremez.
Bir kimse, İslâm’da sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir bid’at, (kötü) çığır açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günâhları kendisine verilir.
İki arkadaşın Allah katında en sevimlisi, arkadaşına karşı daha müşfik(şefkatli) davranandır.
Dünyâyı âhiret üzerine tercih eden kimseyi, Allahü teâlâ üç şeye mübtelâ kılar. Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı. Hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs.
Hazret-i Huzeyfe buyurdu ki: “İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki, bir kişi için, ne kibâr ne akıllı diyecekler. Hâlbuki onun kalbinde zerre kadar îmân izi olmayacaktır.”
Münâfık kimdir? denildiğinde; “İslâmiyetten bahsedip de onunla amel etmeyen, ona uymayandır.” buyurdu.
Pâdişâhın huzûrunda ilim adamlarınca yapılan ders. Osmanlı pâdişâhları zaman zaman ulemâdan ileri gelenleri saraya davet ederler, ilmî mütâlaalarını dinliyerek istifâde ederlerdi. Huzurda âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsirleri anlatıldığı gibi müsbet ilimler, edebî konular konuşulur, ilmî müzâkereler yapılırdı. Sâdece Osmanlılarda görülen ve hangi târihte ihdâs edildiği kesinlikle belli olmayan huzûr derslerinin Osmân Gâzi ile başladığı iddia edilmektedir. Sultan Üçüncü Mustafa 1759 yılında bir kânunla huzur dersleri denilen ve Ramazanın birinden onuncu gününe kadar devam eden bir ders ihdâs etmişti. Ramazandaki huzur derslerinin mevzuu dînî konular olurdu. Kâdı Beydâvî Tefsîri’nin okunması genelde âdet hâline gelmişti. Huzur hocalarını şeyhülislâm seçerdi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında huzur dersleri Ramazanda ikindi namazından sonra haftada iki gün esasına göre Yıldız’daki Çit Kasrında yapılır ve Sultan Abdülhamîd Han yüksekçe bir mindere otururdu. Karşıda ders veren ile dinleyiciler bulunurdu. Dâvet üzerine devlet ricali de derste hazır olurdu. Pâdişâh dersi anlatan ile buna sual soranların münâzaralarını dinlerdi. Her derste ders anlatan ve ona sual soranlar değişik olurdu.
Huzur dersleri Osmanlı Devleti ve Hilâfetin ilgâsına kadar (3 Mart 1924) devam etti. Son huzur dersi Halife Abdülmecîd Efendi zamânında ve 1923 (H. 1341) Ramazanı’nda yapılmıştır.
Alm. Zelle (f), Fr. Cellule (f), İng. Cell. Canlının canlılık özellikleri taşıyan, yapı ve görev bakımından en küçük parçası. Cansız âlemde tuz, elmas gibi birçok cisimler, billûr hâlinde bulundukları gibi, protoplazma da, muayyen vazîfelere göre gruplanmış mikroskobik parçalar hâlinde bulunur. Bu parçalara, hücre denir. Hücre hayâtın ilk müstakil parçasıdır. Canlılar, hücrelerden yapılmıştır. Bir buğday filizi, hücre kulesi; küçük hayvanlar, bir hücre sarayı; insan da büyük bir hücre şehri demektir. Bir hücrenin genişliği ortalama 0.02 mm’dir.
Birbirine bitişik hücreler hâlinde bulunan protoplazma, plastik yâni balçık çamuru hâlindedir. Dışardan bakıldıkça bulanıkdır. Yumurta sarısı ortasındaki esmer leke, civcivin protoplazmasıdır. Protoplazma muhtelif makinalardan müteşekkil bir organizasyon ve bundan dolayı uzviyet ismini verdiğimiz faal, canlı bir teşekküldür. Hayâlimizde, bir cep saatini binlerce defâ küçültelim: Bir mercimek, bir kum, bir toz ve nihâyet görünmez şekilde düşünelim. Nokta kadar tasavvur ettiğimiz ve işlemekte olan saate mikroskopla baktığımızı düşünerek, bunu tekrar binlerce defâ büyütmüş ve hiçbir parçası ve faaliyeti değişmemiş bir hâlde görürüz. İşte, protoplazmayı böyle fevkalâde küçük ve mükemmel tanzim olunmuş bir makina olarak düşüneceğiz. Bu makinanın, bugüne kadar mikroskopla ancak büyük parçaları tanınmıştır.
Protoplazmanın yarıdan ziyâdesi sudur. Yâni, cenâb-ı Hak, canlıları sudan yaratmıştır. Bu su saf olmayıp, muhtelif tuzların da eriyiğidir. Bu muhtelif tuzların muhtelif vazîfeleri vardır. Elektrik iletirler, osmotik basınç yaparak protoplazmayı gergin tutarlar. Eriyikteki şeker yanarak, bu makinanın enerjisini temin eder. Protoplazmanın demiri, teneffüse lâzım olan gazı içeri çeker. Kireç, protoplazmanın kanalizasyon teşkilâtını idâre eder.
Bir kesme şeker içinde iki yüz elli milyon hücre yaşayabilir. Bir insan vücudunda ortalama otuz trilyon hücre vardır. Mısır ehramlarının biri yerine, bir insan heykeli yapılsa idi ve birisi o günden îtibâren, hergün bu heykelden, el parmaklarından başlayarak her sâniyede birer hücre koparsa idi, bugün heykelin ancak bir elinin yarısı gitmiş olurdu. Zîrâ, bir senede otuz milyon sâniye vardır. Bu heykel, canlı olsa idi, her sâniyede bir hücre kaybetmesine rağmen, bugün yaşar ve canlı bir târih olurdu.
İnsan hücreleri ışık ve bilhassa harâret dalgaları alır. Bu sûretle kazandığı kudretle çalışır. Yâni insan hücresi bir elektrik makinasına, bir radyoya benzer. Bu hâlde insan vücudu otuz trilyon hücre motorundan yapılmış muazzam bir fabrikadır. Kimyâ reaksiyonlarında, atomların dışarı verdikleri enerjinin kesik kesik, yâni küçük tânecikler hâlinde salındığı anlaşılmıştır. Bu enerji tâneciklerine kuant denilir.
Leeuwenhoek isimli araştırıcı, mikropları inceleyebilmek amacıyla tek mercekli bir mikroskop yapmıştı. Bu sahada yapılan çalışmalar daha sonraki yıllarda ilerleme kaydetti. 1665 yılında yaptığı çok mercekli mikroskobun büyütmesini incelerken, şişe mantarındaki odacıkları gören Robert Hook kesitlerde gördüğü dikdörtgen şekilli boşluklara“hücre” adını vermiştir. Hücrenin bulunmasından sonra Nehemeyah Gru, bitki hücreleri üzerinde çalışmış ve bitkilerin hücresel yapıda olduklarını ifâde etmiştir. 1831’de İngiliz botanikçisi Robert Bron yaptığı çalışmaları esnâsında hücrede çekirdeği gördü. Teodor Svan hayvan hücreleri üzerinde, Matthias Schlaiden ile de bitki hücreleri üzerinde çalışarak hücre teorisini ortaya attılar. Bu teoriye göre; “Canlıların hepsi bir hücrelilerden çok gelişmiş canlılara kadar hücrelerden meydana gelmişlerdir. Hücreler bağımsız yaşayabildikleri halde birlikte iş görürler.”
Akromatik merceklerin keşfiyle cisimler renk değişmesi olmadan büyük ve net görüntüler elde edilerek incelenme imkânı buldu. Rudolf Virchow isimli araştırıcı hücrelerin değişik tip bölünmelerle çoğaldıklarını buldu. Hücre organellerinin daha iyi incelenmesi, boyama tekniklerinin gelişmesine paralel olarak gelişti. 1934’te 100.000 defâ büyütebilen elektron mikroskobunun keşfi, hücre organellerinin birçoğu hakkında yeni bilgilerin elde edilmesini ve yeni bir hücre modelinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Son senelerde biyologlar hücrelerin iki tip olduğunu kabul etmektedirler.
1. Prokaryotik hücreler: Bakteriler ve mâvi-yeşil alglerdeki hücre tipleri bu gruba girer. Bunların çekirdek zarı ile çevrili çekirdekleri yoktur. Sitoplazmalarında mitokondri gibi zarlı organeller yoktur. Kalıtım maddesi olan DNA sitoplazma içerisine dağılmış durumdadır. Ribozomları vardır. Bu hücrelerin hayâtî faaliyetleri sitoplazmada ve hücre zarında cereyân eder.
2. Okaryotik hücreler: Zar, sitoplazma, çekirdek ve organellerden meydana gelmişlerdir. Organeller, sitoplazma içinde farklı görevlere ve yapıya sâhiptirler. Hücreler gördükleri işe göre farklı şekil ve büyüklüktedirler. Bunlara örnek olarak kas, sinir ve kemik hücreleri gösterilebilir. Kan hücrelerinden olan alyuvarların çekirdekleri yoktur. Fakat farklılaşmaları sırasında çekirdeklerini kaybettiklerinden bunlar da okaryotik hücrelerden sayılırlar.
Tabiattaki canlılar tek veya çok hücrelidirler. Tek hücreli canlılarda bütün hayâtî faâliyetler tek bir hücre içinde yapılır. Bunlara örnek olarak “paramecium cudatum” (terliksi hayvan) ve amipler gösterilebilir. Çok hücreli canlılarda ise hücrelerin görev ve yapı bakımından gruplanarak meydana getirdikleri dokular ve bu dokuların da biraraya gelmesiyle meydana gelen organlar mevcuttur. Bâzı hayvan hücreleri gözle görülebilecek kadar büyüktür. İnsan vücudundaki en küçük hücre 4-5 mikron çapındadır. İnsan vücudunun en büyük hücresi olan dişi yumurta hücresinin çapı ise 0,2 milimetreyi bulur.
Yüksek yaratılışta olan canlılarda, çeşitli organlarda hücrelerin farklılaşması çok ileri derecededir ve hiç bir hücre, vücuttaki bütün hücrelerin tipik bir misâli olamaz. Bununla berâber hücrelerin ortak olan bir çok yapıları vardır. Bunlar aşağıda gözden geçirilecektir.
Hücre zarı: Sitoplazmik hücre zarı da denir. Canlıdır. Yalnız yarı geçirgen olmakla (bâzı maddelerin geçişine izin verip bâzılarınınkine vermemekle) kalmaz, aynı zamanda geçirgenliğini değiştirebilir. Hücreyi çevreleyen birim zar ortalama olarak 75 Angström (75x10-7 mm) kalınlığındadır. Birim zar içte ve dışta birer protein tabakası ile ortada bir lipid katından yapılmıştır. Elektron mikroskobu çalışmaları, zarların lipoproteinlerden yapılmış mozayik şeklindeki fonksiyonel birimler olarak incelenmesinin daha uygun olacağını göstermektedir. Hücre zarı hücreye şekil vermekle kalmaz, besin maddelerinin ve artık maddelerin hücreye giriş çıkışını da ayarlar. Zar aynı zamanda hücrenin koruyucusudur.
Dokulardaki benzer hücreler arasındaki zarların belirli noktalarda yalnız iyonların değil belli molekül ağırlığına kadar olan (1000-10.000 daltona kadar) moleküllerin geçmesine de izin verebildiği anlaşılmıştır.
Hücre çeperi: Sâdece bitki hücrelerinde sitoplazmik zarın dışında bulunan, selülozdan yapılmış, sertçe ve oldukça kalın, cansız, geçirgen ve dayanıklı bir zardır. Koruyucu özellikte olan bu zara bâzı bitkilerde mantar özü(süberin) ve odun (lignin) maddeleri de katılır.
Sitoplazma: Hücre zarı ile çekirdek zarı arasında kalan hücre bölümünü kaplayan, homojen nitelikte, kolloidal ve devamlı değişim hâlinde bulunan bir eriyiktir. Sitoplazma inorganik maddeler (çeşitli iyonlar metal tuzları, asit ve bazlar), organik maddeler, protein, yağ, karbonhidrat, nükleik asitler, hormonlar) ve % 60-95 arasında değişen sudan ibârettir. Sitoplazmanın içerisinde çeşitli canlı yapılar (organeller) ve cansız yapılar (inklüzyon cisimcikleri) bulunur. Canlı hücre maddesine “protoplazma” denir. Protoplazma, yapı bakımından sitoplazma ve çekirdekten oluşur.
İnklüzyon cisimcikleri, salgı tânecikleri, yağ, glikojen, pigment ve kristallerdir. Hücrenin organelleri şunlardır:
Endoplazmik retikulum: Sitoplazmada besin dolaşımını, yağ ve hormon sentezini sağlayan, hücre zarı ve çekirdek zarı arasında yer almış bir sıra karışık kanallar sistemidir. üzerinde ribozom bulunmayanlarına tâneciksiz endoplazmik retikulum denir ki, burası steroit hormon salgılayan hücrelerde steroit yapımının, diğer hücrelerde ise zehirsizleştirme hâdisesinin cereyan ettiği yerdir.
Golgi cihazı: Zarımsı tüp ve keseciklerin biraraya gelmesiyle meydana gelir. Genellikle çekirdeğe yakındır. Bilhassa aktif salgı yapan bez hücrelerinde göze çarpar. Asıl vazîfesinin hücrenin salgıladığı proteinleri depolamak olduğuna inanılmaktadır.
Mitokondriler: Sosis veya çomak biçiminde, zarımsı bir yapıdır. Hücrenin enerji meydana getirici üniteleridir. Hücre solunumunun sitrik asit devri (Krebs çemberi) burada cereyan eder. Organik moleküllerden kimyasal bağların kopmasıyla açığa çıkan enerji burada ATP (adenozin trifosfat) şekline çevrilir.
Mitokondriler ayrıca DNA da ihtivâ ederler ve protein sentezi de yaparlar. Bu DNA’nın hücrede çekirdekten sonra ikinci bir genetik sistem meydana getirdiği görülmektedir.
Lizozomlar:Sindirici enzimleri ihtivâ eden, çift zarlı yapılardır. Bu zarlar olmasaydı lizozomların içerisinde bulunan enzimler kendi hücrelerini sindirirlerdi. Lizozomlar hücre içine alınan cisimleri, hücrenin yıpranmış elemanlarını, metabolizma sonucunda ortaya çıkan zararlı maddeleri onlarla birleşerek parçalarlar. Bu sindirim olayı sonucunda husûle gelen ürünlerden bâzıları vakuol duvarından emilirler, arta kalanlar hücreden vakuolün hücre dışına yırtılıp açılması ile atılırlar.
Vakuol (Koful): İçleri kendilerine has bir özsu ile dolu yapılar olup bitki hücrelerinde hayvan hücrelerinden daha fazla bulunur. Genç hücrelerde küçük, yaşlı hücrelerde ise tek tek ve büyüktür. Kofullar plazmoliz (hücrenin kendinden daha yoğun bir ortamda su kaybederek büzüşmesi) ve deplazmoliz (az yoğun ortamdaki hücrenin su alarak şişmesi) olaylarında rol oynarlar. Bir hücreli hayvanlarda, besinlerin sindirildiği besin kofulları ile fazla su ve zararlı maddelerin atıldığı boşaltım kofullarının hücre hayâtiyetinde önemli rolleri vardır.
Pinositoz cebi: Sitoplazmik zarın sitoplazma içine doğru yaptığı çöküntüdür. Hücreye pinositoz ile alınacak besin buraya gelince cebin ağzı büzülerek kapanır ve cep zardan ayrılarak “besin kofulu” hâlini alır. Daha sonra besin kofuluna gelen lizozomların enzimleri sâyesinde besin sindirilir.
Ribozom:Endoplazmik retikulum kanalcıkları boyunca sıralanmış ve sitoplazmada dağınık olarak bulunan protein sentezinin cereyan ettiği yapılardır. Yaklaşık 150 Angström çapındadırlar. Yapılarının % 65’i RNA (ribonükleik asit) ve % 35’i proteindir.
Plastitler: Sâdece yeşil bitkilerin hücre sitoplazması içinde bulunan renkli cisimlerdir. Renk ve vazîfelerine göre üçe ayrılırlar.
a) Kloroplastlar: Yeşil renkte klorofil maddesi taşırlar. Bitkilere yeşil rengini bunlar verirler. Güneş ışığı karşısında su ve karbondioksitten organik maddeler îmâl ederler ki, bu olaya karbon özümlemesi (fotosentez) adı verilir.
b) Kromoplastlar: Renkli platitlerdir. Turuncu renkte olanlara “karotin”, sarı renkte olanlara “ksantofil”, sarımsı kırmızı olanlara da “likopin” denir. Havuç ve domatesin rengini verirler.
c) Lökoplastlar: Renksizdirler. Bitkilerin ışık görmeyen kısımlarında (kök, yumru vb.) bulunurlar. Nişasta depolarlar. Fotosentez sonucu husûle gelen glikoz, iletim sistemi vâsıtasıyla depo yeri olan lökoplastlara gelir. Burada glikoz molekülleri birleşerek nişasta molekülleri meydana gelir. Nişastanın sentezi esnâsında, su açığa çıkar. “n” sayıda glikoz molekülünün birleşmesi esnasında (n-1) sayıda H2O molekülü açığa çıkar. Nişasta tâneciklerinin şekil ve büyüklükleri bitkinin çeşidine göre farklılık gösterir.
Sentriyoller: Sâdece hayvan hücrelerinde bulunmakla berâber, çok az bitki hücresinde de rastlanmıştır. Sentriyoller, çekirdeğin yakınında ve birbiriyle dik açı yapacak şekilde yerleşmiş iki kısa silindirden ibârettir. Üçlü gruplar hâlindeki tüpçükler sentriyolün duvarları içinde uzunlamasına olarak ilerlerler. Çeper boyunca bu üçlülerin 9 tânesi düzgün aralıklarla yerleşmişlerdir.
Sentriyoller hücre bölünmesi esnâsında iğ iplikçiklerinin meydana gelişinde, kromozomların kutuplara çekilmesinde rol oynarlar. Mitoz bölünmenin başlangıcında sayılarını iki katına çıkarırlar ve mitotik iğlerin kutuplarını meydana getirmek üzere birbirinden uzaklaşırlar.
Çekirdek (Nükleus): Hücrenin yönetim merkezi olan en önemli bölümüdür. Bölünen hücrelerin hepsinde bir çekirdek bulunur. Hücre kesilerek ikiye ayrılırsa çekirdeksiz kalan kısım ölmeye mahkumdur. Çekirdek hücrede genellikle ortaya yakın bir yerde bulunur. Küre, mercimek veya şerit şeklinde olabilir. Büyüklüğü, 0,1-25 mikron arasında değişir. Çekirdek hücrede hayâtî faaliyetleri düzenler, hücre bölünmesini idâre eder.
Çekirdek, bir çekirdek zarı ile çevrilidir. Bu zar iki katlıdır ve iki kıvrımı arasındaki boşluklara çekirdek çevresi sarnıçları adı verilir. Çekirdek zarı oldukça geçirgendir. Bu zarda bâzı kesilme alanları varsa da bu gözenekler ince homojen bir zarla kapatılmışlardır.
Çekirdeğin büyük bölümü kromozomlardan yapılmıştır. Bunlar, çekirdek içerisinde canlının bütün irsî özellikleriyle şahsî özelliklerinin tam bir kopyasını taşıyan oluşumlardır. Hücre bölünmesi sırasında kromozom çiftleri görünür hâl alırlar. Fakat hücrenin bölünme dönemleri arasında bunların varlığını ispatlayan sâdece “kromatin” adı verilen koyu renkli maddenin biçimsiz kitleleridir. Her kromozom destekleyici protein ve bir dev DNA molekülünden yapılmıştır. Kalıtımın esas birimleri kromozomların üzerindeki genlerdir ve her gen DNA molekülünün bir bölümüdür. İnsan hücrelerinde ikisi cinsiyet kromozomu olmak üzere toplam 46 tâne kromozom vardır. Hayvan ve bitki cinslerinde kromozom sayıları değişiktir. Nâdiren aynı sayıda olanlara rastlansa bile yapı ve özellikleri farklıdır.
Hücrelerin pek çoğunun çekirdeği bir nükleolus (çekirdekçik) ihtivâ eder ki bu, yamalı bir görünüme sâhiptir. Bâzı hücrelerin çekirdeğinde bu oluşumlar çok sayıda bulunurlar. Çekirdekçiklerin en belirgin ve çok sayıda bulunduğu hücreler, büyümekte olan hücrelerdir. Çekirdekteki DNA- RNA sentezi için bir kalıp görevini yapar. Meydana gelen RNA sitoplazmaya geçerek orada hücrenin protein sentezinin düzenlemesini yapar. Çekirdekçik belki de ribozomlarda mevcut olan RNA’nın yapıldığı yerlerdir.
En basitleri hâricinde gerek karada, gerek suda yaşayan bütün çok hücreli canlıların vücutlarını meydana getiren hücreler, hücre dışı sıvısı denilen bir iç denizin içindedirler. Bu sıvıdan hücreler oksijen ve besin maddelerini alırlar (hücre zarından aktif ve pasif geçişimle) ve ona metabolizma artığı olan ürünleri boşaltırlar. Bu sıvı durgun olmayıp devamlı bir değişim hâlindedir.
Hücre bölünmesi: Bu hâdise ana ve baba hücrelerle bunların dölleri arasında kalıtsal devamlılığın maddî temelini sağlar. Hücreler belli bir gelişmeyi tâkiben bölünerek çoğalırlar. Amip gibi tek hücreli canlılarda, bölünme netîcesi husûle gelen iki hücre ayrı birer fert olarak hayatlarını devâm ettirirler. Çok hücrelilerde ise, aynı yerde kalarak berâberce büyüme ve gelişmeyi sağlarlar. Bütün canlılarda hücre bölünmesi üçe ayrılır:
1. Mitoz bölünme (Bkz. Mitoz Bölünme)
2. Amitoz bölünme (Gizli mitoz): Genel olarak bir hücreli canlılarda hücrelerin bölünmesi çekirdek ve sitoplazmanın ortadan boğulması şeklinde görülür Bunlarda da mitozda olduğu gibi kromozomların meydana geldiği, kutuplara hareket ettiği bilinmektedir. Ancak burada mitozdaki gibi çekirdek zarı erimediği için bölünme safhaları açık olarak görülemez. Dolayısıyla bu bölünme şekline gizli mitoz denmektedir. (Bkz. Bölünme)
3. Mayoz bölünme (Bkz. Mayoz Bölünme)
(Bkz.Hücre)
Alm.Sturmboot, Schnelliboot(n), Fr.vedette(f), İng. Assault boat. Küçük, süratli, vuruşgücü yüksek harp gemisi. Hücumbotun silâh olarak dünyâ harp bahriyelerinde kullanılması İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya tersanelerinde yapılması ile başladı. Teknolojik ilerlemenin devamlı değişiklik göstermesine Osmanlı Devletinin hemen ayak uydurması ile ilk Türk hücumbotunun Sultanİkinci Abdülhamîd Han zamânında yaptırılması sağlandı. 1880’li yıllarda Taşkızak tersanelerinde yapılan hücumbotlara Almanya, Fransa ve İtalyanlardan alınanlar da eklenerek mevcut, 25 adete çıkarıldı. Hücumbot ilk kullanıldığı zaman en tesirli silahı su üstü gemilerine karşı kullanılan ve su altından kendi gücü ile hareket edebilen torpido silahı idi. Bu sebeple hücumbotun diğer ismi de Torpidobot’tur.
Cumhûriyet devrinde dünyâdaki modern harp teknolojisine ayak uydurularak yeni hücumbotlar alınmış ve yurt içi tersânelerde yaptırılmıştır.
İlk Torpidobot (Timsah)
Boyu |
28,65 m |
Eni |
3,66 m |
Tonajı |
30 ton |
Makina gücü |
400Hp buhar makinası |
Sürati |
17 kut |
Silâhları |
(2x1) 344 mm torpido |
Yeni Modern Bir Hücumbot
Boyu |
57,99 m |
Eni |
7,62 |
Tonajı |
406 ton |
Makina |
(4x1) MTU Dizel (17000 Hp) |
Silâhları |
Klâsik silâhlar, güdümlü mermi sistemi. |