HUDSON KÖRFEZİ
Kanada’nın kuzeyinde bir iç deniz halinde bulunan körfez. Büyük bir çökme sonucu meydana gelmiştir. Güney Kanada’nın içlerine doğru ilerler. En güneydeki kısmı James Körfezidir. Alanı 1.210.000 km2’dir. Genişliği 16-110 km, uzunluğu 720 km olan Hudson Boğazı ile Atlas Okyanusuna bağlıdır. Körfezin en derin yeri 257 m ortalama derinliği ise 185 metredir. Kutuplardan gelen akıntılarla etkilenen körfez suları yılın büyük bölümünde buzlarla kaplıdır. Bu durum ticari değerini azaltır. Körfezdeki başlıca adalar Sauthampton, Belcher ve Coats adalarıdır. Körfeze Nelson, Severn, Albany ve Churcil gibi akarsular dökülür. Doğu kıyıları 1610’da Hudson tarafından, diğer kısımları ise 1612-1632 yılları arasında Button, Fox ve James tarafından keşfedilmiştir.
ABD’nin kuzeydoğu bölümünde New York ve New Jersey eyâletleri içinde, kuzey-güney istikametinde akan en önemli akarsulardan biri. Uzunluğu 492 km’dir.
Bu ırmak 1300 m yükseklikteki Adirontack Dağlarındaki birçok göllerden çıkar. Güneye doğru akarak, Glens Fal Çağlayanından 25 m yükseklikten düştükten sonra Mohawk’ın suyunu alır. Troy ve Albony’dan geçer ve New York Limanında Atlas Okyanusuna dökülür. Derin bir yatağa sâhib olan nehir, bugün New York ile Büyük Göller arasında önemli bir ulaştırma yoludur. Bir kanalla Erie ve Saint-Laurent Gölüne bağlanmıştır. Troy’a kadar gemi işletmesine uygundur. Özellikle yapı malzemesinden meydana gelen trafik, demiryolunun rekâbetiyle azalmıştır. Nehir 1609’da Henry Hudson tarafından keşfedilmiş ve bu sebepten onun adını almıştır.
Fransız yazarı. 1802’de Besançon’da doğdu. Hiçbir dîne inanmıyan anne ve babası tarafından dinsiz olarak yetiştirildi. Çocukluğunda annesi ve babasının şiddetli geçimsizlikleri Hugo’ya çok tesir etti. Edebiyata karşı çok meraklıydı. Kendisini bu hususta yetiştirdi. Âilece fakir olduklarından para kazanmak için geceyi gündüze katarak edebî eserler yazıp bu yoldan geçimini sağlıyordu. Yirmi yaşında ilk eseri olan Odes et Poésies Diverses (Odlar ve Çeşitli Şiirleri)i yazdı. Fransız Kralı Onsekizinci Louis kendisine bin franklık maaş bağladı.
Bundan sonra devamlı kitap yazdı. Bunlar Nouvelles Odes (Yeni Odlar), Han d’Islande (İzlanda Hanı), Balades(Baladlar), Bir Toplumun Son Günü gibi eserlerdi. Fransa’nın en büyük lirik şâiri olduğunu ispatlamak için çalışmaya başladı. Lesfeuilles d’Automne (Sonbahar Yaprakları), Les Chants du Crépuscule (Şafak Türküleri)- Les Voix İntérieures (Gönülden Sesler), Les Rayons et les Ombres (Işınlar ve Gölgeler) oyunları sahneye konuyor ve ona büyük ölçüde gelir sağlıyordu.
Romanları da geniş ölçüde rağbet gördü. Notre Dame de Paris (Notre Dame’ın Kamburu) Claude Gueux (Yoksul Claude) gibi çalışması ve yayınladığı eserlerin sonunda 1841’de akademiye üye seçildi. Önceden burjuva düşmanıyken devlet adamı olmak hevesine kapıldı. Saraydan çıkmıyordu. Hatta Louis Philippe 1845’te V.Hugo’yu Yüce Meclis üyeliğine getirdi. Kralın akıl hocası olmak için çalışıyordu. Bu sıralarda Les Misérables (Sefiller) adlı meşhur eserini kaleme almaya başladı. Ama, bunun kral çevrelerince hoşa gitmeyeceğini biliyordu.
1848-1851’de Fransa’da çıkan olaylar onun için büyük bir sarsıntı oldu. Fakat kısa bir müddet sonra Kurucu Mecliste, sonrada Yasama Meclisinde milletvekili oldu. O sırada L’evénement Gazetesi’ni kurdu.
1852’de sürgün listesine alınan ve sürgüne gönderilen Hugo’da yazarlık gücü değişti. Sürgünden önceki eserleriyle sonraki eserleri arasında temelden ayrılık vardır. Önceleri mükâfâtlar kazanan kâbiliyetli bir yazar ve şâir olan Hugo, sonra eğlence için değil eserleriyle hayata karışan, eserlerinde hayatı aksettiren bir sanatçıdır. Sürgünde Les Châtiments (Cezalar), Les Contemplations (Dalıp Gitmeler), Les Travilleurs de la Mer (Deniz İşçileri) ve Homme Quit Rit (Gülen Adam) gibi birçok eserler yazdı. Üslûbu yeni bir güç kazandı. 1859’da cezâsı bitti ise de sürgünde kalmayı tercih etti.
1878’de Hugo’ya hafif bir inme geldi. Bu hastalık onun gücünü kırdı. 6 yıl hiçbir şey yapamadı. Ancak, L’année Terrible (Korkunç Yıl), L’art Q’etre Grandpére” (Büyük Baba Olma Sanatı), Les Quatres Vents de l’Esprit (Düşüncenin Dört Ana Kaynağı) gibi eserleri yayınlandı.
Victor Hugo’nun, Le Tpeeatre en Libetree (Hürriyet İçinde Tiyatro), “Les Années Funestes” (Uğursuz Yıllar), Tas de Pierre (Taş Yığını) adlı eserleri de meşhurdur.
Victor Hugo, 1885 yılında ölmeden önce; “Hiçbir kilisenin vaazını istemiyorum, bütün insanların gönülden duâlarını diliyorum. Allah’a inanıyorum.” şeklinde son sözlerini söyleyerek eski inançsızlığını reddetmiştir.
Alm. Rechet, Fr. Droit, İng. Law. İnsanlar arasındaki sosyal münâsebetleri ve toplum hayâtını düzenleyen kâideler (kurallar) topluluğu. Arapça bir kelime olan hukuk, “hak” kelimesinin çoğulu olup, “haklar” demektir. Hak da hukuk nizamının ve kurallarının sağladığı menfaat ve yetkilerdir. (Bkz. Hak)
İnsanların hayat düzenini ve intizamını sağlayan kurallardan biri de hukuktur. Hukuk, fertler ve çeşitli insan toplulukları arasındaki münâsebetleri, adâlete uygun olarak düzenlemeye çalışan kuralların bütününden meydana gelir. Hukuk, beşerî münâsebetlerde, adâletin meydana çıkmasına hizmet eden bir hayat nizâmıdır. Hukuk, ayrıca insanın toplum içinde, ferdî hak ve hürriyetlerinin kurulup, muhâfaza edilmesini de sağlar. Toplumda özel ve genel hayâtın uyuşmazlıklarını da halleder. İnsanlara, işleri, hayatları ve gelecekleri hakkında güven sağlamaya çalışır.
İnsanlık târihinde, en ilkel kuralları içine alan hukûkî düzenlemeler olduğu gibi, en mükemmel âdilâne düzenlemeler getiren hukuk kuralları da olmuştur. Şekli ve muhtevâsı insanlar tarafından düzenlenen hukuk kuralları, zamâna, yere ve insanlara göre birçok değişiklikler göstermiştir. Hukûkun uygulandığı her ülkede, ayrı ayrı hukuk kuralları geçerlilik kazanmıştır. Bir memlekette yürürlükte bulunan hukuk, orada yaşayan halkın örf, âdet ve sosyal zarûretleriyle, yâni dînî ve ahlâkî telâkkileriyle temas hâlinde bulunmuştur. Hukuk kuralları, toplumu idâre edenlerin siyâsî tercihlerine göre şekillenmiş, bâzan da asıl gâyesinden uzaklaştırılmıştır. Böyle olunca adâletin yerini zulüm almış, haksızlıkların önüne geçilememiştir. İnsanlarda sona erdirilmesi mümkün olmayan fikrî ayrılıklar, her zaman ve her yerde hukuk kurallarının farklılığına sebeb olmuş ve olmaya devam etmektedir.
Genellikle bütün hukuk sistemlerinde adâlet, hakkâniyet ve sosyal adâlet, hukûkun gözönünde tuttuğu kavramlar olmuştur. Hukûkun gâyesi de; insan kıymetinden ve insanlığa saygı fikrinden hareket ederek ve insanlar için müşterek iyiliği hedef tutarak, adâleti ve hakkâniyeti gerçekleştirmeye çalışmaktır. Sosyal adâlet, mutlak eşitlik olmayıp, çalışıp hak edenlere karşılığını vermektir. Bu da, adâleti gerçekleştiren hukuk kuralları ile temin edilebilir.
Hukuk sistemlerinin doğuşunu ve gelişmesini hazırlayan bir çok sosyal kaynaklar mevcuttur. Bu hususta hukuk bilginlerinin görüşleri çok değişiktir. Hukûkun kaynağının ne olması lâzım geldiğini, her birisi ayrı açıdan ele almaktadır. Hukûkun kaynağının, devletin otoritesi olduğunu söyleyenler olduğu gibi, sosyal dayanışma sözleşmesi ile din ve ahlâk kurallarından meydana çıktığı esâsını kabûl edenler de vardır. Bu kaynaklara göre hukuk nizamları da çeşitli kısımlara ayrılmaktadır.
Beşerî hukuk: Din kurallarının hâkim olmadığı toplumlarda, hukuk kuralı vazetmeye (ortaya koymaya) yetkili kişi veya kurumlarca veyâ gücü yeten birisi tarafından meydana getirilmiş hukuk kurallarıdır. Bu hukûkun kuralları, her zaman ve her toplumda birçok değişikliklere uğramış ve zamânımızda da hâlâ bu değişiklikler devâm etmektedir. Beşerî hukûkun kaynaklarını, topluma hâkim olan bir kuvvet sâhibinin veya belirli bir zümrenin veyâhut da o toplumu meydana getiren halkın yetki vermesiyle seçilenlerin meydana getirdiği meclislerin hazırladığı kânûnî düzenlemeler teşkil eder: Anayasalar, çeşitli konuları düzenleyen kânunlar, tüzükler ve yönetmelikler vs. gibi.
Beşerî hukukta, toplumda örf ve âdet hâline gelen uygulamalar da hukuk kuralı olarak benimsenebilir. Kânunlarda gösterilen belirli kişilerin hüküm ve kararları da bir hukuk kuralı olarak tatbik olunabilmektedir. Beşerî hukuk, insan varlığını gâye edinmiş, onun fert ve toplum hayâtını düzenlemeye çalışmaktadır. Fakat her siyâsî toplumun kendine hâs bir hukûku vardır. Devletin tatbik ettiği zorlayıcı kurallar, hukûku meydana getirmektedir. Kânun koyma organı tarafından konan hukuk kuralları (kânunlar) ile bu organın verdiği vekâlete dayanarak diğer devlet organlarının çıkarttıkları tüzükler, yönetmelikler ve ayrıca kânunun örf ve âdete atıf yaptığı veya dayandığı hallerde örf ve âdet hukûkuna “pozitif” veya “mevzû hukuk” denilmektedir. “dogmatik hukuk” da, bir ülkedeki yürürlükte bulunan hukuk kurallarını ve hükümlerini inceler. Bu, yürürlükteki hukûka âit nazariyâttır (teorik bilgilerdir).
Tabiî hukuk: İnsan irâdesinin üstünde hiç değişmeyen evrensel prensiplerdir. Bunlar eşyânın tabîatına uygun olan ve yaratıcının öyle olmasını istediği kurallardır. Hukukçu olmayan insanların bile anlayacağı bu kurallar, insan ve eşyânın tabîatından doğan ve insanların hayâtında kendisini kabul ettiren kuralların bütünüdür. Meselâ, insanın şahsiyetine ve hürriyetine saygı göstermek, verilen sözü tutmak, yapılan sözleşmeye uygun davranmak böyledir. Bunun gibi mülkiyet hakkına da, tarzı ve hudutları değişik olsa bile, her yerde ve her zaman rastlanır.
Tabiî hukuk prensipleri, aklın kolayca bulabileceği ve kavrayabileceği kurallardır. Gerçekten eşyânın tabîatından gelen ve bir yaratılış kânunu olan üstün ve değişmez bir nizâm vardır ki, bunların hepsi tabiî hukûkun prensipleri arasında yeralır. Tabiî hukûka “ideal hukuk” da denmektedir. Bu hukûkun üstünlüğünü savunan hukukçular olduğu gibi, karşı çıkanlar da vardır.
Örf ve âdet hukûku: Toplum hayâtında doğmuş bulunan ve uzun zamandan beri uygulanması sebebiyle hukûken bağlayıcı sayılan, yazılı olmayan hukuk kurallarıdır. Kânunlar, yazılı hukuk kuralları olup, örf ve âdet hukûku yazılı değildir. Yazılı hukûkun bulunmadığı yerde örfe îtibâr olunur ve bağlayıcı bir hukuk kuralı kuvvetindedir. Örf ve âdet hukûku, özel hukûkun birçok dallarında uygulanmakta ve kânun boşluklarının doldurulmasında önemli bir rol oynamaktadır. (Bkz. Örf ve Âdet)
İlâhî hukuk: Allah tarafından peygamberler vâsıtasıyla gönderilen dinlerin bildirdiği hukuk kurallarıdır. İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’den îtibâren bütün ilâhî dinler, toplumun sosyal hayâtını düzenleyen kuralları bildirmiştir. Her asırda gönderilen peygambere, o asırda yaşayan insanların ihtiyaçlarını içine alan kurallar bildirilmiş ve peygamberler de bunları tebliğ edip, tatbikini sağlamışlardır. Bu hükümler, zamanla insanlar tarafından değiştirilmiş, ilâhî olmaktan çıkıp beşerî kurallar hüviyetine girmiştir. Zamânımıza kadar ismini muhâfaza eden Tevrat ve İncîlismindeki ilâhî kitaplar da, tahrif edilmekten, değiştirilmekten kurtulamamıştır. Bu kitaplarda bildirilen şimdiki hükümler, kurallar, ilâhî olmaktan çıkıp beşerî kurallar olmuştur. Din hüviyeti adı altında belli zümrelerin fikirlerini, düşüncelerini yansıtmaktadır. Dolayısı ile, zamânımızda bunların bildirdiği hukuk kurallarına, ilâhî hukuk gözüyle bakmak yanlış olur.
İlâhî dinlerin sonuncusu ise İslâmiyettir. İslâm dîninin kitabı Kur’ân-ı kerîm ve bildirdiği hükümler, kurallar, değişmeden zamânımıza kadar ulaşmıştır. Kıyâmete kadar, her asırdaki insanların ihtiyaçlarını karşılayacak hükümler, Kur’ân-ı kerîm’de bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerîm’in bildirdiği ilâhî hükümler, hazret-i Muhammed’in hadisleri, sözleriyle açıklanmış, İslâm hukûku ismi ile kitaplara geçmiş, Müslümanlar tarafından öğrenilip uygulamaya konmuştur. İlâhî dinlerin, dolayısıyle İlâhî hukûkun en son halkası ve bu hukûkun zamânımızda değişmeden hayâtiyetini devâm ettiren tek temsilcisi olan İslâm Hukuku, dört ana kaynağa dayanmaktadır:
1. Kur’ân-ı kerîm: Temel hükümler, veciz olarak bildirilmiştir. Bunun için müctehid olmayan, Kur’ân-ı kerîmi anlayamaz. (Bkz. İctihad)
2. Hadîs-i şerîfler: Hazret-i Muhammed’in sözleridir. Hadisler, Kur’ân-ı kerîmi açıklar. Hadisleri de, ihtisası olan âlimler anlayabilir. (Bkz. Hadis)
3. İcmâ: İctihad derecesine yükselmiş müctehid âlimlerin, bir konudaki sözbirliğidir. (Bkz. İcmâ)
4. Kıyâs: Müctehid âlimlerin, hükmü bildirilmeyen bir meseleyi, benzerlerini bularak, hükmü bilinen önceki bir meseleye göre netîcelendirmesidir. (Bkz. Kıyas, İctihad)
Bunlara ilâveten İslâm hukûkunda, İslâm dîninin temel esâslarına muhâlif olmayan örf ve âdetler de kaynak olarak alınmıştır. İslâm hukûku, bildirilen bu kaynaklarla, insanların meselelerini çözmektedir. Bu kaynakları, ancak dinde müctehid derecesine yükselmiş âlimler anlar. Bu âlimler, toplumun her kesimindeki insanların anlayacağı şekilde fıkıh, ilmihâl kitapları yazarak bu hükümlerin, kuralların, anlaşılmasını ve uygulanmasını sağlar.
Hukûkun çeşitli dalları: Bugünkü hukukçuların bir çoğu tarafından kabul edilmiş bir taksime göre “Kamu (Amme) Hukuk” ve “Özel (Husûsî) Hukuk” ayırımı kabul edilmektedir. Bu ayırım tam değildir.
Kamu Hukûku çeşitli bölümlere ayrılır. Bunlar; Anayasa Hukûku, İdâre Hukûku, Cezâ ve Cezâ Usûl Hukûku, Mâlî Hukuk, İş Hukûku ve Sosyal Güvenlik Hukûku ve Devletler Umûmî Hukûkudur.
Özel Hukûkun bölümleri de; Medenî ve Borçlar Hukûku, Ticâret Hukûku, Fikrî Hukuk, Devletler Husûsî Hukûku, Medenî Usûl Hukûku, İcrâ ve İflâs Hukûkudur.
Çeşitli Hukûk Sistemleri
Özel Hukuk ilişkileri bütün toplumlarda bir ortaklık arz eder. Aşağı yukarı her yerde aynıdır. Kamu Hukûku, her toplumun fikrî ve siyâsî yapısına göre değişiktir. Bununla berâber her ülkede, Özel Hukuk ilişkilerinin tanzim tarzı farklıdır. Bugün yeryüzünde uygulama imkânı bulan ve kuralları tespit edilen hukuk nizamlarını, başlıca dört grupta toplamak mümkündür.
1. Roma-Cermen Hukûku: Avrupa kıtasında başta İtalya, Almanya, Fransa olmak üzere Kara Avrupasında uygulanmaktadır. Roma devletinin ve sonra bunu yıkan Cermen kavimlerinin tatbik ettiği hukuk kurallarının birbirine olan etkisinden meydana gelmiş bir hukuk sistemidir. Ülkemizde de 1926 yılında İsviçre Medenî Hukûkunun kabûlünden sonra bu hukuk sisteminin uygulanmasına başlanmıştır. Romanın başlıca hukuk kaynakları, halk topluluğu kararları, örf ve âdetler olmuştur. (Bkz. Roma Hukûku)
2. Anglo-Sakson Hukûku: İngiliz Hukûku da diyebileceğimiz bir hukuk sistemidir. Kara Avrupası hukûkundan esaslı şekilde farklıdır. Bu hukûkta kânunlaştırmaya gidilmemiştir. Meselâ İngiltere’de yazılı bir anayasa yoktur. Bu hukuk, kânun koyucu veya parlamento tarafından değil, fakat mahkeme ictihâdları tarafından meydana getirilmiştir. En mühim özelliği, bir mahkeme ictihadları veya meseleler hukûku olmasıdır. Mahkeme kararları bağlayıcıdır. (Bkz. Anglo-Saksonlar)
3. Sosyalist ülkeler hukûku: Geçmiş dönemlerde başta Sovyetler Birliği olmak üzere, iktisâdî sistem olarak sosyalizmi benimseyen komünist bloku ülkelerde tatbik edilmekle berâber, sâdece kitaplarda yazılı kalan ve uygulama imkânı bulamayan bir hukuk sistemidir. Çünkü komünist ülkelerde ferdin hak ve hürriyeti oldukça sınırlıdır ve yok denecek kadar azdır. Bunun neticesinde 1991 yılında başta Sovyetler Birliği olmak üzere Çin ve Küba hâriç bütün komünist ülkeler komünizmden vazgeçerek demokrasiye geçmişlerdir.
4. İslâm Hukûku: Bu hukuk sistemi, bütün beşerî hukuk sistemlerinden ayrı bir yapıya sâhiptir.Kaynağı tamâmen ilâhî olup, insanların düşüncelerinden doğmamıştır. Tamâmen dînî hükümlere dayanmaktadır. Bu hükümler, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâdan ve yüksek din âlimlerinin ictihâdlarından çıkmıştır (Bkz. Ahkâm-ı Şer’iyye). Nass’ın (âyet ve hadisin) bulunmadığı yerde örf ve insanlar arasında yerleşmiş âdetlere göre hüküm verilebilir. Çünkü İslâm dîninin yasaklamadığı âdetlerde zamâna uyulur ve dînî nassları ispat için umûmî ve husûsî örf ve âdetler hakem kılınır. Örf ile tâyin, nass ile tâyin gibidir. Bir şeyi insanların hepsinin kullanması, zarûret olur ve ona uymak mecbûriyetinde olan kişinin hâline delil teşkil eder. Örf ve âdet hükümleri, Mecelle’nin 36, 45’inci maddeleri arasında düzenlenmiştir.
İslâmiyette bütün ilimler ve bunların usûl ve hükümleri, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılmıştır. Bu hükümler, her zaman ve her yerde geçerlidir ve bir değişiklik olmaz. Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hükümlerin bir kısmı, Allahü teâlânın haklarını ve diğer kısımları ise, insanların haklarını bildirmekte ve bunların muhâfazasını ve haksızlığa uğrayanların kurtarılmasını sağlamaktadır. Îmân etmek ve ibâdet vazifelerini yerine getirmek Allah’ın hakkıdır. İnsanların cemiyet hayatında, birbirleriyle yapmak zorunda kaldıkları ve daha çoğu günlük hayatını ilgilendiren muâmelelerinde, âilenin kurulmasını ve sona ermesini sağlayan sözleşmelerde veya tek taraflı tasarruflarda ve İslâm dîninin suç olarak bildirdiği fiilleri işleyenlerin cezâlandırılmasında şahısların hakları düzenlenmiş olup, her biri hakkında ayrı arı hükümler konmuştur.
İslâm hukûkunun içine giren bu konuları düzenleyen ve öğreten ilme “Fıkıh ilmi” denir (Bkz. Fıkıh). Fıkıh ilmini ilk olarak sistemleştiren İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir. Fıkıh ilmi çok geniştir. Başlıca dört büyük kısma ayrılır.
1. İbâdetler: Allah’ın hakları olup, namaz, oruç, zekât, hac ve cihâd olmak üzere beşe ayrılır. Bunlar bugünkü mânâda hukûkun konuları arasında değildir.
2. Münâkehât: İslâm âile hukûkunun bütün konularını bildirir. Evlenme, boşanma, nafaka gibi birçok dalları vardır.
3. Muâmelât: Mâli konuları düzenleyen, eşyâ hukûkunu (aynî hakları), borçlar hukûku ve ticâret hukûkunun konularını içine alır. Alışveriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîras vs. gibi birçok bölümleri vardır. Mîrâs hukûku “Ferâiz ilmi” adı altında geniş olarak anlatılmaktadır. Muâmelâtın birçok bölümleri Mecelle’de 1851 madde hâlinde kânun şekline getirilmiştir. (Bkz. Mecelle)
4. Ukûbât: İslâm cezâ hukûkunu ve usûl hukûkunu düzenleyen kısımdır. Kur’ân-ı kerîm’de beş çeşit cezâ açıkça bildirilmiştir. Bunlar kısas, sirkat (hırsızlık), zinâ, kazf (zinâ iftirasında bulunmak) ve riddet (müslümanlıktan ayrılmak, mürted olmak) tir.
Ukûbât; “Had” “Kısas” ve “Ta’zir” olarak üçe ayrılır. Beş suça, had cezâsı tatbik olunur. Bunlar; zinâ, şarâp içmek, alkollü içkiyle sarhoş olmak, bir kimsenin (erkek veya kadın) nâmusuna iftirâda bulunmak, hırsızlık ve yol kesiciliktir. Kısas, yaralamak ve öldürmek suçlarında uygulanır. Ta’zir cezâları, çok çeşitli olup, tenbih, ihtâr, tekdir, dövmek, hapsetmek ve öldürmeye kadar gider. Suça ve şahsa uygun olan verilir. Ta’zir, hadden daha hafif cezâ ile cezalandırmaktır. Bunların suçluya takdiri hâkime âittir.
Fıkıh ilminin konuları, daha ziyâde, husûsî (özel) hukûkun konuları arasında yer alan hükümleri düzenlemektedir. Amme (Kamu) Hukûkunun düzenleyici kuralları, tamâmen İslâm devlet başkanıın (halîfenin) tasarruflarına bırakılmıştır. Devlet başkanı, azledilmek ve yaptığı işlerden dolayı cezâlandırmak korkusu olmaksızın, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hükümlere bağlı kalarak adâleti sağlamak, ammenin (kamunun) ve fertlerin haklarını korumak üzere gerekli gördüğü her türlü icrâatta bulunmak yetkisine sâhiptir.
İslâm Kamu Hukûkunun hilâfet (devlet başkanlığı) ve bunun kamu görevlerinden olan cihâd (İslâmiyeti yaymak), adâleti gerçekleştirmek, zekât, cizye ve haracın tarh ve tahsili, cezâların tenfizi, siyer ve fıkıh kitaplarında geniş olarak açıklanmıştır. İmâm-ı Mâverdî’nin Ahkâmüs-Sultâniye kitabında İslâm Kamu Hukûku en geniş şekilde anlatılmaktadır.
Müslümanlar birçok hukuk ilminin temellerini atmışlar ve hukûkun sâhasını genişletmişlerdir. Hukuk Metadolojisi ilminin, Devletler Hukûkunun, Amme Hukûkunun ve Hukuk Sosyolojisinin kurucuları olmuşlardır. İmâm-ı Şâfiî’nin Risâle’si, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin Siyer-i Kebîr’i ve buna İmâm-ı Serahsî’nin yaptığı şerhi, İmâm-ı Mâverdî’nin ve Kâdı Ebû Ya’lâ’nın Ahkâmus-Sultâniyye’leri ve İbni Haldun’un Mukaddime’si bu sâhadaki yazılan ilk eserleri teşkil ederler.
Dört büyük halîfe. Peygamber efendimizin vefâtından sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali olmak üzere ilk dört halîfeye verilen isim. Ehl-i sünnet îtikâdında dört halîfenin üstünlük sırası, halîfelik sırasına göredir.
Hazret-i Ebû Bekr, Peygamber efendimizin vefât ettiği gün, Eshâb-ı kirâm tarafından 632 senesinde halîfe seçildi. İki sene üç ay on gün halîfelik yaptı. Peygamberlerden sonra Eshâb-ı kirâmın ve insanların en üstünüdür. Peygamber efendimiz ne söylerse hemen kabul ve tasdik ederdi. Bu sebeple Peygamber efendimiz (ona) Sıddîk lakabını vermiştir. Hicrette Resûlullah ile berâber idi. (Bkz. Ebû Bekr-i Sıddîk)
Hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekr tarafından halîfe seçildi. 634 senesinde halîfe olup, on sene iki ay on bir gün halîfelik yaptı. Hazret-i Ebû Bekr’ den sonra Eshâb-ı kirâmın en üstünüdür. Benzeri görülmemiş derecede üstün adâleti sebebiyle Ömer-ül-Âdil ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran mânâsında “Fârûk” lakabı ile meşhur olmuştur. (Bkz. Ömer-ül-Fârûk)
Hazret-i Osman, hazret-i Ömer’in tâyin ettiği bir heyet tarafından 644’te halîfe seçildi. On bir sene altı ay on dört gün halîfelik yaptı. Peygamber efendimize iki defâ dâmât olmakla şereflendiği için iki nûr sahibi mânâsına “Zinnûreyn” lakabıyla meşhur olmuştur. O derece hâyâ sahibiydi ki, melekler dahi ondan hâyâ ederdi. (Bkz. Osman-ı Zinnûreyn)
Hazret-i Ali, 656 senesinde Eshâb-ı kirâmın ittifakıyla halîfe seçildi. Dört sene sekiz ay on bir gün halîfelik yaptı. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin dâmâdı olup, hiç puta tapmadan Müslüman olduğu için “Kerremallahü vecheh”; kahramanlığı ve çok cesur olması sebebiyle “Kerrâr” ve “Esedullah-il-Gâlib” lakaplarını almıştır. Ayrıca takdiri ilâhiyyeye, gösterdiği rızâdan dolayı da “Murtezâ” lakabı verilmiştir. (Bkz. Ali bin Ebû Tâlib)
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın; Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmek, din ve dünyâ işlerini dînin gâyesini yerine getirecek şekilde yürütmek ve mürşid (rehber) olarak insanları terbiye edip, kemâle ulaştırmak gibi başlıca üç vazîfesi vardı. Hulefâ-i Râşidîn bu üç vazîfeyi birlikte yaptı (Bkz. Halîfelik). Sonra gelenler yalnız saltanat vasîfesini yaptı. İlim öğretmek vazîfesi mezheb imâmlarına, insanları terbiye edip kemale ulaştırmak vazîfesi de tasavvuf büyüklerine, evliyâya verildi.
Kendi adıyla anılan hastalığı târif ederek dünyâ tıp literatürüne geçen Türk hekimi. Hulûsî Behçet 1889 yılında İstanbul’da doğdu. 1910 yılında tıp tahsilini tamamladı. 1914 senesine kadar Gülhâne Askerî Hastanesinde cildiye asistanlığı yaptı. Çalışmalarını ilerletmek için Avrupa’ya giden Behçet, önce Budapeşte, sonra da Berlin’de bulundu ve 1919 yılında yurda döndü. 1933 yılında İstanbul Üniversitesi yeni uygulamalarla açıldığında Hulûsî Behçet, Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniğine profesör tâyin edildi. On dört yıl boyunca başarı ile hizmet etti.
Hulûsî Behçet’in çalışmaları özellikle “Wright çıbanı”, “Dermatitis figus carica” ve “Frengi” üzerinde oldu. Daha sonra 1922 yılında üzerinde çalışmaya başladığı bir hastalığı 1947 Eylülünde Cenevre’de toplanan Milletlerarası Tıp Kongresine sundu. Bu hastalık, gözde “iridosiklit” (iris ve siliar cismin iltihâbı), “ağızda aft” ve “cinsel bölgelerde afta benzer oluşumlar” olmak üzere üç ana belirti ile özetlenmekteydi. Bu hastalık Zürih Tıp Fakültesi Dermatoloji Profesörü Mischneri’nin teklifi üzerine “Morbus Behçet” (Behçet Hastalığı) olarak adlandırılıp kabul edildi.
1939 yılında ordinaryüs profesör olan Hulûsî Behçet’in Klinikte ve Pratikte Frengi Teşhisi ve Deri Hastalıkları adıyla kıymetli bir eseri vardır.
Dünyâda Tıp literatüründe adı çok geçen Türk hekimi Hulûsî Behçet, 8 Mart 1948’de öldü.
Osmanlı askerî teşkilâtında humbara yapan ve bunu kullanan sınıfın bağlı olduğu ocak. Humbara, demir veya tunçtan dökülmüş el bombası olup, tüfekle atılanları da vardı. Bu silâhı kullanana “humbaracı”, âmirlerine ise, “humbaracıbaşı” deniliyordu.
Humbaracılar Osmanlılarda eskiden beri mevcud olup, bir kısmı Cebeci bir kısmı Topçu Ocağına bağlıydılar. Humbaracıların asıl kısmı, kapıkulu sınıfları gibi maaşlı olmayıp, timar sâhibiydiler. Bunlar devlet merkezinde bulunmayıp, kalelerde hizmet ederlerdi. Bunların timarları, kaleleri civârında bulunurdu. Timarlı humbaracılar 17. asır başlarından îtibâren ihmâl edildiğinden ehemmiyetleri kalmadı.
Humbaracı Ocağı, aslen Fransız olup 1729’da Türkiye’ye ilticâ eden ve Müslüman olduktan sonra Ahmed ismi verilen Kont Bonneval tarafından ıslâh ve tanzim edildi. Bunlar için Üsküdâr’da Ayazma Sarayında yeniden bir îmâlâthâne ile kışla yaptırıldı. Bu sûretle yeniden teşkilâtlanan humbaracıların miktârı üç yüzü timarlı ve üç yüzü ulûfeli olarak 601 kişi oldu. Ocak, oda denilen ve her biri yüz kişiden meydana gelen altı bölüğe ayrıldı. Bunların üçü ulûfeli, üçü de timarlıydı. Her ulûfeli odaya iki yüz akça ile bir odabaşı ve doksanar akça ile iki tâne ellibaşı ve elli akça yevmiyeyle üç tâne otuzbaşı, otuzar akça yevmiye ile on tâne onbaşı, vekilharç, çavuş, imâm, cerrah, yazıcı, davulcu tâyin edildi. Neferlerin yevmiyesi on sekiz, “alaybaşı” denilen humbaracıbaşının yevmiyesi ise üç yüz altmış akçaydı.
Üçüncü Selim Handan îtibâren görülen ıslâhat devresinde, 1792’den îtibâren Humbaracı Ocağında timarlı ve ulûfeli şeklindeki ayırıma son verilerek, hepsinin devlet merkezinde bulunmaları kabul edildi. 1795’te ise Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûnun açılması üzerine Humbarahâne kapatılıp talebeleri bu okula nakledildi. Humbaracılar, Sultan İkinci Mahmûd döneminde Vak’a-i Hayriye adı verilen yeniçerilerin kaldırılması sırasında devletin tarafını tutarak büyük bir hizmet yaptılar.
İran’da Şah rejiminin devrilmesini sağlayan Şiî lider. 17 Mayıs 1900’de İran’ın Humeyn şehrinde doğdu. 3 Haziran 1989’da Tahran’da öldü.
Çevresinde tanınmış Şiîlerden olan babasının bir toprak ağası tarafından öldürülmesi üzerine ağabeyi tarafından büyütüldü. Babasının öldürülmesinin gerisinde Şah’ın olduğuna inandığından, küçük yaştan îtibâren Şahlık rejimine düşman oldu. Şah’ın Sünnî Müslümanlara serbest hareket imkânı sağlaması da bu düşmanlığını arttırdı. İran’da çeşitli medreselerde eğitim gördükten sonra 1950’de Ayetullah Kuşânî’nin ölümü üzerine İran Şiî topluluğunun başına geçip 1962’de Kum’a yerleşti. 1963’te Şah Rıza Pehlevi’ye karşı girişilen gösterileri düzenleyenlerden olduğu için tutuklandı. 4 Kasım 1964’te sürgün edildi ve Irak’ta Necef’e yerleşti.
6 Ekim 1978’de Irak’ı da terk etmesi istenince Paris’in banliyösü olan Neauple-le-Château’ya yerleşti. Oradan Fransa başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin sağladığı imkânlarla İran’da Şah yönetiminin yıkılması ve Şiî inancına dayalı bir devlet kurulması gâyesiyle propagandaya girişti. 1978-79 yıllarında İran’da yaygınlaşan kitle gösterileri sonunda Şah Rıza Pehlevî 16 Ocak 1979’da İran’ı terk etmek mecburiyetinde kaldı. 1 Şubat 1979’da İran’a dönen Humeyni ömür boyu dînî lider ilân edildi ve Kum’a yerleşti.
İran’da Şiî inancına dayalı cumhûriyeti kurduktan sonra muhaliflerini sırasıyla bertaraf eden Humeyni, binlerce kişiyi öldürttü veya hapse attırdı. Sünnî Müslümanlara da çeşitli zulümler yaptı. 1980’de başlayan ve 1988’e kadar süren Irak Harbi sırasında barışçı bir çözüm arayışını uzun süre reddetti ve savaşın Saddam devrilinceye kadar sürdürüleceğini îlân etti. Ortadoğudaki çeşitli ülkelerde yaşayan Şiî militanları destekleyerek bölgede terörün artmasına sebeb oldu. 1989 yılı başlarında hastalandı ve Haziran ayı başında öldü.
Alm. Pest (f), Fr. Peste, İng. Plague. Ateşli hastalıklara, hastalık nöbetlerine ve sıtmaya verilen genel ad. Ateşli ve bulaşıcı olan hastalıklar, tifüs ve tifo gibi salgınlar “humma” adıyla anıldığı gibi kızıl, kızamık, kızamıkçık, çiçek, su çiçeği gibi deride döküntüye sebep olan hastalıklar da halk arasında “döküntülü humma” olarak bilinir. Malta humması, Akdeniz bölgelerinde görülür. Bunlar insanlara, keçi sütünden “Micrococus melitensis” adlı bakterilerle geçer. Bunlar ateşli ve bulaşıcı bir hastalığa sebep olur.
Sarı humma, çoğunlukla Orta ve Güney Amerika ile Batı Afrika’da rastlanan tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalıktır. Sarı humma sivrisineği (Aedes aegypti) tarafından taşınan bir virüsle insandan insana bulaşır. 2-7 günlük kuluçka döneminden sonra hastalığın üç dönemi mevcuttur. Başlangıç olan ilk döneminde, yüksek ateş, titreme, baş ağrısı, kol ve bacaklarda ağrılar, bulantı ve kusmalar görülür. Hastanın elmacık kemiklerinin bulunduğu yüz bölgesi kıpkırmızı olur. 3-4 gün sürer. Her zaman görülmeyen ikinci dönem birkaç saat sürer. Aldatıcı bir iyileşme görülür. Ateş düşer. Hasta iyileştiğini sanır.
Üçüncü dönemde ateş yeniden yükselir. İlk belirtiler yeniden ortaya çıkar. Hastanın derisi kırmızımtrak koyu sarı bir renk alır. Hastalık bu özelliğinden “sarı humma” adını alır.
Hastalık ağır geçmediği taktirde hasta birkaç haftada iyileşir. Hastalık âmili virüse karşı etkili bir tedâvi metodu yoktur. Hastalığın yayılmasını önlemek için hasta, doktor kontrolünde ayrı yerde tutulur ve virüsü bulaştıran sivrisineklerle mücâdele edilir.
Dokuzuncu yüzyılda Irak’ta yetişen ve fen ilimlerinin bir çok sahasında tercüme yapan, eser yazan âlim. Künyesi, Ebû Zeyd’dir. 810 (H.194) senesinde Fırat kıyısındaki Hire kasabasında doğdu. 873 (H.260) senesinde Bağdat’ta vefât etti.
Huneyn bin İshak’ın babası eczâcıydı. Babasının laboratuvarındaki malzeme ve âletler, Huneyn bin İshak’ta ilme karşı bir ilgi uyandırdı. Basra’ya gidip, meşhur dil âlimi Hâlid bin Ahmed’den Arap dili ve edebiyâtını öğrendi. Asıl arzusu tabip olmaktı. Bu yüzden Bağdat’a giderek, Yahyâ bin Maseveyh ve başkalarından tıb ilmini tahsil etti. Ayrıca Yunanca, Süryânice ve Farsçayı öğrendi. Hocası gibi meşhur bir tabip olmak istiyordu. Bunun için Anadolu’ya giderek eski doktorların eserlerini asıllarından okuyup inceledi.
Bağdat’a yerleşen Huneyn bin İshak’ı, halîfe, tercüme dîvânına reîs tâyin etti. On yedi yaşında tıb dersleri vermeye başladı. Yorulmadan çalışmaları tıb alanında söz sâhibi olmasına ve halîfe Mütevekkil’in özel doktorluğuna kadar yükselmesine sebeb oldu.
Huneyn bir İshak, tıbbın göz sâhasında meşhur oldu. Gözle ilgili eseri, sâhasında en kıymetli eserler arasında yer aldı. Bu alanda ilk eser verme şerefi Huneyn bir İshak’a âit olup, tıptaki bilgisi, devrine göre en üst seviyedeydi.
Huneyn bin İshak, tabipliği yanında tercümeciliğiyle de tanındı. Bu faaliyetlere, halîfe Me’mun zamânında başladı. 856 senesinde Mütevekkil’in Bağdat’ta kurduğu tercüme mektebi ile kütüphânesinin idâre işlerini yürüttü. Bu zaman içinde Yunanlı tabîb Galen’in (Calinos’un) eserlerinin hepsini Arapçaya tercüme etti. Halîfe, yaptığı her tercüme kitaba ağırlığınca altın verdi. Lisâna son derece hâkim olduğu için yaptığı tercümeler sıhhatli ve güvenilirdi.
Huneyn bin İshak, yüze yakın eser yazdı. Bu eserlerinden bâzıları şunlardır:
1. El-Aşr (Makâlât fi’l-Ayn): Göz hakkında yazılan en eski eserdir. Eser, 1926 senesinde İngilizceye tercüme edilmiştir. Daha sonra Max Mayerhof Almancaya çevirmiştir.
2. Kitâb-ül-Medhal fit-Tıb: Bu eser sorulu-cevaplı şekilde kaleme alınmıştır. Eser, Galen’in Ars Parva adlı kitabına, yazdığı bir girişten ibârettir.
3. Kitâb-ül-Mevlûdîn: Tabîat ilimleri hakkında bir eserdir.
4. Târîh-ul-Âlem vel-Mebde vel-Enbiyâ vel-Mülûk vel-Ümem: Kendi devrine kadar olan târihi ihtivâ eder.
5. El-Füsûl-ül-Ebukrâtiyye: Tıb ilmine dâir matbû bir eserdir.
6. El-Kavl fî Hıfz-il-Esnân ve Istıslâhihâ: Diş sağlığı hakkındadır. Bilinen tek nüshası Şam’daki Zâhiriyye Kütüphânesindedir.
7. Ed-Dav’ü ve Hakîkatuhu: Işınların mâhiyetine dâirdir. Süryânice yazılan bu eser, Kayyûm bin Hilâl tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir.
8) Et-Teşrîh-ül-Kebîr, 9) El-Mesâil fil-Ayn, 10) Medhal ilâ ilm-ir-Rühâniyyât, 11) El-Mesâil fit-Tıb lil-Müteallimîn, 12) El-Kuvel Eğziyefî, 13) Tedbîr-ul-Esihha.
Huneyn bin İshak’ın göz hakkındaki eserini 18. asra kadar, batılı tabipler elkitabı olarak kullanmışlardır. Göz alanında ciddî eserler kaleme alan Ali bin İsâ ve Ammâr, çalışmalarında Huneyn bin İshak’ın bu eserinden faydalanmıştır. Eseri Lâtinceye tercüme eden batılı tabip Konstantin, kendisine mal etmeye kalkıştı. İlmî ahlâkla bağdaşmayan bu durum Demetrius tarafından açığa çıkarıldı. Konstantin’in kitabını inceleyen Demetrius, eserin Huneyn bin İshak’ın eserinin tercümesi olduğunu ortaya koydu.
İslâm târihinde Hevazin ve Sakîf kabileleri ile 629 (H.8) senesinde yapılan savaş. Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşmasından sonraİslâmiyet, Arabistan’ın her tarafına yayıldı. Putperestlerin merkezi Mekke Müslümanları tarafından fethedildi ve bütün putlar kırıldı. Mekke’nin fethinden sonra Kureyş kabilesinin çoğu Müslüman olunca bunlarla dost geçinen civar kabileler de İslâmiyete karşı yakın bir alâka duymaya başladılar. Ötedenberi Müslümanlara düşmanlığı ile tanınan Hevazin kabilesi İslâmiyetin zaferinden endişe etmeye başladı. Aynı hâlin kendi başlarına da geleceğini düşünerek Müslümanlarla savaş yapmaya karar verip Taif’te bulunan Sakîf Kabilesi ile birleştiler. Sa’doğulları Kabilesi ve diğer bâzı küçük kabileler de bunlara katıldılar. Böylece Müslümanlara karşı 20.000 kişilik bir ordu hazırlayıp, Mâlik bin Avf’ın emrine verdiler. Huneyn Vâdisinde toplandılar, ayrıca kadınlarını, çocuklarını, koyunlarını ve sığırlarını da savaş meydanına getirdiler.
Peygamber efendimiz bu birleşik düşman kuvvetlerinin hareketini haber alınca, bilgi almak üzere düşman topluluğunun arasına gizlice bir haberci gönderdi. Bu haberci kıyâfet değiştirerek birkaç gün düşman ordusu arasında kaldı. Durumlarını inceleyip döndü. Bu görevli sahâbi, gördüklerini olduğu gibi anlattı. Bundan sonra Peygamber efendimiz derhal hazırlığa başladı. Düşmana karşı 12.000 kişilik bir ordu hazırladı. Huneyn Vâdisinde düşmanla karşı karşıya geldiler.
Savaş seher vaktinde başladı. İslâm ordusu sabahın karanlığında Huneyn’e inmiş, sâhanın ancak alçak kısımlarında yer tutabilmişti. Buna karşılık düşman kuvvetleri en müsait yerleri ele geçirmiş ve pusu kurmuştu. Peygamber efendimiz bütün tedbirleri alıp askerlere zırh giydirdi. Düşmanı gâfil avlamak için Huneyn vâdisine gizlice inildi. Hâlid bin Velid hazretlerinin öncü kuvvetleri ileri atıldı.
Vâdinin iki tarafında pusu kurmuş olan düşman kuvvetleri aniden ok atmaya başladılar. Askerî manevraya elverişli olmayan bu dar vâdide ok yağmuruna tutulan mücâhidler bir müddet için geri çekildiler. Bu arada İslâm ordusuna gönüllü olarak katılan bir miktar Mekkeli, ordudan ayrıldı. Düşman kuvvetleri Müslümanları tâkip etmek üzere tepelerden aşağı hücum etti. Peygamber efendimiz ise etrafında bulunan Eshâb-ı kirâm ile birlikte düşmana karşı ilerliyordu. Yanında bulunan amcası hazret-i Abbâs’a dağılan ordunun toplanması için onları çağırmasını söyledi. Hazret-i Abbâs gür sesiyle “Ey Medîneliler! Ey Semûre ağacının altında Resûlullah’a söz veren Eshâb! Dağılmayınız! Buraya toplanınız!” diye bağırarak orduyu toplanmaya çağırdı.
Bu sırada ortalık aydınlanmağa başladı. Hazret-i Abbâs’ın gür sesini duyan İslâm ordusu “Lebbeyk” sesleriyle her taraftan koşuştular. Böylece İslâm ordusu bir araya toplandı. Bütün güçleriyle düşman üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtıları veİslâm ordusunun tekbir sedâları her tarafı çınlatıyordu. Bu durumu gören düşman bir anda dehşet ve korkuya kapıldı. Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Ebû Dücâne gibi kahraman sahâbiler, savaşın en dehşetli anlarında Peygamber efendimizin önünde düşmana göğüslerini siper ederek çarpışıyorlardı.
Bu sırada Peygamber efendimiz “İşte şimdi fırın tutuştu! Harp kızıştı.” buyurdu. Binmiş olduğu Düldül adlı hayvandan inerek şöyle duâ etti: “Allahım bize yardımı indir! Muhakkak sen, onların bize gâlip gelmesini istemezsin.”
Sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlâya olan yalvarmaları arasında, yerden bir avuç kum aldı. “Yüzleri kara olsun!” buyurarak müşriklerin üzerine savurdu. Sevgili Peygamberimizin bir mûcizesi olarak, düşman askerleri içinde gözlerine kum dolmadık kimse kalmadı. Melekler de yardıma gelmişti. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresi 25 ve 26. âyetlerinde bildirilmiştir. Peygamber efendimiz; “Allahü teâlâya and olsun ki, onlar bozguna uğradılar.” buyurdular. Müşrikler, bozulmaya, geri dönüp kaçmaya başlamışlardı. Geri döndükçe peşlerinde şanlı Sahâbileri görüyorlar, harp meydanına getirdikleri hanımlarını, çocuklarını ve mallarını bırakarak son sür’atle kaçıyorlardı.
Harp meydanında yetmiş ölü, altı bin esir ve hadsiz hesapsız mal bırakmışlardı. Kaçanların bir kısmı Tâif Kalesine sığındı, bir kısmı da Nahle’ye, Evtas’a gitti. Kumandanları Mâlik bin Avf, Tâif’e sığınanlar arasındaydı. Eshâb-ı kirâm onları bir müddet tâkib etti. Evtas’ta yine şiddetli çarpışmalar oldu. Düşman yine bozguna uğradı.
Allahü teâlânın izni, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin himmeti bereketiyle zaferi yine Müslümanlar kazandı. Dört şehid verilmiş, bazı sâhâbiler de yaralanmıştı. Hâlid bin Velîd hazretlerinin de yaralı olduğunu işiten sevgili Peygamberimiz, yanına varmış, yarasını mübârek elleri ile sıvazlayınca, yarası ânında iyi olmuştu.
Bu zaferden sonra Sakîf kabilesi mensupları memleketleri olan Tâif’e kaçtılar. Peygamber efendimiz Tâif üzerine yürüyüp kesin netîce almayı istiyordu. Sakif kabilesi pek sağlam olan kalelerine kapanıp savunmaya geçtiler. Kale kuşatıldı. Ancak kalenin muhkem olması sebebiyle fethetmek mümkün olmadı. Yirmi gün süren kuşatma sırasında on dört sahâbî şehit düştü.
Peygamber efendimiz bu kuşatmadan netice alınamayacağını görerek Eshâb-ı kirâm ile Tâif’ten ayrıldı. Ayrılırken; “Yâ Rabbî Sakîflere doğru yolu göster!Onları bize getir.” diye duâ etti. Huneyn gazâsında ele geçirilen esirler ve ganîmetlerin toplandığı Cirâne’ye geldi. Altı bin esirin yanı sıra yirmi binden ziyâde büyük ve kırk binden ziyâde küçük baş hayvan ile hesapsız zînet eşyâsı ganîmet alınmıştı. Onları, hak sâhibi mücâhidlere paylaştırdı. O sırada Hevâzin kabîlesinden bir heyetin, huzûra kabul edilmek için istirhâmda bulundukları öğrenildi. Sevgili Peygamberimiz, onları kabul etti. Heyet, Hevâzin Kabîlesinin tamamının Müslüman olduğunu bildirince, Âlemlerin efendisi, çok memnun olmuşlardı. Bunun üzerine kendisine düşen esirleri, derhâl serbest bırakıp geri verdi. Eshâb-ı kirâm da aynı şekilde yaptılar. Bundan sonra Mekke’ye döndüler. Peygamber efendimiz, Attâb bin Esîd’i Mekke’ye vâli yaptı. Mu’âz bin Cebel hazretlerini de din bilgilerini öğretmek için bıraktı. Kâbe-i muazzamayı tavâf edip, umresini yaptıktan sonra şanlı Eshâbı ile tekrar Medîne’nin yolunu tuttular.
Bir sene sonra Tâifliler, Müslüman olmak için altı kişilik bir heyeti, Medîne’ye sevgili Peygamberimiz’in huzûruna gönderdiler. Resûl-i ekrem efendimiz, onların Müslüman olmalarına çok sevinip, kendilerine bâzı imtiyâzlar vererek Tâif’e gönderdi. BaşlarınaOsman bin Ebi'l-Âs hazretlerini vâli tâyin etti. Sonunda Hevâzin Kabilesi reisi Mâlik bin Avf da bu haber üzerine gelip Sevgili Peygamberimizin huzûrunda Müslüman oldu.
Alm. Hunne (m), Hunnin (f), Fr. Les Huns (pl.), İng. The Huns. Orta Asya’da ve Avrupa’da devlet kuran ilk Türk boyu. Hunlara Çin kaynaklarında Hiung-nu adı verilmektedir. “Kun” ismi ile anılan Hunlar, târihte bilinen ilk Türk devletini kurmuşlardır. Hunlarla uzun süren mücâdeler yapan Çinliler, Türk saldırılarına karşı koyabilmek için meşhur Çin Seddini yapmışlardır.
Hunlar hakkında ilk bilgilerin bulunduğu Çin kaynaklarında; kuzeylerinde yaşayan atlı göçebelerin, sınırlarını geçerek ülke içine yaptıkları akınlar ve Çin prensleri veya hükümdârlarının çok defâ birbirlerine karşı giriştikleri saltanat mücâdelelerinde, büyük bir askerî güce sâhip bu göçebelerden yardım aldıkları yazılıdır. Çağımızdan üç bin yıl önceleri Kuzey Çin ülkelerinde görülen, atlı göçebe denen ilk Türkler, daha sonra Hun adı ile târih sahnesine çıkmışlardır.
Mîlattan önce 318 yılında, Kuzey Şansi’deki Çin prensleri, ülke içindeki saltanat kavgalarında “Kuzey Canavarları” dedikleri Hunlardan yardım alıyorlardı. 220 yılında Teoman (Tuman) Yabgu (220-209), Türk boylarını birleştirerek siyâsî birlik kurdu. Çin’deki iç karışıklıklardan faydalanıp, devletin sınırlarını genişletti. Çinlilere çok zor günler yaşattı. Sarı Irmağı geçip, Çinlilerin en büyük dayanağı olan Çin Seddini aştı, Türk atlılarını Çin içlerinde koşturdu.
Oğlu Mete (Motun, Bapatır ve Bahadır da denir), Teoman Yabgu’dan iktidârı, zorla aldı. Mîlâddan önce 209 yılında Hun hakanı olan Mete’nin adı destanlara geçti. Mete (M.Ö. 209-174) Çin Seddini aşıp Çin’e girdi. Asya’nın fethine teşebbüs edip, Büyük Okyanusla, Hazar Denizinin kuzey kıyıları, Sibirya ile Himalayalar arasındaki bölgeyi ele geçirdi. On sekiz milyon kilometre karelik bir alanı hâkimiyeti altına alıp, târihin en büyük imparatorluklarından birini kurdu.
Mete’nin M.Ö. 174 yılında ölümü ile yerine oğlu Gökhan (M.Ö. 174-161) geçti. Gökhan devrinde Hun İmparatorluğunun teşkilâtı daha da kuvvetlendi. Devletin sınırları genişledi. Çin, Hunlara vergi vermek sûretiyle barış politikasını devâm ettirdi. Gökhan, Tanrı Dağlarının doğusunu ellerinde tutan Yüeçileri yenerek batıya sürdü. Hunların doğu komşusu Çinliler, Türkleri askerî güç ile yenemeyeceklerini anlayınca, “Türk’ü Türk’e kırdırmak” politikasını tâkip ettiler. Mîlâddan önce birinci yüzyılda Hunları Doğu ve Batı Hunlar olmak üzere ikiye ayırdılar. Batı Hun Devleti, M.Ö. 48-36, Doğu Hun Devleti ise M.Ö. 48-M.S. 48 yılları arasında hüküm sürdü. Çiçi Hân (M.Ö. 56-36) bölünmeyi önlemek için uğraştıysa da muvaffak olamayıp, Çinliler tarafından öldürüldü. Doğu Hun Devleti, M.S. 48’de Çinlilerin askerî baskı ve siyâsî entrikaları sonucu Güney-Doğu ve Kuzey-Batı Hun İmparatorluğu adıyla ikiye bölündü. Kuzey Hun (38-93), Güney Hun (48-303) devletleri Sienpiler ve Çinliler tarafından yıkıldı. Hunlar batıya ve güneye inerek, târihteki büyük “Kavimler Göçü”nü başlattılar. Batıya gidenlere “Avrupa Hunları”, Hindistan’a gidenlere “Akhunlar” adı verildi.
Avrupa Hunları (M.S. 90-468), Hazar Denizi ile Yayık ve İdil ırmakları arasında kalan geniş bir alana yayıldılar ve bölgede yaşayan kabîleleri de hâkimiyetleri altına aldılar. 375 yılında Balamir komutasındaki Hunlar, akınlarını Avrupa’ya yönelttiler. İdil Irmağını geçen Hun akıncıları, Tuna boylarına kadar gelip, Macaristan’a yerleştiler. Munçuk’un oğlu Attila (445-453) zamânında 447-448 yıllarında Avrupa’da yetmiş kadar şehir ele geçirildi. Hun orduları İstanbul kapılarına dayanıp, Bizans’ı haraca bağladı. 451’de Galya’ya yâni Fransa’ya girdi. Milano ve Parvia’yı da alan Attila, Roma üzerine yürüdü. Papa Üçüncü Leon ve Roma Konsül Heyetinin ricâları ile Batı Roma İmparatorluğu merkezine girmedi (452). Anlaşma yapıp, Roma’dan geriye döndü. Avrupa’da çok kan döktü. “Allah’ın gazabı” da denilen Attila 453 yılında öldü.
Attila’nın ölümünden sonra dört milyon kilometrekarelik geniş bir alana yayılan Avrupa Hunları, taht kavgaları sonucu dağılmaya başladı. Attila’nın büyük oğlu İlek Han (453-454) 454 yılında öldürülüp, yerine diğer oğlu Dengizek (454-496) geçti. Dengizek Han, Hunları birlik içinde toplayarak devleti koruyup, yaşatmak istemesine rağmen muvaffak olamadı. Attila’nın diğer oğlu İrnek, 496 yılında Bizans’a tâbi oldu. Avrupa kavimleri, hunlardan teşkilâtçılığı öğrenip, sosyal ve siyâsî hayatlarına yön verdiler.
Akhunlar (420-567): Büyük göç sırasında Hun Türklerinin bir başka kolu Orta Asya’dan güneye inerek Afganistan, Kuzey Hindistân ve Türkistan’ın bir bölümünü içine alan bölgeye yerleşti. 420 yılında Akhuşunvar’ın kurduğu Akhun Devleti, Kuzey ve Güney Akhunlar olmak üzere ikiye ayrıldı. 496 yılında Güney Akhunlar hükümdârı Toraman zamânında imparatorluk hâline geldiler. Altıncı yüzyılda Göktürk hâkimiyetine giren Akhunlar, 567’de yıkıldı. (Bkz. Akhunlar)
Hunların devlet başkanına “Şan-yü” ve “Tanrıkut” denir ve kutsal kabul edilirdi. Hânedân en soylu ve imtiyâzlı kabîleden gelirdi. Ordu teşkilâtı ikili, dörtlü, altılı ve yirmi dörtlü usûle dayanıp, onluk,yüzlük, binlik ve on binlik düzenleri vardı. Hun ordusu yirmi dört tümenden meydana gelirdi. Hunlar atlı göçebe hayâta alışıp, at eti yiyerek, kısrak sütü içerek, çoluk çocukları ile at sırtında dolaşarak, atlı savaş usûlünü ilk defâ kullanmışlardır. Çok süratli hareket kâbiliyetine sâhib olduklarından, büyük orduları ve vuruş güçleriyle, kendilerinden daha kalabalık yerleşik milletlere üstünlük sağlamışlardır.
Atlı göçebe hayâtın icâbı olarak Hunlar çepken, yelek, şalvar, börk, deri kalpak, tokalı kemer gibi giyim kuşam; sucuk, pastırma, kakaç, kuru kaymak, tarhana, kurut, kavurga, kavut gibi yiyecekler ile kendi buluşları olarak tulum, türgü, deri sofra altı, tuluk, yannık, dağarcık gibi deri eşyâları kulanırlardı. Çok hızlı göç eden Hunlar, çoluk çocukları, davar, sığır ve deve sürüleri ile yedek atları sâyesinde bir iki yıl içinde Çin Seddinden Kafkaslar ve Tuna boylarına ulaşmışlardır.
Hunlar, atlı savaş usûlleri sâyesinde çok kalabalık Çinlileri ve Romalıları yenmişlerdir. Türk savaş usûlü ve giyim kuşamını taklid etmek isteyen Çinliler ve Bizanslılar, koşan at üzerinde geriye ok atma, hünerini bile gösterememişlerdir.
Din adamlarına Şâman derlerdi. Bu bakımdan Hun inancına Şamanizm adı verilmiştir. Şamanların cenâzede, düğünde şiir söyleyen, çişitli konularda fikri sorulan ve aynı zamanda ahâlinin tedâvi işleriyle uğraşan kimseler olduğu sanılmaktadır. Şamanlardan başka olan bilgeler, daha çok tutulurdu. Bunlar, çok bilgili ve tecrübeli kimselerdi. On iki hayvanlı Türk takvimini kullanıp, dört yön ve renk adına göre de teşkilat ve coğrafî tâbirler kullanırlardı.
Hunların hür idâresi altında danışma meclisi mâhiyetinde “Kingeş Meclisi” denilen “Yıllık Dernek, Yığınak” toplanıp, ziyâfetler verilirdi. Bu meclis, hükümdâr seçmek, mevki, damga, ünvân vermek, insan ve hayvan sayımı yapmak için toplanırdı. Bir çeşit devlet meclisi olan topluluk, Türklerin tanışma ve kaynaşmasını da sağlardı.