HONG-KONG

DEVLETİN ADI

 Hong Kong

BAŞŞEHRİ

 Victoria

NÜFÛSU

 5.800.000

YÜZÖLÇÜMÜ

 1075 km2 

RESMÎ DİLİ

 İngilizce

DÎNİ

 Budizm

 Çin’in kuzey kıyısında İngiliz Krallığına bağlı sömürge ve adalar grubu. Hong- Kong; Hong-kong Adası, Kowloon Yarımadası, Ftootig ve 235 kadar küçük adadan meydana gelmiştir. Hong-Kong, Asya’nın en büyük serbest pazarı ve limanı, en işlek bir ticâret, endüstri ve turizm merkezidir.

Hong-Kong, 1842 yılında Nanking Antlaşmasıyla Çinlilerden İngilizlere geçti. 1949’da İngiltere’nin Çin’i tanımasıyla ekonomik hayâtı çok gelişti. İkinci Dünyâ Savaşı esnasında (24 Aralık 1941’de) Japonların eline geçen Hong-Kong, 1945’te yeniden İngilizlere verilmiştir.Yapılan anlaşma netîcesinde 1996’da Çin’e geri verilecektir.

Hong-Kong’un yayıldığı adalar grubu dağlıktır. Buralarda düzlüklere pek az rastlanır. Düzlükler denizin doldurulmasıyla elde edilmiştir. En yüksek yeri 551 m ile Victoria Tepesidir.

Hong-Kong’da tropikal muson iklimi hâkimdir. Sıcaklık ortalaması yazın 28°C, Kışın ise 15°C’dir. Ortalama yağış miktarı 2.159 milimetredir.Yağışlar genellikle Haziran ve Eylül ayları arasında görülür. Yaz aylarında çok büyük zararlar yapan tayfunlar olur.

Nüfûsun hemen hepsi Çinlidir ve büyük bir kısmı Budisttir. Bunun yanında Konfiçyüscüler, Müslümanlar, Hindular, Mûsevîler, Hıristiyanlar ve Taoistler de bulunur. Nüfus yoğunluğu bakımından km2 başına 3500 kişi ile dünyâda birinci sırayı alır. Hong-Kong’a başlayan göç hareketleri, 1942 yılında Pekin Hükûmeti izin verince daha da hızlandı. Ayda 70.000 kişiye çıkınca Hong- Kong’un imkânlarını aştı ve çözüm olarak da göçmenler Çin’e geri gönderilmeye başlandı. En büyük meselesi gâyet çok olan nüfus yoğunluğu ve tatlı su ihtiyâcıdır. Tatlı su, Çin’den borularla getirilir.

Ülke topraklarının % 13’ü ekime müsâit alandır. Buralarda Hong-Kong’un fazla nüfûsunun ihtiyâcını karşılamak için meyve ve sebze ekimi yapılmaktadır. Bir adalar sömürgesi olduğu için balıkçılık çok gelişmiştir.

Hong-Kong’da ticâret ve sanâyi İkinci Dünyâ Savaşından sonra çok gelişmiştir. Hong-Kong; tekstil endüstrisi, hafif sanâyi (oyuncak, radyo, elektronik), sinema endüstrisi, az da olsa ağır sanâyi (gemi inşâsı, çimento ve demir sanâyi) ve özellikle bankacılıkla büyük bir ticâret merkezidir. Çin Halk Cumhûriyeti ile bu ülkeyi tanımayan ülkeler arasındaki ticârî trafik Hong-Kong’dan geçer. Hong-Kong büyük bir ticâret merkezi olması dolayısıyla sanâyi hızla gelişmektedir. İhrâcatının en önemli kısmı (giyecek ve çeşitli sanâyi ürünleri) özellikle ABD ve İngiltere ile gerçekleşmektedir. 

HOPARLÖR

Alm. Lautsprecher (m), Fr. Hautparleur (m), İng. Loudspeaker. Elektrik akımı değişimlerini ses titreşimlerine çeviren âlet.

1920 yıllarında elektirikî ses dalgalarının kaydedilip yayınlanmasına imkân sağlayan buluşlar ortaya çıktı. Bu buluşların neticesinde ilk hoparlör 1924-1925 yıllarında yapılmıştır. C.W.Rice ve E.W.Kellegg tarafından yapılan çalışmalar hoparlörü geliştirdi. Bu iki bilim adamının ortaya çıkardığı sistem, günümüzde önemli değişikliğe uğramamıştır.

Çalışma şekillerine göre elektrodinamik, magnetostatik, elektrostatik ve elektromagnetik hoparlör olmak üzere dört tip hoparlör vardır. Hareketli bobinli hoparlörler, dâire veya elips biçiminde bir diyaframdan meydana gelir. Diyafram ortası ve kenarları boyunca dizilen yaylarla metal bir çerçeveye asılıdır. Diyaframın ortasında sıkıca tutturulmuş silindir şeklinde bir çekirdek ve üstüne sarılı bir ses bobini bulunur. Bobin ve çekirdek bir mıknatısın kutupları arasına yerleştirilmiştir. Önceleri, bir yükselticiden alınan doğru akımla çalışan elektromıknatıslar kullanılıyordu, günümüzde yumuşak demirden kalıcı mıknatıslar veya seramik maddeler kullanılmaktadır.

Bobin, magnetik bir alanda akım taşıyan bir iletkendir. Sinyal geldiğinde elektromanyetik bir kuvvetin etkisi altında kalarak hareket eder. Bobin diyaframa sıkıca tutturulduğundan, diyaframı da hareket ettirir. Diyaframın hareketi elektrik sinyalindeki değişikliklere uyar ve havaya ses dalgaları yayar. Daha yüksek bir ses istendiğinde sinyalin şiddetinin arttırılması yeterlidir. İyi bir hoparlörün seslerde bozukluk yapmaması gerekir. Günümüzde hoparlörler, genellikle diyaframın arka yüzünden ses yayılmasını önlemek için, ses geçirmeyen maddelerle kaplı kutular içine yerleştirilmiştir.

Elektrostatik hoparlör de çok kullanışlıdır. Elektrostatik hoparlörlerde diyafram hafif, gergin bir metalden veya metal kaplı plastik bir levhadan meydana gelir. Diyafram hareketsiz bir levhaya tutturulur. Ses iletimi için delinmiş olan hareketsiz levhalar arasından çok yüksek DC (doğru akım) gerilimi geçer. Mekanik bir kuvvet meydana gelir. Yükselticiden gelen sinyal yalıtıcı bir transformatörden geçer. Sinyal geldiğinde levhalar arasındaki elektriğin hâsıl ettiği kuvvet, biçimlendirilerek diyaframın hareket etmesini, böylece sesin meydana gelmesini sağlar. Boğazdaki ses tellerinin titreşmesi sonucu havaya yayılan ses dalgaları, mikrofondaki diyaframa çarparak onu titreştirir. Diyaframın arkasındaki kömür tâneciklerine iletilen titreşim sonucu meydana gelen basınç değişimi, taneciklerin elektrik direncini değiştirir. Bunun sonucu bir alternatif akım doğar. Bu da hoparlöre geçerek mikrofondakinin tersi bir işlemle ses dalgaları meydana getirip havaya yayar. Hareketli bobinli, şeritli elektrostatik ve billurlu tip mikrofonlar da benzer prensiplerle çalışır. 

HORASÂNÎ (Artemisia cina)

Alm. Heiliger beifus, Fr. Armoise, İng. Mugwort, artemi sia. Familyası: Bileşikgiller (Compositae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yerli bitkimiz değildir, yetişmez.

Türkistan ve Asya bozkırlarında yetişen, çok senelik bir ot. Çiçekler küçük başçıklar hâlinde, yumurtamsı ve başçıklar 2-3 çiçeklidir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin çiçekleri ve tohumları kurt düşürücü olarak kullanılır. Bileşiminde santonin vardır. 

HORLAMA

Alm. Schnarchen (m), Fr. Ronflement (m), İng. Snoring, snore. Genellikle derin uykuda, ağızdan giren havanın yumuşak damak ve ses tellerini titreştirmesiyle meydana gelen kaba ses. Aşırı alkol kullanma, sigara içme, yorgunluk, kötü beslenme, şişmanlık, yumuşak damak kısmının gerginliğini kaybettirerek horlamaya sebeb olurlar. Burun tıkanıklıklarında, şiddetli grip ve bademcik iltihaplarında, burundan nefes almanın engellenmesiyle horlama ortaya çıkabilir.

Horlama, uyuyan şahıs için bir problem teşkil etmeyip, evli çiftlerde ve topluca yatılan yerlerde diğer şahısları rahatsız etmesi bakımından önemlidir.

Tedâvisinde asıl prensip, sebeb olan rahatsızlığı iyileştirmektir. Horlayan şahısları yan çevirmek, çenesini yukarı kaldırmak, yastığını yükseltmek ve burundan nefes almasını kolaylaştıran diğer metodlara başvurmak şahsın horlamasını keser. 

HORMONLAR

Alm. Hormone (n.pl.), Fr. Hormones (m.pl.), İng. Hormones. Vücuttaki iç salgı bezlerinden ve bâzı hücrelerden salgılanarak, kan yoluyla hedef hücrelere varan, hücrelerdeki çeşitli metabolik olayları düzenleyerek vücutta çok önemli işler başaran kimyâsal maddeler.

Vücutta hücrelerarası yönetimi sağlayan iki haberleşme sistemi vardır. Birisi sinir sistemidir, diğeri ise hormonal haberleşme sistemidir. Hormonal sistem sinir sistemine göre oldukça yavaştır. Her ne kadar birkaç sâniyede etkisini gösteren oldukça hızlı hormonlar varsa da birçoğunda etkinin başlaması dakikalar hattâ bâzan saatler sürebilir.

İç salgı bezlerinden meydana gelen hormonlar sistemine “endokrin sistem” de denmektedir. Vücutta her hormonun özellikle tesir ettiği organ veya dokular vardır ki bunlara “hedef organ” denmektedir. Hücrelerin hemen hepsinde etkili olabilen “büyüme hormonu”, “tiroksin” gibi yaygın tesirli hormonlar da vardır. Ancak bu yaygın tesirli hormonlar bile her hücrede aynı etkiyi uyandırmazlar. Bunlardan büyüme hormonu daha ziyâde büyümesi gereken ve büyüme kâbiliyetini muhâfaza eden organ ve dokularda tesirli olur. Belirli hücrelere gelen hormonlar bu hücreleri uyarır veya durdururlar veya onların faaliyetlerine belli bir yön verirler. Bu durumda hormon, damarlar ile bir organdan diğerine belli bir haberi aktarmış olur.

Genel olarak hormonlar, vücuttaki metabolik (yapım-yıkım) olayları ve hücredeki kimyâsal reaksiyonları düzenlerler, hücre yüzeyinde ve içinde mevcut zarlardan madde geçişini kontrol ederler. belirli hücrelerdeki salgı, beslenme, büyüme, gelişme ve üreme faaliyetlerini ayarlarlar.

Hormonların bâzıları büyük ve gözle görülebilecek belirli iç salgı bezlerinden salgılandığı gibi, az sayıda ve gözle görülemiyecek derecede küçük hücre gruplarından, tek hücrelerden, sinir uçlarından da salgılanabilirler. Yaygın etkili hormonlar yanında ancak salgılandığı yer yakınlarında etki gösteren lokal hormonlar da vardır. Hiç şüphe yok ki, kanda ve vücut sıvılarında iç salgı bezlerinden kana verilen her hormon az veya çok bir miktar bulunur. O halde, belirli bir hormonun bütün hücreleri değil, bâzan tek bir organın özel hücrelerini etkilemesi o hedef organ veya dokudaki hücrelerin özelliklerine ve özel reseptörlerine (alıcılarına) bağlıdır. Hormonların etki alanında bulunan hücreler kendileri ile ilgili olan hormonu tanımakta ve kendi durumlarına göre gerekeni mümkün olan derecede duymaktadırlar.

Hormonların kimyâsal yapısı:Kimyâsal yapılarının özelliklerine göre hormonlar üçe ayrılır:

1. Protein yapısında olan hormonlar: Hipofizden salgılanan hormonlar, paratiroit ve pankreas hormonları küçük moleküllü protein veya polipeptit yapıdadırlar.

2. Amin yapısındaki hormonlar: Bunlar aminoasit yapısında veya aminoasit türevi sayılabilecek yapıda hormonlardır. Fenol halkası ihtivâ ederler. Böbreküstü bezinin medulla hormonları ve tiroit bezi hormonları bu gruptadır.

3. Steroit yapısında olan hormonlar: Bunlar, “siklopentanoperhidrofenantren” adlı kimyâsal halkayı taşırlar. Böbreküstü bezi kabuk kısmı, erbezleri ve yumurtalıklardan salgılanan hormonlar bu gruptadır.

Hormon saglılanmasının denetlenmesi ve kontrolü: Hormonları salgılayan organlar, vücuttaki düzenin grektirdiği şekilde çok ölçülü ve kontrollü bir çalışma içindedirler. Normal insanda tam gerekli miktarda ve ihtiyâca göre salgılanırlar.

İç salgı bezlerinin önemli bir bölümünün çalışması hipofiz ön lobunun hormonal direktifleri ile düzenlenmektedir. Dolayısıyla iç salgı bezlerinin vücutta birbiri ile uyumlu ve âdetâ bir orkestra gibi çalıştığı kabul edilir. Hipofiz ön lobu bu orkestranın şefi durumundadır. Hipofiz ön lobu, kendi emri altındaki bezlerden kana dökülen ve kan dolaşımı ile her yere ve bu arada kendisine de gelen hormonları alır, miktarlarını ölçer. Hangi hormon ihtiyâca göre gereken miktara varmamış ise onu salgılayan bezi uyarmaya devam ederken, yeteri kadar hormon salgılamış bezleri artık uyarmaz. Böylece o hormonun salgısı azalarak kandaki normal seviyesi korunmuş olur. Meselâ, vücut soğuğa mâruz kalınca tiroit hormonuna olan ihtiyaç artar; tiroit hormonunun tesirini tesbit eden hipofiz bezinden tiroidi uyaracak hormon salgılanarak, tiroit bezinden hormon salgılanması kamçılanır. Tiroit hormonunun kan seviyesinin istenenden fazla olması hâlinde uyarıcı hormon (yâni hipofiz ön lobu) tarafından salgılanması durdurulur. Bu olaya “geri kontrol” (feedback) mekanizması ismi verilir.

Hipofiz ön lobunun kontrolünde olmayan pankreas, paratiroit gibi iç salgı bezlerinin çalışması da diğer geri kontrol mekanizmalarının kontrolü altındadır. Meselâ pankreasın en mühim görevi olan hormonu insülindir. Kan şekeri yükselirse insülin salgılanması artar. Kan şekerinin düşmesi hâlinde de insülin salgısı azalır. Bu yolla, kan şekeri dâimâ 100 mililitrede 90-110 mg civârında sâbit tutulur.

Hipofizin hipotalamus tarafından kontrolü: Hipotalamus, merkezî sinir sisteminin bir parçasıdır. Beynin alt kısmında bulunur. Hipofiz sapı hipotalamus ile hipofizi bağlar. Hipofizin ön ve arka lobları ayrı iki yolla hipotalamusla sıkı bir ilişki içindedir. Hipotalamus, hipofiz ön lobunu kan yoluyla denetler. Burada iş gören damarlar sistemine “hipotalamiko-hipofizer dolaşım sistemi” denir. Hipofiz arka lobunun, hipotalamusa sinir telleri ile bağlantısı vardır. Hipotalamusta yapılan denetleyici veya serbestleştirici faktörler sinir telleri boyunca hipofize gelir ve buradan da salgılanırlar. Ön hipofizden salgılanan her hormon için hipotalamustan bir “serbestleştirici faktör” salgılandığı kabûl edilir. Büyüme hormonu için “Büyüme hormonu salgılatıcı faktörün serbestleştirici faktörü, tiroit hormonu için “Tiroit hormonu salgılatıcı faktörün serbestleştirici faktörü” hipotalamustan salgılanır. Hipofiz arka lobunun hormonları ise hipotalamusta yapılır ve sinir lifleri vâsıtasıyla buraya gelir. Sinir lifleri ile elektriksel uyarı husûle geldiği zaman hipofizin arka lobundan hormonlar salgılanır.

Vücudumuzdaki iç salgı bezlerinden şu hormonlar salgılanmaktadır:

Hipofizden: Ön hipofizden, tiroidi uyarıcı hormon (TSH), büyüme hormonu (GH), böbreküstü kabuk kısmını uyarıcı hormon (ACTH), prolaktin ve lüteinizan hormon (LH) salgılanır.

Arka hipofizden ise vazopressin (ADH) ve oksitosin adlı hormonlar salgılanır.

Tiroit bezi: Tiroksin (T4) denilen tiroit hormonu salgılanır. Bu hormon gerektiğinde vücutta aktif etkili hormon olan T3 şekline döner. Trioitten ayrıca kalsitonin adlı kandaki kalsiyumun seviyesini düzenlemede gerekli olan bir hormon da salgılanır.

Paratiroit bezi: Parathormon adlı kan kalsiyumunu ayarlayıcı hormonu sağlar.

Pankreas: İnsülin ve glukagon adlı, birincisi kan şekerini düşürücü, diğeri kan şekerini yükseltici hormonları salgılar.

Böbreküstü bezi: Kabuk (korteks) kısmından aldosteron, kortizol ve bâzı steroit yapıdaki hormonlar; iç (Medulla) kısmından da adrenalin, noradrenalin salgılanır.

Erbezleri: Testosteron (erkeklik hormonu) salgılar.

Yumurtalıklar: Östrojen ve progesteron adlı kadınlık hormonlarını salgılarlar.

Ayrıca gebelik müddetince plesanta (bebeğin eşi) tarafından gebelik ve cenin için gerekli bâzı hormonlar salgılanır. 

HOROZ (Gallus)

Alm. Hahn (m), Fr. Coq (m), İng. Cock. Tavuğun erkeğine verilen ad. Her horoz kendi ırkındaki tavuklardan daha iri ve gösterişlidir. Başında testere gibi dişli kırmızı ibikleri ve bir çift etli sakalları dişilerden daha büyüktür. Parlak tüyleri ve kuyruk teleklerinin çok uzun ve yay gibi kıvrık olması da karakteristiktir. 15-20 yıl yaşarlar.

Kümeslerin kralı olarak bilinen horoz, köylülerin âdetâ canlı bir saatidir. Gece vakitlerini ve özellikle seher vaktini haber verir. Seslerinin kalınlığı ve uzun ötüşleriyle Denizli horozları meşhurdur. 15-20 saniye devamlı ötebilirler. Gündüz kuşları içinde bülbül ve horozdan başka gece öten yoktur.

Eti için, damızlık, süs veya döğüş için yetiştirilen cinsleri vardır. Eski çağlardan beri yapılan horoz döğüşü hâlen birçok ülkede devam etmektedir. Hint horozlarının döğüşkenliği meşhurdur. Bacaklarındaki mahmuzlarıyla, kanatları ve gagalarıyla birbirine tehlikeli yaralar açarlar. Horoz döğüşü çoğunlukla hasımlardan birinin ölümüyle son bulur. Bâzı ülkelerde horoz döğüşü yasak olmasına rağmen, yaygın bir kumar ve vahşi bir eğlence olarak devam etmektedir.

Horoz, Galyalıların sembolüydü. Ateşli silahlarda çakmaktaşına veya merminin kapsülüne vuran mâdenî parçaya da “horoz” denir. Güreş, boks ve halter sporlarında “horoz siklet” bir ağırlık kategorisidir. 

HOROZİBİĞİ BİTKİSİ (Colesia argentea ve C. cristata)

Alm. Brandschopf, Hahnenkamn (m), Fr. Crete (f) de coq, İng. Cockscomb. Familyası: Horozibiğigiller (Amaranthaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler:Yerli değildir. Bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir.

Güney Asya’da yetişen, memleketimizde süs bitkisi olarak ekilen bir yıllık otsu bitkiler. Gövdede ve çiçek durumlarında yassılaşma yaparlar. Çiçek durumları yoğun, kırmızı veya bâzan sarı renklidir.

Kullanıldığı yerler: Tıp ve eczâcılık yönünden pek önemi yoktur. Daha çok süs bitkisi olarak yetiştirilir. 

HOŞAP KALESİ

Van-Başkale yolu üzerinde, Van’a 50 km uzaklıkta sarp bir yamaç üzerinde bulunan kale. 1643 senesinde Mahmudî beylerinden Sarı Süleymân tarafından yaptırıldı. Türkiye-İran arasındaki stratejik yol üzerinde bulunduğundan ehemmiyetli bir yeri vardı.

İçiçe üç surla çevrilmiş bulunan kalede iki câmi, üç hamam, çeşmeler ve yeraltı zindanı bulunmaktadır. İç kale kapısının üzerindeki ormanın yanlarında zincirlerle bağlı iki aslan motifi yer almaktadır. Kalenin altındaki Hoşap Çayı üzerinde Zeynel Beyin yaptırdığı târihî bir köprü bulunmaktadır. Kale bugün harâbe hâlindedir. 

HOTANTOLAR (Koikoiler)

Güneybatı Afrika’da Orange Irmağının kuzeyinde yaşayan bir zenci kavmi. Bu isim, Avrupalı olarak Güney Afrika’ya ilk çıkan Hollandalılar tarafından verildi.

Kabîleler hâlinde yaşayan Hotantolar; Kap ve Doğu Hotantolar ile Korana ve Namalar olmak üzere dört boya ayrılırlar. Irkî yönden özellikleri, diğer Afrika kabîlelerine göre renk bakımından açık olmalarıdır. Boyları ortalama 1.66 m, saçları gür, kalın ve kıvırcıktır. Diğer Afrika kavimlerine nazaran kafa yapıları daha uzun, kulakları da kafalarından daha az ayrıktır. Hayvancılıkla geçinen Hotantolar, tütün ve kenevir ziraati de yaparlar. Âile hayâtında en ağır işleri kadınlar görür, buna karşılık erkekten çok kadının sözü geçer.

1904 yılından 1909’a kadar Almanlara karşı savaşan Hotantoların dört boyundan yalnız Namalar, ırkî istiklâllerini korumuşlar, diğerleri ise beyazlarla karışmışlardır. Avrupalı sömürgecilerin uzun yıllar süren zulmüne mâruz kalan Hotanto ırkından günümüze çok az kimse gelebilmiştir. Onlar da Avrupalıların baskısı ile ilkel ata dinlerini terk ederek Hıristiyanlaşmışlardır. 

HOVERCRAFT

(Bkz. Hava Yastıklı Araç) 

HOXHA, Enver

Arnavut siyâset adamı. Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyetinin ilk devlet başkanı. 16 Ekim 1908’de Gjirokastër’de doğdu. 11 Nisan 1985’te Tiran’da öldü. Bir kumaş tüccarının oğlu olan Hoxha, Korşë’deki Fransız Lisesini bitirdi. 1930’da devlet bursuyla Fransa’daki Montpellier Üniversitesine gitti. Daha sonra Belçika-Brüksel’de hukuk öğrenimi gördü. 1936’da Arnavutluk’a döndü. 1941’de Arnavutluk Komünist Partisinin direniş kolunun başına geçti.

1944’te Hoxha’nın başkanlığında kurulan hükümet müttefikler tarafından tanındı. 1954’e kadar başbakanlık görevine devâm eden Hoxha, 1946’dan sonra dışişleri bakanlığını da yürüttü. 1954’te Arnavutluk Emek Partisi Merkez Komitesinin birinci sekreterliği görevini üstlendi. İlk zamanlarında Stalin’e ve dolayısıyla Sovyetler Birliğine aşırı derecede bağlı olan Hoxha, 1961’de Sovyetleri Arnavutluk içişlerine müdahale etmekle suçladı ve ilişkilerini kesti. Aynı dönemde Mao liderliğindeki Çin Halk Cumhûriyetiyle ilişkilerini güçlendirdi. Mao’nun ölümünden sonra Çin’le olan ilişkilerini de bozan Hoxha, ölümüne kadar Arnavutluk’u bütün dünyâya kapalı olarak yönetti. Genç nesilleri dinsiz yetiştirmek için çok gayret sarf etti. Bütün mâbedlere karşı ayrı bir düşmanlığı vardı.

HÖYÜK

Alm. Tumulus, Hügelgrab (m), Fr. Colline (f), artificielle, tumulus (m), İng. Artificial mound or hill, tumulus. Eski çağlardan kalma medeniyet kalıntılarının zamanla tabiî olayların tesirinde kalarak meydana getirdiği yayvanca toprak tepe. Anadolu’da bu şekilde tepe hâlini almış birçok eski köy ve kasaba vardır. Bunlara halk arasında tünsü, tünsek, yöğecik, üyücek, çeçtepe, til, tel, pulur gibi çeşitli adlar verilir. Bu adlar yalnız dış görünüşe bağlı olarak verilmiştir. En doğru ifâde tarzı höyük denilmesidir.

Höyüğün büyüklüğü ve şekli, altındaki yerleşim yerlerinin uzun zaman sürüp sürmemesine bağlıdır. Yerleşim yerlerindeki hayat, asırlarca devâm ettiyse, höyükler biraz daha büyük ve gösterişli olabilir. Höyükler daha çok verimli topraklarda düzlük ve ovalarda görülür. Anadolu’da yeryüzü şekillerine bağlı olarak İç, Güney ve Kuzeydoğu Anadolu’da topluluk gösterirler. Höyükler genellikle Anadolu’da denizlere yaklaştıkça azalır. Su kenarlarına yakın, verimli topraklarda, savunmaya elverişli yerlerde daha çok rastlanmaktadır.

Bugün Anadolu’nun pekçok yerinde höyükler vardır. En önemlileri Çorum’da Alacahöyük, Maraş’ta Yassıhöyük, Burdur’da Çatalhöyük, Sivas’ta Adatepe, Sivritepe, Çataltepe ve Kayseri’de Kültepe’dir. 

HUBÛBAT BİTKİLERİ (Tahıl Bitkileri)

Alm. Korn, Getreide (n), Fr. Cereales (f.pl.), İng. Cereals. Tahıl, buğday, arpa, çavdar gibi un veren tâneli bitkilerin genel adı. Tahılın eski karşılığı da “Hubûbat”tır. Hubûbat, Arapça tâneler mânâsındadır. Tahıl bitkilerinin en çok göze çarpan müşterek vasıfları, meyvelerinin küçük tânecikler şeklinde olması ve umûmiyetle un hâline getirilerek kullanılmasıdır. Bu sebeple tahıl bitkilerine çeşitli dillerde “tâneli bitkiler” veya “un veren bitkiler” gibi isimler verilmiştir.

Tahıl bitkileri en eski kültür bitkilerine dâhildir. Hemen her devirde, insanların en mühim gıdâ maddesini teşkil etmişlerdir. Beslenme için lüzumlu olan nişasta ve proteinli maddeleri oldukça iyi bir oranda (1/6) ihtivâ etmeleri, bu bitkilerin zirâatte en başta yer almalarına sebeb olmuştur.Yeryüzünde zirâate tahsis edilen arâzinin yarısından fazlası (% 55) hubûbat bitkilerine ayrılmış bulunmaktadır.

Hubûbat bitkilerinin hepsi aynı familyanın üyeleridir. Birbirlerine benzerlikleri de bundan gelmektedir. Kapalı tohumlu bitkiler monokotil sınıfından Glumiflorae takımına dâhil Gramineae (Buğdaygiller) familyasına âittir. Bu familyanın çiçek ve tohum yapıları çok karakteristiktir. Çiçekler küçük başakçıklardan (spikula) meydana gelmiş bileşik başak (spika) teşkil ederler. Başakçıkların dibinde “gluma” denilen biri altta diğeri biraz üstte iki yaprakçık, “brakte” bulunur. Başakçık 2-5 çiçek taşır. Her çiçek bir yaprakçığın koltuğundan çıkar. Alttakine alt kavuz (Palea inferior), üsttekine üst kavuz (Palea superior) denir. Üst kavuz ile erkek organlar arasında iki küçük yaprakçık daha vardır. Bunlara “lodikula” (şişme cisimleri) denir. Bunları sarkık üç erkek organ (stamen) tâkip eder. Ovarium bir gözlü ve üst durumludur.

Hubûbat tâneleri tohuma benzemekle berâber hakikatte bir meyvedir. Meyve, yaprak zar hâline indirgenmiş olup, tohum kabuğu ile yapışmış durumdadır. Bu tip meyvelere “Karyops” denir. Tohum kabuğunun altında, 1-2 sıralı protein tabakası bulunur. Bunu nişastaca zengin olan endosperma (besin doku) tabakası takip eder. Endospermanın bir ucunda yağ ve protein ihtivâ eden embriyo bulunur. 

HÛCENDÎ

Onuncu yüzyılda yetişmiş olup, ekliptiğin meylini ölçen Müslüman hey’et, yâni astronomi âlimi. İsmi Hamid bin Hıdr, künyesi Ebû Mahmûd’dur. Doğum târihi belli değildir. 1000 (H.391) senesinde vefât etti. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur.

Büveyhîlerden Fahrüddevle (976-997) zamânında Rey’de bulundu. Bu şehrin civârındaki Cebel-i Tebruk tepesinde ekliptiğin meylini ölçtü. Bu ölçümü yaparken Es-Südüs-ül-Fahrî adını verdiği âleti kullandı. Südüs, dâirenin altıda biridir ve bugün bilhassa denizcilikte çok kullanılan sekstant âletinin öncüsüdür. Yarıçapı yaklaşık 20 metreydi. Bu âletle, daha önce yapılan benzer diğer âletler arasındaki en büyük fark, bununla yalnız derece ve dakika olarak değil, aynı zamanda sâniye olarak da ölçüm değerlerinin tesbit edilebilmesidir. Hûcendî, yaptığı bu âletle 994 senesinde ekliptiğin meylini ölçtü ve bu meyli 23 derece 31 dakika 21 sâniye olarak buldu. Bu rakam hakîkî değerinden 1 dakika 35 sâniye kadar farklıdır. Hûcendî bu rasadında ayrıca Rey şehrinin enlemini de tâyin etti.

Hûcendî, El-Âlet-üş-Şâmile isimli bir âlet daha yapmıştır. Önceleri tek bir genişlik için kullanılan bu âlet, usturlâb ile rub-ı dâirenin yerini tutuyordu. Âlet, Hibbetullah bin Huneyn tarafından bütün enlemler için kullanılabilir hâle getirildi. Hûcendî, Fahrüddevle adına, gezegenler üzerine yaptığı rasatları Zîc-el-Fahrî adlı astronomi cetvellerinde topladı. Bîrûnî, yazdığı Tahdîd-ul-Emâkin adlı eserinde Hûcendî’nin çalışmalarını geniş şekilde anlatıp tanıtmıştır. 

HUCVÎRÎ

Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebü’l-Hasan olup, ismi, Ali bin Osman bin Seyyid Ali bin Abdurrahmân el-Cülâbî el-Hucvîrî el-Gaznevî’dir. Seyyiddir. Sultan Gazneli Mahmûd zamânında 1009 (H.400) senesinde Gazne’de doğdu. 1072 (H.465) senesinde Lahor’da vefât etti. Doğum ve vefâtı için başka târihler de rivâyet edilmektedir. Dânâ Genc-i Bahş ve Dâtâ Genc-i Bahş lakabları, Gazne’de doğduğu için Gaznevî, bu şehrin Cüllâb ve Hucvir isimli mahallelerinde ikâmet edip yetiştiği için Cüllâbî ve Hucvîrî nisbetlerini almıştır. Ömrünün sonunda Lahor şehrinde yerleşip, vefâtına kadar orada kaldı. Bu sebepten Lahorî de denilmektedir.

Babası ve annesi sâlih kimseler olan Hucvîrî, öğrenilmesi lâzım olan temel bilgileri ve tasavvufa âit hakîkatleri babasından öğrendi. Küçük yaşta Gazne’de ilim tahsiline başladı. Kur’ân-ı kerîm’i ezberledi, edebiyât ve lisân öğrendi. Ebû Fadl Muhammed bin Hasan Hutlî’ye talebe oldu. Onun yanında, fıkıh, tefsir, hadis ve başka ilimleri ve tasavvufun inceliklerini öğrendi. Arap ve Fars dillerine tam bir hâkimiyeti vardı.

Daha sonra uzun seyâhatler yaparak İslâm memleketlerini dolaştı. Sûriye, Türkistan, Kazvin, Hindistan, Irak, Huzistan, Fâris, Şam, Âzerbaycan, Gürcistan, Horasan ile Mâverâünnehr ve başka yerlere gitti. Gezip gördüğü yerlerdeki velîlerle görüşüp sohbet etti. Vefât etmiş büyük âlimlerin de kabirlerini ziyâret edip, çok şeylere kavuştu.

Hucvîrî hazretleri bu uzun seyâhatleri tamamladıktan sonra, hocasının işâreti üzerine Lahor’a gelerek şehrin batı tarafındaki Reva Nehri kıyısında yerleşti ve orada bir mescit yaptırdı. Bu mescidin inşâsı devâm ederken bâzıları mihrâbın güneye fazla dönülmüş olarak yerleştirildiğini söyleyip îtirâz ettiler. Bunları toplayıp, mescide götürdü; “Bu mihrâba uygun olarak kıbleye dönünüz. Başınızı kaldırıp bakınız. Bakalım Kâbe-i muazzama yönünde bir yanlışlık var mı?” buyurdu. Onlar söylediği şekilde hareket ederek, başlarını kaldırıp baktıkları zaman, Allahü teâlânın izniyle aradaki perde kalktı. Mescidin kıble istikâmetinde, tam karşılarında, Kâbe’yi gördüler. Bunun üzerine îtirâzlarından vazgeçip, kendisinden özür dilediler ve evliyâya îtirâz edilmeyeceğini hakkıyla anladılar.

Hucvîrî hazretleri bir yandan tâliplere ilim öğretiyor, bir yandan da kitap yazıyordu. Binlerce talebe yetiştirdi. Oranın halkından bir çoğunun Müslüman olmalarına vesîle oldu. Hayâtının sonuna kadar burada hizmet etti. Vefât edince, mescidinin yakınında bir yere defnedildi. Sultan Gazneli Mahmûd’un oğlu Sultan İbrâhim Gaznevî, kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırdı. Kabri, ziyârete açık olup sevenler istifâde etmektedir. Pakistan’da her yıl, bir hafta müddetle, Hucvîrî hazretlerini anma merâsimleri düzenlenmektedir.

Ali Hucvîrî, herkese karşı merhametli, cömert, eli açık bir zât idi. Muhtâçlara çok yardım ederdi.

Hucvîrî’nin en önemli eseri Keşf-ül-Mahcûb’dur. Farsça yazılan ilk tasavvuf eserlerinin en önemlisi ve Farsça tasavvuf ıstılahları konusunda ilktir.

HÛD ALEYHİSSELÂM

Yemen’de bulunan Âd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğlu Sâm’ın neslindendir. Bir ismi de Âbir olup, lakabı Nebiyyullahtır. Kur’ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerdendir.

Yemen’de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkâf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan îtibâren Allahü teâlâya ibâdet etmekle meşgul oldu. Ara sıra ticâretle de uğraşan Hûd aleyhisselâm, gayet şefkâtli ve çok cömertti.

Nûh tûfânından sonra torunlarından biri olan Âd, Yemen’de Hadramut civârında Ahkâf denilen yerde yerleşti. Âd’ın neslinden gelen insanlar çoğalarak büyük bir kavim oldular. Bunlara Âd kavmi denildi. Bulundukları belde bereketli bir yerdi. Bağlar, bahçeler her tarafı sarmış ve İrem Bağları diye meşhur olmuştu. Oğulları, malları, davarları ve muhteşem sarayları vardı. Güçleri, kuvvetleri, boyları ve cüsseleri ile meşhur olan bu insanlar, servetlerinin ve maddî güçlerinin çokluğuna bakarak azdılar ve doğru yoldan, dinlerinden ayrıldılar. Yeryüzünde büyüklük tasladılar. Allahü teâlâyı unuttular ve çeşitli putlara tapmaya başladılar. Ellerindeki maddî imkânlarla etrâfa dehşet salıyorlar, fakîrleri ve diğer kabîleleri zulümleri altında inletiyorlardı. Onları köle gibi çalıştırıyorlar, çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı.

Allahü teâlâ, Âd kavmini doğru yola kavuşturmak için Hûd aleyhisselâmı onlara peygamber gönderdi. Bu hususta Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Âd kavmine kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik. Hûd(aleyhisselâm) onlara; “Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O’ndan başkası yoktur. Hâlâ O’nun azâbından korkmayacak mısınız?” dedi. (A’râf sûresi: 65).

Hûd aleyhisselâm kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazîfesine başladı. Onları putlara tapmaktan, zulum ve günahlardan tövbe ederek vazgeçmeye ve Allahü teâlâya şükür ve ibâdete çağırdı. Fakat Âd kavminin insanları, Hûd aleyhisselâmı dinlemeyip, ona karşı kaba ve inkârcı davrandılar.

Hûd aleyhisselâm kavminin bu tutumu üzerine; “Eğer doğru yola gelmezseniz, haberiniz olsun, ben size tebliğ vazîfemi yapıyorum; Rabbim size acı bir azap gönderir de helâk olursunuz?” buyurdu. Azgın Âd kavmi, Hûd aleyhisselâma; “Mûcize getirmeden putlarımızı terk etmeyiz.” dediler. Hûd aleyhisselâm onlara; “İstediğiniz mucize nedir?” diye sordu. Onlar da “Rüzgârı istediğin tarafa çevir!” dediler. Hûd aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ; “Ne tarafa istersen elinle işâret et!” buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikâmette esmeye başladı. Büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd aleyhisselâmın duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri gördükleri hâlde inanmayıp hırçınlaşarak koyunların yünlerinin de ipek olmasını istediler. Hûd aleyhisselâm duâ etti. Koyunların yünü ipek hâline geldi.

Âd kavmi, gösterilen mûcizelere rağmen inanmadılar. “Sen bizi putlarımızdan ayırmak için mi geldin? Doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir de görelim!” dediler.

Hûd aleyhisselâm kavmini îmâna dâvete devâm etti. Pek az kimse îmân etti. Kavmi ise hakâret edip kendinden geçinceye kadar dövdü. Kavminin ıslâh olmayacağını anlayan Hûd aleyhisselâm; “Ya Rabbî! Sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına vesîle olacak bir musîbet ver?” diye bedduâda bulundu. Hûd aleyhisselâmın bedduâsını kabul buyuran Allahü teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle akan pınarlar kurudu. Yeşillikler sarardı, soldu. Meşhûr İrem Bağları yok oldu. İnsanlar bir yudum suya, bir parça ekmeğe muhtaç hâle geldiler. Hayvanlar susuzluktan telef oldular. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyordu. İnsanlar ağızlarını güçlükle açıyor, zor nefes alıyordu. Tozdan göz gözü göremiyordu. Bu arada Hûd aleyhisselâm kavmini îmâna, tövbe ve istigfâra dâvete devâm ediyordu. Hûd aleyhisselâmın kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir:

“Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O’na tövbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınıza ısrar ederek îmândan yüz çevirmeyin.” (Hûd sûresi: 52)

Hûd aleyhisselâmın bu son dâveti de onların aklını başlarına getirmeye yetmedi. Hûd aleyhisselâma işkenceye ve onu öldürmeye kalkıştılar. Artık onlara azâbın gelmekte olduğu Hûd aleyhisselâma bildirildi. Bir sabah Hûd aleyhisselâm îmân edenleri biraraya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, işte bize yağmur geliyor, dediler. Hûd aleyhisselâm “Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder.” dedi. Rüzgâr korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı. Son derece hızlı ve soğuk olup, her şeyi saman çöpü gibi savuruyordu. Fussilet sûresi 16. âyet-i kerîmesinde, bu rüzgâr “sarsar” (kavurucu rüzgâr); azâb günleri de “eyyâm-ı nahisât” olarak geçmektedir. Âd kavmi kasırgadan kurtulmak için tutundukları ağaç ve taşlarla birlikde havaya fırlayarak paramparça oldular. Hepsi ölüp yere serildiler. Daha sonra rüzgâr bunları sürükleyip denize attı. Mal ve mülklerinden hiçbir eser kalmadı, helâk olup gittiler. Âd kavminin helâk oluşu Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:

“Nihâyet Hûd’u ve berâberindeki îmân edenleri, rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi tekzib ederek, yalanlayarak îmân etmemiş olanların kökünü kestik.” (A’râf sûresi: 72)

Hûd aleyhisselâm ve ona îmân edenler bu şiddetli kasırgada Allahü teâlâ tarafından muhâfaza edildiler. Kâfirleri helâk eden şiddetli fırtına, onlara serinletici ve rahatlatıcı hafif bir rüzgâr gibi esiyordu.

Hûd aleyhisselâm, Âd kavmi helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde ibâdet ve taatla meşgul oldu ve orada vefât etti. Kabrinin Harem-i şerîf (Kâbe-i muazzamanın etrâfındaki mescit)te Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir.

Hûd aleyhisselâm ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavmiyle ilgili olarak Kur’ân-ı kerîmin A’râf, Hûd, Mü’minûn, Fussillet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, Hâkka, Şuarâ ve Fecr sûrelerinde bilgi verilmektedir.

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI

İslâm târihinde Peygamberimiz devrinde Mekke’deki putperest müşrikler ile 628 yılında yapılan antlaşma. Antlaşma, Mekke yakınında bulunan Hudeybiye köyünde yapıldığı için bu adı aldı.

Müşriklerin Müslümanlarla yaptıkları Hendek Savaşında yenilip Mekke’ye dönmelerinden bir sene sonra, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında eshâbı ile birlikte Mekke’ye gidip emniyet içerisinde Kâbe’yi tavâf ettiklerini gördüğünü Eshâbına anlatmış, Eshâb-ı kirâm bunu işitince çok sevinmişlerdi. Bunun üzerine eshâbıyla birlikte Kâbe-i muazzamayı ziyâret (tavâf) etmek niyetiyle yola çıktı. Bin beş yüz kişi kadar idiler. Maksatları ziyâret olduğu için yanlarına yolcu silâhından başka silâh almamışlardı. Zül-Hüleyfe denilen yere gelince ihrâma girdiler. Yanlarında getirdikleri yetmiş kadar kurbanlık deveye de işâret vurdular. “Lebbeyk” sedâlarıyla yola devâm ettiler. Peygamber efendimiz müşriklerin tutumunu öğrenmek ve geliş maksatlarını bildirmek üzere Bişr bin Süfyân’ı Mekke’ye gözcü gönderdi. Netîcede Kureyşlilerin haberdâr ve Müslümanları Mekke’ye sokmamakta kararlı oldukları öğrenildi. Diğer bâzı kabîleler de müşriklerle birleşmişlerdi. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Kusvâ adındaki devesi üzerinde yola devâm ediyordu. Mekke’ye yaklaşınca devesi birden çöktü. Eshâb-ı kirâm kaldırmak için ne kadar uğraştıysa deve kalkmadı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz;

“Onun böyle çökme âdeti yoktu. Bir zamanlar filin Mekke’ye girmesine mâni olan Rabbim, şimdi de Kusvâ’ya mâni oluyor.” buyurdu.

Peygamber efendimiz devesini kaldırınca deve Hudeybiye’ye giden başka bir yoldan yürümeye başladı. Müşriklerin Mekke dışında toplandıkları öğrenildiğinden üzerlerine varmamak için başka bir yol tâkib edildi. Yolculuk sırasında Peygamberimizin birçok mûcizeleri görüldü. Hudeybiye’ye varınca su sıkıntısı çekildi. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah! Sizin yanınızdaki kapta bulunan sudan başka hiç su yok!” dediler. Peygamber efendimiz o sudan abdest aldı ve mûcize olarak parmakları arasından çeşme gibi su akmaya başladı. Hepsi içtiler, abdest aldılar ve kaplarını doldurdular.

Peygamber efendimiz, Hudeybiye’ye gelince, Haraş ibni Ümeyye’yi Kureyş’e gönderip savaş için değil, ziyâret için geldiklerini haber verdi. Kureyş ise bu haberciyi öldürmek için üzerine hücûm etti. Geri gelip durumu Peygamberimize bildirdi. Bu sırada Müslümanlarla dost geçinen Huzâa Kabîlesinin reisi Büdeyl, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklerin tutumu hakkında haber getirdi. Buna Peygamber efendimiz; “Biz savaşmaya gelmedik, Kâbe’yi ziyârete, tavâf etmeye geldik. Kureyş ise savaşa kalkışıyor. Bu onlara zarardır. İsterlerse onlarla bir antlaşma yapalım. Sonra bizim dînimize isterlerse onlar da tâbi olsunlar. Eğer antlaşmaya yanaşmazlarsa Allah’a yemîn ederim ki, onların hepsini katledinceye kadar savaşırım. Artık cenâb-ı Hakk’ın emri ne ise yerine getiririz.” buyurdu. Huzâa Kabîlesinin reîsi Büdely, Peygamber efendimizle görüşdükten sonra Mekke’ye dönüp Kureyşlilere gördüklerini anlattı.

Büdeyl’in bu haberini iyi karşılamayan Kureyşliler yeniden temas kurmak için Sakîf Kabîlesinden Urve’yi gönderdiler. Urve, Peygamberimizle görüşüp geri döndü. O da Müslümanların savaş niyetinde olmadıklarını bildirdi. Gördüklerini anlattı. Eshâb-ı kirâmın Peygamberimize bağlılığına hayrân olmuş, böyle bir bağlılığa hiç rastlamadığını îtirâf etmişti. Mekkeliler yine iknâ olmadılar. Müslümanlar üzerine baskın yapmak için askerî bir birlik gönderdiler. Peygamberimiz bu birliği esir aldı. Ancak harp niyetinde olmadığı için serbest bıraktı. Durumu îzâh etmek üzere Mekke’ye hazret-i Osmân’ı gönderdi ise de, onu alıkoydular. Ona; “İstersen sen Kâbe’yi tavâf et. Başka kimseyi salamayız.” dediler. Hazret-i Osmân da; “Peygamber efendimiz olmayınca ben aslâ ziyâret etmem.” dedi.

Hazret-i Osmân beklenen zaman içinde dönemeyince, Kureyşliler tarafından şehid edildi şâyiâsı çıktı. Peygamberimiz hemen Eshâb-ı kirâmı topladı. Durumu görüştü. İslâmiyet uğrunda canlarını fedâ etmek için eshâbını bî’ate (sözleşmeye) çağırdı. Hep birlikte savaşarak şehid olmaya, aslâ dönmemeye söz verdiler. Peygamberimizin elini tutarak bî’at ettiler. Hazret-i Osmân adına da Peygamberimiz bî’at yaptı. Bu bî’ate “Bi’ât-ür-Rıdvân” adı verildi (Bkz. Bî’at-ı Rıdvân).

Müslümanların Resûlullah efendimize karşı mutlak itâatını, dinlerine olan bağlılıklarını gösteren bu bî’at, Kureyşliler tarafından duyuldu. Mekkelilerin içine korku düştü. Bu korku sebebiyle göz hapsinde tuttukları hazret-i Osmân’ı derhâl serbest bıraktılar. Peygamberimiz ile sulh yapmak için Amr ibni Süheyl başkanlığında bir heyet gönderdiler. Uzun bir görüşmeden sonra on sene geçerli kalacak olan “Hudeybiye Antlaşması” imzâlandı.

Hudeybiye Antlaşmasının başlıca şartları şunlardı:

1. Bu antlaşma on yıl geçerli olacak, bu zaman içinde iki taraf birbiriyle harb etmeyecekler.

2. Müslümanlar bu sene Kâbe’yi ziyâret etmeyecek. Ancak bir sene sonra ziyâret edecekler.

3. Kâbe’yi ziyârete gelen müslümanlar üç gün kalacaklar. Yanlarında yolcu silâhından başka silân bulundurmayacaklar.

4. Müslümanlar Kâbe’yi tavâf ederken, Mekkeli müşrikler dışarı çıkacaklar, Müslümanlarla temâs etmeyecekler.

5. Kureyşlilerden biri velîsinin izni olmadan Müslümanlar tarafına geçerek Medîne’ye giderse iâde edilecek. Müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerek Mekke’ye giderse iâde edilmeyecek.

6. Diğer Arap kabîleleri istedikleri tarafın himâyesine girebilecekler. Müslümanlarla veya müşriklerle birleşmekte serbest kalacaklar.

Bu antlaşmadan sonra Mekke’den birçok kimse Müslüman olup Medîne’ye gitmek istediği hâlde müşrikler bırakmadılar. Geri çevirdiler. Peygamberimiz bunlara; “Sabredin, Allahü teâlâ size de kurtuluş yolu gösterecektir.”buyurdu. Bu antlaşmadan sonra Peygamber efendimiz Hudeybiye’de yirmi gün kadar kaldı. Kurbanlarını burada kestiler ve Medîne’ye döndüler. Dönerken yolda “Fetih” sûresi nâzil oldu. Bu sûrede, Hudeybiye Antlaşmasının birçok fetihlere başlangıç olduğu bildirildi. Müslümanlara fetih ve zafer kapısı açıldı.

Antlaşma gereğince Müslüman olduğu halde Medîne’ye gitmeleri engellenen Müslümanlar da, birer ikişer Şam yolu üzerinde Ays denilen bir yere toplandılar. Sayıları üç yüze ulaştı. Şam’a giden ticâret yolunun kapandığını ve ticâretlerinin engellendiğini gören Kureyşliler, elçi göndererek daha önce Medîne’ye gitmeleri engellenen Müslümanların Medîne’ye gidebileceklerini, anlaşmanın bu maddesinden vazgeçtiklerini bildirdiler. Şam yolu üzerinde bulunan üç yüz kişilik Müslüman kâfilesi de Medîne’ye giderek, Peygamberimize kavuştular. Sabırlarının netîcesini elde ettiler.

Hudeybiye antlaşması on yıl süreyle yapıldığı halde, iki yıl sonra müşrikler, verdikleri söze uymayarak antlaşmayı bozdular. Müslümanlar ise, bu kısa süren sulh döneminden çok mühim netîceler elde ettiler. İki yıl içinde Müslümanların sayısı birkaç misli arttı. Bu antlaşma ile Müslümanlar ilk defâ bir devlet ve bir kuvvet olarak kabul edildi. Bir yıl sonra da Peygamber efendimiz eshâbıyla birlikte Mekke’ye giderek Kâbe’yi ziyâret ettiler. Bundan sonra çevredeki hükümdârlara İslâma dâvet mektupları yazıldı. Her geçen gün insanlar Müslüman olmakla şerefleniyordu. Peygamber efendimizin vefâtına kadar İslâmiyet, bütün Arap Yarımadasına yayıldı.