HİSTAMİN
Alm. Histamin, Gewebehormon (n), Fr. Histamine (f), İng. Histamine. Vücudun birçok dokusunda, özellikle de akciğer, karaciğer ve sindirim sistemi dokularında bulunan azotlu bir bileşik. Histamin, histidin amino asidinin vücutta dekarboksilasyona uğraması neticesinde meydana gelen birçok etkisi olan bir bileşiktir. Vücudun çeşitli bölgelerinde yaygın olarak bulunan ve yapıldığı yerde etkisini gösteren lokal etkili bir peptittir. Histamin, küçük atardamarlarda genişlemeye ve kılcal damarlarda geçirgenliğin artmasına, toplardamarların büzülmesine sebeb olarak tansiyonu düşürür. Deride kızarıklık, şişme ve kaşıntıya sebeb olur. Beyin damarlarını genişletirse yarım başağrısına sebeb olabilir. Bronş düz kaslarını kasarak nefes darlığına yol açabilir. Midede, tükrük bezlerinde ve bronşların salgı hücrelerinde ifrâzâtı arttırır.
Vücuttaki dokuların çoğunda histamin bulunur. Fakat cild, mide ve barsaklarda dokunun gramı başına 10 mikrogram mevcuttur. Histamin bâzı böceklerin zehirlerinde de bulunur. Yabanî arının zehiri % 2 gibi yüksek bir nisbette histamin ihtiva edebilir. Tatarcıklar ve ısırgan otları histamin ihtiva ettiğinden kaşıntı ve şişmeye sebeb olurlar. Vücuttaki “mast hücreleri” yüksek miktarda histamin ihtiva ederler. Mast hücrelerini uyaracak etkiler neticesinde mast hücrelerinden histamin boşalır ve bunun ortaya çıkardığı durumlar görülür. Saman nezlesinde çiçek tozları allerjiye sebeb olarak histamin boşalmasına sebeb olurlar ve sonucunda burunda kızarıklık, şişme, akıntı ortaya çıkar.
Histaminin vücuttaki eşitsiz dağılımının önemi hâlen bilinememektedir. Tıpta tedâvi maksadıyla kullanıldığı yer hemen hemen yoktur. Teşhis maksadıyla kullanıldığı yerler vardır. Mide asit yapma yeteneğinin ölçümünde histaminle yapılan bir test kullanılır ki bu, mide ülserlerinde önemlidir.
Vücutta açığa çıkan histaminin zararlı tesirler meydana getirmesi hâlinde “antihistaminik” denilen ilâç grubu kullanılır. Bu ilâçlar, kaşıntılarda, burun akıntısında, böcek sokmalarında, vâsıta tutmalarında oldukça etkilidirler.
Alm. Hysterie (f), Fr. Hystérie (f), İng. Hysteria. Çeşitli organ hastalıklarını taklid eden, mental (zihnî) bozukluklarla kendini gösteren ve çok şekilleri olan bir ruh hastalığı. Yunanca “histeron” (rahim) kelimesinden kaynaklanan bu rahatsızlığın sebebini Hippokrates ve çağdaşları rahmin vücutta yer değiştirmesine bağlamışlar ve “Tota mulier inutero-Bütün kadınlar rahminin içindedir” kavramı ortaya atılmıştır. Bugün için bu görüş değerini kaybetmiştir.
Lassegue; “Histerinin hiçbir târifi yapılamamıştır ve yapılamayacaktır.” demiştir. Bununla beraber basit olarak histeriyi şu şekilde ifâde etmek mümkündür: Histeri, şuur altındaki baskılanmış olan doyumsuz isteklerin, düşüncelerin ve hayallerin aşırı bedenî faaliyetle ifâdesine dayanan bir pisikiyatrik hastalıktır. Histeriye “telkin nörozu” mânâsına Pithiatisme de denmiştir. Histerik demek, şehvetine düşkün, sapık, yalancı kimse demek değildir.
Histerik belirtilerin çokluğu sebebiyle bu rahatsızlık zihnî, bedenî ve organ hastalıklarını taklid edebilir. Bayılmalarla kendini gösteren şekline “Anksiyete histerisi”, çeşitli hastalıkları taklid eden tipine “Konversiyon (dönüştürme) histerisi”, zihnî belirtilerle seyreden şekline de “Disosiyatif histeri” adı verilir.
Bâzı histerikler her zaman aynı belirtiler gösterdikleri halde, bâzıları zaman zaman değişik belirtiler gösterebilir. Bunlar bir dereceye kadar hastaların sosyal terbiye ve basamakları ile ilgilidir. Aşağı sosyal basamaklarda daha ziyâde organ rahatsızlıkları ve bayılmalar hâkimken, kültürlü kadınlarda karışık psikopatolojik belirtiler şeklinde tezâhür eder.
Histeri genel olarak kadınlarda ve erişkin yaşların erken döneminde görülür. Erkeklerde, çocuklarda ve yaşlılarda da görülebilir. Sydenham; “Heyecan sarsıntılarından sonra kişinin kendini koruması için ortaya çıkardığı belirtilerdir.” demektedir. Bu sebeple bâzı yazarlar; “Herkes biraz histeriktir.” fikrini savunmuşlardır. Sinir sistemi hastalıkları, çeşitli bedenî ve rûhî kazâlar, karasevda, çok sevdiği birinden ayrılma, mutsuz evlilik, başarısızlıklar, kişinin rûhî dengesine göre değişik derecede etki yaparlar.
Bayılma nöbetleri: Histerinin en çok görülen belirtisidir. Hasta bayılmazdan önce boğazda bir baskı hissi ve tıkanma olur. Bu esnâda çarpıntı, bulantı-kusma, kulak çınlaması, yüzde ateş basması, şakakta zonklamalar, göz kamaşmaları olabilir. Bayılmadan önce ve sonra kahkaha şeklinde gülme veya kısa ağlamalar olabilir. Hasta bayılırken yer seçer, daha doğrusu hasta ateş, su gibi tehlikeli yerlere düşmez. Bâzan da sara hastalığının belirtilerini andıran şuursuzluk devreleri ortaya çıkar. Bayılma nöbetinin belirli bir süresi yoktur. 15 dakikadan birkaç saate kadar sürebilir. Nöbetin bitimi ânidir ve hasta uykudan uyanır gibi âniden kalkar. Sonunda ağlamalar ve gürültülü gülmeler olabilir. İdrar açık ve bol miktarda çıkar. Bâzı hastalarda bayılma olmamasına karşı diğer belirtiler bulunabilir.
Histerik bayılmalarda şur kaybı yoktur. Hasta görür, işitir fakat irâdesiz olarak yerinden kalkamaz. Sorulanlara cevap veremez. Ayrıca hasta uyanınca geçirdiği hâli hatırlayamaz.
Felç ve istek dışı hareketler: Felçler vücudun herhangi bir yerinde olabilir. Uyuşukluk ve felçli el veya ayakta titremeler olabilir. Kaslarda sertleşme teşekkül edebilir ve hasta yürüyemez. Boynun bir tarafa tutulması sık görülür. Çeşitli tikler ve kas kasılmaları meydana gelebilir.
Hastalık taklidi: Şahısta bâzan bütün iç organ belirtileri birleşerek çeşitli hastalıklar taklid edilebilir. Bunlar arasında yalancı safra kesesi iltihabı, yalancı apandisit, yalancı karın zarı iltihabı, yalancı menenjit ve hattâ yalancı gebelik bile bulunabilir. Bâzan, sağırlık, koku alamama, konuşamama, görme bozuklukları, uyuşmalar, sık sık hava yutma, boğazda düğümlenme duygusu, hıçkırma, kusma nöbetleri, histerik öksürmeler, öğürmeler, geğirmeler dahi ortaya çıkabilir.
Ağrılar: Bedenin her yerinde olabilir. En çok karşılaşılanlar, başağrıları, yüz ağrıları, karın ağrıları ve sırt ağrılarıdır. Bu ağrıların özelliği hasta tarafından çok abartılarak anlatılması, hiçbir hastalığın bulunamaması ve ağrı kesici diye verilen etkisiz maddelerle ağrının geçmesidir.
Zihnî belirtiler: Bu belirtiler arasında dalgınlık, aşırı uyuma, çok kişilikli karakter sâhibi olma ve hâfıza bozuklukları sayılabilir. Şahsın heyecan, korku, gürültüyle ve düşünceyle başlayan uyku krizi tipiktir. Normalde zor durulan bir pozisyonda saatlerce durabilir. Çok kişilikli olma hâli ise ortaçağdan beri çeşitli yazarların roman ve tiyatrolarına konu olmuş bir husustur.
Bu rahatsızlık, “yeniden dünyâya gelme, tenâsüh” fikrini çürütmektedir. Bir rûhun beden öldükten sonra başka bir beden içerisine girmesini İslâm dîni reddeder. Bâzı dar görüşlüler, bu hastalıkta görülen birden fazla karakterli olmayı, tenâsüh fikrini isbatta kullanmaktadırlar. Hâlbuki çok kişiliklilik, rûhun rahat ve huzur bulamadığı bir karakterden, huzur bulacağını sandığı bir karaktere geçme çabasıdır.
Histerinin tedâvîsinde iki yönlü bir program yürütülür. Kişilik bozukluğunun giderilmesi ve vücud rahatsızlıklarının tedâvisi. Çok şiddetli vakalarda psikiyatrik tedâviden pek istifâde edilemez. Tedâvinin başarısını değerlendirirken kişinin âile ve günlük faaliyetlere uyumu gözönüne alınır.
Alm. Histologie, Gewebelehre (f), Fr. Histologie (f), İng. Histology. Canlıların dokularını inceleyen, biyolojinin bir dalı. Doku bilimi. Histoloji, normal hayvan ve bitki dokularının yapılarını aydınlatarak, bunların görevleri hakkında açıklamalarda bulunur. Vücuttaki organları meydana getiren dokuların yapıları ve çeşitli dokuların birbiri ile ilişikleri de histolojinin konusu içine girer.
Hücre, yaşayan organizmanın (uzviyetin) en küçük birimi olup canlının bütün özelliklerini taşır. Hücreyi inceleyen bilim kolu “sitoloji”dir. Bir doku ise, birarada belli fonksiyonu yapmak üzere bulunan hücre topluluğudur. Organlarımız birden fazla dokunun görev birliği yahut işbölümü yaparak meydana getirdiği vücut bölümleridir. Bir organ (uzuv) sisteminde, vücutta belli işi yapmak üzere görev almış çeşitli organlar bulunur. Dolaşım sistemi, kalp, atardamarlar, toplardamarlar ve kılcal damarlardan meydana gelmiş, kanı taşımakla görevli bir organ sistemimizdir. Organlar ve organ sistemlerini “anatomi ilmi” inceler.
Dokularla ilgili ilk incelemeleri yapan gözlemciler arasında, Malpighi, Leuven-Hook, R. Brown, Schleiden ve Schwann en önemlileridir. Bu ilim adamlarının çalışmaları, mikroskobun bulunmasıyla başlamış, hücre elemanlarını, hücre şekillerini, hücreler arasındaki benzerlikleri tesbit etmişlerdir. Modern histolojinin 1830’da Alman fizyoloğu Schwann’ın bütün hayvan ve bitki hücrelerinde “nüve” (nükleus)nin hücrenin temel ve en önemli kısmı olduğunu açıklamasıyla başladığı kabul edilir. Aynı yüzyılın sonlarına doğru mikroskopta, dokuların alınması ve tesbit edilmesinde ortaya çıkarılan teknik ilerlemeler sâyesinde hücre metabolizmasının temel özellikleri açıklanmıştır.
Histolojide Kullanılan Metodlar
Histoloji, incelediği dokuyu, vücuttaki hâline en yakın şekliyle ele almak zorundadır. O, mümkün olabilen yanlışlıklara meydan vermemeli, böylece doku hakkında gerçekten uzak kararlara varmamalıdır. Histolojik çalışmalarda kullanılan materyal (preparatlar), incelenebilir hâle gelmesi için, çeşitli işlemlere tâbi tutulur. Bunlar sırasıyla; parça alma, parçayı kesit yapmaya uygun hâle getirme (dondurma, parafinleme), kesme, tesbit, boyama, lam üzerine alma olarak sayılabilir. Parçanın kalınlığı hem dokunun aslını bozmayacak, hem de ışığın geçmesine izin verecek kadar olmalıdır. Kesme işlemi, “mikrotom” denilen çok hassas âletlerle yapılır.
Yaşayan hücrelerin incelenmesi: Bir hücrenin bulunduğu veya görev yaptığı vücut bölümünde incelenmesi büyük zorluklar arz eder. Buna karşı vücudun bâzı dokularını, bu şekilde incelemek imkânı vardır. Barsakları çevreleyen karın zarı gibi belli inceliği geçmeyen dokuları bulundukları yerden alıp vücuttaki şartların (ısı, nem, vs) sağlandığı laboratuvarlarda incelemek mümkündür. Bunun gibi bâzı dokular, deney hayvanlarının gözlerinin camsı cisimlerine (kornea) ekilerek buradan direkt olarak incelemeleri yapılabilmektedir. Bu tür çalışmalar, ancak başka yollarla incelenmesi kabil olmayan dokularda yapılır.
Doku ve organ kültürleri: Günümüze kadar gelen çalışmalar sonunda, vücudun hemen hemen bütün dokularından alınmış hücreler, laboratuvar şartlarında hazırlanmış çeşitli ortamlarda üretilebilmiştir. Böyle üretilmiş saf hücreler, belli bir tip hücrenin incelenmesi ve özelliklerinin açıklanması için idealdir. Ana karnındaki hayattan kalan çeşitli organların kalıntıları da, organ kültürlerine ekilerek hücrelerin çoğalması sağlanabilir. Bunlar, yukarıda anlatılan histoloji metodlarına göre hazırlanan preparatlar hâline getirilerek incelemeleri yapılır.
Yaymalar: Vücuttaki sıvıların (kan, balgam, cinsî organ salgıları), lam üzerine yayıldıktan sonra tesbit edilip boyanarak incelemeleri yapılabilir. Bu şekilde hazırlanan preparatlara yayma denilmektedir. Kandan yapılan yaymadan kan kanseri, kadın cinsî organları ifrazatından yapılan yaymadan rahim kanseri teşhis edilebilmekte veya bu konuda bir fikir sahibi olunabilmektedir.
Tesbit edilmiş dokuların incelenmesi: Yukarıda anlatılan çeşitli işlemlerden geçirilen doku kesitlerinin incelenmesi, histoloji çalışmalarının temelini teşkil eder. Tesbit maddesinin özelliği; dokuyu öldürmesi, fakat canlı haldeki görünüşünü bozmaması olmalıdır. Yine boyamada kullanılan maddeler, hücrelerin çeşitli kısımlarını ayırt ettirebilecek şekilde hücre elemanlarına dağılmalıdır.
Histokimyâ: Hücredeki kimyâsal madde dağılışı, bunların fonksiyonları hakkında bilgi verir. Hücre proteinlerinin ultraviyole ışınlarını absorblama özellikleri, ışığı kırma farkları, çeşitli proteinlerin belli maddelerle muâmele edilince yaptıkları ışıma, radyoizotoplarla yapılan denemeler, bu metodun içine girer. Yine aynı şekilde yağ boyalarının kullanılması, hücredeki yağların dağılışını gösterecektir.
Elektron mikroskop çalışmaları: Hücrenin detaylarının incelenmesi, elektron mikroskobunun bulunması ve histolojide kullanılmaya başlanması ile mümkün olabilmiştir. Elektron mikroskobu ile 200.000 kere büyütme yapılabilmekte ve 15 Angströme kadar olan oluşumlar görülebilmektedir. Ayrıca fotoğraflarının alınması da mümkün olabilmektedir. Histopatoloji: Normal mikroskobik yapının bilinmesi, hasta dokuların sağlamlardan ayrılmasında en büyük faydayı sağlar. Histopatoloji, dokularda hastalıklar sırasında ortaya çıkan normalden sapmaları inceler.
(Bkz. Edebî Türler)
Alm. Hettiter (m.pl.), Fr. Hittites (pl.), İng. Hittites. M.Ö. 2000 yılından M.Ö. 8. yüzyıla kadar Anadolu’da hüküm süren devlet.
Târihi: Hititlerin Anadolu’ya nereden geldikleri kesin olarak bilinmemektedir. Bunların menşei ve Anadolu’ya geliş yolları hakkında çok çeşitli görüşler mevcuttur. Önceleri batıdan Boğazlar üzerinden Anadolu’ya geldikleri kabul ediliyordu. Daha sonraları ise, Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya gelip önce Yeşilırmak, sonra Kızılırmak mer’alarına yerleştikleri ileri sürüldü. Erzurum ve Keban civârında yapılan kazıların, ileride bu mevzuya ışık tutacağı tahmin edilmektedir.
Kayseri ve havâlisinde bulunan, Asur tüccârlarına âit vesikalarda geçen Hititçe şehir ve şahıs adlarından bu kavmin M.Ö. 2000 yılında Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir. Hititlerin Anadolu’ya yerleşmesi esnâsında bu bölgede, yerli Hatti kavimlerinin kurdukları bağımsız küçük şehir krallıkları vardı. Bu krallıklardan bâzılarını ele geçiren Hititler, Kuşşara ve Neşa bölgesinde hâkimiyetlerini îlân ettiler. Hânedânın tanınan ilk kralı Pithana’dır.
Pithana’dan îtibâren M.Ö. 1400 yılına gelinceye kadar geçen devreye Eski Hitit Devleti adı verilmekte, bu zamandan yıkılıncaya kadar geçen süreye de Yeni Hitit Devleti veya İmparatorluk devri denilmektedir.
Eski Hitit Devletinin meşhur hükümdarları arasında Birinci Hattuşil ve Birinci Murşil gelmektedir. Diğer hükümdarlar hakkında ya çok az mâlûmât bilinmekte veya hiç bilgi bulunmamaktadır. Eski devirde Hitit Devleti, en parlak zamânını Birinci Hattuşil devrinde yaşadı. Hattuşil (M.Ö. 1650-1620), Güneydoğu Anadolu’ya inerek Haleb’i aldı. Devletin sınırlarını Fırat nehrine kadar genişletti. Ölümü üzerine başa geçen Birinci Murşil (M.Ö. 1620-1590), önce Bâbil Devleti üzerine sefere çıktı. Bu seferde kesin bir netîce elde edememesine rağmen, Bâbil Devleti büyük ölçüde zayıfladı ve Kassitlerin eline geçti. Birinci Murşil daha sonra Hurri ülkesine sefer açtı ve başkent Hattuşaş (Boğazköy)ta çıkan karışıklıklar üzerine geri döndü. Çok geçmeden bu karışıklık esnâsında öldürüldü. M.Ö. 1590 yılında Birinci Murşil’in ölmesi ve hiçbir önemi olmayan sonuncu kral Telepinus’tan sonra Eski Krallık dönemi sona erdi.
Hitit târihinin en büyük kralı olarak ün yapan Birinci Şuppiluliuma (M.Ö. 1380-1340) yeni krallık dönemini kurdu. Hitit Devleti onun zamânında târihinin en güçlü noktasına ulaştı. Şuppiluliuma, Anadolu’da siyâsî birliği kuvvetlendirdikten sonra Güney Mezopotamya ve Suriye içlerine doğru ilerlemeye başladı. Bu sebeple Mısır Devleti ile karşı karşıya geldi. Birinci Şuppiluliuma, Mısır’a karşı zaferler kazandı ise de, vebâya yakalanarak öldü ve yerine İkinci Murşil (M.Ö. 1339-1306) geçti. Bu hükümdâr ve onun halefi Muvattaliş (M.Ö. 1306-1282) zamânında Hititlerin Mısırlılarla mücâdelesi devâm etti. 1296’da iki ülke arasında meşhur Kadeş Savaşı vukû buldu. İki taraf da birbirlerine üstünlük sağlayamadılar. Nihâyet Üçüncü Hattuşil, Mısır’la olan anlaşmazlığa son vererek barış yaptı. Hattuşil’in 1250 yılında ölümünden sonra Batı Anadolu sâhillerine çıkan Akalar; giriştikleri serî akınlarla Hititleri zayıflattılar. Bu saldırılar netîcesinde küçük şehir devletçikleri hâline gelen Hititler çok geçmeden Asurlular tarafından yıkıldılar.
Kültür ve medeniyet: Hitit medeniyetinin kalıntıları Anadolu’nun Alacahöyük ve Boğazköy ile Kuzey Suriye’nin birçok yerlerinde dağınık olarak bulunmaktadır. Hititler sanatta Hattileri taklid etmişlerdir. Hitit sanatının bugüne kadar gelebilen eserleri arasında saraylar, tapınaklar, heykeller ve etrâfı duvarlarla çevrili şehirler gelmektedir. Hitit sanatı, kendisinden sonraki Ege sanatını büyük ölçüde etkilemiştir.
Hititler çivi yazısının yanında, hiyeroglif denilen resim yazısını da kullanıyorlardı. Hiyeroglif yazısına bilhassa âbideler ve mühürler üzerinde raslanılmıştır.
Hitit ülkesindeki kazılarda çıkan tabletler Hititçeden başka Akadca, Hurrice, Hattice ve Palaca yazılmıştır. Bu vesîkalar, Hititlerin zengin bir edebiyâta sâhib olduklarını göstermektedir. Hitit kralları her yıl sonunda yaptıkları icrâatları, yıllık (annal)lar hâlinde yazdırıyorlardı. Hitit devlet arşivinde bu târihî vesîkaların yanında bol miktarda dînî edebiyât metinleri de vardı.
Hititler çok tanrılı bir dîne inanmaktaydılar. Ele geçen bir metindeki “bin tanrı” sözü bu durumu ispatlamaktadır. Hititler yalnız kendi tanrılarına değil, Anadolu’daki diğer kavimlerin tanrılarına da tapınmışlardır. Hititlerin millî tanrıları arasında en önemlileri güneş tanrısı Utu, deniz tanrısı Asuna ve savaş tanrıçası Delvani’dir.
Eski Anadolu mîmârîsinden kaynaklanan Hitit mîmârîsinde âbidevî eserler söz konusudur. Eski krallık döneminde taş temeller üzerine oturtulmuş sağlam savunma mevkileriyle çevrili kaleler, askerî mîmârînin temel özellikleridir. Boğazköy’deki kale ve sur düzeni arâzi ve askerî mîmârînin temel özelliklerine uygun olarak inşâ edilmiştir. Mîmârî târihinde de en eski köprü Hitit devrinden kalmadır. Bu köprü, Boğazköy’ün kuzeydoğusunda Anbarlıkaya ile Büyükkaya arasında kurulmuştur.
Hitit heykelciliği, mîmârî eserlerin bir unsuru olarak gelmiştir. Büyük ebatlarda ve pişmiş topraktan yapılan heykeller genellikle boğa ve aslan vb. figürleri gösterir.
Hititler ile birlikte Anadolu çömlekçiliği en üst seviyeye çıkmıştır. Kazılarda çıkan çömlekler genellikle ince çeperli ve tek renklidir. Birkaç yeni tipin dışında bütün Hitit seramikleri hep aynı özellikleri taşır.
Eski Anadolu oymacılığının en güzel örnekleri Hitit devrinden kalmadır. Oymalar taş, tunç, demir ve altın üstüne yapılmıştır. Hititlerde silâh sanâyiinin de devrine göre çok gelişmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Alman devlet adamı. 1889 senesinde Yukarı Avusturya’da Branunau’da dünyâya geldi. Avusturyalı bir gümrükçünün oğludur. Çok küçük yaşta öksüz kalmış olan Hitler, ilkokuldayken çok iyi bir talebe olduğu hâlde lise hayâtı hiç de parlak geçmemiş, mektebi terk etmiştir. 1912 senesinde Münih’e yerleşmiş, hayâtını badanacılık ve dekaratörlük yaparak kazanmaya çalışmış, boş zamanlarını politika ile ilgili kitapları okumakla geçirmiştir. Hitler’in düşüncelerinin temelinde Yahûdî düşmanlığı ile aynı şiddetle zaruretine inandığı “ırkî temizlik” fikri yatan bir dünyâ görüşü hâkimdi. Aynı zamanda Hitler; burjuva liberalizmine karşı duyduğu antipati ve Marksizme karşı içinde kök salan tiksinti ile tanınmıştır.
1914’te gönüllü olarak Bavyera ordusuna girdi, harpte iki defâ yaralandı, onbaşılığa terfî ederek ve gösterdiği kahramanlıklardan dolayı Alman Deniz Haç Nişanı ile taltif edildi. Bir gaz taarruzu sırasında zehirlenerek geçici bir körlüğe uğradı ve savaş bitinceye kadar bir hastânede tedâvi altına alındı. Daha sonra Yeni Reich ordusunda, komünizmle mücâdele ve milliyetçilik ülküsünü yaymakla görevlendirildi.
Çeşitli kâbiliyetleriyle birçok kimsenin dikkatini üzerine çeken Hitler, 1919 Eylülünde Alman İşçi Partisi ile irtibat kurdu. Hitler’in siyâsî hayâtı 1920 yılı Şubatında Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi adını alan bir partinin propaganda idâreciliğine getirildikten sonra başladı. 1921 yılında bu partinin başkanlığına getirildi.
8-9 Kasım 1923 târihinde, Berlin’deki Reich Hükümetini düşürmek yolundaki ayaklanmaya katıldığı gerekçesiyle partisi kapatılan Hitler, 5 yıllık kalebendlik cezasına çarptırıldı. Burada kaldığı süre içinde Mein Kampf (Kavgam) adlı eserinin birinci cildini tamamladı. 1924 senesinde affa uğrayarak hapisten çıktı.
1925 yılında Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi yeniden kurulduktan sonra, mevcut sosyal ve ekonomik durumu iyi değerlendiren Hitler, 30 Ocak 1933 târihinde güçlü bir partinin lideri sıfatıyla Başkanlığa getirildi.
İktidâra geldiğinde; önce siyâsî hasımlarını, daha sonra yakın tarafdârlarını saf dışı bırakarak devlet mekanizmasının tamâmını eline geçirdi. Bu rejimde; Yahûdîler ve komünistler can düşmanları olarak tâkibe uğradılar, yönetim aşırı merkeziyetçi bir tarzda sürdürüldü ve çok sayıda Yahûdî öldürüldü.
Hitler eserlerinde Yahûdî düşmanlığının sebepleri arasında; Diğer Avrupa devletlerinde olduğu gibi Almanya’da da Geto denilen etrâfı duvarlarla çevrili Yahûdî mahallelerindeki topluluğun sosyal yaşantısının Alman örf ve âdetlerine tam ters düşmesi; ikinci olarak, çökme durumunda olan Alman ekonomisinde en büyük âmilin Yahûdî tüccarlarının menfî tutumu olduğunu sık sık tekrarlamıştır.
Hitler, diğer devletlerin desteğini ustaca kullanarak Eylül 1939’da İkinci Dünyâ Harbini açtı. İspanya’dan başka bütün Avrupa’yı, Balkanları, Libya’yı alarak Moskova’ya kadar yayıldı. Ancak, sonunda mağlup olarak, Alman milletini felâkete sürükledi. Almanya’nın savaşı kesin olarak kaybetmesi üzerine 1945 yılında intihâr eden Hitler, târih sahnesindeki yerini aldı.
Hitler sâdece Alman milletinin ırkî üstünlük fikrini esas alarak milyonları, tesirli konuşmaları ile harekete getirmiş, geçici büyük zafer ve üstünlükler kazanmıştır. Fakat din ve ahlâkî kâidelerden nasibi olmadığından zaferleri kalıcı olmamış, yükselmesi gibi düşüşü de süratli olmuştur. Bunun acısını da başta sevdiğini söylediği Alman milleti olmak üzere bütün insanlık çekmiştir.
Hitler; zekî, üstün hitâbet kâbiliyeti olan, azimli ve irâde sâhibi bir devlet adamı olarak tanınır. Bunlar onun şahsiyetinin üstün taraflarıdır. Alman cemiyetinin en alt tabakalarından yükselip iktidâra gelmesi de hayâtı ve cemiyeti bâzı bakımlardan iyi tanımasını sağlamıştır. Bunlardan iktidâr yıllarında çok istifâde etmiş ve sloganlarla devrinin tek adamı olmuştur. Alman milletine verdiği millî şuur ve heyecanın, harp sonrası harab olmuş Almanya’nın kısa zamanda toparlanıp güçlenmesini kolaylaştırdığı kabul edilir. Almanya’nın ve insanlığın o yıllarda içinde bulunduğu sıkıntıların sebeb ve kaynaklarını bâzı noktalarda isâbetle teşhis etmiş, fakat çâreler bakımından mutlak doğru ve cihanşümûl inanç ve kâidelerden mahrum olduğundan uygulamada yaptığı yanlışlıklar ve kapıldığı fanatik düşünce ve arzular sebebiyle muvaffak olamamıştır. Doğruları, yanlışların doğurduğu hezimetler ve çöküntüler içinde kaybolup gitmiştir. Bir ara Kur’ân-ı kerîm’in Almanca tercümesini incelemiş, hayranlığını açıkça ifâde etmiştir.
On altıncı yüzyılda Harezm’de kurulan ve 1920’ye kadar fâsılalarla devâm eden hanlık. Şeybânî hâkimiyeti sonrasında Safevî işgâline uğrayan Harezm bölgesi halkı, Yâdigâr Han soyundan İlbars’ın liderliğinde birleşip, 1511 yılında Gürgenç merkez olmak üzere Hive Hanlığını kurdular.
Yâdigâr Han soyundan gelen Hive Hanları, bir asırdan fazla başta kaldılar. Osmanlılarla anlaşıp zaman zaman İran topraklarına akınlar yaptılar. 1576’da Amuderya Nehrinin yatak değiştirip, Aral Gölüne akması netîcesi ortaya çıkan kuraklık ve Kalmuk istilâsı, devletin iktisâdî durumunu alt-üst etti. Hâkimiyet, Özbek kabîle reislerine geçti. Arab Mehmed Han (1603-1623), kuraklığa uğrayan Gürgenç’i terk edip, Hive’yi başkent yaptı (1603). Bunun oğlu Ebügâzi Bahadır Han (1643-1665) ve torunu Enuşe Han (1663-1687) ilme düşkün kimselerdi. 1717’de Rus Çarı Petro’nun ordusu Hive ordusunu mağlûb etti. İranlı Nâdir Şah tarafından işgâl edilen hanlık, onun ölümüne (1747) kadar İran’a bağlı kaldı. Kongratlardan Mehmed Emin İnak (1770-1791), Yâdigâroğullarının hanlığına son verip kendi hânedânını kurdu.
Mehmed Rahim Han (1806-1825) zamânında Ruslarla dostça ilişkiler kuruldu. Buna rağmen Osmanlıların İngilizler ve diğer devletlerle savaşmasından istifâde eden Ruslar, her fırsatta Hive Hanlığı topraklarına saldırdılar. 1873’te yapılan savaş sonunda hanlığın toprakları Rus işgâline uğradı. Yapılan antlaşmayla Rus himâyesi kabûl edildi. Rus himâyesini kabul eden İkinci Mehmed Rahim Han (1864-1910)dan sonra oğlu İsfendiyâr Töre (1910-1918) ve sonra da onun oğlu Abdullah (1918-1920) Han oldu. Ruslar, 1920 Şubatında Abdullah Hanı Moskova’ya götürüp günlerce aç bırakarak öldürdüler. Yerli komünistler, Rus desteğinde Harezm Halk Cumhûriyetini kurdular. 1924 yılında Harezm toprakları; Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan cumhûriyetleri arasında taksim edilip, her yönüyle Rus sömürgesi hâline getirildi.
Kuruluşundan işgâline kadar 27 hanın başa geçtiği Hive Hanlığı, devlet idâresinde çifte hükümdârlık, dört bey ve dört vezir (mihter, kuş beyi, mahrem ve dîvân beyi) usûlü hâkim idi. Hive Hanlığını meydana getiren kabîlelerin başlarında beyler vardı. Arâzi sulama işlerine bakanlara Mirab, askerî işlere bakanlara Daruga, iç işlere bakanlara ise Ağa denirdi. Bozkırdan gelip yerleşen Özbekler, yerli halkı kültür bakımından etkilemişlerdi.
Hive hanları, zamanlarının büyük kısmını iç isyânlar ve düşmanlarla uğraşarak geçirmelerine rağmen, hâkim oldukları topraklarda birçok câmi, medrese ve kütüphâne inşâ ettiler.Kültürü yaygınlaştırmak için matbaa kurdular. Toprakları sulayıp, zirâati arttırmak için kanallar açtırdılar. Hive hanlarının yaptırdıkları mîmârî eserlerin bir kısmı Rus istilâsından kurtularak günümüze kadar ulaşmıştır. Rus istilâsından bir süre önce Mûnis Mihrab ile Muhammed Rızâ Algehî tarafından yazılan ülke târihine dâir eserin bir nüshası, İkinci Mehmed Rahim Han tarafından İstanbul’a gönderilerek Osmanlı pâdişâhına hediye edilmiştir.
Alm. Hieroglyphe (f), Fr. Hieroglyphe (m), İng. Hieroglyph. Eski Mısırlıların kelimeleri yazmak için kullandıkları işâret, resim yazı. Eski Mısırlılar, Hititler, Maya ve Aztekler Hiyeroglif yazısı kullanılırdı. M.Ö. 4000 yıllarından M.S. 4. yüzyıla kadar Mısır’da aritmetik, astronomi, geometri ve kısmen de teoloji (ilâhiyât) sâhasında bu yazı kullanıldı.
Hiyeroglif yazısı çeşitli yaratık, eşyâ ve eşyâlarla ilgili düşünceleri temsil eden ilkel resim ve işâretlerden meydana gelir. Resimlere uygun mânâlar verilmeye çalışılmasına rağmen, karmaşık bir yazıdır. Metinlerde, aynı cümle ve kelimede sembolik, figüratif (estetik) ve fonetik (ses, telaffuz) sistemler mevcuttur. İdeografik (fikir ve kelimeleri sembolize eden), silabik (heceyi sembolize eden) ve sessizlerden meydana gelmesi, okunması zor olduğundan Hiyeroglif yazısını yüzyıllarca çözmek mümkün olmamıştır. İlk önceleri levhalar üzerine kazılan bu yazı sonraları kazılmayıp, yazılmaya başlanınca resimlik vasfı kaybolup, Hieratik yazı hâline dönüştü. Hieratik yazının kısaltılıp kullanılışlı bir el yazısına çevrilmesiyle Demotik yazı meydana geldi. Hiyeroglif yazının Hieratik şekli Yunan ve Romalı din adamlarınca, Demotik şekli de günlük hayatta kullanıldı.
Karmaşık bir sisteme dayanan, sırlılık mâhiyetteki Hiyeroglif yazısı 19. yüzyıla kadar okunup, anlaşılamadı. Yedi yüzden fazla işâretten meydana gelen Hiyeroglif, ilk defâ 1822 yılında Fransız dilcisi Champollion tarafından okunabildi.
Aslen Horasanlı olup, Anadolu Selçuklu sarayında yetişen divan şâiri. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Horasan’da doğdu. Moğol istilâsı sırasında Anadolu’ya gelip yerleşti. Selçuklu Sultânı Üçüncü Alâeddîn Keykubad’ın takdîrini kazandı. Sultan’ın isteği üzerine Fârisî olarak, 20.000 beyitlik Selçuklu Şehnâmesi yazdı. Ancak eser bugün ortada yoktur.
Divan edebiyâtının ilk temsilcilerindendir. Gazellerinde mazmunlara açık şekilde yer verdi.
Oğuz Türkçesini en zarîf ve en sâde şekilde kullanmıştır. Şiirleri devrine göre, Türk Edebiyâtında gazel ve kasîde nazım şeklinin ilk örnekleri olup, kolay anlaşılan benzetmelere yer vermiştir. Tasavvuf şiirinin hâkim olduğu bir çevrede yaşamasına rağmen, şiirlerinde pek tasavvuf etkisi görülmez.
Fârisî ve Türkçe şiirler yazan Dehhânî, devrinin, çevresinin sosyal hayâtını, ahlâk, insan ve güzelliğini aksettiren ilk şâirlerdendir.
Osmanlılar devrinde yetişen meşhur fen âlimi. Kesin olmamakla berâber, bâzı kaynaklarda 1774 senesinde Narta’da doğduğu kayıtlıdır. Bir kısım kaynaklarda babasının Nartalı bir Mûsevî olduğu yazılı ise de, hâl tercümeleri yazan bir pâdişâh kâtibi olan İsmet Efendi, araştırmaları netîcesinde Karlovalı bir Müslümanın oğlu olduğunu tesbit etmiştir.
Babasının ölümü üzerine tahsil için İstanbul’a gelip, kısa zamanda icâzet (diploma) alarak, matematik, astronomi, metalurji ve jeoloji sâhalarında büyük âlim oldu. Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, İbrânice, Fransızca ve Lâtinceyi çok iyi bilen İshak Efendi, 1816 senesinde Mühendishâne-i Berr-i Hümâyûnun matematik hocalığına tâyin edildi. 1824’te Dîvân-ı Hümâyûn tercümanlığına getirildi. 1828’e kadar bu vazîfede bulunan İshak Efendi, bu târihte Balkanlarda inşâ edilen kalelerin teftişi ile görevlendirildi. Balkanlardan dönüşünde tekrar Mühendishâne-i Berr-i Hümâyûnda müderrisliğe devâm etti. 1831’de bu okulun müdürlüğüne tâyin edildi. Bu görevdeyken ders programını yenileştirdi ve öğretim kadrosunu kuvvetlendirdi. Yetersiz hocaların görevlerine son verdi. Bir süre sonra mübârek yerlerin tâmiri için Hicaz’a gönderildi. Vazîfesini bitirip dönerken Mekke’de 1834 senesinde vefât etti ve orada defnedildi. Mühendishâne’nin üstündeki kabristana, hatırlanmak ve hayır duâya sebeb olmak üzere mekteb tarafından, adı ve ölüm târihi yazılı bir taş diktirilmiştir.
İshak Efendi, fen ilimlerine dâir birçok eser yazmış ve ilk defâ fen sâhasındaki kitapları batı dillerinden Türkçeye tercüme etmiştir. Batılı bilim adamlarının yazdığı ilmî eserlere vâkıf olan İshak Efendi, ilmî ıstılâhları tatbik ve karşılıkları bulunmayan ilmî ıstılahlara da isim tâyinine muvaffak oldu.
Eserleri:
1. Mecmûa-i Ulûm-i Riyâziyye: Matematiğe âit dört ciltlik bir ders kitabı olup, çok meşhûrdur. 1831-1834 seneleri arasında İstanbul’da basıldı. Eserde yüz dört şekil vardır. Birinci ciltte aritmetik, cebir, geometri konuları; ikinci ciltte düzlem trigonometrisi, geometri işlemleri, cebrin geometriye uygulanması, konikler, diferansiyel ve integral konuları; üçüncü ciltte fizik, mekanik, su iletimi ve kuvveti, atmosfer, ilm-i menâzır (optik) konuları; dördüncü ciltte ise elektrik, kürevî trigonometri, astronomi ve kimyâ konuları işlenmiştir. Eser uzun seneler mühendishânede ders kitabı olarak okutulmuştur. Modern kimyâ alanında ilk eser olarak da kabul edilmektedir.
2. Usûl-i İsâga: 167 sayfa ve altmış levhadan meydana gelen eser top dökümcülüğü ile ilgilidir. Kendi deyişiyle kütüb-i efrenciyeden tercüme ve derleme yoluyla hazırlanmıştır. Eserde, ateşli silâhların yapımında kullanılan demir, demir alaşımları, kalay, bakır, tunç hakkında bilgiler verildikten sonra, top dökümcülüğü anlatılmaktadır. 1983’te neşredilmiştir.
3. Tuhfet-ül-Ümerâ: Ordu kurmak ve kalelerin muhâfazasından bahseden bu eser, iki makâle ve bir hâtimeden meydana gelmiştir. Eserin sonunda şekiller de vardır. 1828 senesinde basılmıştır. Bir nüshası Süleymâniye Kütüphânesi Es’at Efendi kısmındadır.
4. Usûl-i İstihkâmât: İstihkâm yapımına dâirdir.
5. Aks-ül-Mevâyâ fî Ahz-iz-Zevâya: Oktand ve sektan gibi rasat âletlerini kullanma usûllerinden bahsetmektedir.
6) Nisle-ül-Hıyâm: Çadır kurulmasına dâirdir. 7) Küre risâlesi, 8) Deniz Lağımı Risâlesi, 9) Hikmet: Arapça yazılmış bir fizik kitabıdır. 10) Âlât-ı Kimyeviyye Risâlesi, 11) Kavâid-i Ressâmiyye: Arâzî hudutları çizim kâidelerini ihtivâ etmektedir. Eserin bir nüshası Mühendishâne-i Berr-i Hümâyûn Kütüphânesinde mevcuttur. 12) Oktand: Esere ismini veren bu âletin târifleri ile kullanım usûllerini anlatan bir risâledir. 13) Harb ilmine dâir bir Risâle: 1827 senesinde basılarak subaylara dağıtılmıştır.
Osmanlı Devletinin yirmi ikinci şeyhülislâmı, târihçi ve edip. İsmi, Sa’deddîn’dir. Hoca Efendi lakâbıyla meşhûr oldu. Yavuz Sultan Selim Hanın nedîmi (sohbet arkadaşı) Hasan Can’ın oğludur. 1536 (H.943) târihinde İstanbul’da doğdu. 1599 (H.1008) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan’da Dârülkurrâ bahçesine defnedildi.
Müderris Karamanlı Mehmed Efendi, Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi ile zamânın diğer büyük âlimlerinden okudu. Yirmi yaşında yardımcı müderris oldu ve İstanbul’da Murâd Paşa Medresesinde ders vermeye başladı. Sonra erbaîn pâyesiyle Bursa’da Yıldırım Medresesine tâyin edildi. Yirmi dokuz yaşında hâriç rütbesine yükseldi. Bursa Sultâniye Medresesinin ardından, İstanbul Sahn-ı Semân müderrisliğine getirildi. 1573’te Şehzâde Murâd’ın hocalığına tâyin edildi. Bundan dolayı Hoca Efendi diye anıldı. Şehzâde Murâd tahta geçince Sa’deddîn Efendiyi İstanbul’a çağırdı. Kendisine Hâce-i Sultânî (Sultan Hocası) ve Reîs-ül Ulemâ ünvânları verildi.
Sa’deddîn Efendi, Üçüncü Mehmed Hanın şehzâdeliğinde ona da hocalık yaptı. Sultan Üçüncü Mehmed tahta geçince, Sa’deddîn Efendiyi şeyhülislâmlık makâmına getirdi. İki sultâna hocalık yaptığı için kendisine “Câmi’ur-Riyâseteyn” denildi.
Hoca Sa’deddîn Efendi, devletin iç ve dış siyâsetinde pâdişâhlara ve devletin ileri gelenlerine yardımcı oldu. Çok talebe yetiştirdi. Mevlânâ Ali Nakîb, Molla Ali, Seyyid Kâsım Gubârî ve Azmizâde, Hoca Sa’deddîn Efendinin ileri gelen talebeleridir.
Hoca Sa’deddîn Efendi, Osmanlı Devletinin 1596 târihindeki Avusturya ile yaptığı meydan muhârebesinde Sultan Üçüncü Mehmed Hanın yanında büyük kahramanlıklar gösterdi. Zaferin kazanılmasında en büyük pay sâhibi oldu (Bkz. Haçova Zaferi). Hoca Sa’deddîn Efendinin beş oğlundan biri müderrisken vefât etmiş, ikisi şeyhülislâm, ikisi de kazasker olmuşlardır. Soyundan toplam altı şeyhülislâm çıkmıştır.
Eserleri:
Hoca Sa’deddîn Efendi, Osman Gâziden Yavuz Sultan Selim’in vefâtına kadar Osmanlı sultanları zamânında vukû bulan hâdiseleri, yetişen âlimler ile büyük zatların hayatlarını anlatan Tâc-üt-Tevârih adlı bir eser yazmıştır. Bu eserine Hoca Târihi de denir. Tâcü’t-Tevârih sonradan gelen târihçiler tarafından taklid edilmiş, 16. yüzyıl nesri için örnek kabul edilmesi sebebiyle birçok nüshaları yazılmıştır. 1863’de İstanbul’da basılan eser, İtalyanca ve Fransızcaya, kısmen de İngilizce, Rusça ve Macarcaya tercüme edilmiştir.
Yavuz Sultan Selim’le ilgili Selimnâme’si ve Sadr-üş-Şerîa Hâşiyesi vardır. Ayrıca; Risâle-i Kuşeyrî Tercümesi, Behçet-ül- Esrâr, Semâvât-ül-Edvâr ve Mir’ât-ül-Ahbâr adlı eserleri vardır. Lârî’nin Farsça târihini ve Emâlî Kasîdesi’ni aynı vezinle Türkçeye tercüme etmiştir.
Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Mustafa, künyesi Hocazâde’dir. Bursa’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1488 (H.893) târihinde Bursa’da vefât etti. Bursa’da Emir Sultan Türbesi civârında medfundur.
Hocazâde, babasının ticâret mesleğini terkedip ilim öğrenmeye yöneldi. Bu sebeple babası ve kardeşleri tarafından terk edildi. Sıkıntı ve yokluk içinde babasından yardım görmeksizin tahsiline devâm etti. Emîr Sultan hazretlerinin talebelerinden Şeyh Velî Şemsüddîn’in teşvîkiyle Kâdı-i Ayasuluğ ve Hızır Bey bin Celâl’den aklî ve naklî ilimleri öğrendi ve icâzet aldı. Sultan Murâd tarafından Kestel kâdılığına, sonra da Bursa’daki Esediyye Medresesine müderris tâyin edildi. Daha sonra İstanbul’a geldi. Fâtih Sultan Mehmed Han onu kendisine hoca tâyin etti. Sonra Edirne kazaskeri oldu.
Hocazâde’nin kazasker olma haberi babasına ulaşınca, önce inanamadı. Daha sonra haber yaygınlaşınca inandı ve diğer oğullarıyla birlikte ziyâret için Edirne’ye gitti. Babasının gelmekte olduğu haberini alan Hocazâde, âlimlerden ve Edirne eşrâfından bir toplulukla onu karşıladı. İzzet ve ikrâmda bulundu. Babası mahcûbiyetle eski kusurlarını hatırlayıp özür dilemeye başlayınca; “Olsun, siz öyle yapmasaydınız, biz böyle olmazdık.” diyerek alçak gönüllülük gösterdi.
Hocazâde, Fâtih Sultan Mehmed tarafından Bursa Sultâniye, daha sonra da İstanbul Sahn-ı Semân Medresesine müderris tâyin edildi.
Bu sırada Fâtih Sultan Mehmed Han, İmâm-ı Gazâlî’nin, felsefecilerin bozuk ve sapık görüşlerini inceleyip din ve fen ölçüleri ışığında çürüttüğü Tehâfüt-ül-Felâsife adını taşıyan eseri ile İbn-i Rüşd’ün bu esere yazdığı reddiyeyi incelemişti. İlmî bir meclisin toplanarak İmâm-ı Gazâlî ile İbn-i Rüşd’ün görüşlerinin incelenip bir kitap hâlinde mukâyese ve muhâkemesinin yapılmasını emretti. Devrin âlimlerinden Hocazâde ile Alâeddîn Ali Tûsî’yi bu işle görevlendirip, eser hazırlamalarını bildirdi. Hocazâde bu konuda Tehâfüt adındaki eserini dört ayda yazdı. Ali Tûsî de incelemelerini altı ayda tamamlayıp eserini hazırladı ve adını Ez-Zahîre koydu. İki âlim, Sultan’ın huzûrunda Molla Hüsrev’in hakemliğinde eserlerini savundular. Hocazâde’nin çalışması ve ilmî îzâh tarzı daha başarılı görüldü. Bu münâzaranın sonunda hem Hocazâde hem de Ali Tûsî mükâfâtlandırıldı. Ali Tûsî tekrar memleketi olan İran’a döndü. Gerçekte Hocazâde’nin çalışması tam anlamıyla ilmî tarafsızlık vasfını taşıyor ve İmâm-ı Gazâlî’nin haklı olduğunu ortaya koyuyordu. Ali Tûsî de aynı gerçeğe ulaşmıştı. Fakat o daha ziyâde, İmâm-ı Gazâlî’nin görüş ve îzahlarını yorumlamak ve açıklamakla iktifâ etmişti.
Daha sonra Hocazâde; Edirne kâdılığı, İstanbul ve İznik müftîlikleri yaptı. Sultan İkinci Bâyezîd Han tahta geçince, İstanbul’a geldi ve Bursa Sultâniye Medresesine tâyin edildi. Bu vazîfede iken el ve ayaklarına felç geldi. Ancak sol eliyle yazı yazabiliyordu. Bu hâlde Sultan İkinci Bâyezîd’in emriyle Şerh-i Mevâkıf adlı esere hâşiye yazdı.
Hocazâde, yazdığı eserlerle bütün âlimlerin takdîrini kazandı. Ali Kuşçu ve Celâleddîn Devânî bunlardandır. Hocazâde’nin Tehâfüt adlı eserinden başka, Hâşiye-i Şerh-i Mevâkıf, Hâşiye-i Şerh-i Hidâyet-ül Hikme, Şerhu Tevâlî-ul-Envâr, Şerh-ül-İzzî fit-Tasrîf, Hâşiye ale’t-Telvîh fil-Usûl gibi başka kıymetli eserleri de vardır.