HİNDİSTANCEVİZİ AĞACI (Cocos nucifera)
Alm. Kokosbaum (m), Fr. Cocotier (m), İng. Coconut palm. Familyası: Palmiyegiller (Palmae). Türkiye’de yetişmez.
Güneydoğu Asya’da, Hindistan, Seylan, Endonezya ve Filipinlerin bilhassa sâhil bölgelerinde yetişen, 20-25 m yüksekliğinde, ekseriya meyilli gövdeli bir ağaç. Yaprakları gövdenin tepesinde, 3-6 m boyundadır. Meyvesi 20-25 cm boyunda, toparlakçadır. Meyvenin dış çeperi düz ve derimsi, orta kısmı hava boşluklu, lifli ve birkaç cm kalınlıktadır. İç kısmı serttir. Tohumun esmer bir kabuğu, 1-2 cm kalınlığında beyaz etli bir endosperması (besi doku) vardır. Tohumun ortasındaki geniş boşlukta süte benzeyen bir sıvı bulunur. Bitkinin faydalı kısmı meyveleridir.
Hindistancevizi ağacı, diğer ağaçlardan farklı bir yapıya sâhiptir. Diğer ağaçlarda besi suyu genel olarak gövdedeki kabuktan geçer. Hindistancevizinin besi suyu ise bütün gövdeden geçmektedir. Ağacın en tepesinde “kalp” denilen bir tomurcuk bulunur. Kesilmesi veya çizilmesi ağacın kurumasına sebeb olur.
Hindistancevizi 7-13 yaşları arasında meyve vermeye başlar, 60 yıl kadar ürün verir. 90-100 yıl kadar yaşar. Bakımlı bir ağaçtan yılda 70-120 tâne meyve alınabilmektedir. Yetişmesi için bol güneş ve yağmur ister. Dünyânın 4.500.000 hektarlık yerini bu ağaçlar kaplamaktadır.
Kullanıldığı yerler: Meyvenin orta kısmını kaplayan ipliksi lif “koir” adını alır. Bu liften kaba tekstil sanâyiinde, halat îmâlinde, şiltelerin doldurulmasında faydalanılır. Tohumun besi dokusuna “kopra” adı verilir. Kopra, yağ bakımından zengindir ve olduğu gibi yenir. Ayrıca tazyik sûretiyle, kopradan yağ elde edilir. Hindistancevizi yağı denilen bu yağ, âdi hararette katıdır. Sabun ve mum îmâlinde, kozmetik sanâyiinde, sentetik kauçuk ve plâstik maddeler îmâlinde kullanıldığı gibi, rafine edildikten sonra yemeklik yağ olarak ve margarin îmâlinde kullanılır. Protein ve şekerce zengin, tortusu ise kümes hayvanları için çok önemli bir besin maddesidir.
Diğer bir hindistancevizi de küçük hindistancevizi olarak anılan fakat tamâmen farklı olan bir bitkidir.
Küçük hindistancevizi (Myristica Fragrans):
Tropik bölgelerde (Moluk Adaları) yetişir. Yaz ve kış yeşil olur. 10 m yüksekliğindedir. Avrupalılar buna muskatcevizi de derler. Çünkü Avrupa’ya eskiden Arabistan limanlarından Muskat’tan gönderilirdi. Tohumları tıpta kullanılır. Meyveleri kapsül biçimdedir. Her kapsül irice bir tohum ihtivâ eder. Tohumun içinde “arillus” denilen ağsı bir örtü vardır.
Kullanıldığı yerler: Tohumları ve etli olan aril denilen kısmı kullanılır. Tohumları miristisin, uçucu yağ, nişasta ihtivâ eder. Aromatik kokusundan dolayı bâzı ilaçların bileşimine girer. Sindirim kolaylaştırıcı ve gaz söktürücü etkisi vardır. Bu sebeple bilhassa küçük çocuklara verilir. Etli kısmı da aromatik kokuludur. Baharat olarak kullanılır. Yüksek dozları zehirlidir.
Çeşitli görüşleri, dînî inanışları, mitolojik davranışları ve ibâdetleri içine alan ve Hindistan’da yaşayan Hinduların tâbi olduğu inançlar ve görenekler ile dînî ve sosyal kurumların tamâmına verilen ad. Tek başına bir dînî inanış biçimi olmaktan ziyade sosyal bir sistem olarak yaşayan Hinduizmin dînî temelleri veda dînine ve Brahmanizme dayanmaktadır. Bu sebeple zamanımızda Brahmanizmle Hinduizmin birbirinin yerine kullanıldıkları görülmektedir.
Târih bakımından M.Ö 2000 yılın son yüzyıllarında Hindistan’a yerleşen Hintlilerin kutsal saydıkları “Vedalar” adlı İlkçağ metinlerine dayanan Hinduizm, M.Ö. 1200-500 yılları arasında Hint yarımadasını işgal eden Ârilerin dînî inanışı hâline geldi. Daha sonraki zamanlarda bâzı değişiklikler göstererek zamanımıza kadar ulaştı.
Hinduizm’de iki temel inanç esâsı vardır: Birincisi; tenâsüh, yâni ruhun bir bedenden başka bir bedene geçmesi inanışıdır. Hinduizm’e göre varlıkların ruhları, öldükten sonra başka bir varlığın bedenine dönebilirler. Tenâsüh yoluyla ruhların yükselmeleri düşünüldüğü gibi, yaptıkları işlere göre aşağı derecelere indikleri de kabul edilir.
İkinci temel inanış ise kast sistemidir. Halkı birbirinden ayrı dört sınıfa ayıran bu sistemin birinci sınıfı, Brahmanlardır. Bunlar Brahma inanışının kudsî râhipleri ve âlimleridir. Mukaddes Veda kitabını okumak, açıklamak ve diğer Brahma mensuplarına yol göstermek vazîfeleridir. İkinci sınıf, Krişnalardır. Bu sınıfa hükümdarlar, racalar ve büyük devlet adamları ve askerler girerler. Üçüncü sınıf Vayansalardır. Bu sınıfa da tüccarlar ve çiftçiler girerler. Dördüncü sınıf Çudralardır. Bu sınıfa işçiler, sanatkârlar vb. girerler. Bu dört sınıftan çıkarılanlara ise parya ismi verilir. Bu zavallıların insan gibi yaşamak hakkı yoktur. Hayvan muamelesi görürler. Dört sınıfa giren insanların haklarına mâlik değildirler.
Hinduizm’de yaratıcı Brahma adı verilen tanrıdır. Ayrıca Krişna, Vişnu ve Siva (Şiva) dan teşekkül eden üçlü tanrı inancı vardır. Hinduizmin bu üçlü tanrı inancına Trimurti denir. Bu üçlü inanışın dışında Hinduizm’de sayısız denecek kadar tanrılar da vardır. Ayrıca dağlar, ırmaklar ve hayvanlar mukaddes ilâhî varlıklar olarak kabul edilir. Hele inek Hindistan’ın en mukaddes hayvanıdır. Çünkü o bütün insan olmayan mahlûkların sembolüdür. Onu öldürmek demek, bir Brahmanı öldürmek demektir ki affedilmez. Diğer mukaddes yerler Ganj Nehri ve Benares şehridir. Ganj Nehri insanın günahlarını temizler. Benares’te ölen, Siva (Şiva) nın inâyetine kavuşur.
Hinduizm’de dînî inanış emir ve yasaklar Manava Dharina Şastra ismindeki mukaddes kitaplarında yazılıdır. Bu mukaddes kitaptan başka Brahmanalar, Upanişadlar, Puranalar, Mahabharatalar ve Ramayanalar adlı mukaddes kitaplar da vardır.
Hinduizm’de insanı tanrılara ulaştıran birçok yol vardır. Bunlardan biri yoga’dır. Birlik anlamına gelen yoga hem psikolojik bir disiplin, hem de değer verilen şeyle kaynaşmak gâyesiyle teneffüsü kontrol etme faaliyetidir. Tanrılara ulaştıran ikinci önemli yol Tantrizm’dir.
İbâdetlerin mühim kısmı kurtuluşu temin eden üç esasta toplanmıştır. Birincisi; güzel ameller (ölenler için kurban kesmek, güneşe hürmet etmek, evde devamlı ateş yakmak, doğum, ölüm ve düğünlerde ibâdet etmek, mukaddes kitapları okumak) dir. İkincisi, hakikat bilgisidir. Bütün varlıkların aslı tek hakikattir. Bu hakikate ulaşabilmek için dînî bilgileri öğrenmek, râhip olmak ve dünyâyı terk etmek lâzımdır. Üçüncüsü, tanrı ile beraber olmaktır. Bu da ibâdetle olur. Hinduizmde tapınma kişisel olabilir. Buna puja adı erilir. Kurban törenlerine jajna denir. Her kişi için doğumundan ölümüne kadar 12 tören yapılır.
Hinduizm’de temel ahlâk kâidesi nefse hâkimiyet ve feragatkâr olmaktır. Kast sistemine bağlı kalmak için azâmî gayret sarf etmek, Brahmanların kânunlarına uymak, kadınlara hiçbir hak tanımamak ve paryaları kurbanlık hayvanlar gibi telakki etmek Hinduizmin sosyal idealini ortaya koymaktadır.
Kurucusunun bulunmayışı, tenâsüh inancının bulunması ve hayvan etinin yenmemesi gibi özelliklerle diğer bâtıl dinlerden ayrılan Hinduizm İslâmiyetten sonra bâzı değişiklikler geçirdi. Tevhid inancını savunanlar oldu. Yakınçağda Batıyla ilişkilerin neticesinde Hinduizm içinde çeşitli reform hareketleri gelişti. 1828’de Rommohan Ray’ın kurduğu Brahmo Samac (Brahma’nın Cemiyeti) ile 1875’te Dayananda Sarvasti’nin kurduğu Arya Somal (Soylular Derneği) Hinduizmi çok tanrıcılıktan ve tasvire tapınmadan arındırarak yeni bir şekil vermeye çalıştılar. Mohandos Gandhi şiddet kullanmamak, evlenmemek ve toplumsal hoşgörü gibi eski Hindu geleneklerini yeni sosyal ve siyâsî şartlara uyarladı. (Bkz. Brahmanizm)
(Bkz. Dil)
(Bkz. Dil)
Alm. ındischen Ozean (m), Fr. Ocean (m) indien, İng. Indian ocean. Asya’nın güneyinde, Afrika ile Avustralya arasında kalan deniz. 20° doğu boylamıyla Atlantik’ten, 147° doğu boylamıyla Büyük Okyanustan ayrılır. Bu deniz, okyanuslar içinde en küçük olanıdır. Avustralya ile Afrika arasındaki uzaklık yaklaşık olarak 10.000 kilometredir. Yüzölçümü kollarıyla berâber 74.900.000 km2yi bulur. Babel Mendeb Boğazı ile Kızıldeniz’e, Hürmüz Boğazı ile Basra Körfezine uzanır. Hint Okyanusunun büyük bir kısmı Güney Yarım Kürededir. Hint Okyanusunda ortalama derinlik 3500 metredir. En derin yeri 7455 m ile Sunda Çukurudur. Bu çukuru 6450 m ile Wharta Çukuru, 5360 m ile Sormaki Çukuru, 5880 m ile Madagaskar Çukuru tâkib etmektedir. Avustralya açıklarında bulunan çukurun derinliği ise 5640 metredir.
Bu Okyanusun diğer bir özelliği de denizaltı topoğrafik yapısının çeşitlilik göstermesidir.Yapılan tespitler sonunda Hint Yarımadası ile Madagaskar’ın doğusundaki Rodriguez Adalarına kadar olan alan arasında orta sırt denilen eşik vardır. Bu eşik, okyanusu ikiye ayırmaktadır. Bu sırt üzerinde Lakkadiv, Chagos, Maldiv adaları vardır.
Hint Okyanusuna dökülen nehirler; Indus, Brahmaputra, Iravadi, Salween, Granges, Şattülarap, Zambezi, Saluen, Ganj, Limpopo, Tana ve Vehbi Celebi’dir.
Önemli adaları ise; Madagaskar, Mauritius, Ceylan, Reunion, Rodriguez, Socatra, Andanans, Nicabars, Mergu, Maldiv ve Laccadiv’dir.
Hint Okyanusu tropikal bölgede bulunmaktadır. Yazın denizden karaya esen muson rüzgârları, kışın karadan denize doğru eserler. Bundan dolayı Hint Okyanusuna muson iklimi hâkimdir.
Güneydoğudan esen alize rüzgârları güney yarımküre tropikal bölgesinde hüküm sürerken, batı rüzgârları da okyanusun güney kıyısı boyunca tesirlidir. Muson mevsimi döneminde özellikle Bengal Körfezi ve Arabistan Denizinde siklonlar (fırtınalar) meydana gelir. Bu zayıf fırtınalar bâzan kasırga şiddetine kadar ulaşır. Bu tropikal fırtınalar aynı zamanda Avustralya ile Madagaskar kıyılarında da görülür.
Hint Okyanusu akıntıları, esen rüzgârlara göre değişir. Ekvatorun kuzeyinde yazın artan güneybatı muson akıntıları, kışın değişerek kuzeydoğu muson akıntılarını meydana getirir. Bu değişim, özellikle Arabistan Denizinin batısında çok belirgindir. 10 derece güney enleminin güneyindeki yüzey akıntıları saat yelkovanı yönünde yıl boyunca bir devir dâim meydana getirirler.
Güneydoğu Ekvator Akıntısı, güneydoğu alize rüzgârları vâsıtasıyla batıdan doğuya doğru akar. Akıntının ortalama hızı 20-25 mildir. Madagaskar Adasına çarpan Güney Ekvator akıntısı biri kuzey, diğeri güneybatı istikâmetlerine doğru iki akıntı meydana getirir ve güneybatıya doğru giden akıntıya Mozambik Akıntısı denir. Bu akıntı Mozambik Kanalı ile güneye doğru akar. Güney Afrika’nın doğu kıyısı açıklarında Apulha Akıntısıyla birleşir ve İğne Burnu Akıntısı adını aldıktan sonra 40 derece paralelde batı rüzgârları akıntısına karışır. Batı rüzgârlarının hakim olduğu bölgelerde olan batı rüzgârları akıntısı, Batı Avustralya akıntısının Ekvator bölgesinin kuzeyinde devridâimini tamamladığı yerde, biri doğu, diğeri kuzey olmak üzere ikiye ayrılır. Doğu akıntısı, Güney Büyük Okyanus Akıntısına, kuzey akıntısı da Güney Ekvator Akıntısına karışır.
Hint Okyanusu denizcilik bakımından çok eski târihe sahiptir. Üzerinde ulaşım yapılan ilk okyanustur. Eski Mısırlılar, Araplar ve Çinliler, kıyıları boyunca ticâret yaptılar. Marko Polo ve Vasco dö Gama Hint Okyanusuna varan ilk Avrupalılardır. Hint Okyanusu aynı zamanda üzerinde târih boyunca birçok araştırmalar yapılan bir okyanustur.
İpek ve baharat ticâretinin deniz yoluyla yapılmaya başlanmasından sonra Avrupalılar, Hint Okyanusu kıyılarında ve adalarda birçok koloniler kurmuşlardır. 1869’da Süveyş Kanalının açılmasıyla Avrupa ile deniz ulaşım mesâfesi kısaldı. Hint Okyanusu kıyılarında kurulan limanlarla buralarda ticâret çok gelişti. Zamilar, Bombay, Singapur ve Aden limanları bunların önde gelenlerindendir. Bugün Hint Okyanusunda daha çok petrol ve ürünlerinin taşımacılığı yapılmaktadır.
Osmanlıların Hint Denizindeki Portekiz hâkimiyetini kırmak için giriştikleri deniz seferleri.
On beşinci asrın son yıllarında Portekizliler, Ümit Burnunu geçip Hindistan kıyılarına ulaşan deniz yolunu keşfettiler. Bu durum, Hindistan ticâretinin yolunu değiştirdi. O zamâna kadar Hindistan’dan yüklenen mallar, Basra Körfezi ve Kızıldeniz yoluyla İskenderiye veya Suriye limanlarına geliyor, Venedik gemileri ile Avrupa’ya ulaşıyordu. Hint ticâretinin Portekizlilerin eline geçmesi, Memlûklerin ekonomisini sarstı. Ancak Portekizlilerin hâkimiyetinin kırılması için yaptıkları çalışmalar, donanmaların güçsüz olması sebebiyle, yetersiz kaldı.Mısır ve Suriye Osmanlıların eline geçince (1517), Kızıldeniz ve Basra Körfezi ağızlarının Portekizlilerde bulunması siyâsî ve iktisâdî yönden mahzurluydu. Mısır Beylerbeyi Hadım Süleymân Paşanın teklifi ile 1530’da Süveyş’te bir donanma inşâsına başlandı. Süleymân Paşa, donanmayı 1532 yılı başlarında sefere çıkacak hâle getirdi. Ancak Süleymân Paşa, Alman ve Irakeyn seferlerine katılmak emri aldığı için Hindistan Seferi gecikti. 1535’te, Gücerât Hükümdârı Bahâdır Şah İstanbul’a gönderdiği elçi ile pâdişâhtan Portekizlilere karşı yardım istedi. Mısır Beylerbeyi Hadım Süleymân Paşa, Hindistan sularına kuvvetli bir sefer yapmakla vazîfelenderildi.
Hadım Süleymân Paşanın komutasındaki Osmanlı donanması, 1538 Haziranında hareket etti. İlk olarak Kızıldeniz’in kapısı olan Aden’i zaptetti. Süleymân Paşa, Hindistan’a Diyu şehrine ulaştığında, Bahâdır Şah Portekizlilerce öldürülmüş ve yerine yeğeni Üçüncü Mahmûd geçirilmişti. Mahmûd, Portekizlileri tutuyordu. Süleymân Paşa, Diyu şehrini muhâsara etti. Fakat yirmi gün sonra, Portekiz donanmasının yardıma gelme tehlikesi üzerine kuşatmayı kaldırıp geri döndü. Yemen’de Zebîd’i ele geçirdi. Yemen Beylerbeyliği kuruldu (1540). Bu sefer netîcesinde, Hint Okyanusundaki Portekiz üslerine kuvvetli bir korku verilmiş oldu.
Portekizliler, Osmanlıların Hint sularında güçlü bir donanma ile görünmesini, iktisâdî ve dînî vaziyetleri için çok tehlikeli gördüler. Portekiz’in yeni genel vâlisi 1541 yılı başlarında güçlü bir donanma ile Kızıldeniz’deki Osmanlı donanmasını yok etmek üzere yola çıktı. Ancak bu sefer, bir miktar coğrafya bilgisi öğrenmenin yanında Kızıldeniz’de Osmanlı tahkimâtının artmasından başka bir işe yaramadı. Portekizlilerin bu seferden sonra başlayan barış teşebbüsleri, Osmanlıların işlerine yaradı. Doğu Afrika ve Güney Arabistan limanları, Portekiz baskısından kurtuldu. Osmanlı gemileri, huzûru temin etti. 1500’lü yılların başından beri, Portekiz baskısıyla aksamış olan Mısır-Hindistan ticâreti, Osmanlıların Kızıldeniz ve Hind Okyanusunda güçlenmeye başlaması üzerine tekrar canlandı. Ayrıca Osmanlılar, Hint Okyanusuna Basra Körfezinden de yeni bir yol açmayı plânlıyorlardı. Bu arada Aden, Portekiz taraftârı yerli bir emîrin eline geçti ise de, Yemen Beylerbeyi Ferhâd Paşa tarafından geri alındı (1548). Osmanlıların Kızıldeniz’den sonra Basra Körfezinden Portekizlileri atma çalışmaları, iki devletin arasını açtı. Osmanlılar bir Hint Seferine karar verdiler. Pîrî Reis, Hint Kaptanlığına tâyin edildi. Basra Beylerbeyi Kubâd Paşaya da 15.000 asker ve gemilerle hazır bulunması emredildi. Pîrî Reis, Maskat’ı vurduktan sonra, Hürmüz’ü kuşattı (1552). Ancak Basra’dan kuvvet almadan bu işe girişmesi, başarısız kalmasına sebeb oldu. Üç kadırga dışında askerlerini Basra’da bırakıp, Süveyş limanına döndü. Hürmüz kuşatmasındaki tedbirsizliği Pîrî Reis’in îdâmına sebeb oldu.
Pîrî Reis’in îdâmından sonra, Hint Kaptanlığına Katif Sancak beyi Murat Reis atandı (1552). Pîrî Reis’in başlattığı seferi sonuçlandırmak ve Basra’dan aldığı donanmayı Süveyş’e götürmek için yola çıktı. Ancak Hürmüz Boğazında Portekiz donanması ile yaptığı mücâdelede çok zâyiât verip Basra’ya geri döndü.
Basra’da yeniden hazırlanan Osmanlı donanması, Seydi Ali Reis’in komutasında yola çıktı (1554). Hürmüz Boğazını geçtikten sonra, Umman kıyılarında karşılaştığı Portekiz donanmasını bozguna uğrattı. Üslerine yakın olan Portekizliler, hazırlanıp yeniden saldırdılar. Yapılan savaşta her iki taraf da çok zâyiât verdi. Portekizlilerin yanında dalgalar ve fırtınalarla da uğraşan Seydi Ali Reis, elinde kalan dokuz gemi ile Gücerat Sultânına sığındı. Yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a döndü (1556). Bu hâdiselerden sonra küçük çapta bâzı çarpışmalar olduğu görülmektedir. Açe Sultânı Alâeddîn’in isteğiyle (1565) yola çıkarılan Kurdoğlu Hızır Reis komutasındaki donanma, Yemen’de çıkan isyân üzerine bir yıl tehir edilip, bilâhare, Seyyîd Kemâl Reis komutasında Açe’ye yardım gönderildi.
Hint Seferleri sonunda, önceden Portekiz denetiminde olan Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu sularında artık Osmanlıların mevcûdiyeti tartışılmaz hâle geldi. Bilhassa bölgedeki Portekiz idâresinin sarsılmaya başlaması, tutumlarının yumuşamasına yolaçtı ve Osmanlı ile Portekizli idâreciler, anlaşma zemîni aramaya başladılar. Nitekim 1560-1566 yılları arasında Akdeniz’de ticârî faaliyetler canlandı; Kızıldeniz ve Basra Körfezi de daha işlek hâle geldi. Bu düzen, on yedinci yüzyılın başlarına kadar devâm etti.
HİNTYAĞI AĞACI (Ricinus communis)
Alm. Rizinusstaude (f), Fr. Ricin (m), İng. Castor-oil plant, ricinus. Familyası: Sütleğengiller (Euphorbiaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Adana, Aydın, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Elazığ vb. yerlerde yetiştirilmektedir. Hindbaklası adıyla da tanınır. Daha çok bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir.
Ağustos-eylül ayları arasında çiçek açan birveya çok senelik bir bitki. Vatanı Güney Asya, Tropik Afrika, Hindistan, tropik subtropik ve mutedil bölgelerdir. Gövde çok dallı, yeşil veya kırmızımtrak renklidir. Yapraklar uzun saplı, tüysüz, büyük ve el şeklinde, 7-11 parçalıdır. Çiçekler dik salkım durumlarda toplanmıştır. Bu durumların üst tarafında dişi, alt kısımlarında ise erkek çiçekler bulunur. Çiçek örtüsü beş parçalıdır. Meyvelerinin üzeri dikenli, yuvarlakça bir kapsüldür. Her bir gözünde kene şeklinde, açık renkli ve esmer lekeli bir tohum bulunur. Tohumlar genellikle 10-15 mm kadar uzunluktadır.
Kullanıldığı yerler: Tohumlarının sıkılması ve daha sonra temizlenmesiyle elde edilen yağ çeşitli yerlerde kullanılır.Tohumları, steroller, risin, risinin, vitamin E, fermentler ihtivâ eder. Kabukları soyulmuş tohumları soğukta sıkmak ve sonra su ile kaynatıp temizlemekle yağ elde edilir. Bileşiminde bulunan ve zehirli olan risinin, kaynatılınca zehir etkisi kaybolur. Hintyağı, soluk-sarı renkli, koyu kıvamlı bir yağdır. İçinde palmitik, sterik ve ricinoleik asit vardır. Önemli bir müshil etkilidir. Kozmetik sanâyiinde saç yağı olarak, teknikte özellikle motor ve makina yağı olarak, boya ve plâstik sanâyilerinde kullanılmaktadır. Hindyağı tabiatta mevcut olan oldukça saf gliseritlerden meydana gelmiş birkaç yağdan biridir.
Eskiden Anadolu’da kandil yağı olarak da kullanılmıştır. Yağ elde edildikten sonra geriye kalan küspe, iyi bir gübredir. İçindeki zehirli toksalbüminden kurtarıldıktan sonra hayvan yemi olarak da kullanılabilir. Tohumların taşıdıkları zehirli toksalbüminden dolayı, 6-10 tâne tohum yenmesi hâlinde ölümle sonuçlanan zehirlenmelere sebeb olabilmektedir. Yoğun sülfat asidinin hintyağına etkisi ile Türk Kırmızı Yağı adı verilen bir bileşik elde edilir. Bu bileşik kumaş boyacılığında kullanılır.
(Bkz. Oksijen Tedâvisi)
(Bkz. Konikler)
Alm. Rotationshyperbel (f), Fr. Hyperboloıde (m), İng. Hyperboloid. İki eliptik ve hiperbolik düzlem kesiti olan bir yüzey. Bu, üç değişkenli ikinci dereceden denklemi olan bir yüzeydir. Hiperboloidin Eksenleri adını alan doğrularda kesişen karşılıklı olarak dik üç düzlemden meydana gelen bir grubun herbirinde simetriktir. Bu simetrik düzlemlerinin ikisi, hiperboloidi hiperbollerde keser. Eğer üçüncü simetri düzlemi hiperboloidi keserse, kesitin (nokta) eğri kavisi, eksenleri aynı zamanda hiperboloidin ekseni olan bir elips veya çember olup, ikincisi bir satıhlı hiperboloit ismini alan birleşik bir yüzeydir. Şâyet hiperboloidin eksenleri koordinat eksenleri olarak seçilir ve üçüncü simetri düzlemi xy düzlemi alınırsa, yüzey denklemi, iki denklemden biri ile ifâde edilebilir. Bir yüzeyli hiperboloit:
(x/a)2+(y/b)2 - (z/c)2 = 1
İki yüzeyli hiperboloid
(x/a)2 + (y/b)2 - (z/c)2 = -1
a,b ve c sayılarına hiperboloidin yan eksenleri denir. a = b ise, bir döner hiperboloittir. Bu, bir hiperbolün kendi büyük ekseni (iki yüzeyli) veya küçük ekseni (bir yüzeyli) etrafında döndürülmesi ile elde edilir. Bir yüzeyli döner hiperboloit, iki eğri çizgi, ikisi de kesilmiş küre dilimi hattıyla dimdik birleştirildiğinde müşterek dikeyi boyunca biri diğeri etrafında döndürülerek de elde edilebilir.
Bir yüzeydeki hiperboloit bir dönel yüzeydir. Bu da her noktadaki tanjant düzleminin bir çift doğruda yüzeyi kesmesi demektir. Bu yüzeyin şerit modelleri paralel eliptik kesitler arasında çizilmiş çizgiler boyunca ip gererek yapılabilir.
(Bkz. Göz)
(Bkz. Tansiyon)
Alm. Hypnotismus (m), Fr. Hypnotisme (m), İng. Hypnotism. Kişide mevcut şuurluluk durumunun başka bir şahıs tarafından çeşitli etkileme yollarıyla değiştirilmesi sonucunda ortaya çıkan özel uyku hâli. Hipnotizma veya daha yaygın olan adıyla hipnozda tam bir uyuma durumu söz konusu değildir. Uyutulan kişi sorulanlara cevap verebilir, telkin edilen bâzı istekleri yerine getirebilir. Hipnoz, çok kimsenin zannettiği gibi uyuyanın, uyutanın tamâmen irâdesi altına girmesi değildir. İki taraflı istek ile bu durum meydana getirilebilir.
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Avusturyalı doktor Anton Mesmer, hastalarının üzerinden mıknatıslar geçirerek bu kişilerde ilgi çekici durumlar ortaya çıktığını gözlemişti. Mesmer’in uyguladığı bu tedâvi sırasında bir çeşit uyku-bilinç değişmesi durumu ortaya çıkıyordu. Mesmer buna “hayvan manyetizması” adını verdi ve doktordan hastaya mıknatıs ile geçen bir kuvvet veya etki ile ortaya çıktığına inandı. Fransız bilim Akademisi tarafından toplanan komite Mesmer’in tedâvisinin işlerliğini gördü, ancak onun dayandığı teorik temelleri reddetti ve Paris’te mesleğini yapmasına izin vermedi.
1878’de Fransız sinir mütehassısı J.M.Charcot ve öğrencileri hipnozun çeşitli basamakları olduğunu gösterdiler. Fransız doktoru Bernheim, hipnoz sırasında yapılan telkinin önemini ortaya koydu. Freud de çözümlemekte zor duruma düştüğü vak’alarda hipnozu kurtarıcı olarak görüyordu. Yüzyılımızda da hipnoz üzerinde çalışmalar sürdü ve İkinci Dünyâ Savaşından sonra iyice hızlandı. 1955’te İngiliz Tıp Cemiyeti, 1958’de Amerikan Tıp Cemiyeti tıbbî tedâvide hipnozun yerini kabul ettiler.
Hipnozla ilgili teoriler çok olup, olayı tek başına açıklayabilecek bir teori henüz yoktur. En eski teorilerden birisi, hipnozun bir çeşit uyku olduğudur. Rus fizyoloğu İvan Pavlov bunu daha iyi açıklamış ve hipnozu uykuya geçmeden az önce ortaya çıkan, reflekslerin hâlen mevcut olduğu bir geçiş durumu olarak târif etmiştir. 1909’da Sander Frenczi hipnozun bir ana-çocuk anlaşması şeklinde olduğunu iddiâ etti ve yapanın bir cevap alabilmesi, yâhut başarılı olması için nâzik bir anne gibi konuşması gerektiğini belirtmiştir. Pensylvania Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Plastik Cerrahı Frank Marlowe; “Hipnoz, belli bir noktada toplanmış yoğun bir konsantrasyondur.” demekte ve ameliyatlarda narkoz vermeden hipnozdan istifâde etmektedir.
Hipnozun yapılması: Amaçlanan trans halinin (uyku ile uyanıklık arasında bir durum) sağlanabilmesi için çeşitli metodlar vardır. Bunlardan en bilineni “gözlerin karşılıklı tesbit edilmesi”dir. Hipnozcunun gözüne gözlerini diken şahısa giderek gözkapaklarının ağırlaştığı ve rahatlayarak uykuya geçtiği telkin edilir. Gözün sâbit olarak bakacağı herhangi bir nesne de aynı işi görmektedir. Bir başka metod da hipnotize edilene, elinde çeşitli hisler duyduğu ve elinin giderek havada yükseldiği telkin edilir. Şurası iyice bilinmelidir ki, hipnoz işi hipnotize edilenin isteği dışında çok nâdir istisnâlar hâricinde yapılamaz ve kişi direnirse onu uyutmak hemen hemen imkânsızdır.
Muhakkak ki, hipnoz hâlinin en önemli özelliği kişide ortaya çıkardığı telkine açık durumdur. Kişi hipnozcu tarafından ortaya konulan fikirleri tereddütsüzce kabul eder. Hattâ kişiye hipnozdan sonra yapacağı şeyler telkin edilince onları da kendiliğinden ve zamanları geldiğinde yerine getirir.
Hipnozla trans hâline geçirilen kişide ortaya çıkan yarı-uyku durumu üç basamaktan birinde olabilir. Bu basamaklar, “hafif”, “orta” ve “derin” hipnoz olarak nitelenir. Hafif trans denilen durumda, gözler kapalıdır, solunum yavaşlamıştır, kişi ancak basit telkinleri hipnozdan sonra yerine getirebilir. Orta derinlikteki trans hâlinde kısmî unutkanlık hâsıl olur, telkin yoluyla bâzı halüsinasyonlar ortaya çıkarılabilir. Derin transta genel unutkanlık ortaya çıkar. Kişi gözleri açık olduğu hâlde bile telkin edilenleri yapar. Bu şekilde kişinin belli bir vücut kısmında telkinle hissizlik meydana getirilerek cerrâhî girişimler dahi yapılabilir.
Genel inanışın aksine, uyutulanın uyandırılmayıp trans halde sürekli olarak kalması diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü hipnoz işlemi karşılıklı anlaşma, istek ve iletişim sâyesinde ortaya çıkar. Bir tarafın işi bırakması veya istememesi ile hipnoz biter.
Hipnozun kullanılışı: Dişçilik, doğum, cerrâhî dallarında hissizlik sağlamak üzere kullanılabilir. Psikiyatristler hastalarına geçmişte olmuş, hatırlamak istemedikleri veya şuuraltına attıkları olayları söyletmek için hipnozdan yararlanırlar. Hipnoz bundan başka çok sigara içme, oburluk, tırnak yeme gibi istenmeyen alışkanlıkları önlemede de kullanılır.
“Otohipnoz” şahsın kendi kendine telkin ile trans hâle geçmesidir. Çeşitli işler bu yolla kendi kendine telkin edilebilir. Örnek verilecek olursa, gece yatarken otohipnoz ile trans hâline geçen ve kendine sabah saat 7.00’ye kadar uyuyup o vakitte uyanmasını telkin eden kişi âdetâ kurulmuş bir saat gibi yedide uyanacaktır.
Eski devirlerde at ve atlı araba yarışlarının yapıldığı ve seyredildiği yer. U biçimli yapının oturma yerleri, iki kenarı boyunca basamaklar hâlinde yükselen sıralardan meydana gelirdi. Hipodromun ortasında uzanan bir duvar yarış pistini ikiye böler, yarışmacılar bu duvarın çevresinde dolanırdı. Aynı anda 10 arabanın yarışabildiği büyük hipodromlarda yarış pistinin genişliği 100, uzunluğu 200 metreyi geçerdi. Eski devirlerde yapılan en büyük hipodrom, yapımına Septimius Severus döneminde (193-211) başlanan ve Birinci Constantinus döneminde (306-337) bitirilen Konstantinopolis (İstanbul) Hipodromudur. Osmanlılar devrinde Atmeydanı denilen bugünkü Sultanahmet Meydanında bu hipodromun kalıntıları vardır.
Türkiye’de İstanbul Bakırköy’deki Veliefendi Hipodromu Almanya’dan getirilen bir uzmanlar grubuna yaptırıldı. Bu hipodrom günümüzde 4000 m2lik bir alanda 4 katlı 5000 kişilik bir tribüne ve 90 gişeye sâhiptir. Kum pistin eni 20, boyu 1800 m; çim pistin eni 40, boyu 2000 m uzunluktadır. 1968’de yenilenen Veliefendi Hipodromu jokey soyunma odaları, otoparklar, basımevi binaları, ahırlar, at eyerleme yerleri vb. hizmet ünitelerinden meydana gelir. Türkiye’de ikinci hipodrom 1934’te yapılan Ankara Şehir Hipodromudur. Fakat bu hipodrom 1981’de istimlak sebebiyle kapatıldı. Türkiye’de at yarışlarının düzenlendiği ilk yer olan İzmir Şirinyer’deki pist 1885’te yapıldı. Bu pist 1954’te Jokey Kulübünce kiralanıp 1957’de satın alındı. 1973’te hipodrom tesisleri yapıldı. 2000 kişilik tribünü olan hipodromun kum pisti 25 m genişliğinde, 1600 m uzunluğundadır. 25 m genişliğe ve 1600 m uzunluğa sâhip Adana Hipodromu ise 1956’da faâliyete geçti.
(Bkz. Hormonlar)
Düşüncedeki hızlanma, öfori (aşırı neşe-canlılık), psiko-motor davranıştaki artma ile dikkati çeken hastalık. Psikoz denilen akıl hastalığına girmez. Burada aşırı canlılıktan bahsedilir.
Alm. Hypothese, Fr. Hypothese, İng. Hypothesis. Aynı sebeplerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilecek umûmî fikir. Faraziye de denir.
Fen bilgileri, müşâhede ve tedkik ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya bunları takviye eden âletlerle gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu sebeplerin tesirleri, rolleri tesbit edilir. Bir hâdisenin sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanılır. Fakat tecrübe edildiği hâlde, sebepleri anlaşılamayan hâdiseler de vardır. Bunlara sebeb olarak birçok fikirler ileri sürülür. Bilim adamlarının, sebebi ispat edilemeyen hâdiseler hakkında şahsî kanâatlerini ifâde eden bu fikirlerine “faraziye” veya “hipotez” denir. Bu fikirler mutlak değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif kişilerin başka başka tefsir ettikleri de olur.
Bir hipotez, birçok bilim adamı tarafından benimsenip, geniş bir geçerlilik kazanırsa “teori” adını alır. Teoriler, hipotezlere göre daha güçlü görüşlerdir. Bir teori ne kadar az hipoteze dayanır ve ne kadar çok hâdise îzâh ederse, o derece mükemmeldir. Gerek hipotez, gerekse teoriler fen bilimlerinde bulunabilir. Fakat bunlar ispat edilip “bilimsel kânun” hâline gelmedikçe, fen bilimlerine mâledilemez. Bir gerçekmiş gibi savunulamaz. Bilim adamları tarafından, her zaman şüpheyle bakılan, tenkit ve yoruma açık görüşlerdir.
Yanlışlığı ispat edilenler, reddedilerek terk edilir veya gözden geçirilerek yenileri kurulur.
M.Ö. 460-377 yılları arasında yaşamış Yunanlı hekim. Zamânının büyücülük ve yanlış inançlara dayanan tıp bilgilerine zamânımızda doğru olmadığı anlaşılan birçok yeni görüşler getirmiştir. Bu sebeple batılılar tarafından şiddetle savunulmuş ve “tıbbın babası” olarak kabul edilmiştir.
Hippokrates, devrinin meşhur hekimi Selbyrialı Herodius’un derslerine devâm etmiştir. Yaptığı seyâhatlerle bilgisini arttırmaya çalışmıştır. Halkın inançlarına tamâmen zıt düşen görüşler ortaya atması sebebiyle, zamânında büyük tenkitlere uğramıştır. Felsefeye büyük önem veren Hippokrates, zamânının büyük filozofları Gorgias, Prodicus ve Demokritos’un yanında öğrencilik yapmıştır. Aforizmalar adlı kitabı 20. asır sonuna kadar batıda tıp klâsiği olarak kalmıştır. Bu sırada İslâm âleminde birçok hekimler yetişmiş ve bunlar batıda âdetâ kutsal kabul edilen Hippokrates’in fikirlerinden çok daha modern görüşler ortaya koymuşlardır. İyon ve Attika lehçelerinde yazılan birçok eser Hippokrates’e mal ediliyor ise de, bunların ancak bir kısmı onun tarafından yazılmıştır.
Hippokrates’e göre insan vücudu tabiî bir ateşle ısınmaktaydı. Bu ısının giderek azalması ve en sonunda kaybolması ölüme sebeb oluyordu. Bu teoriye göre ısı bebeklikte en fazla olup azalması yaşlılığa ve bitmesi de ölüme sebeb oluyordu. Hippokrates’e göre ısının kaynağı kalpti. Yine ona göre insan vücudunda bulunan dört sıvı; kan, sümüksü sıvı, kara safra ve beyaz safra uygun oranlarda karışmış bulunuyordu. Bu sıvıların karışımında bir dengesizlik bulunması, hastalıkları yapıyordu.
Hippokrates, M.Ö. 377 yılında 83 yaşında iken Teselya’nın bir kasabasında öldü. Kendi adıyla anılan hekimlik yemini hâlen batıdaki tıp fakültelerini bitiren öğrenciler tarafından meslek esası olarak kabul edilir. Hippokrat yemini şöyledir:
“Aşağıdaki sözlerimi ve yeminimi bütün kudret ve kuvvetimle yerine getireceğime hekim Apollon, Hygieria, Panakeia ve bütün tanrıçalar üzerine yemin eder ve hepsinin tanıklığına başvururum.
Hekimlik hocamı, annemle babam kadar seveceğim, mallarımı onunla paylaşacağım ve gerekirse onun ihtiyaçlarını karşılayacağım. Çocuklarını kardeşlerim bilerek, isterlerse hekimliği onlara karşılıksız öğreteceğim. Kuralları, sözleri, dersleri ve öğrenimin geri kalan bütün inceliklerini hocamın oğulları, oğullarım ve tıp kâidelerine göre yemin etmiş öğrencilerden başka hiç kimseye öğretmeyeceğim.
Hastalarımın tedâvisini bütün kudretim ve düşüncemle onların yararına ayarlayacağım. Her çeşit haksızlık ve kötülükten kaçınacağım. İstense bile hiç kimseye zehir vermeyecek, hiçbir kadının çocuk düşürmesine aracı olmayacağım. Bozucu nitelikte olan ve isteyerek yapılan her türlü kötülükten uzak duracağım. Hür olsun, esir olsun kadınları ve erkek çocukları aldatmaktan kaçınacağım. Mesleğimi uyguladığım sırada ve toplum içinde gördüğüm veya işittiğim açıklaması sakıncalı hiçbir şeyi açıklamayacak ve ağız sıkılığını bir vazîfe bileceğim.
Bu yemini hiç bozmadan yerine getirebilirsem hayatımı mutluluk içinde geçireyim, insanlardan dâimâ saygı göreyim. Eğer yeminimi bozar,yerine getirmezsem bunların tersi olsun.”
Yurdumuzda tıp fakültesini bitiren hekimlerin diploma yemini ise şöyledir:
“Hekimlik mesleği üyeleri arasına katıldığım şu anda hayatımı insanlık hizmetine vakfedeceğimi resmen ve alenen taahhüt ediyorum. Hocalarıma karşı layık oldukları hizmeti ve minnettarlığı muhâfaza edeceğim.
Sanatımı vicdanım dâiresinde ve vakarla îfâ edeceğim. Hastamın sağlığını baş kaygım olarak telakki edeceğim. Kendini bana tevdi ettiren kimsenin sırrını, muhâfaza edeceğim. Hekimlik mesleğinin şerefini ve necip an’anelerini idâme ettireceğim.
Din, milliyet, ırk, parti veya toplumsal sınıf kaygularının vazifem ile hastam arasına girmesine müsaade etmeyeceğim. İnsan hayâtına ana karnına düştüğü andan îtibâren mutlak sûrette hürmet edeceğim.
Tehdit altında bile olsa tıp bilgilerini insanlık kânunları aleyhinde kullanmayı kabul edemeyeceğim. Bunları resmen ve alenen, serbestçe ve namusum üzerine yapmaya ant içiyorum.”
Japon imparatoru. 29 Mayıs 1901 târihinde Tokyo’da doğdu. Babası İmparator Taisho, annesi Teimei’dir. Çocukluk adı Michinomiya idi. 1926’dan 1989 senesine kadar Japon imparatorluğu yaptı.
Gakushin (soylular) okulunu (1904) ve Velîaht Enstitüsünü (1921) bitirdi. Aynı sene 6 aylık bir Avrupa gezisine çıktı. Böylece yurtdışına çıkan ilk Japon prensi oldu. Bu geziden dönünce, babası İmparator Toişo akıl hastası olduğundan, tahtı bıraktı. Bunun üzerine Hirohito, nâib prens oldu. 1924’te Prenses Nagako ile evlendi. Babası 25 Aralık 1926’da ölünce Japon İmparatoru îlân edildi. Japon anayasası imparatora çok büyük yetkiler tanıyordu. İkinci Dünyâ Savaşında Japonların yenilmesi üzerine, 15 Ağustos 1945’te radyoda Japonya’nın Patsdam Bildirisi’ni kabul ettiğini açıkladı. Bu konuşması ile Japon imparatorlarının geleneksel konuşmama âdetini bozdu.
ABD işgâl yetkilileri Japonya’da meşrutî mutlâkiyet rejiminde bir anayasa hazırladılar. İmparatorun birçok yetkilerini sınırladılar. İmparatorluk âilesi ile Japon halkını birbirine yakınlaştırmak için Hirohito halkın içine de çıkmaya başladı. Geleneklerine uymamasına rağmen, kendisinin ve âile hayâtı ile ilgili fotoğraf ve haberlerin yayınlanmasına izin verdi.
1971’de Avrupa gezisine çıktı. Aynı sene Anchoraga’da ABD başkanı Nixon ile görüştü. 1975’te ABD’ye resmî bir ziyâret yaptı.
Japon inanışına göre çok kutsal sayılan Japon İmparatoruna âit birçok geleneği yıkan Hirohito, yerine imparator olan oğlu Akihito’yu halktan biri olan Şoda Miçikio’yla evlendirdi. İmparator’un hastalığından bahsedilmezken, hastalığı hakkında halk içinde konuşmalar başladı, böylece bu tabu da yıkıldı.
Hirohito, Japon inancına göre, tanrısal bir güce sâhib olduğu sanılan imparatorların bu iddiâsından da vazgeçtiğini açıkladı. Hâkimiyet haklarının Japon halkına âit olduğunu îlân etti.
Hükümdârlık döneminde, dünyâ karışıklıklar içinde olmasına rağmen zamânına “Parlak Barış” dönemi adı verildi.
7 Ocak 1989 senesinde Tokyo’da öldü. Hirohito gençliğinde deniz biyolojisi ile ilgilenmiş ve sarayında bu hususta çeşitli çalışmalar yapmıştır. İkisi erkek olmak üzere yedi çocuk babasıydı.
(Bkz. İhtisab)
(Bkz. Menkul Kıymetler)