HİDROLOJİ
Alm. Hydrologie, Fr. Hydrologie, İng. Hydrology. Suyun tabiatta bulunuşunu, yerküresinde (yâni atmosfer, yeryüzü ve yeraltındaki) dolaşım ve dağılımını, özelliklerini ve çevre üzerindeki etkilerini ölçüm ve hesap yoluyla inceleyen ilim. Karalar üzerindeki su, kar ve buz; akarsular, göller ve denizlerdeki su ve buz; zeminin içindeki boşluklarda (yeraltında) bulunan su ve atmosferdeki su buharı, hidrolojinin konusunun esasını teşkil eder. Kuraklık, seller, buzullar, yağmur, kar, dolu yağışı ve erozyon da hidrolojideki başlıca önemli mevzulardır.
Su, büyüme dâhil hayatın her safhasında, zirâî ve sınâî sâhalarda ve eğlence-spor gibi faaliyetlerde vazgeçilemeyen bir maddedir. Bu yüzden, suyun dağılımı, korunması, ne şekilde elde edilebileceği ve nasıl kontrol edilebileceği ile ilgilenen bu bilim dalı insanlık için çok mühimdir.
Ancak su, aynı zamanda, fevkalâde güçlü, yıkıcı bir unsur da olabilmektedir. Sık sık görülen seller ve kıyılardaki müthiş fırtınalar, büyük ölçüde can ve mal kaybına sebeb olmaktadır. Ayrıca, arasıra yükselen yeraltı su seviyesi, zirâî sâhalarda çok büyük kayıp ve zararlara yol açabilmektedir. Hidroloji ilmi, suyun bu tahripkâr kuvvetini kontrol üzerinde de önemli çalışmalar yapar.
Diğer fen bilimlerinde olduğu gibi, hidroloji de matematik, fizik ve kimyâ gibi bilim dallarından faydalanır. Her ne kadar jeoloji, jeokimya, zemin mekaniği, oşinografi ve meteorolojinin aralarındaki sınırlar çok bariz değilse de, herbirinin kendine has bir araştırma konusu vardır.
Sudan faydalanma ve korunma yapılarının projelendirilmesi tabiattaki su miktarı ve özelliklerinin bilinmesi ile mümkündür. Bunu ise hidroloji temin eder.
Târihçe: Çok eski kavimler bile yüzeysel ve yeraltı sularını toplama, biriktirme ve dağıtma ve sellerden korunma konusunda büyük maharet göstermiştir.Bilhassa yüzeysel suların miktar ve zamânını ölçmek için çeşitli usûller keşfetmişlerdir. Bunlarla ilgili teoriler ile birlikte de hidroloji bilimi kurulmuştur. On yedi ve on sekizinci asırlarda Pierre Perrault, Edne Mariotte ve Edmund Halley Paris'teki Sen Nehri akışını ve Akdeniz'deki buharlaşmayı ölçmüşlerdi. Yirminci asırda dünyâ üzerinde pekçok yerlerde bu çeşit ölçümler yapılmaya başlanmıştır. Böylece hidroloji bilimi modern anlamıyla ortaya çıkmıştır.
Hidrolojik çevrim (Tabiattaki su dolaşımı): Okyanuslardan atmosfere atmosferden karalara ve nihayet yine okyanuslara doğru olan su dolaşımını ifâde eden hidrolojik çevrim, hidrolojinin esâsını teşkil eder. Devamlı olarak hareket eden hava kütlelerinin tesiri ile su, deniz ve karalar içinde, yüzeyinde ve üstünde hareket eder. Bir hava kütlesi soğuk bir hava ile temasa gelince veya yükselince soğur ve içindeki su, bulut olarak yoğunlaşır, yağmur, kar veya dolu hâline gelir. Yağış daha havada iken veya yeryüzüne ulaştıktan sonra su, kısım kısım süratle buharlaşır, yüzeyde akışa geçer, zemine sızar, yüzeydeki boşluklarda birikir. Toprağa giren su ise yine bölüm bölüm yüzey altındaki boşlukları doldurarak, daha aşağılara süzülür, buralarda birikir ve yeraltı suyu olarak akar. Toprakta tutulan su, bitki kökleriyle emilir ve yapraklardan buharlaşarak atmosfere döner. Sonra terleme etkisi ile tekrar yüzeye ulaşır ve buradan buharlaşarak atmosfere döner. Buharlaşmaya evaporasyon da denir. Tarlalardan ve ekinden buharlaşan su, bitkinin su ihtiyacını gösterir ve evapotranspirasyon adını alır.
Seviye farkları ve jeolojik yapıya göre yüzey ve yeraltındaki suların biri diğerine ulaşır. Buharlaşmayan akarsular da, neticede okyanuslara varır. Hidroloji daha çok suyun, yağış olarak yeryüzüne inmesinden deniz veya okyanuslara varmasına kadar olan safhaları ile ilgilenir. Bunlar; yağış miktârı şiddetli, kar ve buzul hâlinde biriken su miktârı, buzulların büyüme ve küçülme nisbetleri, akarsu yatakları boyunca çeşitli noktalardaki debiler, göllerdeki su miktarının artma veya azalması, zemine sızma hızı ve miktarı, zemin nemindeki değişmeler, yeraltı suyu miktârının bir göstergesi olarak kuyulardaki su seviyelerinin değişmesi, yeraltında biriken suyun hareket hızı, menba (pınar, kaynak) akışları ve yeryüzüne çıkan su sızıntıları, yeraltı suyu ve yüzeysel akışın taşıdığı çözünmüş ve muallak (asıntı) maddelerin su kullanımına etkisi ve göl, akarsu, toprak ve bitkilerden buharlaşarak giden su miktarı değerleridir. Bunların ölçümleri, işe yarar bilgilerin toplanması ve analizi, sonuçların gerçek problemlere tatbiki ve ilerisi için geçerli metotlar kurulması, yâni kısacası hidrolojik çevrimdeki sularla ilgili temel prensip ve kanunların ortaya konulması da hidrolojinin işidir.
Denizlerden buharlaşan su, hareket eden hava kütleleri tarafından karalar üzerine taşınır ve yağmur veya kar halinde yeryüzüne iner. Bu suyun takriben üçte biri yüzeyden veya yeraltından akış suretiyle tekrar denizlere ulaşır. Geriye kalan üçte ikisi ise, buharlaşma veya bitki yapraklarından terleme suretiyle atmosfere döner. Böylece güneş enerjisi deniz suyunu damıtarak, meydana gelen tatlı suyun, karalar üzerinde bitkilerin, hayvanların ve insanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde dağılmasını sağlar. Bununla beraber bu tatlı su, dünyânın bütün kısımlarına sürekli olarak mahallî ihtiyaçları karşılayacak biçimde verilmemektedir. Çöl bölgeleri çok az su alır veya hiç almaz. Diğer bazı bölgeler ise çok fazla su alır. Normal yağışın yeterli olduğu bölgelerde bile uzun süre devâm eden kuraklıklar veya fazla yağışın sellere sebeb olduğu periyotlar (zaman aralıkları) mevcut olabilir. Hidroloji bilginleri kuraklık ve sellerin muhtemel büyüklüğünü tahmin etmeye ve muayyen bir bölgede kullanılabilecek mevcut suyun miktarını tayine çalışır. Ayrıca, barajgölü haznelerinin işletilmesi ve âcil sel korunması ile ilgili kısa süreli sel ve su temini tahminleri yapar. Bundan dolayı hidroloji ilmi sel zararlarını azaltma, su kuvveti geliştirilmesi, erozyon kontrolü, içme ve temizlik için evlerde kullanma ile tarımda, endüstride kullanma maksadıyla yeterli su temini projelerinin hazırlanmasında esas alınır. Hidrolojik çevrimin elemanları ilgili duruma göre kayıp veya kazanç olarak birikmiş sudaki değişimi gösterecek şekilde denge halindedir. Buna hidrolojik denge denklemi denir.
Suyun kaynağı: Menbaların ve açık havalarda akarsuların yeraltından gelen uzak bölgelere düşen yağışlarla beslendiği bilinmektedir. Bir nehrin, beslenme havzasına düşen yağışların, meydana gelen akışı sağlamaya kifâyet edecek büyüklükte olduğu ölçülerle ortaya konmuştur.
Su kalitesi: Düşen yağmur damlalarının ve akan suyun hâiz olduğu enerjinin çoğu toprak ve kayaların erozyonuna harcanır. Toprakta erozyonun başlamasında yağmur damlalarının çarpma etkisinin önemli olduğu gösterilmiştir.
Bitki örtüsü bu etkiden toprağı koruyarak erozyonu azaltır. Akarsular ise vâdilerin tabanını ve kıyılarını aşındırarak kanyonlar ve sel yatakları meydana getirir. Zirâî yönden mühim alanlar olan ekime müsâit vâdilerin ve verimli deltaların meydana gelmesinde de erozyon mühim bir tabiî olay olarak karşımıza çıkar. Mamafih, insanların yaptıkları ekim ve diğer faaliyetler, değerli olan yüzeysel toprağın erozyonunu hızlandırabilir. Bu toprak, sonuçta daha aşağıdaki rezervuarlarda faydalı depolama hacmini azaltır ve yatakları doldurarak tıkar. Hidroloji, erozyonu asgari seviyeye indirici çâreleri bulmak ve akarsuların taşıdığı sediment (sürüntü maddesi) miktârını tâyin etmekle uğraşır. Bunun için yeryüzü erozyonu mekaniğinin ve çeşitli koruyucu tedbirlerin erozyon miktarı üzerindeki etkisinin ve akarsuda sürüntü maddesi hareketi mekaniğinin ele alınması ve incelenmesi gerekir. Akarsudaki asıntı maddelerin miktarını ölçmek için suya bir nümûne alma kabı daldırılarak bu maddeyle dolu su nümûnesi alınır, süzgeç kağıdından geçirilir, kâğıt kurutulup tartılarak maddenin konsantrasyonu bulunur. Bu değer, toplam akış hacmi ile çarpılarak, toplam madde miktarı elde edilir. Aynı şekilde dipte sürüklenen maddelerin miktarı da bir kap yardımı ile tayin edilir.
Ayrıca suda, havzadaki çeşitli kaya ve topraklardan çözünme sûreti ile katılmış mineraller de bulunur. Suyun kimyâsal analizi yapılarak bunların mikdarları belirlenir ve gerekli ise tasfiye edilmeleri için çökeltme, süzme, adsorblama, iyon değiştirme, dezenfekte etme gibi işlemler de uygulanarak su, sulama, kullanma veya endüstri suyu olarak faydalanma maksadına uygun hâle getirilir. Yeraltı sularının kimyâsal analizi suların orijinlerinin belirlenmesine de yarar. Bundan başka suların radyoaktif özellikleri de önem taşıyabilir. Bakteriyolojik analizler suyun mikroplar yönünden kirli olup olmadığını ortaya koyar.
Alm. Hydrometer (m), Fr. Hydrométre (m), İng. Hydrometer. Bir sıvının yoğunluğunu ölçen âlet. Hidrometre, bir tarafı ağırlaştırılmış ve diğer tarafında ölçeklenmiş bir boru bulunan bir cam küreden ibârettir. Kullanılırken yoğunluğu ölçülecek sıvının içine konulur. Eğer sıvının yoğunluğu büyükse, hidrometre gövdesi dışarı çıkarak yüzer. Gövde üzerine gelen sıvı üst yüzeyinden, sıvının yoğunluğu anlaşılır. Sıvının yoğunluğu arttıkça, hidrometre yukarı çıkarak yüzer. Hidrometrenin gövdesi üzerindeki ölçekten, sıvının yoğunluğu okunur. Ölçeğin aralıkları düzgün değildir. Yüksek yoğunluklara geldikçe ölçek çizgileri sıklaşır.
Kullanılışı: Hidrometreler pekçok amaç için kullanılır. En çok, otomobillerde, kurşunlu akümülatörlerde sülfirik asit çözeltisinin yoğunluğunu ölçmede istifâde edilir. Akümülatör doluyken yoğunluk 1,27 gr/cm3 ve boşken 1,05 gr/cm3 civârında bulunur. Ayrıca otomobillerdeki antifriz çözeltisini kontrol etmek için kullanılır. Kimyâ endüstrisinde de, sıvı karışımlarındaki yoğunluğu ölçmek veya sıvının bileşenlerini bulmak için faydalanılır. Tıpta ise, idrarın yoğunluğunu ölçmek için kullanılır.
Çalışma prensibi: Hidrometre, Arşimed prensibine göre çalışır. Buna göre, bir sıvı içine batırılan bir cisme, sıvı içindeki kısmının hacmine eşit hacimdeki sıvının ağırlığı kadar kaldırma kuvveti etki eder. Buna göre hidrometre, ağırlığına eşit ağırlıktaki sıvıya yerdeğiştirme verinceye kadar batar. Denge durumunda, hidrometrenin ağırlığı, batan kısmının hacmine eşit hacimdeki sıvının ağırlığına eşit olur. Batan kısmın hacmi gövde üzerine konulan bir ölçekle belirlenir. Yoğunluk, kütlenin hacme bölünmesiyle elde edilir.
Hidrometrenin hassaslığı küre hacminin gövde hacmine oranının büyümesi ile artırılır. Hassaslığı arttıkca hidrometrenin kullanıldığı ölçme aralığı da azalır. Bu sebepten farklı yoğunluk bölgelerini ölçmek için farklı hidrometreler kullanılır.
İslâm âleminde yetişen fen âlimlerinden Hâzinî (vefâtı: 1155) hidrostatik konusundaki çalışmaları ile tanınmıştır. Bîrûnî'nin (973-1049) cisimlerin yoğunluklarını ölçme konusunda yaptığı çalışmalardan istifâde ederek birçok katı ve sıvı maddelerin yoğunluklarını son derece hassas bir şekilde ölçmeye muvaffak olmuştur. Sıvıların yoğunluğunu ölçebilmek için hidrometre cihazını ilk defâ Hâzinî kullanmıştır. Aşağıdaki cetvel, Hâzinî'ye ve bugünkü modern hesaplara göre bâzı sıvıların yoğunluklarını göstermektedir. Bugünkü imkânlarla o devirdeki imkânlar mukâyese edilirse, Hâzinî'nin büyüklüğü ve başarısı daha iyi anlaşılır.
Madde |
Hâzinî'ye Göre |
Yoğunluk Bugün |
0° saf su |
0,965 |
0,999 |
Deniz Suyu |
1,041 |
1,027 |
Zeytinyağı |
0,920 |
0,910 |
İnek sütü |
1,110 |
1,04 1,42 |
İnsan kanı |
1,330 |
1,45 1,75 |
İlim târihçisi Robert Howell, Hâzinî'nin yoğunluk ölçme metodunu ve cisimlerin hava içindeki ağırlıklarını hesaplamak için geliştirdiği "Hikmet terâzisi" de denilen beş kefeli terâzisini uzun uzun inceleyerek hayranlığını belirtmiştir.
(Bkz. Hidrojen İyonu)
Alm. Wasserstoffverbindung (f), Fr. Hydrure (f), İng. Hydride. Hidrojen ile başka bir elementin meydana getirdiği bileşik. Biri hidrojen olmak üzere genellikle iki çeşit elementten meydana gelmiştir. Elementlerin birçoğu hidrojen ile bileşik meydana getirir ve hidrojen bileşikteki ikinci elementten daha az negatif olsa bile bu bileşiklerin hepsine hidrürler denir. Meselâ H2S bir hidrürdür. Fakat hidrojen sülfür olarak adlandırılmıştır. Hidrürleri üç sınıfa ayırmak mümkündür.
Kovalent hidrürler: Bu hidrürler, metalik olmayan elementler ile hidrojenden meydana gelmiştir. Elementleri bir arada tutan bağ kovalent bağdır. CH4 (metan), NH3 (amonyak), H2O (su). Bor hidrürler ve hidrokarbonlar birer kovalent hidrürdür. Kovalent hidrürler âdi sıcaklıkta gaz veya sıvı hâlde bulunurlar.
Tuzumsu veya iyonik hidrürler: Çok elektropozitif yâni (+) değerlikli olmayı seven bir element ile hidrojenin meydana getirdiği katı iyonik bileşiklerdir. Meselâ: Lityum hidrür (LiH), sodyum hidrür (NaH) ve kalsiyum hidrür (CaH2) gibi hidrürler bu türdendir. Bu hidrürlerde hidrojen (1-) değerliklidir. Bu hidrürler hidrojen elde etmede, kurutucu vâsıtası olarak ve organik sentezlerde kullanılır.
Kovalent ile iyonik hidrürler arasında olan hidrürler: Bunlara misâl olarak titan hidrür (TiH2), zirkonyum hidrür (ZrH) ve uranyum hidrür (UH3) gibi hidrürler verilebilir. Bu maddeler sert, erime noktası yüksek ve oldukça iyi iletkendirler.
Kadın sahâbîlerden. Medîne-i münevverede güzelliği ve ahlâkı ile meşhurdu. Tevekkül sâhibi, kazâya rızâ gösteren ve Resûlullah efendimize ziyâdesi ile bağlı olup sözünden çıkmayan bir sahâbiye idi. Âhireti çok düşünüp, hiç aklından çıkarmaz, onun için hazırlanıp sâlih ameller işlemeye çalışırdı.
Hîfâ Hâtun, bir gün Peygamber efendimizin huzûruna gelerek; "Ey Allah'ın Resûlü! Bana, beni Cennet'e götürecek bir iş (amel) öğret." dedi. Bu arzu ve isteği üzerine Resûlullah efendimiz; "Önce bir erkekle evlenmen lâzımdır. Bununla dîninin yarısını emniyete alırsın." buyurdu. Bu emir üzerine; "Ey Allah'ın Resûlü! Küfvüm (dengim) kim olabilir? Bana Habeşistân Hükümdârı Melik Necâşî evlenme teklifinde bulundu. Fakat, ben onun bu teklifini kabul etmeyip, geri çevirdim. Hattâ yüz deve ile birçok ziynetler veren de oldu. Onu da kabul etmedim. Bugün ise âhirette kurtuluşun evlenmekte olduğunu buyuruyorsunuz. Yâ Resûlallah! Siz kimi beğenip uygun görürseniz, ben ona râzıyım." dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Hîfâ Hâtuna; "Mescide en evvel kim gelirse, onunla evlen!" buyurdu.
Sahâbîlerin hepsi bu duruma râzı oldu. Allahü teâlâ, onlara (Eshâba) öyle bir uyku verdi ki, hiçbir sahâbî erken uyanamadı. Resûlullah efendimiz önce kimin geleceğini merâkla bekliyordu. Birdenbire hazret-i Süheyb göründü. Süheyb, kimsesi olmayan, fakir, rengi siyaha yakın, görünüşü güzel olmayan, uzun boylu, zayıf ve çelimsiz, ince yapılı bir sahâbiydi. Hîfâ Hâtun ise, son derece güzel ve zengindi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem namazdan sonra Hîfâ Hâtunu çağırarak durumu bildirdi. Hîfâ, Allahü teâlânın kazâsına râzı olduğunu, Peygamber efendimize arz etti. Bu durum üzerine, Peygamber efendimiz hutbe okudu, nikâh akdi yapıldı ve; "Ey Süheyb! Kalk bu hanımın için bir şey al. Hanımının elinden tut, evine götür." buyurdu. Süheyb; "Yâ Resûlallah! Dünyâlık olarak yanımda ne bir dirhem gümüşüm, ne de içinde yatacak ve barınacak bir evim var. Benim evim mescittir." dedi. Bunları işiten Hîfâ Hâtun, Süheyb'e on bin dirhem gümüş bulunan bir kese göndererek, filanca yerdeki hazır konağı da ona hediye ettiğini bildirdi. Süheyb'in kendisini götürmesini istedi.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, onlara çok duâ etti. Eshâb-ı kirâm da, Hîfâ Hâtunun hareketini çok övüp, Allahü teâlâya hamd ettiler. Süheyb ve Hîfâ Hâtun kalkıp, konağa gittiler. Yemekten sonra, yatma vaktinde, Hîfâ Hâtun; "Ey Süheyb! İyi bil ki, ben sana nîmetim, sen bana sıkıntı veren mihnetsin. Sen bu nîmete şükür, ben bu mihnete sabır için, gel, bu geceyi ibâdet ve tâatla geçirelim. Sen şükrediciler sevâbına kavuş, ben de sabrediciler sevâbına kavuşayım. Çünkü Resûlullah; «Cennet'te yüksek çardak vardır. Burada yalnız şükredenler ve sabredenler bulunur.» buyurdu." dedi.
Zifâf gecesi ikisi de Allahü teâlâya karşı ibâdet ve tâatta bulundular. Süheyb sabah mescide geldi. Cebrâil aleyhisselâm geceki durumdan Resûl-i ekrem efendimizi haberdâr etti. Cennet ve Cemâl-i ilâhî ile müjde verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Ey Süheyb, geceki hâlini sen mi anlatırsın, ben mi söyleyeyim?" buyurunca, Süheyb; "Yâ Resûlallah siz söyleyiniz." dedi. Peygamber efendimiz; "Siz cennetliksiniz ve Allahü teâlâyı göreceksiniz." müjdesini verdi. Süheyb sevincinden ve Allahü teâlâyı görmek ve O'na kavuşmak aşkından secdeye kapanarak şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Eğer beni mağfiret ettiysen, günahlara bulaşmadan rûhumu al!" dedi. Allahü teâlâ, O'nun bu duâsını kabul ederek, secdede rûhunu aldı. Eshâb-ı kirâm bu duruma ağladı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Daha şaşılacak şey, Hîfâ'nın da bu anda rûhunu Hakk'a teslim etmiş olmasıdır." buyurdu. Her ikisinin de namazını kılarak yanyana defnettiler. Eshâb-ı kirâmın Allahü teâlâya karşı aşkları ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme karşı bağlılıkları bu kadar kuvvetliydi.
Hîfâ Hâtunun tevekkülü, kazâya rızâsı ve sabrı asırlardır anlatılıp, herkes tarafından sevilip, imrenilmesine rağmen, nesebi ve başka hayat hikâyesi bilinmemektedir.
Alm. Hygrometer (n), Luftfeuchtigkeitsmesser (m), Fr. hygrometre (m), İng. hygrometer. Atmosferdeki nem (rutûbet) miktarını ölçmeye yarayan âlet. "Hygro" Yunancada nem, "meter" ise ölçen demektir. Bu âletler nemi tesbit etme metodlarına göre tasnif edilebilirler. Başlıcaları şunlardır:
1. Psikrometre denilen ve yanyana iki termometrelerden birinin haznesine ıslak bir bez örtülür. Havadaki nem miktarı düştükçe ıslak hazneden daha fazla buharlaşma olacağı için, iki termometrenin göstereceği sıcaklıklar arasındaki fark, o nisbette büyük olacaktır.
2. Çiğ husûlü (buhar yoğunlaşması) için gerekli ortamı simüle (benzerini hâsıl) eden âlet. Soğutucu tertibat ile havadaki su buharının yoğunlaşmasını sağlar ve bu yoğunlaşmanın meydana getirdiği sıcaklığı ölçer. Bu da nem miktarını gösterir.
3. Saç veya öküz barsağından parçalar kullanılarak yapılan âletler.Âlette, havadaki izâfi (bağıl, rölatif, nisbî) nem miktârı arttıkça sözkonusu organik maddelerin boylarının uzayacağı prensibi kullanılır.
4. Havadaki rutubeti emen kimyevî maddeleri kullanan âletler. Havadaki nem miktarı arttıkça, bu maddeler daha fazla nem emerler ve dolayısıyla ağırlıkları da o nisbette artar.
5. Kimyevî olarak işlenmiş metal tellerin elektrikî dirençlerinin havadaki nemden etkileneceği prensibinden istifâde eden âletler.
Bütün bu âletler, uygun bir kalibrasyon (ölçülen değerle nem arasındaki bağıntı ayarı) yardımıyla sonucu verir. Ölçüm değeri umûmiyetle bir mekanizma vâsıtasıyla bir ibre, yazıcı uç veya elektronik göstergeye intikal eder. (Bkz. Nem)
Alm. Hygiene (f), Fr. Hygiene (f), İng. Hygiene. Hayâtın sağlıklı olarak devâmını temin için şahıs ve toplumun sağlığının korunması ve geliştirilmesi ile ilgili bilgileri bir sentez hâlinde uygulayan tıp branşı.
Tıp ilmi iki kısımdır: Biri hijyen, yâni sıhhati korumaktır. İkincisi ise terapötik olup hastaları iyi etmektir. Hijyen, yâni insanları korumak, sağlam kalmağı temin etmek tıbbın birinci vazîfesidir.
Hastalıklar, yalnızca insan bünyesinde ortaya çıkan bozukluklardan ve noksanlıklardan husûle gelmez. Hastalıkların meydana gelmesinde kişinin yaşadığı çevrenin özellikleri de mühim rol oynar. Bu yüzden, çevreyle alâkalı hastalık sebeplerinin tesbit edilip ortadan kaldırılamadığı veya bunlardan korunmak için alınacak tedbirlere ehemmiyet verilmediği müddetçe aynı etkiler altında bulunan insanları hastalıklardan korumak mümkün olmaz.
Birçok memlekette en fazla ölüme sebeb olan hastalık enfarktüstür. Enfarktüslerin sosyal hayat, meslekî hayat ve beslenmeyle ilgisi çok büyüktür. Endüstride sık karşılaşılan hastalıklar ise iş yerlerindeki bozuk ve düzensiz şartlardan kaynaklanır. Besin zehirlenmeleri ve besinlerle geçen hastalıklar direkt olarak çevreyle ilgilidir. Son senelerde bütün dünyâda artmış olan akıl ve ruh hastalıklarının meydana gelmesinde âile, iş, meslek hayâtındaki uygunsuzluklar, sosyoekonomik düzensizlikler ve başıboş, gâyesiz sosyal hayâtın büyük rolü vardır. Guatrın sebebi olan iyod yetersizliği, dişlerin kalıcı koyu renk olmasına sebeb olan sudaki fazla flor düzeltilmedikçe bu hastalıkların tedâvisi mümkün olmaz. Bozuk şartlar değiştirilmeden sâdece hastalıkları tedâvi etmeye çalışmak hem daha pahalı, hem daha zor, hem de, çok daha az etkilidir.
Izdırapların mekanizmalarına karşı tedbir almak dururken, bozuklukların meydana gelmesini beklemek ve tâmir etmeye uğraşmak, akıllıca bir iş değildir. Bu fikirlerden hareketle yola çıkan "hijyen" ilmi, aslında çok eskiden beri insanların uygulamaya çalıştıkları prensipleri ihtivâ eder.
Hastalıkdan korunmanın esâsı temizliğe dayanır. Çünkü zararlı mikroplar kirli ve pis ortamda çok çabuk yayılır. Bunun için yeryüzündeki ilk insan olan Âdem aleyhisselâmdan beri bütün hak dinler temizliği, temiz olmayı övmüşler ve ibâdet için temiz olmak şartını koymuşlardır. Zaman zaman Allahü teâlânın emirlerine sırt çeviren insanlar ve kavimlerin çeşitli hastalıklardan telef oldukları bir gerçektir. Bunlardan biri ortaçağda 542 yılında Avrupa'da zuhûr eden vebâ salgınıdır ki, 40 sene sürmüş ve 100 milyon insanın ölümüne sebeb olmuştur. Bu târihten 1862 yılına kadar, Avrupa'da 25 büyük vebâ salgını ortaya çıkmıştır. 1347 senesinde Çin'den Avrupa ve İngiltere adalarına yayılan vebâ salgını netîcesinde 50 milyon tahmin edilen Avrupa nüfûsunun 25 milyona ve 4 milyon olduğu tahmin edilen İngiltere nüfûsunun da 2 milyona indiği bilinmektedir. Bütün bu salgınların sebebi ve mâhiyeti bilinmediği için tedbir alınamamıştır. Hâlbuki Peygamber efendimiz; "Bir yerde tâun (bulaşıcı olan ve salgın yapan hastalık, vebâ) olduğunu duyarsanız oraya gitmeyiniz, eğer bulunduğunuz yerde tâun varsa oradan çıkmayınız." buyurarak bugün uygulanan izolasyon ve karantinayı 1400 sene önce emretmiştir.
1450 yıllarında Rönesans hareketleri başlarken Avrupa'nın sağlık şartlarının çok bozuk ve tıp ilminin de çok geri kalmış ve hattâ hekim olmayan birtakım kişiler tarafından yürütülmekte olduğu bilinmektedir. Oysa İslâmiyetin gelişi hijyen ve hekimlik için büyük bir gelişme, büyük bir devrim olmuştur.
Avrupa çiçek, tifo, tifüs, grip, frengi ve vebâdan kırılırken, İslâmiyetin ilk yıllarında geçen şu hâdise Müslümanlarda hastalıklardan korunma husûsunu çok güzel anlatmaktadır:
Hazret-i Muhammed Rum İmparatoru Heraklius ile yakınlık münâsebetleri kurmuştu. Birbirlerine mektuplar yazarlardı. Bir defâ Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de bir doktordu. Doktor gelince dedi ki: "Efendim! İmparator hazretleri beni size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım." Peygamber efendimiz kabul buyurdu. Emretti, bir ev verdiler. Her gün nefis yiyecek ve içecekler götürdüler. Günler ve aylar geçti hiçbir Müslüman doktora gelmedi. Doktor utanıp gelerek; "Efendim! Buraya size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim, artık gideyim." diye izin isteyince, Peygamberimiz; "Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan misâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek Müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan sana kimse gelmez. Çünkü eshâbım hasta olmaz. İslâm dîni hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan doymadan önce kalkar." dedi. Bunun akabinde doktor, Müslüman oldu ve memleketine dönmedi.
Peygamber efendimiz temizlik hakkında buyurdular ki:
Din, temizlik üzerine kurulmuştur.
Yemekten evvel ve sonra ellerinizi yıkayın!
Namazın anahtarı temizliktir.
Temizlik dînin yarısıdır.
Temizlik îmândandır.
Ağızlarınız Kur'ân yoludur. Onu misvak ile temizleyiniz.
Alm. Geschichte, Fr. Narration, İng. Story, narration. Olmuş veya olabilecek hayat olaylarını anlatan romandan kısa edebî yazılar. Özellikleri romanın özelliklerinin aynı olmasına rağmen, onun kadar uzun olmayıp, kısadır. Bu yüzden hikayelerde olay fazla genişletilmez ve ikinci plândaki kişilere fazla yer verilmez.
Hikâyede tek bir olay işlenir. Olayın öncesi ve sonrasını tasarlamak okuyucuya kalmıştır. Yaşatılan şahısların çoğu uzun uzadıya tanıtılmaz. Etraflı portre çizimlerine ve karakter tahlillerine gidilmez. Çevre tek ve sınırlıdır. Ayrıca olay uzun tasvirlerle anlatılmaz. Hikâyede zaman, çok defâ son derece dar bir dilimdir. Bâzan bu sâdece bir an'dır. Hikâyenin üslûbunda güzellik, hareket ve sür'at aranır. Her cümle ve kelime olayı ilerletmelidir. Hikâyeler çoğunlukla mensurdur. Ancak manzum olanları da vardır.
Eski Yunan'da fabllar, kısa romanlar, binbir gece masalları ilk hikâyemsi örneklerdir. Batıda ilk hikâyeler İtalyan edebiyâtında Boccaccio (1313-1373)nun Dekameron adlı kitabıyla başladı. On sekizinci yüzyılda Voltaire bu türde yazmaya çalıştı. Gerçek hikâyeler ise 19. yüzyılda Fransız edebiyâtında Mauppassant (1850-1893), Rus edebiyâtında Çehov (1860-1904), Amerikan edebiyâtında O'Henry (1862-1910) gibi realistler tarafından yazıldı ve bugüne ulaştı.
Türk edebiyâtında bugünkü mânâda hikâye, 1870'lerde görülmeye başlar. Manzum yazılan "destan"lar, "destansı halk hikâyeleri" (Dede Korkut Kitabı), "halk hikâyeleri" (Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber), Âşık Garip, Köroğlu hep birer "hikâye"dir. Ancak bu hikâyeler Batılı, modern mânâdaki hikâyelerden farklıdır. Uzun zaman romana "hikâye", hikâyeye de "küçük hikâye" denmiştir.
Ahmed Midhat'ın Kıssadan Hisse (1870), Letâif-i Rivâyât (1870-1895) kitaplarında yer alan hikâyelerinin bir kısmı yerli, bir kısmı tercümedir. Aynı yıllarda Emin Nihad, Müsâretnâme (1872-1875) kitabını yazar. Sâmipaşâzâde Sezâi'nin yazdığı Küçük Şeyler (1892) başarılı bir eser sayılır. Dönemin diğer bir hikâye yazarı da Nâbizâde Nâzım'dır.
Türk hikâyesini olgun bir seviyeye çıkaran yazar Halid Ziyâ Uşaklıgil'dir. Fransız edebiyâtından Maupassant ve Daudet'yi örnek alan Hâlid Ziyâ, yalın dili, titiz gözlemciliğiyle realist hikâyenin en güzel örneklerini verir. Edebiyât-i Cedîde'nin diğer önemli hikâyecileri arasında Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmed Rauf, Ahmed Hikmet Müftüoğlu sayılabilir.
Millî edebiyat döneminde Halide Edip Adıvar, Yâkup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Hâlid Karay ve Reşad Nuri Güntekin romancılıkla hikâyeciliği birlikte yürüttüler. Ömer Seyfeddin bu dönem hikâyeciğinin başında yer almış; Memduh Şevket Esendal ise Türk hikâyeciliğine yeni bir hava vermiştir.Cumhûriyet döneminde, hümanist akımın öncülerinden sayılan Said Fâik Abasıyanık, hikâye türünün yayılmasında etkili olmuştur.
Türk hikâyeciliğinde isim yapmış diğer yazarların başındaki; Haldun Taner, Tarık Buğra, Sevinç Çokum, Mustafa Kutlu, Râsim Özdenören gibi isimler gelmektedir.
Harb zamanlarında yaralılara, sulhta muhtaçlara yardım etmek maksadıyla kurulan hayır cemiyeti.
Cemiyet hâlinde yaşayan insanlar arasında fakir, zengin, muhtaç ve sakatların bulunması gâyet normaldir. İlâhî dinler, insanlar arasında yardımlaşmayı, muhtaçların elinden tutulmasını emrettiğinden, inananlar arasında bu hususlar tam yerine getirilmiştir. İnsanlar bunlara uymakta güçlük çıkarınca, idâreciler kânûnî müeyyideler ile bâzı hususlarda mecbûriyetler getirmişlerdir. Avrupalılar, insanlar arasındaki mânevî bağların azaldığı 19. asırda yardımlaşmayı sağlamak, harp zamânındaki yaralılara bakmak için cemiyetler kurdular. Kurdukları bu cemiyete Sâlib-i Ahmer adını verdiler. Daha sonra bu cemiyet Kızılhaç adını aldı.
İslâmiyetin ilk yıllarında ve daha sonraki harplerde ihtiyaç duyulduğu zaman kadınlar savaşa katılır, yaralıları tedâvi ederlerdi. Nitekim Uhud savaşında hazret-i Fâtıma savaşta yaralanan Peygamber efendimizin yaralarını bizzat sarıp tedavi etmişti. Sonraları kurulan İslâm devletlerinde yardımlaşma ve harp yaralılarını tedâvi, çeşitli şekillerde yapıldı.
Selâhaddîn-i Eyyûbî 1192 yıllarında Üçüncü Haçlı Seferinde, Saint Jean Şövalyelerinin Müslüman Türk karargâhına gelerek Hıristiyan yaralıları ile meşgul olmalarına, tedâvi etmelerine izin vermişdi.
Birinci Napolyon, 1798 târihinde Akka Kalesini muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ çıkıp yayılmış ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zamanki bir Fransız eserinde şöyle yazılmaktadır: Türkler ricâmızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ etdiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıtarak yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yanaşmamasını tenbih ettiler. Hastaların elbiselerini yakıp yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak tekrar duâ ettiler. Bizden hiçbir ücret veyâ hediye kabul etmeden yanımızdan ayrıldılar."
Osmanlı ordusunun özel hekimbaşısı vardı. Harpte hekimbaşı maiyeti ile berâber ordunun gittiği yere gitmek mecbûriyetindeydi.
İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ yardım, merhamet etmez.
Allah'ın sevdiği ev, yetim bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir.
İnsanların en iyisi insanlara hizmet edendir.
Kalbinde merhameti olmayanın îmânı yoktur.
Hadîs-i şerîfleri Müslümanların merhametli, hayırsever olmalarını emretmektedir. Dînimizde zekat vermek farzdır. Sadaka ise durumu müsâid olanların ihtiyaç sâhiplerine yaptıkları yardımlardır. Osmanlı Devletinde vakıflar, aşhâneler insanlara hizmetin en güzel misâlleridir.
Müslümanlar arasında İslâmiyetle başlayan felâketzedelere, muhtaçlara ve yaralılara yardım, Avrupa'da 19. yüzyılda ve kısmen ortaya çıkmıştır. İnsanların isteyerek bu işe koşmamaları Avrupa'da yardım yapılabilecek idârî teşkilâtlar kurmayı mecbur etmiştir. Zîrâ muhtaçlara, kazâzedelere yardım elini uzatmak bir inanç gereğidir. İnançlar zayıflayıp bu iş yapılmadığı zaman bir kuruluşa ihtiyaç duyulur.
Osmanlılarda kurulduğu yıllardan beri belli bir sistem ve kural içinde muhtaçlara, kazâzedelere, yaralılara yapılan yardım 1877 yılında teşkilâtlandırılıp bir cemiyet şekline geldi.
1877'de beyaz üzerine kırmızı hilâl bayrak sembol kabûl edilerek Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti kuruldu. 1923'te Türkiye Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1935'te Türkiye Kızılay Derneği adlarını aldı.
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1877'deki Osmanlı-Rus Savaşında, cephe gerisinde 9 seyyâr hastahâne, İstanbul'da 4 hastahâne açarak buralarda 25 bin yaralı ve hasta askere baktı. 1897'deki Türk-Yunan Harbinde cemiyet 2 hastahâne vapuru kirâlayarak yaralı ve hasta askerleri İstanbul'a taşıyıp tedâvi etti.
İstanbul'da baş gösteren kolera salgını ve 1911'deki büyük Aksaray yangını Hilâl-i Ahmer'in barış yıllarında kayda değer ilk ve geniş faaliyetleri oldu. Bundan sonra arka arkaya gelen Trablusgarb, Birinci ve İkinci Balkan harpleriyle, Birinci Dünyâ Harbi, Hilâl-i Ahmerin üç kıta üzerindeki aralıksız, çok geniş ve sıkışık, fedâkarlıklarla dolu uzun bir devresini teşkil eder.
Zelzelelerde kazâzedelere gönderilen çadırlar, yapılan yurtlar, açılan aşhâneler ve bu aşhânelerde yapılan yardımlar, yangınlarda zarar görenlere ve yananlara yapılan yardımlar Hilâl-i Ahmer'in geniş faaliyetleri içerisindeydi. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti 1935'te Türkiye Kızılay Derneği adını aldı. Amme menfaatine faydalı olan bu dernek, Milletlerarası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Birliğine bağlıdır. (Bkz. Kızılay)
Alm. Ehrenkleid (n), Fr. Tenue (f) d'honneur, İng. robe of honor, Killut, Khelaut. Hükümdârların taltif için bir kimseye verdikleri elbise. Türk-İslâm devletlerinde çok eski olan bu âdet Osmanlılarda da devâm etti.
Hil'at verme, İslâm devletlerinde bulunan bir usûldür. Bâzı devletlerde bir vazîfeye tâyin olunan kimselere hükümdâr veya ona vekâlet eden kimse tarafından belirli bir merâsim ile verilirdi. Birçok İslâm devletlerinde hil'at dokumak için özel imâlâthâneler kurulmuştu. Hil'at vermek hükümdârların hâkimiyet haklarından biriydi. Vezirlerin veya vâlilerin hil'at vermeleri ancak hükümdara vekâlet şeklinde olabilirdi. Pâdişâhların, vazîfesi başındaki kimselere ihsân olmak üzere hil'at verdikleri de olurdu. Kazanılan büyük zaferler, dînî bayramlar, düğünler, bu gibi ihsanlar için bir vesîle sayılırdı.
İslâm dünyâsında hil'at verme Emevîlerden îtibâren görülmektedir. Bu âdet birçok İslâm ve Türk devletlerinde ufak tefek farklarla devâm etmiştir.
Osmanlılarda hil'at pâdişâhlar tarafından sarayda, sadrâzamlar tarafından da Bâbıâlî'de giydirilirdi. Hil'at giydirme usûlü, Sultan İkinci Mahmûd tarafından kaldırıldı. Ondan sonra pâdişâhlar taltif etmek istedikleri devlet erkânına saat, altın tabaka, enfiye kutusu gibi hediyeler verdiler.
Hil'at, giyecek şahsın sıfat ve mevkiine göre değişirdi. Vezirlere samur, seraser kaplı kürk, diğer erkân-ı devlete ise sâde hil'at giydirilirdi.
Alman matematikçi. 23 Ocak 1862'de Prusya'nın Königsberg (Kaliningrad) şehrinde doğdu. İlk, orta ve yüksek tahsilden sonra 1884'te Königsberg Üniversitesinde doktora çalışmasını tamamladı. Aynı üniversitede 1886-92 arasında doçent, 1892-93'te profesör, 1893-95 arasında ordinaryüs profesör olarak vazife yaptı. 1892'de Küthe Jerosch ile evlendi. Bu evlilikten Franz adlı bir çocuğu oldu. 1895'te Göttingen Üniversitesinde matematik profesörü oldu. Meslek hayatının sonuna kadar bu vazifeyi sürdürdü.
Göttingen Üniversitesinde başarılı çalışmalar ortaya koyan Hilbert'in matematiksel fiziğe duyduğu büyük ilgi, üniversitenin fizik sahasındaki şöhretine büyük katkıda bulundu. Meslektaşı ve arkadaşı Hermann Minkowski matematiğin fiziğe uygulanması konusuda ona yardımcı oldu. Hilbert, değişmezler (dönme, genişleme ve yansıma gibi geometrik değişimler altında değişmeden kalan matematiksel varlıklar) matematiğini geniş bir biçimde ve kendine has metodlar kullanarak geliştirdi. Değişmezler teoremini (her değişmezin sonlu bir sayı cinsinden ifâde edilebileceğini ortaya koyan teoremi) ispatladı. 1897'de yayımlanan Zahlberich (sayılar üzerine) adlı raporunda cebirsel sayılar kuramına ilişkin bilgileri sağlam bir temele oturttu. Bu konudaki gelişmelere ışık tuttu. 1899'da yayımlanan Grundlagen der Geometrie (Geometrinin Temelleri) adlı eserinde Eukleidesçi geometriyi kesin bir aksiyomlar sistemi olarak ortaya koydu ve bu aksiyomların mânâ ve önemini başarılı bir biçimde sergiledi. Kısa zamanda meşhûr olan ve 10 baskı yapan bu kitabı geometrinin aksiyomatik olarak ele alınışında önemli bir dönüm noktası teşkil etti.
Paris'te 1900 senesinde toplanan Milletlerarası Matematik Kongresinde yaptığı, "Matematiğin Problemleri" başlıklı konuşmasında, zamanının matematik bilgisinin hemen hemen tamâmını ele aldı. Yirminci yüzyıl matematiği açısından önemli gördüğü 23 problemden meydana gelen bir liste ortaya koydu. "Hilbert'in 23 problemi" olarak meşhur olan bu problemlerin bir kısmı çözülebilmiş ve bu çözümlerin her biri matematik dünyâsında büyük akis uyandırmıştır.
Hilbert, 1905'te ve özellikle 1918'den sonra klâsik matematiği biçimsel bir aksiyomatik sistem olarak kurmaya ve bu sistemin tutarlı bir yapıda olduğunu isbatlamaya çaba gösterdi. Ama 1931'de Moravya asıllı ABD'li matematikçi Kurt Gödel, sistemdeki aksiyomlara dayanılarak isbatlanması veya çürütülmesi imkansız önermeler ortaya koymanın mümkün olduğunu, bu sebeple matematiksel aksiyomların çelişkili netice ortaya çıkarmayacağını kesinlikle bilmenin mümkün olmadığını isbatladı. Bununla birlikte Hilbert'in matematiğin biçimsel temellerini belirlemiş olması, mantığın kendisinden sonraki gelişme çizgisini önemli ölçüde etkiledi.
Hilbert'in integralli denklemler üzerindeki çalışmaları fonksiyonel analizin (fonksiyon topluluklarını inceleyen matematik dalı) gelişmesine öncülük etti. Bu çalışmaları günümüzde Hilbert uzayı olarak adlandırılan sonsuz boyutlu uzay kavramının ortaya çıkmasıyla neticelendi.
Hilbert uzayı kavramı matematiksel analizde ve kuvantum mekaniğinde temel önemde bir kavramdır. İntegralli denklemler konusunda ortaya koyduğu neticelere dayanarak, gazların kinetik kuramı ve ışınımlar kuramı üzerinde yayımladığı önemli makâlelerle matematiksel fiziğin gelişmesine katkıda bulundu.
Ayrıca 1904'ten 1909'a kadar yayımlanan ve 1912-1914 arası fiziğe uygulanan analiz çalışmaları da (değişim hesapları integral denklemleri) aynı ölçüde yenilikler getirdi. 1909'da sayılar kuramındaki "her pozitif sayı her n için belirli sayıda n'inci kuvvetten sayıların toplamı olarak ifade edilebilir" biçimindeki teoremi isbatladı. 1910'da verilen ikinci Wolfgang Bolyai ödülünü aldı.
1930'da Göttingen Üniversitesinden emekli olan Hilbert, aynı yıl Königsberg'in fahrî hemşehriliğine seçildi. 1939'da İsveç Akademisinin ilk Mittlag-Leffler ödülü Hilbert ile Fransız matematikçi Emile Picard'a birlikte verildi. Hayatının son on yılı Nazi rejiminin kendisine, öğrencilerine ve meslektaşlarından bir kısmına uyguladığı baskılar sebebiyle büyük üzüntü ve sıkıntı içinde geçti. 14 Şubat 1943'te Almanya'nın Göttingen şehrinde öldü.
Hilbert'in eserleri toplu olarak Gesammelte Abhandlungen (Toplu Eserleri) adı altında 3 cilt olarak yayımlanmıştır.
Ortaya çıkan çeşitli şartları dînimize uydurmak için alınan tedbir. Müslümanların, İslâmiyete uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramalarına da hîle-i şeriyye denir.
İslâm hukûkunda, haramdan kurtulmak, helâle kavuşmak için hîle-i şeriyye yapmaya izin verilmiştir. Böyle hîlenin câiz olmasına delil ve sened Kur'ân-ı kerimdeki Sâd sûresinin 44. âyetidir. Bu âyet-i kerîmede bildirildiğine göre Eyyûb aleyhisselâm hastalığı sırasında hanımı Rahîme'ye buyurduğu bir hizmete geç gelmesi dolayısıyle, sıhhate kavuşunca yüz değnek vurmak üzere yemin etmişti. İyileşince ahdini yerine getirmek istedi. Hanımına yüz sopayı nasıl vuracağını düşünüyordu. Çünkü Rahîme, Eyyûb aleyhisselâma karşı büyük hizmetler ve fedâkarlıklarda bulunmuştu. Eyyûb aleyhisselâm bu düşüncedeyken Allahü teâlâ, hazret-i Eyyûb'un yemîninin yerine gelmesini, Rahîme'nin de incinmemesini murad etti. Eyyûb aleyhisselâma vahyedip; "Ey Eyyûb! Yüz tane ince çubuğu bir araya bağla ve destek yap. Sonra eline al ve Rahîme'ye bir defa vur. Rahîme'ye yüz değnek vurmuş olursun. Yemînin yerine gelir." buyurdu. Eyyûb aleyhisselâm ilâhî emre uyarak bildirileni yaptı. Böylece yemînini yerine getirdi. Allahü teâlânın lütfunu gören hanımı da bundan çok hoşlandı. İncinmeden cezânın tatbikine ve yemînin yerine gelmesine sevindi. Bu husus Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi; "Eline yaş ve kuru karışık bir demet ot al! Onunla (hanımına) vur ki, yemîninde durmamazlık etme." (Sâd sûresi: 44)
Müctehid imamlar, Peygamber efendimiz zamanındaki bir had cezâsı uygulamasını da hîle-i şeriyye hususunda delil almışlardır. Eşî'at-ül-Leme'ât'ta had cezâlarıyla ilgili bölümdeki rivâyet şöyledir: "Sa'd bin Sa'd dedi ki, babam Sa'd Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına hasta birini getirdi. "Bunu zinâ yaparken yakaladık." dedi. Resûlullah efendimiz; "Buna, üzerinde yüz filiz bulunan bir dal ile bir kere vurunuz." buyurdu. Böylece bir vurmakla yüz sopa vurulmuş oldu ve had cezası yapılmış oldu.
İslâm dîninde hîle-i şeriyyenin câiz olması haram bir işi yapmaya izin vermek değildir. İslâmiyeti kendi isteğine göre değiştirmek isteyenlerin veya İslâm düşmanlarının dediği gibi; bir haramı helâl yapmak, helâli haram yapmak için yâhut birinin hakkına mâni olmak veya haksız mal ele geçirmeye hîle-i bâtıla denir ve yapmak câiz değildir. Haramı helâl yapmak için hîle-i bâtıla yapmak Yahûdîlerin âdetidir. Farz olduktan sonra zekât vermemek için hîle-i bâtıla yapmak haramdır. Müslümanlara böyle haram olan hîle-i bâtıla yapmayı öğreten fıkıh kitaplarını öğretmeyip kendi düşüncelerini din bilgisi olarak söyleyen, Müslümanları mezhepsiz yapan câhil din adamına "müftî-yi mâcin" denir. Müftî-yi mâcini hâkimin cezâlandırması lâzım olur.
Fıkıh kitaplarında mübah olan ve başta nikah ve alışveriş muâmeleleri olmak üzere birçok konuda uygulanan hîle-i şeriyye misalleri bildirilmiştir.
Bir kimse; "Eğer Allahü teâlâ bana bir erkek evlât ihsan ederse dört karış boynuzlu bir koç kurban edeceğim!" diye adakta bulundu. Bu kimsenin istediği gibi bir erkek evlâdı olunca adağını yerine getirmek için dört karış boynuzlu koç aradı, fakat bulamadı. Sağa sola civar memleketlere adamlar gönderdiyse de istenen vasıfta koç bulmak mümkün olmadı. O kimse zamânın din âlimlerine mürâcaat ederek durumu anlattı. Fakat onlar da bir çâre bulamadılar. Telâşa kapılan adam dostlarından birinin tavsiyesi üzerine İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretlerine gitti ve durumunu anlattı. Bu adam, zengin fakat cimri biriydi. Bunu bilen İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri; "Ben buna bir çâre bulurum. Fakat bir şartla!" dedi. Adam "Şartın nedir?" deyince İmâm-ı Ebû Yusûf hazretleri; "Sen zengin bir adamsın. Memleketin fakir çocukları için dört mektep, bunların masrafını karşılamak için yanına dört de dükkan yaptırırsan müşkülün hallolur." dedi. Adam "Şartını kabûl ettim. Ancak inşaat uzun sürer. Bu inşaatın bitmesini beklemeden adağımın yerine gelmesini istiyorum. İnşaatın mâliyetini keşfettirip ne kadar para sarf olunacaksa devlet hazinesine teslim edeyim." dedi. İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri adamın teklifini kabul edince, o kimse gerekli parayı devlet hazinesine yatırdı. İmâm-ı Ebû Yûsuf, talebelerinden birini gönderip uzun boynuzlu bir koç getirtti. Beş yaşında küçük bir çocuğu getirtip, çocuğa koçun boynuzlarını karışlattı. Koçun boynuzları dört karış geldi. Ebû Yusuf hazretleri o kimseye buyurdu ki: "İşte senin adadığın koç budur. Bunu kurban edip adağını yerine getir. Zîrâ sen sâdece dört karış boynuzlu koç adamıştın. Karışın büyük veya küçük olduğu hususunda bir şey belirtmemiştin. Ben de bu hususa dayanarak fetvâyı verdim!" Orada bulunanlar İmâmın üstün zekâsına ve İslâmiyete vukûfuna hayran kaldılar.
Zamanın hükümdârı bir münakaşa neticesinde hanımına kızıp; "Bu geceyi benim hüküm sürdüğüm topraklarda geçirirsen seni boşayacağım." dedi. Fakat sonradan kızgınlığı geçip söylediğine pişman oldu. Çok sevdiği hanımından ayrılmak istemiyordu. Zamânın âlimlerine sorup bir çâre bulunmasını istedi. Fakat işin içinden çıkamadılar. Hanımının başka bir devletin sınırları içinde geceyi geçirmesi de mümkün değildi. Hükümdâra bu meseleyi bir de İmam-ı A'zam'ın talebesi Ebû Yûsuf'a sorsanız." dediler. Hükümdar Ebû Yûsuf'u dâvet edip hâdiseyi anlattı. Ebû Yûsuf buyurdu ki: "Hanımınız bu geceyi, mescidde geçirsin. Çünkü mescidde kimsenin sâhipliği ve mâlikliği yoktur. Nitekim Allahü teâlâ «Mescidler Allah içindir» buyuruyor. "Ebû Yûsuf hazretlerinin dediği gibi yaptılar. Hükümdar İmâmın zekâsına ve ilmine hayran kalıp onu temyiz reisliğine tâyin etti.
Hîle-i şeriyyeye ancak bir haramdan kaçınmak, bir helâle ulaşmak için başvurulabilir. Bir hakkı iptal etmek, bu hak konusunda şüpheler uyandırmak, haram olan bir işi mübah kılmak gâyesiyle hîleler aramak hîle-i bâtıla olup haramdır.
Hîle-i şeriyye ile ilgili misâller fıkıh kitaplarında geniş olarak anlatılmaktadır.