HIZIR ÇELEBİ

Osmanlı âlimi. İstanbul'un ilk kâdısı ve belediye başkanı. İsmi, Hızır bin Celâleddîn olup, Soyca Nasreddîn Hoca'ya dayanır. Babası Sivrihisar kâdısıydı. Sivrihisar; bugünkü Eskişehir'in ilçesi olabileceği gibi, Akşehir yakınlarında, o devirde büyük bir kasaba olan bugünkü Sivrihisar köyü de olabilir. 1407 senesinde Sivrihisar'da doğdu.

İlk tahsilini babasından gördü. Sonra, Molla Yegan'ın derslerine devâm etti. Aklî ve naklî ilimlerde yetişti. Molla Yegân'ın kızıyla evlendi. Kırâat ilmini İbn-i Cezerî'den öğrendi.

Hızır Bey, zekâsının kuvveti ve çalışmasındaki azmi ile kısa zamanda birçok dînî ve fennî ilimlerde derin âlim oldu. Memleketi olan Sivrihisar'da kâdılık ve müderrislik yaptı.

İstanbul'un fethinde, ilk olarak İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olup, vefâtına kadar altı sene bu makamda kaldı. Adâlet ve hakkâniyetle işleri yürütüp meşhur oldu.

Bir Hıristiyan mîmârın şikâyetiyle ilgili olarak Pâdişâh Fâtih Sultan Mehmed Hanı mahkemeye çağırarak mahkemede şikâyetçi ile yanyana ayakta tuttu. Sultan'ın haksız olduğuna hükmedip, cezâlandırılmasına karar verdi. Bu adâlet karşısında dayanamayan Hıristiyan mîmâr, ağlayarak Sultan'ın ellerine kapandı ve Müslüman oldu.

Bu mahkemeden birkaç gün sonra Sultan, kâdı Hızır Beyi ziyâret etti. Mahkemede gösterdiği adâlete teşekkür edip; "Eğer bana, bir suçlu gibi değil de, bir pâdişâh gibi muâmele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım!" dedi. Hızır Bey de Pâdişâh'a, mahkeme esnâsındaki hâl ve hareketleri için teşekkür ettikten sonra; "Eğer pâdişahlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin, seni bu arslanlara parçalatırdım!" dedi ve paltosunun iki eteğini çekti. Bakanlar, Hızır Bey'in eteği altındaki iki arslanın sert bakışlarını gördüler; "Böyle Sultân'a böyle kâdı!" demekten kendilerini alamadılar.

Hızır Beyin ders halkasına, birçok âlim devâm etti. İlim ve irfânından pekçok kimse istifâde etti. İçlerinde Mevlânâ Muslihuddîn Kastalânî, Ali Arabî, Hocazâde ve Hayâlî gibi meşhur âlimler yetişti. Bursa Müftîsi Ahmed Paşa, Sinân Paşa ve Bursa Kâdısı Yâkub Paşa, Hızır Beyin oğullarıdır. Üçü de; zekâları, ilim ve irfanları ile temâyüz etmiş üstün kimselerdir. Hızır Çelebi, 1458 senesinde İstanbul'da vefât etti. Vefâ ile Zeyrek arasında, Unkapanı'na giden caddenin kenarına defnedildi.

Hızır Beyin güzel ahlâkı, zühd ve takvâsı da ilmi gibi yüksekti. Arap, Fars ve Türk edebiyâtında da geniş bilgi sâhibi bir şâirdi. Her üç dilde kıymetli şiirler yazdı. Akâide dâir meşhur Kasîde-i Nûniyye adlı eserini yazdı. Bu eseri, talebesi Molla Hayâlî ve diğer birçok âlim tarafından şerh edildi. Fâtih Sultan Mehmed Hanın emriyle Kâdı Sirâceddîn Mahmûd'un Metâliul-Envâr adlı mantığa dâir eserini Arapçadan Farsçaya tercüme etmişti. Kelâm ilmine âit Şerh-i Tecrîd adlı esere bir hâşiye yazmıştır.

HIZIR ÇELEBİ_

(Bkz. Barbaros Hayreddîn Paşa

HİBRİTLEŞME

Alm. Hybridisation (f), Fr. Hybridation (f), İng. Hybridization. Atomik orbitallerin aralarında bir kombinasyona girerek yeni bir tip fonksiyon meydana getirmesi.

Hibritleşmeye en basit misâl olarak metanın meydana gelmesi verilebilir. Deneme, metanı (CH4) meydana getirmek için dört hidrojen atomunun bir karbon atomuna bağlandığını gösterir. Serbest bir karbon atomunun elektron yapısı Is2 2s2 2p2 veya spinlere göre:

     2s2                2p2

dir. O halde karbon atomunun öteki atomlarla bağlanırken iki kimyâsal bağ yapması ve meselâ CH2 molekülünü vermesi beklenirken gerçekte böyle bir molekülün mevcut olmadığı ve buna karşılık karbonun dört bağ yaptığı görülmektedir. O halde bir uyartılma sonucu bir elektronun 2s enerji seviyesinden 2p seviyesine geçtiği kabul edilir:

      2s1               2p3

Böylece karbonun dört elektronu yeni meydana gelen dört orbitale dağılmış olur. Aradaki enerji farkı kalkmış olduğundan artık s ve p orbitalleri değil bunların bir karması, bir melezi söz konusudur. Bu gibi orbitallere hibrit orbitalleri, olaya da hibritleşme, hibridizasyon denir.

HİCİV-HİCVİYE

Bir kişiyi, bir toplumu, bir âdeti, görülen kusur ve eksiklikleri, gülünç hâlleri, açık veya kapalı olarak yeren, alaya alan söz ve yazılar. Ebedî türün mizah kısmındandır. Hicivde daha çok şahsî menfaatler hâkimdir. Hicveden kendisini karşı taraftan üstün görür.

Halk edebiyâtında "taşlama", divan edebiyâtında "hiciv", yeni edebiyâtta da "yergi" olarak tanımlanır. Hiciv, manzum ve mensur olabilir. Hiciv söyleyen ve yazanlara "heccâv" veya "hecâ-gû" denir.

Hicvin iğneleyici, güldürücü olması ve bayağılığa düşmemesi lâzımdır. Zekâya dayanan bu sanatın başarılı olabilmesi, içindeki zekâ oyunu ile hicvedilenin beklenmedik şekilde alaya alınmasına bağlıdır. Yaradılıştan olan kusurlar, eksiklikler olgun insanlar için hiciv konusu yapılmaz.

Araplarda, İslâmiyetten evvel ve sonra, edebiyâta çok önem verildiği için pekçok heccâv vardı. Düşman kabîleler kasîde, nazım şeklinde yazılan şiirlerle hicvedilir ve tesirini gösterirdi. Hutaya, el-Ahtal, Farazdak, Cerir, Başşar, Di'bil, İbn-i Rûmî ilk dönem heccâvlarıdır.

İslâm öncesi Türk edebiyâtında hiciv görülmez. Ancak daha sonra İran ve Arap edebiyâtlarında görülen bu tür, zamanla Türk edebiyâtına da geçmiştir. Hiciv yazan şâirlerin pek çoğu hayâtlarını bu yüzden kaybetmişlerdir. Peygamberimiz zamânında da Ka'b bin Züheyr'in yazdığı şiir üzerine ölüm emri çıkarılmıştır. Ancak bu şâir, İslâmiyeti kabul ile ölümden kurtulmuştur.

Türk edebiyâtında hiciv hem divan hem de halk edebiyâtında görülür.

Hiciv, divan edebiyâtında kasîde şeklinde yazılmıştır. Daha sonra kıt'a, terkîb-i bent şeklinde görülür. Zamanla sanat ve olgunlukla hicvetme kalkarak, kin, öfke, nefret, ıstırap hicve hâkim oldu. Divan edebiyâtında keskin zekâ oyunları ile yapılan hicivler bulunduğu gibi, kaba, müstehcen hicivler de bulunmaktadır. Şeyhî'nin Harnâme'si, Fuzûlî'nin Şikâyetnâme'si, Nef'î'nin Sihâm-ı Kazâ'sı, Kânî'nin Hirrenâme'si, Surûrî'nin Hezeliyât'ı, Türk Gâlib'in, İzzet Molla'nın, Osmanzâde Tâib'in, Haşmet'in, Fitnat Hanımın, Koca Râgıb Paşanın ve Aynî'nin hicve âit güzel örnekleri vardır. Eşref de hicivleriyle halk üzerinde büyük tesir uyandırmıştır.

Müstehcen hicivleriyle tanınan Neyzen Tevfik bu türün son temsilcisidir. Son devirlerde ise hiciv mizaha dönmüştür. Refik Halid Karay, Ercümend Ekrem Talû, Osman Cemal Kaygılı, Fâzıl Ahmed Aykaç, Orhan Seyfi Orhon, Yûsuf Ziyâ Ortaç, Halil Nihad Boztepe bunlardan bâzılarıdır.

HİCRET

Alm. Einwanderung (f), Fr. İmigration (f), İng. İmmigration. İslâm târihinde Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Mekke'den Medîne'ye göçü. Hicret, lugatte göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek mânâsınadır. Hemen hemen bütün peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir. Bunlardan Lût, Mûsâ, İbrâhim ve Îsâ aleyhimüsselâmın hicretleri meşhurdur. Eshâb-ı kirâm da Medîne'ye hicretten önce iki defâ Habeşistan'a hicret etmişlerdir. Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in de Allah yolunda yaptıkları hicret Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.

Hicrî târihin başlangıcı olan hicret, hem İslâm târihinin hem de cihân târihinin en mühim hâdisesidir.

Kıyâmete kadar nesh edilmeden (değiştirilmeden) bâki kalacak tek ve en son din olan İslâmiyet, hicret hâdisesi ile "devlet" olmaya doğru ilk adımlarını atmıştır. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ve ilk Müslümanlar; doğdukları topraklar olan Mekke'de kendilerine ve dinlerine tanınmayan hayat hakkını hicret ederek Medîne'de bulmuşlar, burada çoğalıp, güçlenip kuvvetlenerek Mekke'yi ve Arabistan Yarımadasındaki birçok beldeleri fethetmişler, ilk İslâm Devletini kurmuşlardır. Bundan sonradır ki, önünde durulmaz İslâm orduları asırlar boyu dünyânın dört bir tarafına bir îmân seli gibi akmışlar, İslâmiyetin nûrunu yeryüzüne yaymışlardır. Böylece İslâm medeniyeti bâtıl dinlerin, zulmün, hakâretin ve ilimde, teknikte geri kalmışlığın pençesinde inleyen insanlığı emniyete, adâlete, râhata, huzûra, dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşturmuştur.

Hicret'ten evvel Peygamberimiz İslâmiyeti, önce yakın akrabâlarına anlatıyordu. Müslüman olanların sayısı çok azdı. Müslüman olanlar da Mekkeli putperest müşriklerden çok işkence ve eziyet görüyorlardı. Peygamberimize İslâmiyeti açıkça anlatmasını emreden; "Emr olunduğun şeyi apaçık bildir. Müşriklerden yüz çevir." (Hicr sûresi: 93) meâlindeki âyet-i kerîme gelince, açıkça İslâmiyete dâvet başladı. Bunun üzerine müşriklerin düşmanlıkları daha da arttı. Eziyet ve işkencenin sonu gelmiyor, gün geçtikçe daha da şiddetleniyordu. Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir hâline gelmişti. 615 yılında Peygamberimizin müsâdesiyle Müslümanlardan 10 erkek ve 5 kadın, bundan bir yıl sonra da Ebû Tâlib'in oğlu Ca'fer-i Tayyâr başkanlığında 82 erkek ve 10 kadın daha Habeşistan'a hicret ettiler. Orada râhat ve huzûra kavuştular.

İslâmiyetin günden güne yayılması üzerine şaşkına dönen müşrikler, bu sefer de Müslümanları Ebû Tâlib Mahallesinde kuşatma altına aldılar. Giriş-çıkışı yasakladılar.Yiyecek, giyecek ve hiç bir ihtiyâç maddesi sokmadılar. Üç sene büyük sıkıntılara mâruz bıraktılar.

Mekkeli müşriklerin her gün artan düşmanlık ve zulümlerine rağmen Müslümanların sayısı gittikçe artıyordu. Peygamberimiz hak dîni, insanlara duyurmaya ve öğretmeye sabır ve yumuşaklıkla devâm ediyor, karşılaştığı herkesi, Allahü teâlâya îmân etmelerini, kendinin Allah'ın resûlü olduğunu, putlara tapmaktan vazgeçilmesini anlatıyordu. 620 senesi hac mevsiminde Medîne'den gelenlerden 6 kişi Müslüman oldular. Bir sene sonra 12 kişi olarak geldiler ve Akabe denilen yerde Peygamberimize bîat ettiler. 622 yılı hac mevsiminde de 73'ü erkek 2'si kadın 75 kişi Akabe Bîatını yaptılar. Peygamber efendimizin uğrunda canlarını seve seve fedâ edeceklerine söz verdiler ve Medîne'ye döndüler. Peygamber efendimizi de Medîne'ye dâvet ettiler. Bundan sonra İslâmiyet, Medîne'de süratle yayıldı. İkinci Akabe Bîatını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl aldı. Müslümanlar için Mekke'de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsâde istediler. Bir gün sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kirâmın radıyallahü anhüm yanına gelip; "Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)dir. Oraya hicret ediniz." ve "Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı. Yesrib'i(Medîne'yi) size emniyet ve huzûr bulacağınız bir yurt kıldı."buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ile tavsiyesi üzerine, Müslümanlar, Medîne'ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar.

Resûlullah efendimiz, hicret edenlere son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkı tenbih ediyordu. Müslümanlar, müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar hâlinde yola çıkıyor, mümkün olduğu kadar gizli hareket ediyorlardı. Medîne'ye ilk hicrette bulunan, müşriklerden çok eziyet görmüş olan Ebû Seleme'dir. Neden sonra işin farkına varan müşrikler, hicret etmek üzere yola çıkan Müslümanlardan görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapsetmeye ve çeşitli cefâlar yapmaya başladılar. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü eziyeti yaptılar. Fakat bir iç harbin patlak vermesinden korktukları için öldürmeye cesâret edemediler. Ancak Müslümanlar da her fırsattan istifâde ederek Medîne'ye hicrete devâm ettiler.

Bu arada hazret-i Ömer bir gün kılıcını kuşandı, yanına oklarını ve mızrağını alıp Kâbe'yi açıkca tavâf etti. Orada bulunan müşriklere yüksek sesle şunları söyledi: "İşte ben de dînimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın."

Böylece hazret-i Ömer ve yanında yirmi kadar Müslüman güpegündüz açıktan Medîne'ye doğru yola çıktılar. Onun korkusundan bu kâfileye hiç kimse dokunamadı. Daha sonra Eshâb-ı kirâmdan diğerleri de hicrete devâm ettiler. Bu arada hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûlullah efedimiz; "Sabreyle. Ümidim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Berâber hicret ederiz." buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr; "Anam babam sana fedâ olsun. Böyle ihtimâl var mıdır?" diye sordu. Resûlullah da; "Evet vardır." buyurunca sevindi. Sekiz yüz dirhem vererek hemen iki deve satın aldı. Beklemeye başladı. Nihâyet Mekke'de Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, fakirler, hastalar, ihtiyarlar ve müşriklerin hapsettiği kimseler kaldı.

Diğer taraftan Medîneliler (Ensâr), hicret eden Mekkelileri (Muhâcirleri) çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi. Resûlullah'ın da hicret edip, Müslümanların başına geçeceği ihtimâliyle Mekkeli müşrikler telâşa kapıldılar.

Mühim işleri görüşmek için biraraya geldikleri Dârünnedve'de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Bu toplantıya şeytan da "Şeyh-i Necdî" yâni Necdli bir ihtiyâr kılığında, düzgün kıyâfetli olarak katılmıştı. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Hiç biri beğenilmedi. Kendisine söz verilen Şeyh-i Necdî kılığındaki şeytan onlara; "Sizin düşündüklerinizin hiçbiri O'na karşı çâre değildir. Çünkü O'nun öyle güler yüzü tatlı dili vardır ki; her tedbiri bozar.Başka çâre düşününüz." diyerek fikrini söyledi. Kureyş'in reisi ve en azılı İslâm düşmanı olan Ebû Cehil; "En doğru fikir şudur ki, her kabîleden bir kuvvetli kimse seçelim. Herbiri ellerinde kılıçları ile Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine saldırsın. Kılıç vurup kanını döksünler. Böylece kimin öldürdüğü belli olmaz. Zarûrî olarak diyete râzı olurlar. Biz de O'nun diyetini verir, bu sıkıntıdan kurtuluruz." dedi. Şeyh-i Necdî de bu fikri beğendi ve harâretle tasdîk etti.

Onlar bunun hazırlığı içindeyken, Allahü teâlâ, Peygamber efendimize hicret emrini verdi. Cebrâil aleyhisselâm gelerek müşriklerin kararını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Peygamber efendimiz hazret-i Ali'ye kendi yatağında yatmasını ve bıraktığı emânetleri sâhiplerine vermesini söyledi. Geceleyin Yâsîn sûresinin ilk sekiz âyetini okuyarak, kendisini öldürmek için evini sarmış kâfirlerin üzerine bir avuç toprak saçtı ve evinden çıktı. Müşriklerden hiç kimse onu göremedi. Peygamber efendimizin saçtığı topraktan kime isâbet ettiyse Bedr Savaşında öldürüldü.

Safer ayının yirmi yedinci Perşembe günü, Peygamber efendimiz ve hazret-i Ebû Bekr yanlarına bir miktar yiyecek alarak, bir kılavuz ile birlikte yola çıktılar. Bir saatlik mesâfedeki Sevr Dağında bulunan mağaranın önüne geldiler. Mağara'ya Resûlullah'tan izin alarak önce hazret-i Ebû Bekr girdi, içeriyi dikkatlice gözden geçirdi. Gördüğü çok sayıdaki delikleri, yılan ve akrep çıkmaması için gömleğini parçalayarak kapattı. Açık kalan bir deliği de ayağıyla kapayıp, Peygamber efendimizi içeri dâvet etti. Resûlullah'ın içeri girmesini müteakip Allahü teâlânın emriyle bir örümcek kapıya ağını ördü ve bir çift güvercin yuva yaparak yumurtladı.

Eve girip de Peygamber efendimizi yatağında bulamayan müşrikler, her tarafı aramaya başladılar. İz tâkib ederek mağaranın önüne geldiklerinde, bir örümceğin mağaranın ağzını örmüş ve bir güvercinin de yuva yapmış olduğunu gördüler. İçeriye bakmadan geri döndüler. Allahü teâlâ, bu mûcize ile Peygamberini ve O'nun arkadaşını müşriklerin kötülüklerinden korudu. Ayaklarının ucuna baksalardı her ikisini de göreceklerdi. Bu durum karşısında, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem için endişelenen hazret-i Ebû Bekr'i Peygamberimiz teselli ediyor ve ona; "Üzülme, Allahü teâlâ bizimle berâberdir." diyordu.

Mağarada Peygamber efendimiz başını hazret-i Ebû Bekr'in dizine koyarak bir miktar uyumuştu ki, bir yılan hazret-i Ebû Bekr'in ayağını ısırdı. Izdırapla gözlerinden yaş aktı. Peygamberimiz uykudan uyanıp; "Yâ Ebâ Bekr! Seni ağlatan şey nedir?" diye sorunca, hazret-i Ebû Bekr de; "Ayağımı bir şey ısırdı, canım yandı. Fakat anam, babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah!" dedi. Hemen Peygamberimiz yılanın soktuğu yere mübârek tükrüğünü sürdü ve Allahü teâlânın izniyle iyileşti. Peygamberimiz ve hazret-i Ebû Bekr üç gün üç gece bu mağarada kaldı. Hazret-i Ebû Bekr'in oğlu Abdullah, Mekke'de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip, haber veriyor, Ebû Bekr'in âzâdlı kölesi ve sürülerinin çobanı Âmir ise geceleri süt getiriyor ve izleri kayb ediyordu.

Dört gece mağarada kalıp, Rebiülevvelin birinci Pazartesi günü mağaradan ayrılarak Medîne'ye doğru yola çıkan Resûlullah'ı ve hazret-i Ebû Bekr'i her yerde aramalarına rağmen bulamayan müşrikler âdetâ çılgına dönmüşlerdi. En azılıları olan Ebû Cehil, Mekke civârında tellallar bağırtarak Muhammed aleyhisselâmı ve hazret-i Ebû Bekr'i bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vâdediyordu. Onun bu vâdini duyan ve mala tamah eden bâzı kimseler silâhlarını alıp atlarına atlayıp yola düştüler. Bunlardan biri de Sürâka idi. Peygamber efendimize yaklaşınca atının ayakları dizlerine kadar kuma gömüldü. Sürâka şaşkına dönüp af diledi ve kurtulması için duâ istedi. Resûlullah'ın duâsı ile kurtuldu ve Peygamber efendimizin emri ile geri döndü. Sürâka, Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olmuştur.

Peygamber efendimiz ve hazret-i Ebû Bekr yollarına devâm ederek mîlâdın 622. senesi Eylülün yirminci ve Rebiülevvelin sekizinci Pazartesi günü Medîne yakınlarındaki Kubâ köyüne vardılar. Bugün Müslümanların hicrî güneş yılının başlangıcı oldu. Bu senenin Mayıs ayının 16. Cumâ gününe tesâdüf eden Muharrem ayının birinci günü de Müslümanların hicrî kamerî yılının başlangıcı olması hazret-i Ömer'in hilâfeti zamânında söz birliği ile kabul edildi. Birkaç gün burada kalan Peygamberimiz ilk iş olarak Kubâ Mescidini yaptı. Rebiülevvelin 12. Cumâ günü Medîne şehrine doğru yola çıktı. Rânûna Vâdisinden geçerken, öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cumâ namazını kıldı ve ilk hutbeyi okudu. Namazdan sora her ikisi ve yanındakiler develerine bindi ve Medîne'nin yolunu tuttular. Medîne halkı, Peygamberimizin mübârek yüzünü görebilme heyecanıyla, yolları kaplamış ve bayram sevinci yaşıyordu. Enes bin Mâlik, Peygamberimizin Medîne'ye girdiği günden daha güzel ve neşeli bir gün görmediğini ifâde eder. Kadınlar ve çocuklar hep bir ağızdan:

Seniyyet-ül-Vedâ'dan, Bedr doğdu üstümüze,

Hakka dâvet ettikçe, şükr vâcib oldu bize

 

Sen bize gönderildin, Emrullahı getirdin

Medîne'ye hoş geldin, şeref verir dâvetin  

diyerek, kasîdeler söylüyorlardı. Medîne halkı görülmemiş bir tezâhüratta bulunuyor, herkes; "Bize buyrun, yâ Resûlallah!" diyerek, Peygamber efendimizi evlerine dâvet ediyorlardı. Resûl-i ekrem efendimiz devesini serbest bıraktı. Deve ilk defâ iki yetime âit bir arsaya çöktü ve çok durmadan kalktı. Biraz yürüdükten sonra tekrar aynı yere çöktü. Burası Peygamber efendimizin dayıları olan Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evine yakındı. Peygamberimiz, bu zâta misâfir oldu (Bkz. Ebû Eyyûb-i Ensârî). Ensâr (Medîneli Müslümanlar) dîni için vatanını terk eden muhâcir kardeşlerini barındırdı, evlerine misâfir etti, iş buldu, mülklerinden yer verdi ve her yardımı yaptı.

Bu tür fedâkârlık ancak İslâm kardeşliğinde vardır. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; "Ancak mü'minler kardeştirler." (Hucurât sûresi: 13) buyurarak, gerçek sevgi ve samimiyetin maddî menfaatle değil, îmân ve inançla var olabileceğini buyurmuştur. Bu da açıkca Ensar ve Muhâcirîn'in arasında görülmektedir.

Medîne'ye hicretin, İslâm târihinde büyük önemi vardır. Hicret'ten sonra Müslümanlığın kolayca ve süratle yayılması sağlanmış, İslâm dîninin merkezi Mekke'den Medîne'ye nakledilmiş oldu. Ensâr ve Muhâcirîn bu yeni İslâm merkezinde el ele vererek İslâm dîninin kuvvetlenmesi için her fadakârlığa katlanıyorlar, Resûlullah'ın etrâfında toplanarak ve İslâm dîninin esaslarına uyarak yeni bir nizam ve mesûd bir hayat kuruyorlardı. Eski sıkıntılı ve korkulu günler arkada kalmış, inançlarından dolayı insanlara işkence yapan müşriklerin ezâ ve cefâ veren ellerinin uzanamayacağı Medîne'de hürriyet ve emniyet havası içinde sâkin, tatlı bir hayat başlamıştı. Müslümanlar bir devlet olmuşlardı. Cihâd emri burada geldi. Medîne'deki kabîleler arasındaki kin ve düşmanlık kalktı, yerini İslâm kardeşliği ve sevgisi aldı.

Hicretten sonra İslâmiyet süratle yayıldı. Medîne üzerine yürüyen müşrik orduları, yapılan savaşlarda mağlûb edildi. Daha sonra Mekke de fethedildi. İslâmiyet Arap Yarımadasının her tarafına yayıldı. Bundan sonra da İslâm orduları asırlar boyu, dünyânın dört bir yanına bir îmân seli gibi aktı. İslâm nûrunu dünyânın her tarafına yaydı.

HİCRÎ TÂRİHLERİ MİLÂDÎ TÂRİHLERE ÇEVİRME

(Bkz.Arabî Aylar)

HİCRÎ YIL

Alm. Hedschrajahr (n), Fr. An (m) de l'hegire, İng. Hegira year. Peygamberimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretinin başlangıç kabul edildiği târih, sene. Ayın hareketi esas tutulduğu için buna, "Hicrî Kamerî Sene" "Sene-i Kameriyye" de denir.

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm 53 yaşındayken Allahü teâlânın izni ile Medîne'ye hicret etti. Rebîulevvel ayının birinci Perşembe günü öğleden sonra Ebû Bekr-i Sıddîk'ın evinden berâberce çıkarak Mekke'nin 5,5 km güneydoğu tarafında bulunan Sevr Dağındaki mağaraya geldiler. Mağarada 3 gece kalıp, Pazartesi gecesi ayrıldılar. Bir hafta yolculuk yapıp efrencî (mîlâdî) Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel'in 8. Pazartesi günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Gece ile gündüzün eşit olduğu, Eylülün 23. gününü de burada geçirip, Cumâ günü Medîne'ye girdiler. Bu seneki Muharrem ayının birinci günü, yâni hicretten 66 gün evvel, Müslümanların hicrî kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Temmuz ayının 16. Cumâ gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ Beyin Kozmoğrafya kitabında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü Müslümanların yılbaşısı, yâni hicrî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabul eden güneş yılına da "Hicrî Şemsî Yıl" denir.

Araplar, İbrâhim aleyhisselâmdan beri Arabî aylarını kullanmışlardır. İslâmiyetten önce Fil Vak'asını başlangıç kabul etmişler ve seneleri buna göre saymaya başlamışlardı. Hicretle berâber başlangıç değişmiş ve her senedeki en mühim hâdisenin ismi ile anılmaya başlamıştı (izin yılı, emir yılı, zelzele yılı, vedâ yılı vs.). Fakat bu şekildeki tatbikat bâzı târih karıştırmalarına sebeb olduğu için, halîfe hazret-i Ömer zamânında, hicretin on yedinci yılında alınan bir kararla hicretin olduğu sene birinci sene olmak ve o senenin Muharrem ayı başlangıç kabul edilmek sûretiyle bu târih tesbit edildi. İşte hicrî kamerî târih bu târihtir. Osmanlı Devletince devamlı kullanılan hicrî sene, Cumhûriyet döneminde bir kânunla kaldırılarak yerine Avrupalıların kullandığı mîlâdî sene kabul edilmiştir.

Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîülâhir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şâbân, Ramazân, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce. Hicrî sene; ayın dünyâ etrâfındaki dönüşü esâsına dayandığı için mîlâdî yıldan 10,875 gün daha kısadır. Aylar da, bâzan 29 gün ve bâzan 30 gün çeker. (Hicrî târihleri Mîlâdî târihe çevirmek için Bkz. Arabî Aylar.) Hicrî senenin kabulünden beri asırlardır İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabul edilmiştir. Hıristiyanlığın aslında bulunmayan, fakat sonradan kabul edilen yılbaşı günü, onlara âit özel bir gündür (Bkz. Noel). Eskiden Müslümanlar 1 Muharremi sene başı kabûl eder, bu günde birbirlerini ziyâret eder, tebrikte bulunurlar, hediyeler verirlerdi. O gün Müslümanlar için âdetâ bayram sayılırdı. Ziyâretlerde ve gönderilen tebriklerde yeni yılın, birbirlerine ve bütün insanlara hayırlı olması için duâ ederler, büyükleri, âlimleri evinde ziyâret ederlerdi. Temiz giyinmek, fakirlere sadaka vermek de dikkat edilen hususlardandı. (Bkz. Hicret)

HİDİV

Alm. Khedive (m), Fr. Khédive (m), İng. Khedive. Mısır'daki Osmanlı vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın torunu İsmâil Paşa ve haleflerine verilen ünvân. Sadrâzam hakkında da hürmet ifâdesi olarak kullanılırdı. Hidiv; Arapçada büyük vezir, baş vezir, hâkim demektir. Mısır vâlileri sadâret pâyesine hâiz oldukları için bu ünvân verilmişti. Sadrâzamlar hakkında "hidiv-i efham" kullanıldığı gibi, Mısır vâlilerine "Hidiv-i Mısr" da denilirdi.

Mısır vâlileri, 8 Haziran 1867'de İsmâil Paşanın Sultan Abdülazîz Handan aldığı fermâna dayanarak, 1914'e kadar bu ünvânı taşıdılar. Mısır hidivleri; İsmâil Paşa ile oğlu Tevfik Paşa ve torunu İkinci Abbâs Hilmi Paşa olmak üzere üç kişidir. 19 Aralık 1914'de Hidivlik son buldu. Hidivin Osmanlı protokolündeki yeri, sadrâzam ve şeyhülislâm ile eşit olmakla berâber bu ikisinden sonra idi.

HİDRALAR (Hydrozoa)

Alm. Vielarmpolyepen pl. Fr. Hydrozoaires pl. İng. Hydras. Çok hücreli hayvanların en az karmaşık olanları. Hidralar, sölentereler (Coelenterata) alt bölümünün knidliler (Cnidaria) filumunun bir sınıfıdır. Tatlı su, göl ve denizlerde yaşarlar. Çoğu hem polip, hem de medüz tiplerini ihtivâ eder. Az bir kısmı tamâmen polip veya medüzlerden müteşekkildir. Tatlı su polipi (Hydra) ve Obelia cinsleri tanınmıştır. Poliplerin vücudu ektoderm (dış deri) ve endoderm (iç deri) olmak üzere iki tabakadan meydana gelmiştir. Bu iki tabaka arasında, desteklik ödevi yapan jelatinimsi ve hücresiz bir dolgu maddesi (mezoglea) bulunur. Hidraların çoğunda döl değişimi mevcuttur. Böyle olanlarında polipler, tomurcuklanma ile eşeysiz üreyerek medüzleri hâsıl eder (Bkz. Deniz Anası). Medüzler de eşeyli üreyerek polipleri üretirler.

Polipler yalnız (soliter) veya koloniler hâlinde yaşarlar. Polipler küçük, ince uzun ve boru şeklinde olup, ağzı etrâfında ince ve uzun dokunma ve kavrama uzuvları bulunur. Bunlarla küçük hayvanları yakalar ve yer. Gıdâlar merkezdeki gastral boşlukta hazmedilir ve dış tabakaya gönderilir. Hidra, ihtiyâcı olan oksijeni sudan difizyonla alır, karbondioksit ve artıkları dışarı bırakır. Her iki tabakası sulu bir ortamdadır. Hidra etrâfından gelen tesirlere karşı vücudunun birçok kısmındaki organlarla tepkide bulunur. His hücreleriyle tesiri hisseder. Sinir hücreleriyle bunu kasılma liflerine taşır ve tepkide bulunur. Kas lifleri düzdür ve her iki tabakada bulunur. Ektodermik olanlar vücutta boyuna, endodermikler ise halka şeklinde uzanırlar. Cinsiyet hücreleri dâimâ ektodermden hâsıl olur.

HİDRAT

Alm. Hydrat n, Fr. Hydrate m, İng. Hydrate. Bir maddenin su molekülünü kimyâsal olarak bağlı tutması hâli. Hidratın meydana gelmesi reaksiyonuna da hidratasyon denir. Bu reaksiyon tipinde su, madde ile bağlanırken bir bölünmeye uğramaz. Halbuki hidrolizde su bölünmeye uğrayarak reaksiyona girer.

Hidratlar, iyonlarla (H+ iyonu gibi), kovalent moleküllerle (H2SO4 gibi) veya daha yaygın olarak iyonik tuzlarla (CuSO4 gibi) teşekkül eder.  Hidratların özellikleri komponentlerinkinden farklılıklar gösterir. Meselâ bakır sülfat beş su (CuSO4. 5H2O) mavi renkli bir kristaldir. Halbuki susuz bakır sulfat (CuSO4) renksizdir. Hidratlar fizikî olarak su varlığı göstermezler. Yâni hidrate bir bileşik nemli gibi görünmez.

Hidratlar, bir tuzun çözeltisi buharlaştırma işlemine tâbi tutulurken teşekkül edebilirler. Fiziksel olarak mevcut olan su gittiğinde geriye kimyâsal olarak bağlı olan hidrat suyu kalır. Hidratasyon veya dehidratasyon (bağlı suyun ayrılması) reaksiyonlarında kristal yapıda değişiklik de sözkonusudur. Meselâ susuz nikel sülfat (NiSO4) kübik kristal yapıdayken yedi sulu nikel sülfat (NiSO4.7H2O) rombik yapıdadır. Bir bileşiğin birden fazla hidrat şekli olabilir. Meselâ bakır sülfatın 1 mol su, 3 mol su ve 5 mol su ihtivâ eden hidratları vardır.

HİDRAZİN

Alm. Hydrazin (n), Fr. Hydrazine, İng. Hiydrazin. Hidrojen azot bileşikleri grubundan ve hidrojen olarak da bilinen renksiz bir sıvı.

Özellikleri: 1887'de T.Curtıus tarafından elde edilen hidrazin N2H4 formülüne sâhib olup 1,8 ilâ 2°C arasında katılaşan bir maddedir. Yoğunluğu 1,101 g/cm3tür. 114,5°C'de kaynar. Susuz hidrazin, su, metil ve etil alkol ile her oranda karışır. Su ile % 68,5 hidrazin ihtivâ eden ve 120,5°C'de kaynayan azeotropik karışım meydana getirir. Sulu ve susuz hidrazinin depolanmasında dikkatli olmalıdır. Çünkü nem çekici olup, çektiği atmosfer nemi, içerisinde bulunan karbondioksid ve oksijen ile reaksiyon verir. Hidrazinin buhar ve çözeltisi zehirlidir. Hidrazin buharı ile hava karışımı tutuşucu özelliğe sâhiptir. Hidrazinin sulu çözeltisi amonyaktan daha zayıf bazik özelliktedir. Asitlerle tuzları verir.

Hidrazin kuvvetli indirgeme vâsıtasıdır. Bu yüzden gümüş aynası yapımında, cam ve plastikler üzerinde metal filimleri meydana getirmekte, kaynayan sudaki oksijeni uzaklaştırmakta ve paslanmayı önlemekte kullanılır. İkinci Dünyâ Harbinde hidrazin, su ve metil alkol, jet ve roketleri ittirici yakıt olarak kullanıldı.

Elde edilişi: Teknik olarak, sulu amonyak veya ürenin jelatin veya zamk mevcudiyetinde pipoklorit ile oksidasyonundan elde edilir. Bu işlem 160° ile 180°C arasında 50 atmosfer basınç altında yapılır. Elde edilen üründe % 2 oranında hidrazin bulunur:

NaOCl + 2NH3 ® H2N-NH2 + NaCl + H2O

NaOCl + CO(NH2)2 + 2NaOH ® H2N-NH2 + NaCl + Na2CO3 + H2O

Tuzları: Hidrazinin tuzları iki seri hâlinde meydana gelir. HX bir değerli asit olup hidrazin ile N2H4X ve N2H42HX şeklinde tuz meydana gelir. En iyi bilinen tuzları tedbirli olarak çözünen sülfat (N2H4H2SO4), mono ve dihidroklorit (N2H4HCl ve N2H42HCl) ve mononitrat (N2H4HNO3)tır. Mononitrat tuzu yüksek patlayıcı özelliğe sâhiptir. N2H4HBr, lehim yapmada kullanılır. Hidrazinin bakır bileşiği (N2H4)2H2SO4CuSO4 zirâatta mantar öldürücü olarak kullanılır.

Organik hidrazinler: Bir, iki, üç hattâ dört hidrojenin yerine alkil, sikloalifatik ve aril radikallerin girmesi ile hidrazinin organik türevleri elde edilir. Metil ve dimetil hidrazin, (CH3N2H3) ve (CH3)2N2H2) amin ve kloraminden, Rasching işleminin biraz değiştirilmesi ile elde edilir. Fenilhidrazin (C6H5N2H3) E.Fıscher tarafından elde edilmiştir.

Asit hidrazitler (RCON2H3) asid klorürlere veya esterlere hidrazinin etki ettirilmesi ile elde edilebilir. En iyi bilinen asit hidrazit karbonik asidin hidrazin türevleridirler ki bunlar; semikarbazid, karbon hidrazit, biuri ve aminoguanidindir.

Organik hidrazin bileşiklerinin analitik kimyâda uygulama alanları vardır. Nikotinik asit hidrazit tüberküloz tedâvîsinde kullanılır. Ayrıca, özel yakıtlar üretiminde, plastik ve reçinemsi maddelerde fotoğraf eczâlarının yapımında ve köpük kauçuk îmâlâtında şişirici madde olarak kullanılır.

HİDROBROMİK ASİT

Alm. Bromwasserstoffsaure f, Fr. Acide m de bromure, İng. Hydrobromic acid.Hidrojen bromürün (HBr) sudaki çözeltisi. Bromür asidi de denir. Hidrobromik asit, berrak bir çözeltidir. Renksiz olduğu gibi sarı da olabilir. Işığa hassas, oldukça aşındırıcı ve çürütücü özelliktedir. Hidrobromik asit, en kuvvetli asitlerden biridir. Hidroklorik asitten daha etkilidir. Kaynama noktası yüksek olduğu ve indirgeme kâbiliyeti kuvvetli olduğu için hidrobromik asit bâzı mineral cevherlerini çözmede kullanılır. İlâç sanayiinde, bromürlerin, barbitutatların ve hormonların îmâlatında kullanıldığı gibi petrol endüstrisinde alkillendirme katalizörü ve hidrokarbonların kontrollü oksidasyonu için yine katalizör olarak kullanılır. Kimyâsal analizlerde miyar (belirteç) olarak kullanılır.

Hidrojen bromür, oda sıcaklığında renksiz olan bir gazdır. Bu gaz deriyi, gözü ve teneffüs yolları mukozasının zarlarını oldukça tahriş eder. Hidrojen bromür, platinin katalitik etkisi altında, brom ile hidrojenin sıcakta reaksiyona sokulmasından elde edilir. Hidrojen bromür gazı 25°C'de 24,5 kg/cm2 basınç altında sıvı hâle getirilir ve bu şekilde taşınabilir. Bu gaz suda çözündüğü zaman hidrobromik asit meydana gelir ve böylece de taşınabilir. Hidrobromik asidin umûmiyetle % 48 veya % 62'lik çözeltisi yapılır.

HİDROFLORİK ASİT

Alm. Fluoritwasserstoffsäure (f), Fr. Acide (m) fluorhydrique, İng. Hydrofluoric acid.Hidrojen florür (HF) bileşiğinin sudaki çözeltisi. Susuz hidrojen florür, akışkan ve renksiz bir sıvıdır. Havada tüterek duman yapar. Erime noktası -83°C ve kaynama noktası da 19,8°C'dir.

Hidrojen florür suda çok kolay çözünür. Sudaki çözeltisi florür asidi (veya hidroflorik asit) adını alır. Florür asidi kuvvetli bir asit olmadığı hâlde cam ve metalleri aşındırır. Bu sebeple platin, parafin, polietilen kaplarda saklanır. Teknik florür asidi % 40'lıktır. Yoğunluğu da 1,13 g/cm3tür. Saf sıvı hidrojen florür, elektriği iletmez ancak suda çözündüğü zaman iyonize olur ve elektriği geçirir.

Hidrojen florür yüksek sıcaklıkta kararlı bir moleküldür. Düşük sıcaklıkta moleküller asosiye (birbirine bağlanma) olur ve (HF)6, (HF)7, (HF)8 gibi molekül grupları meydana gelir. Bu asosyasyon moleküller arasında hidrojen köprülerin teşekkül etmesiyle olur. Bunun sonucu olarak da hidrojen florür diğer hidro halojenürlerden daha geç kaynar. Hidrojen florür endüstride, büyük miktarda ve kalsiyum florürün sülfürik asitle muamelesiyle elde edilir.

CaF2 + H2SO4 ® CaSO4 + 2HF

Hidrojen florür, büyük ölçüde organik florürlerin elde edilmesinde ayrıca camın aşındırılması işinde çok kullanılır. Camın ana bileşimi olan silisyumdioksit (SiO2) florür asidiyle uçucu silisyum tetraflorür meydana getirir.

Cam eşyânın üstü parafin veya mum ile kaplanır. Aşındırılmak istenen yerlerdeki parafin temizlenir ve florür asidi buharlarına (CaF2+H2SO4 reaksiyonuyla elde edilen) tutulursa parlak cam yüzeyi, o bölgelerin aşınmasıyla mat hâle gelir. Sulu florür asidiyle bu iş yapılırsa aşınma sonucu saydamlık bozulmaz. NH4F katılarak saydamlık arttırılabilir.

Seyreltik florür asidi bakteri, hekzafluorosilikat ise ahşap malzemeyi emprenye etmek için kullanılır.

HİDROELEKTRİK ENERJİ

Alm. Hydroelektrische Energie (f), Fr. Energie (f) hydroèlectrique, İng. Hydroelectric energy. Hidroelektrik santralların (HES) (su kuvveti tesislerin) ürettiği elektrik enerjisi. Esas prensip, suyun potansiyel enerjisini önce mekanik, sonra elektrik enerjisine çevirmektir. Tabiî veya sun'î olarak mevcut belli bir seviyedeki su, daha düşük seviyedeki türbinlere iletilir. Türbin çarklarına büyük bir hızla çarpan su, türbin milini döndürür ve dolayısıyla jeneratörü çalıştırır.

Ortalama olarak, dünyâdaki elektrik enerjisinin 1/6'sı HES tarafından üretilmektedir. Norveç ve İsveç'de kullanılan elektriğin tamamı HES ile elde edilmektedir. 1972 yılına göre, kişi başına elektrik enerjisi tüketimi, Norveç'te 13200, İsveç'te 6400 kwh/yıl olmuştur. Bu ülkeler ısınmayı bile elektrikle yapmaktadır. Aynı yıla göre, Türkiye'de 450, ABD'de 5800, Sovyet Rusya'da 2200, Japonya'da 1900, İtalya'da 1600 ve Hindistan'da 100 kwh/yıl x nüfus olmuştur. Türkiye'nin mevcut enerji üretimi, 1990 yılında 17.9 milyar kilovatsaattır. Hâlen ülkemizde inşaatları süren 15 yeni hidroelektrik santralları devâm etmektedir (1992). Bunların tamâmının 1993 yılının sonuna kadar bitirilmesi planlanmıştır. Bu zaman Türkiye'nin hidroelektrik enerji üretimi 35 milyar kilovatsaat'a çıkacağı hesap edilmektedir.

Ülkemizin hidroelektrik enerji üretim potansiyeli, 100 milyar kilovatsaat olduğu tahmin edilmektedir. Buna göre HES tarafından üretilen enerji, mevcut potansiyelin 1/10'i civârında olmaktadır. Ayrıca, 12 büyük projeden ibâret Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) tamamlanınca çok sayıda hidroelektrik santralları ile yılda toplam 22 milyar kilovatsaatlık enerji üretimi yanında 18 milyon dönümlük arâzi sulaması da gerçekleşecektir. GAP Türkiye'nin en büyük ve çok yönlü bir gelişme projesidir.

Hidroelektrik santraller (HES): Hidroelektrik santraller, teknik, su yapıları, kurulu güç, topoğrafik ve düşüş yüksekliklerine göre sınıflandırılabilir. Daha yaygın olarak, düşüş yüksekliklerine göre olanı kullanılmaktadır. 25 m'den küçük olan HES alçak basınçlı, 25-100 m arasındakiler orta basınçlı, 100 m'den büyük olanlar yüksek basınçlıdır.

Alçak basınçlı hidroelektrik santraller, daha ziyâde bir akarsu üzerine inşâ edilmiş hareketli bağlamada yapılır. Medcezir (gelgit) olaylarından faydalanılarak yapılan HES'ler de alçak basınçlıdır. Tek hazneli veya çift hazneli yapılabilir. Tabiî veya sun'î bir koy hazne vazîfesini görebilir. Koyun denizle olan irtibat ekseni üzerinde kapaklar ve santraller vardır. Tek yönlü olabildiği gibi iki yönlü de olabilir. Yâni hem med durumunda koya doğru, hem de cezir durumunda denize doğru suyun hareketi santrallerden geçirilebilir. Fransa'daki Rance gelgit tesisinin yapımı 25 yıl sürmüş ve santral tamâmen otomatik olarak ve yalnız bir kişi ile işletilebilmektedir. Tesisteki türbinler iki yönlü olarak çalışmakta ve 13,5 m seviye farkı ile yılda 544 milyon kilovatsaatlik enerji üretilmektedir. Böyle tesisler 1000 MW civârındaki güçlerde ekonomik olabilir. Kanada'da Fundy Körfezinde ve İngiltere'de Severn Nehri ağzında bu tip tesis çalışmaları vardır.

Orta basınçlı tesisler, daha ziyâde baraj gövdesinde inşâ edilirler. Gövdeye yerleştirilen basınçlı borularla baraj gölündeki su, türbinlere iletilir. Yurdumuzda kurulan Karakaya ve Atatürk Barajlarında orta basınçlı sistem vardır. Barajların gövdelerine kurulan bu sistemlerle yılda Karaka Barajından 7,5, Atatürk Barajının hemen eteğine kurulan aynı sistemle 8,1 milyar kilovatsaat enerji üretilecektir. Karakaya'nın kurulu gücü 1800 MW, Atatürk'ün 2400 MW'dır. Atatürk hidroelektrik santrali, kurulu güç bakımından dünyâda 17. sıradadır.

Yüksek basınçlı tesislerde baraj haznesinin uygun bir yerinden alınan su, açık kanal, serbest yüzeyli veya basınçlı galeri ile yükleme odası veya denge bacasına kadar getirilir. Su iletim tesisinin eğimi azdır. Buna mukabil uzunluğu kilometrelerce olabilir. Emniyet tesisi de denen yükleme odası veya denge bacasından alınan su, eğimi daha büyük fakat uzunluğu az olan bir veya daha fazla sayıdaki birbirine paralel basınçlı (cebrî) borularla santral binâsındaki türbinlere iletilir. Santral binâsından çıkan su, tekrar akarsuya verilir.

Alçak basınçlı ve yüksek basınçlı HES'lerde suyun alınıp iletim tesisi ile türbinlere iletilmesinden dolayı bunlara çevirmeli tesisler de denir. Alçak basınçlı ve orta basınçlı HES'ler, doğrudan doğruya kabartma yapımı üzerinde olduğundan böyle tesislere çevirmesiz tesisler de denir. Bunların yanısıra bir de depresiyon tesisleri vardır. Bunlar genellikle, çöl iklimi olan yerlerde yapılır. Depresiyon tesislerine en güzel örnek, Mısır'daki Kattara tesisidir. Akdeniz'den alınan su, saniyede 600 m3 su ileten bir tünelle yaklaşık 80 km ötedeki Kattara çukuruna götürülmektedir. Bu çukur deniz seviyesinden 135 m daha aşağıdadır. Çukurda 75 m derinlikteki su seviyesi sabit tutulmaktadır. Deniz seviyesinden 60 m aşağıda kalan çukurdaki su seviyesinde meydana gelen göl alanı 12.000 km2dir. Yılda 19 milyar metreküp su, tabiî olarak buharlaşıp (-60 m) seviyeli su sâbit kalmaktadır. Böylece santral 60 m'lik düşüş altında çalışmaktadır. Santral yeraltında olup türbin, pompa olarak da hizmet görmektedir. Deniz seviyesinden 215 m yükseklikte 50 milyon metreküplük bir hazneye su pompalanarak, ihtiyacın çok olduğu saatlerde kullanılmaktadır. Bu şekilde suyun, ihtiyaç olmadığı zamanlarda daha yukarlardaki hazneye pompalanıp, ihtiyaç durumlarında bu hazneden santrale su alınarak enerji üretimi yapan bu tesislere pompajlı tesisler denilmektedir.

Suyun alındığı yerdeki su seviyesi ile santrala verildiği yerdeki su seviyesi arasındaki düşüş yüksekliği, sürekli ve tabiî kayıplarla azalır. Böylece hesaplanan net düşüş yüksekliği H (m) ile, işletme debisi Q (m3/sn) yardımıyla, santralden elde edilecek güç N (KW) türbin, jeneratör ve transformatörün ortalama randıman katsayılarının da gözönüne alınması sonucu elde edilmiş olan aşağıdaki formülle bulunur:

N = 8 QH

N güç değeri, santralin işletmede bulunduğu süre t (saat) ile çarpılırsa gözönüne alınan sürede elde edilecek toplam elektrik enerjisi E (KWh=kilovatsaat) olarak bulunur. En çok kullanılan birimler şöyledir:

Buhar beygiri                           1 BB = 0,736 KW

Kilovat                                   1 KW=1000 W

Megavat                                 1 MW=1000 KW=106W

Gigavat                                   1 GW=1000 MW=106KW=109W