HENTBOL

Alm. Handball, Fr. hand-ball, İng. handball. İki takım arasında topla oynanan oyun. Takımlar yedi veya on bir kişiliktir. Oyunda hedef futbolda olduğu gibi topu rakip kaleye sokmak, rakip takımın da gol atmasını engellemektir. Hentbolde top elle atılır, yakalanır, yumruklanır veya vücûdun dizden yukarıdaki herhangi bir bölümüyle vurulur. Kaleci dışındaki oyuncuların topa ayak vurması yasaktır.

Karşılaşmalar 30’ar dakikalık iki devre hâlinde oynanır. Devreler arasında bir mola süresi vardır. Oyuncuların, top ellerindeyken üç adımdan fazla koşması ve topu elinde üç sâniyeden fazla tutması yasaktır. Hücum oyuncuları rakip kaleye atışlarını, rakip kalenin kale alanı çizgisinin dışından yapmak mecburiyetindedirler.

Takımların oyuncu sayısının ve saha ebatlarının farklı olduğu başlıca iki hentbol türü vardır. Her ikisinde de topun çevresi 58-60 cm, ağırlığı 425-475 gramdır. Bayanlar ve gençler karşılaşmalarında biraz daha küçük top kullanılır. Takımlarda yedişer oyuncunun yeraldığı ve genellikle kapalı salonda oynanan karşılaşmalarda sahanın uzunluğu 38-45, genişliği ise 18-22 metredir. Kale 2 m yüksekliğinde ve 3 m genişliğindedir. Takımlarda 11’er oyuncunun yer aldığı ve genellikle açık alanda oynanan karşılaşmalarda sahanın uzunluğu 90-110 m, genişliği ise 55-65 metredir. Açık kalenin yüksekliği 2,44, genişliği 7,32 m olur.

Günümüzde oynandığı şekliyle hentbol 1920’lerde Almanya, Danimarka ve İsveç’te oynanan benzer oyunlardan geliştirildi. 1936 ve 1952 Olimpiyatlarında gösteri niteliğinde yer aldıktan sonra, 1972’de olimpiyat karşılaşmalarına alındı. Uluslararası Hentbol Federasyonu (FIH), hentbolün dünyâ çapındaki kuruluşudur.

Türkiye’de hentbol 1930’larda açık alan sporu olarak başladı. 1942-43’de ilk defâ İstanbul Hentbol Ligi düzenlendi. Türkiye çapında ilk hentbol şampiyonası 1945’te dört takım arasında düzenlendi. 1950’lerden sonra gözden düşen hentbol, 4 Şubat 1976’da Hentbol Federasyonu kurulunca yeniden gündeme geldi ve bu târihten îtibâren Türkiye Hentbol Ligi kuruldu. Hentbol liginde şampiyon olan takımlar şunlardır:

Ankara MTA (1976-77, 1977-78), Yenişehir Meysu (1978-79), Beşiktaş (1979-80, 1980-81), Yenişehir İstanbul Bankası (1981-82, 1982-83), Yenişehir Hortaş (1983-84, 1984-85), Tarsus İdman Yurdu Erkutspor (1985-86), Ankara Halk Bankası (1986-87, 1987-88), Arçelik (1988-89), Eti Bisküvileri (1989-90).

HEPATİT

Alm. Leberentzündung, Hepatits (f), Fr. Hepatite (f), İng. Hepatitis.Karaciğerin iltihâbî hastalıklarına verilen isim. Genellikle sarılıkla kendini gösteren hepatitlerin seyrinde karaciğer yetmezliği belirtileri de ortaya çıkabilir. Hepatiti yapan birçok sebeb olabilir. Bunların başında virüsler gelir. Ayrıca parazitler, mantarlar, bakteriler, alkol, bâzı ilaç ve zehirler de hepatite yol açmaktadırlar. Hepatitlerin had ve müzmin şekilleri vardır.

Had viral (virüs tarafından yapılan) hepatit: Bunu yapan üç tip virüs olduğu kabul edilir. Hepatit A Virüsü “Enfeksiyöz Hepatit”ini; Hepatit B Virüsü “Serum hepatiti”ni yapar. Ayrıca A veya B olmayan bir virüsle de hepatit belirtileri ortaya çıkmaktadır (Non A Non B Virüs Hepatiti). Ayrıca son yıllarda hepatit yapan ve Delta Virüsü adı verilen yeni bir virüs bulunmuştur. Hepatitin bütün şekillerinde karaciğer hücrelerinde ölüm, gribe benzer bir ön dönem, sarılık ve arkasından genellikle şifâ ile sonuçlanan bir olaylar dizisi bulunur.

Hepatit A Virüsünün 15-60 gün arasında değişen bir kuluçka dönemi vardır. Bu devre B tipinde 60-180 gün arasındadır. A tipi hepatit daha çok ağız yoluyla, B tipi ise daha çok iğne, serum, aşı yapılırken bulaşır. (Ancak bütün bulaşıcı hepatit türleri her yolla bulaşabilir.) Hepatit B’nin seyri daha ağır ve uzun sürelidir.

Sarılığın belirmesinden 2-14 gün önce hastada; iştahsızlık, halsizlik, bulantı, kusma, ishal, eklemlerde ağrı, ateş, öksürük, nezle, kas ağrıları, göz yaşarması, kaşıntı gibi belirtilerden birkaçı birarada bulunabilir. Bu belirtiler başlangıç döneminin sonuna doğru giderek azalır, ateş düşer ve sarılık ortaya çıkar. Sarılıklı dönem genellikle 6-8 hafta kadar sürer. Bu dönemde karaciğer büyük ve hassastır. İdrarın rengi iyice koyulaşmıştır. Başlangıçta büyük abdestin rengi açık olabilir.

Sarılık, ilk olarak gözlerin beyaz kısımlarında kendini gösterir. En son olarak kaybolduğu yer de yine buralardır. Sarılık kaybolduktan 2-6 hafta sonra hasta genellikle tam şifâ bulur. Fakat bu süre bâzan uzayabilir. Hepatit B’den sonra tekrarlayan hepatit atakları sonunda karaciğerde siroz başlayabilir.

Tedâvisinde istirahat ve uygun diyet genellikle yeterli olur. Diyette karbonhidratlar (şekerli-unlu gıdâlar) bol olmalı, yağlı gıdâlar mümkün olduğu kadar az verilmelidir.

B Hepatitinde ölüm oranı, A Hepatitine göre daha fazladır. A ve B tiplerinin ayrımı bir takım testlerle yapılabilir. Had seyreden hepatitlerin sarılıksız şekilleri de vardır. Bunların teşhisi ancak hekimin tahmin ederek karaciğer testlerini yaptırması ile olabilir. Bu şeklin müzminleşme ihtimâli daha fazladır. Had Hepatitlerin nâdir görülen, karaciğer yetmezliği ile sonuçlanan ve genellikle ölümle biten bir şekli daha vardır. Buna “Fulminan Hepatit” denilmektedir.

Müzmin hepatitler:Doğrudan doğruya müzmin olarak başlayabileceği gibi had bir hepatit de müzminleşebilir. Müzmin hepatitler iki çeşittir. Bunlardan Aktif Müzmin Hepatit kötü gidişlidir; siroz veya karaciğer kanseri ile sonuçlanabilir. Persistan Müzmin Hepatit ise iyi seyirlidir ve mutad olarak şifâ ile sonlanır.

Hepatitli hastanın idrar, dışkı, kan ve salyası bulaştırıcıdır. Bu tip hastalarla temas sınırlı olmalıdır. Temastan sonra ellerin sabunlu suyla yıkanması korunma açısından faydalıdır. Hepatitli şahısla temas edip virüs aldığı tahmin edilen kişilere, pasif bağışıklık sağlamak için gamaglobulin enjeksiyonu yapılması (kas içine) faydalı olmaktadır. Son yıllarda Hepatit B Virüsüne karşı aşı geliştirilmiştir, fakat pahalı olduğu için yaygın kullanımı yoktur. Hepatitli hastalarla sık teması olan kimselere ve sağlık personeline uygulanmaktadır.

HEPTATLON

(Bkz. Atletizm)

HERDEMTÂZE (Helichrysum)

Alm. Strohblume (f), Fr. Immortelle (f), Helichrysum (m), İng. Everlasting. Familyası: Bileşikgiller (Compositae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Karadeniz, Batı, Güney ve İç Anadolu.

Memleketimizde 16 kadar Helichrysum türü bulunmaktadır. Bu türlerden en çok H. graveolens ve H. siculum türlerinin çiçek durumları tıbbî maksatla kullanılmaktadır. Güveotu, zamançiçeği veya ölmezçiçek denilmektedir. Çiçekler kuruduğunda bozulmadan kalabildiği için ölmezçiçek denilmektedir.

Kokulu ölmezçiçek (H.graveolens): Haziran-ağustos ayları arasında sarımsı çiçek açan, 10-50 cm yüksekliğinde, yünlü gibi beyaz tüylü bir bitkidir. Yapraklar beyazımsı-yeşil renkli, uzun tüylüdür. Tabanda rozet yapraklı ve gövde yaprakları dar, uzun ve sivri uçludur. Çiçek durumu bileşik bir demet gibi olup, çiçekler tüp şeklindedir. Çiçekleri taşıyıcı yaprakları parlak limon sarısı rengindedir.

Kullanıldığı yerler:Çiçekleri ve yapraklı gövdelerinde uçucu yağ vardır. Halk tıbbında böbrek taşlarına karşı ve idrar söktürücü olarak kullanılır.

Helichrysum siculum: Mayıs-ağustos aylarında sarımsı çiçekler açan, 20-40 cm yüksekliğinde, sık beyaz tüylü, çok gövdeli olan türdür. Anadolu’daki türler içinde en çok bulunanı olup, diğer ölmezçiçek gibi kullanılır.

HERODOT

Yunan târihçisi. M.Ö. 484’te Bodrum (Halikarnas)da dünyâya geldi. Âilesi Perslere bağlı olan Halikarnas Tiranı Ligdamisle ile çatıştığı için Sisam’a göç etmek zorunda kalmıştı. Herodot bundan sonra uzun yolculuklara çıktı. Doğu Anadolu’yu dolaşıp Mısır’a, İran’a gitti. Bütün Yunanistan’ı, Libya’yı ve Güney İtalya’nın Yunan şehirlerini gezdi. Fikrî bakımdan ikinci vatan olarak kabul ettiği Atina’ya (M.Ö. 445’e doğru) yerleşti. Burada Perikles’in çevresiyle ve bilhassa Sofokles’le dost oldu. M.Ö. 443’te Thurioi’ye göç edip, M.Ö. 439’dan sonra tekrar Atina’ya döndü.

Herodot’un en önemli eseri, İon lehçesinde yazdığı dokuz bölümden müteşekkil Târih’idir. Kitapta mitolojik bir önsözden sonra, Lidya Devleti ile ilgili olayları, Pers İmparatorluğunun kuruluşu ile fetih savaşlarını ve ünlü Yunan-İran savaşlarını anlatır. Eserlerini yazmakta kullandığı malzemenin başlıca kaynağını seyâhatleri teşkil eder. Ekonomik, politik meselelerde olduğu gibi, stratejik ve taktik meselelerin îzâhında da pek başarılı görülmeyen Herodot’un târihinde, birleştirici bir dünyâ görüşü de yoktur. Eserin asıl konusu, 476 yılındaki Mykale Meydan Savaşına kadar Yunanlılarla Asyalılar arasındaki mücâdeleler teşkil eder. Eserin en ilgi çekici kısmı ise Pers Savaşlarının tasviridir. Ayrıca eserde, o zamanın ülke ve milletlerinin özelliklerini bulmak da mümkündür.

Batı târih yazarlığının kurucusu kabul edilen Herodot’un en önemli özelliği, kitabına düzyazı hâlinde bir destan havası vermesidir. Hemen hemen bütün dillere çevrilen Herodot’un Târih’i, Türkçeye de tercüme edilmiştir.

Arione ile Yunus, Polıkrates’in Yüzüğü ve Amozonlar gibi ünlü hikâyeleri bulunan Herodot, M.Ö. 425’e doğru öldü.

HERSEKLİ ÂRİF HİKMET

Osmanlı şâirlerinden. 1839 senesinde Hersek’in Mostar kazâsında doğdu. Babası Zülfikâr Nâfiz Paşadır. Hersek’te tahsile başladı. Dedesi ve babası ölünce Bosna’ya taşındı. Tahsil için İstanbul’a geldi. Özel hocalardan sarf, nahif, mantık, meânî, beyân dersleri aldı. Tahsilden sonra ilk olarak sadrâzamlık özel kalem müdürlüğünde vazîfe aldı. Yedi-sekiz sene çalıştıktan sonra kendi isteğiyle ayrıldı. 1868 senesinde Adliye Nezâretinde çalışmaya başladı. 1883 senesinde Erzurum Asliye Hukuk Mahkemesi reisliğine, bir müddet sonra da Bursa Bidâyet Mahkemesi reisliğine tâyin edildi. Bursa’da üç sene kalan Ârif Hikmet Bey, annesi ölünce istifâ ederek, İstanbul’a geldi. Bir müddet sonra aynı görevle Manastır, Yanya ve Kastamonu’ya gönderildi. 1897 senesinde Derseâdet İstinâf Mahkemesi âzâlığına, 1900’de İstinâf Hukûk Mahkemesi Siyâseti, 1901’de Mahkeme-i Temyiz âzâlığına terfî etti. 1903 târihinde Şehzâdebaşı’nda öldü. Topkapı Mezarlığına defnedildi.

Kâdirî yoluna mensûb âlim bir kimseydi. Ârif Hikmet Beye göre Tanzimât inkılapları, yabancı devletlerin baskısıyla yapılmıştır. Tanzimâta karşı olan Ârif Hikmet Bey hızlı ve kolay yazı yazardı. İfâdesi samîmî, şiir dilini ustalıkla kullanan bu şâir, ilme son derece önem verirdi. Tasavvufa dâir yazdığı gazelleri şiirlerinin en güzelleridir. Ona göre şiir hayalden ibârettir. Divan şiirinin son temsilcilerindendir. Çok güzel konuşur ve şiir okurdu. İnsanları kolayca tesiri altına alırdı. Hâfızası fevkalâde kuvvetliydi.

Ârif Hikmet Beye göre Müslümanlık, Hak yolunda kahramanlıktır. Hersekli Ârif Hikmet; Osman Şems başta olmak üzere Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa, Recâizâde Celâl, Leskofçalı Gâlip ve Kâzım Paşa gibi şâirlerin meydana getirdiği, o devirde eski şiiri devâm ettiren Encümen-i Şuârâyı her hafta Lâleli Çukurçeşme’deki evinde toplardı. Burada şiir ve edebiyât sohbetleri yapılırdı.

Eserleri: Levâyih-ül-Hikem, Levâmi-ül-Efkâr, Sevânih-ül-Beyân, Misbâh- ül-Îzâh, Âsâr-ı Hikmet, Dîvân.

HESAP

Alm. Arithmetik (f), Rechnung (f), Fr. Arithmetique (f), calcul (m); compte (m), İng. Calculation; arithmetic. Matematikte, verilen nicelikler üzerinde matematiğin gösterdiği işlemlerden bir veya birkaçının yapılması. Matematiğin en geniş dalı olan hesap, bütün insanların her zaman çok çeşitli az veya çok kullandığı bir ilimdir. Hız, zaman, yol hesapları, alışverişte yapılan hesaplar, ferdî bütçe hesapları, âile bütçesinin hesaplanması, muhâsebe hesapları, limit, logaritma, diferansiyel, integral, tensör, vektör, varyasyon hesapları gibi pekçok çeşitleri mevcuttur. Lâtince isme “Calculus” olup “çakıl taşı” demektir. Eski devirlerde Avrupalılar hesap işlerinde çakıl taşı kullanırlardı. Araplarda, “İlm-ül-hisâb” tâbiri, en geniş mânâsı ile hesâba âit bütün mevzuları içine alır. Hesap, Müslüman doğu âleminde eskiden beri temel ilimlerden biriydi. Diğer temel ilimler ise geometri ve astronomidir.

Avrupalıların çakıl taşları ile hesap yaptıkları 770 senelerine doğru, Hintli âlimler Bağdat’ta Abbâsîlerin hükümdar sarayına Sıddhânta dedikleri astronomi kitapları ile birlikte hesap bilgilerini ve bu bilgilerin başında sıfır (Sanskritçe sûnya, Arapça sıfr: boş) işâretini ihtivâ eden sayı sistemini getirmişlerdir. Bağdat’tan çıkan sayı ve hesaplama usûllerinin Kuzey Afrika ve İspanya’nın fâtihleri Emevîler sâyesinde batıya geldiği bilinmektedir.

Müslüman âleminde ihtiyâtkâr da olsa hesapçılar ve astronomlar tarafından kullanılan yeni sayı sistemi ve dolayısıyla hesap usûlleri daha sonraları tecrübe edilmiş şekliyle alınmasına rağmen, Hıristiyanlarca ortaçağda üzerinde hesap yapılamayan Roma rakamları yanında çok az rağbet görebilmiştir. Müslüman Hintlilerin bulduğu Hind rakamlarını kullanan hesap müelliflerine misal olarak en eski hesap kitabı yazarı olan Muhammed bin Mûsâ el-Harezmî (780-850) gösterilir. Harezmî en eski cebir kitabı ile astronomi cetvellerinin de müellifidir. Harezmî’nin hesap kitabı Lâtinceye tercüme edilmiş ve B.Boncompagni tarafından Trattaki D’aritmatica (Roma 1857) ismi altında yayınlanmıştır.

Hind rakamlarını kullanan hesapçılar arasında el-Kerhî ile çağdaşı olan Ali bin Ahmed en-Nesevî (980-1040) de bulunmaktadır. Nesevî’nin yazdığı El-Muknî fil-Hesâb-il-Hindî adlı kitabı meşhurdur. Hesap hakkında on ikinci asırda yaşayan Ebû Zekeriyâ Muhammed el Haşşâr’ın Kitâb-ül-Haşşâr fî İlm-il-Gubâr adlı kitabının önemli bölümleri H.Suter tarafından Almancaya tercüme edilerek 1901’de üç seri hâlinde yayınlanmıştır. Aynı eserin İbn-i Bennâ (1260-1340) tarafından yapılan Telhîsu A’mâl-il-Hisâb’ı A.Marre tarafından Fransızcaya tercüme edilerek yayınlanmıştır. Ebü’l-Hasan Ali el- Kalsâdî (ölm. 1486)nin Keşf-ül-Esrâr-an İlmi Hurûf-il-Gubâr adlı eseri Endülüs Emevîlerinin rakamlar ile hesap yapma usûllerinin açıklamasını ihtivâ eder.

Muhammed bin Mûsâ Hintlilerin tersine toplama ve çıkarma işlemlerini en büyük sayıdan başlayarak yapardı. Bu sistemin îcâbı olan büyük sayıların ardarda çıkarılması işlemi hesap cetvelleri sâyesinde kolayca yapılırdı. El-Haşşâr da sâdece çıkarma işlemine en büyük sayıdan başlardı. Bu iki işlemde en küçükten başlama usûlünü ilk defâ El-Kalsâdî bulmuştur.Nesevî, Hintliler gibi payını paydasının üzerine yazdı. Fakat aralarını çizgi ile ayırmadı. Kesirleri, bugünkü şekilde payını ve paydasını çizgi ile ayırarak El-Haşşâr kullanmıştır. Karekök bugünkünün aynı formülleri ile çıkarılırdı. Karekök hesâbını ilk defâ Kalsâdî bulmuştur. Arapça kitaplar dört işlem, günlük hayat ve ticârette, geometride, yâni alan ve hacim hesapları hakkında problemler ihtivâ ederdi. Araplar kâğıt veya kum üzerine yazarak hesap yaptıkları gibi parmak ile, el veya zihin ile hesaplamak usûlünü de bilirlerdi. Bu çeşit hesaplar hakkında da kitaplar mevcuttur.

Tatbikat alanları içinde muhâsebe, işletme, iktisat, mekanik, fizik, kimyâ, astronomi gibi hemen bütün ilimlerin girdiği ve günlük hayâtın her safhasında kullanılan hesâbın temel ilkeleri matematik ilmi içerisinde incelenir.

HESS KÂNUNU

Termokimyâda ilk ve son haller prensibi olarak bilinen bir kânun. Bir kimyâsal reaksiyon veren sistemin iki belirli hâli arasında belirli bir enerji farkı vardır. Bu sebeple sistemin bir halden öbür hâle geçmesiyle belirli bir miktar enerji alınır veya verilir. Bu enerji miktârı sistemin geçirdiği basamaklara bağlı değildir. Bu kânuna en basit misal karbonun çeşitli basamaklar üzerinde oksidasyonudur. Karbon havada yandığı zaman karbondioksit (CO2) verir:

 CO2 + 94050 kaloriÆC + O2

Bu reaksiyonda bir mol CO2 başına 94050 kalori enerji açığa çıkar. Diğer taraftan karbon yarım mol oksijen ile yüksek sıcaklıkta karbon monoksit (CO) verir:

 CO + 26840 kaloriÆC + 1/2 O2

Bu reaksiyonda açığa çıkan enerji bir mol CO başına 26840 kaloridir. O halde Hess Kânununa göre eğer CO oksijenle CO2 vermek üzere yakılırsa çıkacak enerji yukarda geçen iki enerji arasındaki fark kadar olur:

 CO2 + 67610 kaloriÆCO + 1/2 O2

Bu kânun bir ara basamaktaki enerjiyi hesapla bulmaya yarar.

HESS, Rudolpf

Hitlerin yardımcısı olan Alman Nazi lideri. 26 Nisan 1894’te Mısır-İskenderiye’de doğdu. 17 Ağustos 1987’de Batı Berlin’de öldü. Mısır’da yaşayan bir Alman tüccarının oğlu olan Hess, on dört yaşına kadar bu ülkede kaldı.

1908’de eğitimi için Almanya’ya geldi. Birinci Dünyâ Savaşında Alman ordusunun önce kara, sonra da hava kuvvetlerinde bulundu. Savaştan sonra Münih Üniversitesinde öğrenim gördü. Üniversite yıllarında milliyetçi hareketlere katıldı. 1920’de Nazi Partisine girdi. Kısa sürede Hitler’in yakın dostu ve güvenilir adamı oldu. 9 Kasım 1923’te başarısızlıkla sonuçlanan Birahane Darbesine katıldı. Avusturya’ya kaçtı. Sonra ülkesine dönerek teslim oldu. Landsberg Hapishânesinde tutuklu bulunduğu sürede Hitler’in Kavgam adlı eserinin hazırlanmasına yardımcı oldu.

1933’te Hitler başbakan olunca Hess de bakan oldu. Aynı zamanda Hitler’in vekili olarak tâyin edildi.

10 Mayıs 1941’de savaşı sona erdirmek gâyesiyle gizlice İskoçya’ya oradan da İngiltere’ye gitti. Almanya’nın Büyük Britanya İmparatorluğunun bütünlüğüne saygı göstermesi ve eski İngiliz sömürgelerinin geri verilmesini kabul etmesi karşılığında, Avrupa’da Almanya’ya serbestçe hareket edebileceği bir alan bırakılması yolunda bir barış teklifinde bulundu. Bu teklifi cevapsız bırakılan Hess, İkinci Dünyâ Savaşı boyunca İngiltere’de savaş tutsağı olarak alıkonuldu. Savaştan Sonra Nürnberg Savaş Suçluları Mahkemesinde yargılanarak ömür boyu hapse mahkûm edildi. 1966’dan sonra tek tutuklu olarak kaldığı Spandau Hapishanesi, Hess’in 1984’te intihar ederek ölmesinden sonra yıkıldı.

HEYBE

Kıl, yün ve kendir lifinden dokunarak içine çeşitli şeyler konup, bir yerden bir yere taşımaya yarayan iki gözlü ev eşyâsı.

Heybe omuza veya at, eşek, bâzı bölgelerde de öküz sırtına konabilir. Heybenin iki gözü arasındaki kısmın ortası ekseriyetle yarık olur. At veya merkebin veya katırın sırtındaki eyerin kaşına takılıp, iki gözü yanlardan aşağı sarkıtılarak dengeli durması sağlanır. Omuz heybeleri ise daha küçük olup, delik kısmından boyuna geçirilir.

Heybenin bir gözü arkada bir gözü önde olur. Heybe daha çok köylerde kullanılır. Tarlaya, bağa, bahçeye giderken, yiyecek ve içecekler konduğu gibi küçük eşyâlar da konur. Pazardan alınan yiyecekler de heybeye konarak taşınır. Daha süslü heybelerin gözlerinin yüzüne halı kaplanır. Ağızları kilitli olanları da vardır.

HEYELAN

Alm. Bergrutsch. Erdrutsch (m), Fr. Eboulement (m), İng. Landslide. Yamaçlardaki zeminin parçalanması sonucu hâsıl olmuş toprağın çeşitli sebeplerle aşağı doğru kütle hâlinde hareket etmesi. Heyelanı meydana getiren sebepler iki çeşittir:

1. Dış sebepler: Yamaç eteğinin hafriyat veya yol yapımı sebebi ile kazılması, sular tarafından oyulma, erozyon sonucu eğimin fazlalaşması, yamacın üst kısmının yüklenmesi, deprem, infilak ve sarsıntılardır.

2. İç sebepler: a) Boşlukları kısmen hava dolu bir zemine giren suyun yüzeysel gerilimi arttırması, böylece ağırlığın da artması. b) Yamaçları yanlarına bağlayan jeolojik teşekkülâtın zamanla kaybolması, kayaların çatlaması ve ufalanması sebebi ile direnç azalması. Heyelanda; kopma bölgesi, hareket bölgesi ve yığılma bölgesi adlarında üç kısım vardır.

Kopma yerinde bir alçalma; yığılma yerinde ise yükselme olur. Heyelanlar bâzan çok hızlı olabileceği gibi bâzıları da çok yavaş vukua gelebilir. Yeryüzünde en fazla heyelan İtalya’da Apenin Dağlarında olur. Heyelanlar kayma satıhlarına göre de kısımlara ayrılır:

1. Akmalar; kayma sathı olmayan heyelan çeşididir. Toprak,kum, kaya, çamur, buzul akmaları gibi.

2. Kaymalar; kayma sathı olan heyelanlardır. Burada sert formasyonların kayması ve yumuşak zeminlerin kayması söz konusudur. Bunlara rotasyonel kaymalar denir. Enkazın kayması esnâsında çok defa yanlarda uzun yarıklar meydana gelir. Bu yarıklar, sağlam kısımlarla kaymakta olan enkazı birbirinden ayırır. Yarıkların, cidarları çizikli, bâzan da cilalı olabilir.

Heyelanlar çok kere âni ve hareketsiz olarak değil, belli bir süre zarfında meydana gelirler. Kopma bölgesinde yarık ve çatlaklar müşâhede olunur. Evvelden tedbir alınarak (drenaj, istinat duvarı, ağaç dikmek vs. ile) heyelanlar önlenmeye çalışılır. Böylece büyük zararların önlerine geçilebilir. Heyelanlar memleketimizde birçok yerlerde vuku bulmuştur. Daha çok dağların denize dik indiği bölgelerde, yumuşak arazilerde ve suya doymuş bol topraklı mevkilerde meydana gelir.

1929 senesinde Of-Sürmene mevkiinde rotasyonel heyelanlar olmuştur. Burada andezit materyalleri dezagregasyona (ayrışım) uğrayarak 15-20 m kalınlığında bir materyal örtüsü meydana gelmiştir. Çok yağmur yağmış olduğundan örtü su ile doymuş bir duruma gelmiş ve su, iç sürtünmeyi azalttığından enkaz, altta bulunan taze andezit tabanı üzerinden kaymıştır. Bâzı yerlerde meselâ Zisino Irmağının yamacına 300 m genişlik, 1500 m uzunluk ve 200 m kalınlıkta bir enkaz kütlesi kaymıştır. Kayan bu kütle takriben 9.000.000 m3’tür.

Ülkemizin çeşitli yerlerinde ve özellikle fay hattı boyunca birçok heyelan mevcuttur. Büyük miktarda meydana gelen heyelanlar genellikle seller, akarsular ve diğer sebepler tarafından yamaçların eteklerinin aşındırılması, oyulması sonucu eteklerin üzerindeki yükü çekemiyecek hâle gelmesiyle olur. 150-200 bin tona varan heyelanlar görülmüştür. Akarsuların dar vadilerde sebeb olduğu heyelanlar bâzan akarsu yatağını tıkayabilecek kadar büyük miktarda olabilmekte ve sonuçta heyelan sebebiyle baraj gölü gibi göller meydana gelmektedir.Tortum gölümüz bu hâdiseye güzel bir misaldir. Heyelanların meskun mahallerde meydana gelmesi tehlikeli olup can ve mal kaybına sebeb olabilir. Bunun için heyelana mâni olacak tedbirler alınmasına dikkat edilmelidir.

HEYET-İ ÂYÂN

(Bkz. Âyân Meclisi)

HEYKEL VE HEYKELCİLİK

Alm. Statue Skulptur (f), standbild (n) und Bildhauerkunst (f), Fr. Statue (f) et sculpture (f), İng. Statue and sculpture. Ağaç, tunç, taş, pişmiş toprak, alçı vb. maddelerle insan ve hayvanı üç buutlu (boyutlu) olarak ortaya koyma, resimlendirme. “Heykel” kelimesi daha ziyâde, vücudunun bütün organları tam yapılan canlılar için kullanılır. İnsan bedeninin bir kısmını ifâde ederse, buna “büst” denir. Bu işleri kendisi için sanat hâline getirenlere ise “heykeltraş” adı verilir.

Heykel ve heykelciliğin târihçesi: Heykel ve heykelciliğin târihi eski zamanlara kadar uzanır. Dünyânın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda mermer, ağaç, taş, pişmiş toprak, mâden vs. gibi çok çeşitli malzemeden yapılmış heykel ve heykelciklere rastlanmaktadır. Bunlar ve diğer heykeller üzerinde yapılan incelemelerden, heykellerin büyük bir kısmının çeşitli kavimlerin ilâh olarak tanıdıkları varlıkları tasvir ettikleri, bâzılarının kral-kraliçe gibi hükümdâr âilelerini, kahramanları ve kahramanlık olaylarını, bilim, sanat ve sporda meşhur olmuş kimseleri, bir kısmının da çeşitli insan ve hayvanları tasvir ettikleri anlaşılmıştır. Târihî araştırmalar, ilk heykelin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı hakkında herhangi bir netîce vermemektedir.

Târihi çok eski olduğu bilinen heykel ve heykelciliği bu derece yaygınlaştıran asıl sebeb, inançtır. Çeşitli devirlerde yaşamış insanların tapındıkları ve ilâh tanıdıkları şeylerin ağaç, taş, mâden üzerine işlemeleri ve ibâdetlerini bunlara karşı yapmaları, heykel ve heykelciliğe cemiyet hayâtında geniş yer verilmesine yol açmıştır. İslâm dînine âit kaynaklarda ilk heykelin yapılması şöyle anlatılmaktadır:

İlk insan ve peygamber olan Âdem aleyhisselâm ve bundan sonra da torunlarından İdrîs aleyhisselâm insanlara peygamber olarak gönderildi. Hepsi de tek yaratıcı olan Allah’a inanmayı ve O’nun emir ve yasaklarına uymayı anlattılar. İdris aleyhisselâmın göğe çıkarılmasından sonra insanlar azdı, doğru yoldan ayrıldı. Bu arada hazret-i İdris’in ayrılığına dayanamayanlar onun sûretini (heykelini) yaptılar. Daha sonra çeşitli canlıların heykelleri yapıldı. Zamanla insanlar putlara yâni heykellere tapınmaya başladılar.

Aklı ile bir yaratıcının varlığını düşünen ve anlayanlar ona giden yolu kendi başına bulamadı. Bunu önce etrâfında arayarak kendisine en büyük faydası olan güneşi yaratıcı sandı ve ona tapmaya başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, dağları, yırtıcı hayvanları ve benzerlerini gördükçe bunları da yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sembol, bir sûret yapmaya kalktı. Bunlardan putlar doğdu. Daha sonra bu putlara heykel adı verildi. Bunların gazâbından, zarar vermesinden korkan insanlar onlara kurbân kesti. Her yeni olayla, o olayı temsil eden putların miktârı arttı. Eski Yunan, Roma, Mısır ve Mezopotamya tapınakları, Amerika’daki ve Asya’daki ibâdet için yapılan yerler, sayıları yüzlere varan bu putlarla dolduruldu. Ayrıca evlere, saraylara ve başka yerlere de bunlar konuldu. İslâmiyet insanlara tebliğ edilmeye başlandığı zaman Kâbe’de 360 put (heykel) vardı. İslâmiyetin yayılmasıyla insanlar, putlara, heykellere tapınmanın gülünçlüğünü anlamışlarsa da, bugün bile, güneşe ve ateşe tapanlar ile inanç ve ibâdetlerine heykelleri karıştıranlar (Budistler, Hıristiyanlar, bâzı Afrika ve Amerikan yerlileri gibi) vardır. Çünkü insan, insanlığın yolunu aydınlatan peygamberler olmadan ve onlara inanmadan her şeyi yaratan tek ve sonsuz Allah’a kendi başına bir türlü ulaşamamaktadır.

Heykelcilikte usûl ve teknikler: Heykelci hem çizici hem de uygulayıcıdır. Heykelcilerin bâzıları sâdece ellerine verilen şekilleri ya oyarlar veya dökerler. Heykelcilikte; oyma, biçimleme, inşâ ve birleştirme, döküm, bitirme gibi teknikler vardır.

Oyma: Heykelci tek parça bir kütleyi istenen düzen içinde şekillendirir. Taş ve ahşap heykelcilikte bu usûl kullanılır.

Biçimlendirme: Yoğrulabilir heykel malzemelerinin elle şekillendirilmesi. Bunların maddesi kil, balmumu ve alçıdır.

Birleştirme: Önceden şekillendirilmiş malzeme ve parçaların usûlüne uygun olarak biraraya getirilmesidir.Birleştirme heykelcilikte, kumaş, saç, çıta, kalas, formika, cam, ip, metal borular vb. maddeler kullanılır.

Döküm: Serbest heykeller yapılacağı gibi, yapılmış heykellerin de kopyaları yapılır. Çeşitli döküm usûlleri vardır.

Bitirme işi: Bitmiş heykelleri perdahlama, cilâlama, boyama ve yaldızlama gibi uygulamaların yapılmasına denir.

Günümüzde ve Avrupa’da heykel ve heykelcilik: İnsanların heykellere tapmaya başlamasından sonra, heykelcilik bir sanat ve ticâret metaı olmuştur. Yüzyıllarca insanlar, her çeşit malzeme ve maddelerden heykeller yapmışlar ve hattâ bunları başkalarına satarak geçimlerini temin etmek yolunu tutmuşlardır. Arkeolojik kazılarda, çeşitli yörelerde bol miktarda bulunup müzelere konan heykeller bunu ispatlamaktadır. Bilhassa mermerden yapılan heykeller, günümüze kadar sanat özelliklerini korumuşlardır.

Avrupa’da başlayan Rönesans hareketi ile heykelcilik ayrı bir önem kazanmış, Michelangelo bu devirde yetişen heykeltraşların en meşhuru olmuştur. Bu zamandaki heykellerin yapımı, süsleme sanatı ile birlikte gelişmiştir. Ayrıca heykeller, şimşir, ıhlamur, meşe ve ceviz gibi sert ağaçlar oyularak çok çeşitli ölçülerde yapılmıştır. Taştan yapılan heykellerin kırılması çabuk olduğundan, eski zamanlardan beri, mermer kullanılması daha yaygındır ve daha çok tercih edilmiştir. Zamânımızdaki heykeltraşlar tarafından ekseriyâ mermer, bronz, tunç gibi kırılma tehlikesi daha az olan ve dayanıklılığı bulunan malzemeler kullanılmaktadır. Bunların yanında fildişinden heykel yapmak, eskiden olduğu gibi günümüzde de biblo şeklinde devâm etmektedir.

Türklerde ve İslâm devletlerinde heykelcilik: Türkeler İslâmiyeti kabûlünden önce, dînî bir kutsallık verdikleri şeylerin heykellerini yaparak tapındıkları iddiâ edilmiştir. Fakat bilindiği kadarı ile Türklerde bu sanat heykelcilik şeklinde görülmez. Ancak Orhun Âbidelerine bakıldığında mezar taşlarına insan başı yapıldığı görülür. Bu, tapınma değil, belki ölüye benzetilerek yapılan bir hâtıra olmalıdır.

İslâmiyeti kabûlünden sonra Türklerde ve diğer İslâm devletlerinde putperestliğe yol açan canlılara tapmayı önlemek için, heykel yapmak yasaklanmıştır. Çünkü İslâm dîni, insanlarla alay edilmesine, canlılara tapınılmasına ve gençlerin fuhşa sürüklenmesine, evlilerin baştan çıkarılmasına âlet olan canlı resimlerini, heykelleri yasak etmiş; canlıların anotomik parçalarının, bitkilerin ve her çeşit fizik, kimyâ, astronomi ve inşâat resimlerini serbest bırakmıştır. İlimde, teknikte lâzım olan resimlerin yapılmasını, bunlardan fayda elde etmeyi emretmiştir. İslâm dîni, her şeyde olduğu gibi resimleri de, faydalı ve zararlı olmak üzere ikiye ayırmış, faydalı olanlarına da müsâde etmiştir. İslâmiyet güzel sanatlarla uğraşmayı ve onda ilerlemeyi önlememiştir. Sâdece heykelciliği yasaklamıştır. İslâm sanat târihini inceleyenler, dünyâda eşine rastlanmayacak sanat şâheserlerinin meydana getirildiğini görmektedirler. Çeşitli İslâm ülkelerinde insan aklına durgunluk verecek kadar güzel ve bugün dahî, ziyâret edenlerin karşısında hayret ve hayranlıklarını gizleyemedikleri sanat eserleri mevcuttur. Selçuklularda ve bilhassa Osmanlılarda güzel sanatların her çeşidinde, meselâ câmi, kervansaray,köprü mîmârîsi, çini süsleme hat (yazma ve tezyinât), vb. çeşitli sanat kollarında hârika eserler vücuda getirilmiştir.

Osmanlılar devrinde, Sanâyi-i Nefîse Mektebinin açılması ile minyatür ve resimleme sanatına âit bâzı örneklere önem verilmiştir. Günümüz Türkiyesinde ise güzel sanatların her kolunda olduğu gibi, heykelcilik dalında da bâzı çalışmalar yapılmaktadır. Üniversite bünyesinde öğretim yapan güzel sanatların heykelcilik bölümünde heykeltraşlar yetiştirilmektedir.

HEZÂRFEN AHMED ÇELEBİ

Osmanlı Devleti zamânında yetişen ve dünyâda ilk olarak uçmayı başaran Türk bilgini. Ne zaman ve nerede doğduğu bilinmeyen Ahmed Çelebinin hayâtı hakkında mâlûmat yok denecek kadar azdır. 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan Dördüncü Murâd zamânında yaşamış olup, meşhur gösterisini yine bu Sultan huzûrunda yapmıştır.

Fen alanındaki geniş bilgi ve tecrübesi ile halk arasında “Hezârfen” yâni bin fenli diye bilinen Ahmed Çelebi; araştırma yapmaktan usanmayan, yiğit, akıllı ve bilgili bir kişiydi. Hezârfen Ahmed Çelebiden önce havacılık târihinde ilk olarak yine ünlü bir Türk bilgini olan İsmâil Cevher; kollarına kanat takarak ilk uçma denemesini yapmışsa da bu deneme ölümle sonuçlanmıştı. İlk uçan Hezârfen Ahmed Çelebi, bu Türk bilgininin hayâtını ve neden başarısızlığa uğradığını iyice inceledikten sonra aynı düşünceyi gerçekleştirmek için harekete geçti. Bilhassa hava akımları ve kuşların uçuşunu inceleyerek çalışmalarını geliştirdi.

Nihâyet târihî uçuşunu yapmak üzere Okmeydanı’na gelen Ahmed Çelebiyi seyretmek üzere Sultan Murâd Han da Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünde yerini almıştı. Ahmet Çelebi Okmeydanı’nda kartal kanatlarıyla birkaç kere havada kalma tâlimleri yaptı. Daha sonra Galata kulesinin en yüksek noktasına çıktı ve kendini boşluğa bırakıverdi. Halk dehşet içinde manzarayı seyrediyordu. Kanatlarını açarak kuşlar gibi yavaş yavaş hareket ettiren Ahmet Çelebi, Boğaz’ı süzülerek geçti ve Üsküdar’da Doğancılar meydanına indi. Bu başarısından dolayı Dördüncü Murâd Han kendisine bir kese altın ihsân etmişti. Sonraları Cezayir’e giden Hezârfen Ahmed Çelebi orada vefât etti.

17 Ekim 1950 târihinde İstanbul’da toplanan Milletlerarası Sivil Havacılık Kongresi ile ilgili olarak PTT idâresinin çıkardığı üç hâtıra pulundan zeytunî yeşil-mâvi renkli olanın taşıdığı temsîli resim, Hezârfen Ahmed Çelebiyi uçarken göstermektedir.

HIÇKIRIK

Alm. Schluckauf (m), Fr. Hoquet (m), İng. Hicup. Karın ve göğüs boşluklarını birbirinden ayıran en büyük solunum kası diyaframın, gayri irâdî birden kasılması ve aynı anda da soluk borusu üst kısmını kapatan glottisin o an kapanması ile meydana gelen kısa süreli bir olay.

Arasıra olan hıçkırığın bir önemi yoktur. Biraz uzun sürerse kesekağıdı içinden solumakla veya glottisi şuurlu olarak kapatarak kendini soluk vermeye zorlayarak hıçkırığın durmasına çalışılır. Bir çorba kaşığı toz şekeri bir kerede yutmanın hıçkırığa iyi geleceği belirtilmiştir.

Uzun süren hıçkırıklarda mutlaka bir sebeb araştırmalıdır. Bu sebepler, sindirim sistemi hastalıkları, akciğer hastalıkları, diyafram altı abseleri ve rûhî sebepler olabilir.

HIDIRELLEZ

Rûmî senede Nisan ayının 23., mîlâdî senede mayıs ayının 6. günü. Hıdırellez, Hızır aleyhisselâm ile İlyâs aleyhisselâmın isimlerinin birleştirilerek söylenmesinden doğan bir ifâdedir. Bir yıl, “Hızır” ve “Kasım” olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının 6’sında Hızır ile yaz başlar ve 186 gün sürer. Kasım ayının 8’ine kadar devâm eder, bundan sonra kış başlar. 179 gün (şubatın 29 çektiği artık yıllarda 180 gün) sürer. Yazın ilk günü sayılan 6 Mayıs gününe Hıdırellez denmesinin sebebi ise; Hızır aleyhisselâmın kurak bir yere oturması ile o yerin yeşerip dalgalanmaya başlamasıdır. Bu sebeple, yaz başlangıcında ortalığın yeşermeye başladığı güne yeşil mânâsına gelen Hızır Günü, yine bu güne Hızır ile İlyâs’ın (aleyhimesselâm) buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez (Hızır-İlyâs) denmiştir. (Bkz. Hızır ve İlyâs Aleyhisselâm)

Bugün yaz günlerinin başlangıcı sayıldığından, temiz havadan ve bol güneşten istifâde etmek maksadıyla kırlara çıkmak, halk arasında âdet hâline gelmiştir. Bugünün İslâmiyette dînî bir hüviyeti ve kutsiyeti yoktur. Soğuk ve yağışlı geçen kış günlerinden sonra havaların ısınması ve toprağın yeşile bürünmesi, insanların açık havaya, kırlara çıkmak arzuları, Hızır ve İlyâs aleyhimesselâma Müslümanlar arasında duyulan sevgi ve saygı ile birleşetirilerek böyle bir âdet ortaya çıkmıştır. Ayrıca bugün, insanların bir araya gelip karşılıklı olarak muhabbet ve hürmet duyguları içinde sohbet ederek hoşça vakit geçirmelerine; kırlarda ve mesîre yerlerinde birbirlerine hürmet ve ikrâmda bulunarak, aralarındaki dostluk ve kardeşlik bağlarının kuvvetlendirilmesine vesîle yapılmıştır. Bilhassa Anadolu’da bir halk âdeti olarak yaşamıştır. Ancak, son yüz sene içinde Hıdırellez’in aslı ve mânâsı bozulup, yeni çehrelere büründürülmüştür.

Hızır, Hıristiyanların “Noel Baba”larına benzetilmek istenerek, Noel Baba’nın yılbaşlarında herkese hediye dağıttığı gibi, Hızır’ın da bolluk ve bereketin işâreti olarak yeşilliği, çiçeği getirdiği inancı rastgele söylenmektedir. Bundan dolayı, Hıristiyanların Noel gecelerinde yaptıkları her türlü taşkınlık ve çılgınlıkların, Hıdırellez günü Müslümanlar tarafından yapılması için çeşitli telkin ve propagandalar yapılmaktadır. Bunların İslâmiyetde hiçbir yeri yoktur. İslâmiyet, Hızır ve İlyâs (aleyhimesselâmın) Allah’ın sevgili kullarından olduğunu haber vermekte, fakat onlar adına mukaddes bir gün bildirmemektedir. Dolayısıyla 6 Mayısta İslâmiyetin beğenmediği, haram ettiği şeyleri yaparak eğlenmek yasaktır. Bunun gibi, bugünde halk arasında zaman zaman görülen bâtıl îtikatlardan olan kısmet açılsın diye ağaç dallarına para ve bezler bağlamak gibi işler de, İslâmiyetin yasakladığı şeylerdendir.Bu gibi hurâfelerin kaynağı, esâsen Hıristiyanlık ve Yahûdîliktir. Bize onlardan geçen bu gibi şeylerin Hızır ve İlyâs aleyhimesselâm ile hiçbir alâkası yoktur.

HIFI SİSTEMLERİ

Alm. HIFI-Systeme, Fr. Systèmes de HIFI,  İng. HIFI systems, İngilizce “high fidelity” (yüksek sadâkat) anlamındaki kelimelerin kısaltılmışı. Bu sistemler, kaydedilecek sesleri orijinallerine en iyi bir şekilde sadık kalarak kaydeder ve istenildiğinde tekrar yayınlarlar. Böyle bir sistemin esası, açık hoparlörlere veya kulak hoparlörlerine ses sinyallerini gönderen veya kayıt cihazı teybe, giriş sinyallerini gönderen bir yükseltgendir. Bu yükseltgene giriş, kayıt cihazından, radyo vericisinden, TV ses uyarlayıcısından veya mikrofondan gelebilir. Günümüzdeki hifi sistemlerinin çoğu stereofonik veya yenileri kuadrafoniktir. Bu terimler çıkışta sesin iki hoparlörle mi yoksa dört hoparlörle mi dışarıya verildiğine işaret eder. Piyasada, imalatçıları tarafından hifi olduğu bildirilen pekçok sistem vardır ki, bunların kaliteleri iddia edildiği kadar değildir. Bu karışıklık, hifi teriminin standart olarak târif edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Genel olarak bir hifi sisteminin orijinaline çok yakın ses yayınlaması için, mevcut elektronik düzenin geniş bir frekans yayın alanına sâhib olması; gürültü çıkarma ve ses bozmasının en düşük seviyede olması ve yeterli güç çıkışının mevcut olması gerekir.

Frekans alanı: İnsan kulağı tarafından işitilebilen sesin frekansı 20 ile 20.000 Hz arasındadır. Buna göre iyi bir hifi sistemi, bu aralıktaki bütün frekansları, hiçbirini yitirmeden ve bozmadan çıkarabilmelidir. Bir sistemin frekans alanı, âletin işleyebildiği en büyük ve en küçük frekans olarak belirlenir.

Ses bozulması: Hifi sistemlerde ses bozulmamalı ve orjinale en yakın biçimde verilmelidir. Giriş sinyalinde olmayan, fakat çıkışta ortaya çıkan sesler değişik şekilde ortaya gelir.

“Harmonik çarpılma”, cihazda istenmeyen bir şekilde ortaya çıkan harmonik frekanslardır. Harmonik frekans, cihazdan geçen ana frekansın katlarından biridir. Meselâ ana frekans 1000 Hz ise, birinci harmonik 2000 Hz ve üçüncü harmonik frekans 3000 Hz’dir.

“Genlik çarpılması” sinyalin bir cihazdan diğer cihaza iletilmesi sırasında bir genliğin giriş sinyaline uygun olmayan bir şekilde değiştirilmesiyle meydana gelir. Genlik çarpılması sonucunda “intermodulation (IM) çarpılması” ortaya çıkar. Bu çarpılma; iki veya daha fazla giriş frekanslarının, bu frekansların toplam veya farkı şeklinde frekansları doğurmasıyla belirir.

Harmonik ve intermodulation çarpılması çıkış sinyalinin yüzde oranı olarak verilir. Meselâ, toplam harmonik çarpılma % 0.1 verildiğinde, bu çarpılmanın, toplam çıkış sinyaline oranıdır.

Çarpılma, ses kalitesinde bozukluğa sebeb olur. Özellikle intermodulation çarpıklığı, tesir bakımından harmonik çarpıklıktan daha kötü etki meydana getirir.

Bâzı durumlarda ses çıkış genliği, cihazın işlem yaptığı en büyük genlikten daha fazla olur ve bu fazlalık kesilerek verilir. Sonuç olarak ses kalitesinde bir bozukluk ortaya çıkar. Bu tür çarpılma bâzı îmâlâtçılar tarafından verilir.

Meselâ, 20db (desibel) de % 0.1’lik çarpılma, eğer giriş sinyali 20db’nin üstüne çıkarsa% 0.1’lik bir çarpılmanın meydana geleceğine işâret eder.

Disklerin çoğaltılmasında da iki tür bozulma görülür. Bunlardan biri, iğne kolunun yeterli ağırlıkta olmamasından veya iğne ile plak arasındaki sürtünmeler sebebiyle ortaya çıkar. İkinci tür bozulma ise mekanik kolun plak izlerine teğet doğrultuda bulunmamasından belirir. Diğer bir bozulma da harmonik bozulma türündendir. Kayıt sırasında kullanılan uç ile okunma sırasında kullanılan ucun farklı olmasından ortaya çıkar.

Gürültü: Sistemde meydana gelen rastgele elektrik sinyallerinden istenmeyen gürültüler ortaya çıkar. Sistemde sinyal mevcut değilken bile, devredeki düşük akımdan dolayı kaçınılmaz bir gürültü oluşur. Bu gürültü içinde bütün frekanslar mevcut olduğu için, “beyaz gürültü” olarak isimlendirilir. Bu isimlendirme “beyaz ışık”da bütün görünür frekansların mevcut olmasına dayandırılmaktadır.

Çıkış gücü: Çıkış gücünün ölçülmesi için değişik ölçme teknikleri mevcuttur. En çok kullanılan ve anlamlısı karesel ortalama güçtür. Karesel ortalama, dalga şeklindeki alternatif akımın voltajını, verilen bir yükte aynı gücü yayan doğru akım voltajına eşdeğer hâle getirir. Bu ise cihazın belirli zaman aralığında sürekli olarak kullanacağı enerjiye eşdeğerdir. Genellikle evlerde kullanılan aletler için büyük güçlere ihtiyaç yoktur. Buna rağmen alışılagelenden daha fazla güçlü âletler tercih edilir. Bu durumda normal şartlarda âlet maksimum gücün altında çalışır ve meydana gelebilecek âni yükselmeler ve uzun kullanmalarda ısınmayı önlemek için ilâve güç saklanır.

Plak, teyp veya kaset teyplerin tahrik mekanizmasındaki hız değişiklikleri ses bozukluklarına sebeb olur. Mekanik kısımların hareketinden doğan seslerin kayıt edilip, tekrar hoparlöre verilmesiyle bazı istenmeyen gürültüler ortaya çıkar. Hifi sistemlerde bu türlü bozukluklar en aza indirilmiştir. Öz direnç ve duyarlılık. Bir sistemden diğer sisteme iletişimde, sistemlerin özdirençlerinin uyuşması, ses bozulmalarını asgari seviyeye indirir. Genellikle, giriş kapasitesinin, kaynak kapasitesinin beş veya altı katı olması yeterlidir. Özdirenç; devrenin akıma gösterdiği dirençtir ve sistemin direnci ile kapasitif direncin toplamından ibarettir. Bu değer frekansla değişir, genel olarak 1 kHz’deki değer verilir. Özdirenç genellikle normal dirençten daha fazladır.

Bir yükseltgenin duyarlılığı, en büyük çıkış gücünün ortaya çıkarılması için gerekli giriş voltajı olarak bilinir. Giriş voltajının düşüklüğü nispetinde yükseltgenin duyarlılığı yüksektir.

HILTAN

(Bkz. Dişotu)

HINÇAK KOMİTESİ

Rus Ermenileri tarafından kurulan Ermeni tedhiş örgütü. Rus ve İngiliz yardımlarıyla mültecî Ermeniler tarafından 1887'de Cenevre'de kuruldu. Temel ideolojisi Marksizm olan komite, 1890'da Hınçakyan İhtilâl Partisi adını aldı. Önceleri merkeziİstanbul kabul edildiyse de, sonradan Londra'ya taşındı.

Teşkilâtın kurucusu Kafkasyalı Nazarbeg ve karısı Maro idi. Osmanlı Devleti topraklarında gizlice teşkilâtlanan Ermeniler, Rus konsolosluklarından büyük destek gördüler. Teşkilâtın gâyesi; Osmanlıların altı vilâyetinde isyanlar çıkararak Berlin Antlaşmasının 61. maddesini uygulamaya koydurmak için yabancı devletlerin müdâhalesini sağlamaktı. Netîcede Doğu Anadolu, İran, Âzerbaycan ve Kafkasları içine alan bir Ermenistan devleti kurmak istiyorlardı. Anadolu'nun her tarafında komiteler kurup teşkilâtlandılar. Ermeni zenginlerden zorla para topluyorlar, isyânlar çıkarıyorlardı. 1890'da Erzurum isyânını, 1892-1893'te Merzifon-Yozgat-Kayseri olaylarını, 1895'te Birinci Sason olayları, İstanbul'da birinci Ermeni patırtısını ve Zeytun isyânını tertiplediler. 1894'te Matyos İzmirliyan'ı patrik seçtirip, kilise ve komite başkanlığını tek şahısta topladılar. Çeşitli eğilim ve görüşte olan Ermenileri bünyesinde barındıran komite, 1896'da Londra'da toplanan kongrede çıkan tartışmalar sonunda parçalandı.

Aspiar Arpiaryen liderliğinde Reforme Hınçak Partisi kuruldu. Öbür grup Nazarbeg'in peşinde tedhişlerine devâm etti. İki grubun mensupları, idârecilerinin hesâbına kavga edip, kıyasıya kan döktüler. Kâhire, Londra, Petersburg, Sofya ve Tahran sokakları, iki tarafın cesetleri ile doldu. Ermeniler bu teşkilâtlardan yüz çevirip, Taşnak komitesini desteklemeye başladılar. (Bkz. Taşnak Komitesi)

İttihat ve Terakki mensupları, Abdülhamîd Hana karşı Hınçak komitesi ile de işbirliği yaptılar. İkinci Meşrutiyet'ten sonra Hınçak Komitesi, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adıyla resmiyet kazandı (1910), Seçimlere katılıp Meclis-i Mebusan'a dahi girme imkânı buldular. Ama canciğer dost oldukları İttihatçı paşaları da öldürmekten çekinmediler.