HEKİMBAŞILIK

Osmanlı sarayının ve memleketin sağlık işleriyle uğraşan teşkilât. Bu teşkilâtın başındaki vazîfeliye “hekimbaşı” denilirdi.

Bâzı kaynaklara göre Fâtih Sultan Mehmed Handan önce Sultan İkinci Murâd Han döneminde yerleşmeye başlayan bu kuruluş, sonraları daha da gelişti. Sultan İkinci Murâd Han döneminde Hekim Şeyhî’nin, hekimbaşı olarak tayin edildiği bilinmektedir. Hekimbaşı, pâdişâhın çevresinde çalışan kişilerin en büyüklerinden sayılırdı. Bu sebeple hekimbaşılığa tâyin edilenlere 18. yüzyıla kadar sadrâzamlar, sonraları da dârüssaâde ağaları, pâdişâh tarafından hediye edilen bir kürk giydirirlerdi.

Hekimbaşı, dârüssaâde ağasına bağlı olmakla berâber her türlü yazışmaları sadrâzamla yapardı. Bütün sağlık personelinin tâyin ve göreve alınmalarında onun tavsiyeleri alınırdı. Hekimbaşılarına geçimleri için arpalık yâni herhangi bir yerin vergisi verilirdi. Diğer İslâm memleketlerinde olduğu gibi Osmanlı Türklerinde de, Kur’ân-ı kerîm’in getirdiği sağlık prensipleri ve Peygamberimizin sağlıkla ilgili hadîs-i şerîfleri uyulacak sağlık kuralları olmuştur. Hekimlik hizmetlerinde, koruyucu hekimliğin, tedâvî hekimliğinden daha kıymetli olduğunun farkında olan Müslümanlar, İslâmiyetin koyduğu kurallarla şimdiki modern hijyen ilminden daha öndeydiler. Bu kâidelere riâyet edenlerin hastalanmayacaklarını Peygamber efendimiz bildirmiştir. (Bkz. Hijyen)

Hekimbaşının selâhiyetleri bugünkü sağlık bakanının selâhiyetlerine eşitti. Ancak bu selâhiyetler askerî alana da yansırdı. Savaş zamânında hekimbaşı, aynı zamanda “ordu hekimbaşısı” idi. Müneccimbaşılık vazîfesini de gören hekimbaşılar, her yıl hicrî yılbaşında bir zâyice (hâdiseleri düzenleyen yıllık cetvel) yapıp pâdişâha takdim ederlerdi. Ayrıca adlî tabiplik görevini de yürütürlerdi. Bir âdet olarak pâdişâhların ölümünde hekimbaşılar görevden alınırlardı. Ancak pâdişâhın tahttan çekilme durumunda görevlerinde kalırlardı.

Hekimbaşının emrinde 19. yüzyıla kadar cerrahbaşı, kehhalbaşı (göz mütehassısı) ve eczâcı kalfaları vardı. Bu târihe kadar hekim ve eczâcı aynı kişi olduğundan ayrıca bir eczâcıbaşılık yoktu.

Hekimbaşılığın yetkileri 19. asrın ortalarında sınırlandırıldı. Çünkü bu zamanda tıp alanında modernleşmeye gidilmesi, bâzı kânun, tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılmasına sebeb oldu. Ayrıca hekimbaşının vazîfesi sarayın sağlığı ile ilgilenmekten ibâret olduğundan, “hekimbaşılık” yerine “sertabiplik” deyimi kullanıldı. 1837’de Harbiye Nezâretinde kurulan Sıhhiye Dâiresi, askerî alandaki sağlık konularını, 1850’de kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne ve Umûr-ı Tıbbıye-i Mülkiye Nezâreti ise sivil alandaki sağlık konularını ele aldı. 1869 târihli İdâre-i Tıbbiye-i Askeriye Nizamnâmesigereğince kurulan Umûr-ı Sıhhiye-i Askeriyye Meclisi, askerî sağlık işlerini devraldığı gibi, gene o yıl kurulan Meclis-i Umûr-ı Tıbbıye-i Mülkiye de sivil sağlık işlerini üzerine almıştır. Bu son kuruluş 1906’da Meclis-i Maârif-i Tıb ve 1908’den sonra da Meclis-i Umûr-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umûmiye adlarını almıştır. 1912’de bu meclis tamâmen kaldırılarak İçişleri Bakanlığına bağlı Sıhhiye Müdüriyet-i Umûmiyesi kurulmuştur. Daha sonra 1914’te Dâhiliye ve Sıhhiye Nezâreti adını alan bu kuruluş, 1920’de Sıhhat ve İçtimâî Muâvenet Vekâleti, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı adını alarak son şekline geçmiştir. Böylece eskiden hekimbaşıların üzerinde olan her türlü sivil sağlık işlerinden bugün bu bakanlık sorumludur.

On beşinci yüzyıldan îtibâren hekimbaşılık yapmış olan zâtlar şunlardır: Kaysunizâde Mehmed Efendi, Emir Çelebi, Sakızlı Îsâ Çelebi, Halepli Sâlih bin Nasrullah, Hayâtîzâde Büyük Mustafa Feyzî Efendi, Giritli Nuh Efendi, Hasan Efendi, Suphizâde Abdülazîz Efendi, Gevrekzâde Hâfız Hasan Efendi, Mustafa Behçet Efendi, Abdülhak Molla, Cerrah İsmâil Paşa.

Bunlardan Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın Bebek’teki eczânesinin kapısına astığı “Ne ararsan bulunur, derde devâdan gayri” sözü pek meşhurdur.

HEKİMOĞLU ALİ PAŞA

Osmanlı sadrâzamı. Venedikli mühtedîlerden (İslâmı kabul eden) Hekimbaşı Nuh Efendinin oğlu olup, Haziran 1689’da dünyâya geldi. İyi bir eğitim gördükten sonra Sultan Üçüncü Ahmed Han zamânında hassa silahşörlüğü ile saraya alınıp, sonra da dergâh-ı âlî kapıcıbaşıları arasına katıldı. 1713’te Zile voyvodalığına tâyin olunan Ali Bey, 1719’da Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşanın sadâreti zamânında beylerbeyi pâyesi ile Türkmen ağası, 1722’de Rumeli pâyesi ile Adana Vâlisi oldu. Bu görevdeyken çevredeki birçok aşîretin elebaşlarını sindirerek güvenliği sağlayıp, haklı bir ün kazandı.

1724’te tâyin edildiği Haleb vâliliği sırasında serasker Köprülüzâde Abdullah Paşa maiyetinde doğu seferine memur edildi. Ali Paşa, Tebriz’in alınmasında büyük gayret gösterdi. 1725’te vezirlik rütbesi verilip birkaç gün sonra Anadolu Beylerbeyi ve bilâhare hastalığından dolayı vazîfesinden istifâ eden Abdullah Paşa, Temmuz 1726’da doğu serdarlığı ile Tebriz muhâfızlığına getirildi.

Bu vazîfedeyken adamları hakkında vukû bulan bâzı şikâyetlerden dolayı 1728’de Şehrizor eyâletine nakledildi. Aynı yıl Sivas, bir yıl sonra da Diyarbakır vâliliğine getirildi. Nâdir Şahın meydana çıkması ile kötü bir hâl alan doğu seferine 1730’da ikinci defâ serdâr tâyin olunan Ali Paşa, bu sırada tahta çıkan Sultan Birinci Mahmûd Han tarafından elmaslı bir kılıç ve bir samur kürk gönderilmek sûretiyle taltif edildi. Ali Paşa, Üçüncü Tahmasb’a karşı Eylül 1731’de Kuzican Zaferini kazanarak Hemedan, Urmiye ve Tebriz’i geri aldı. Şahın talebi üzerine akdolunan “Ahmed Paşa Musalahası” ile sulh sağlandı.

1732’de Sadrâzam Topal Osman Paşanın azli üzerine Sultan Birinci Mahmûd Han zamânında sadrâzamlığa getirildi. Üç buçuk yıl süren Ali Paşanın bu ilk sadrâzamlığı, Avrupa’da Lehistan verâseti buhrâniyle, doğuda Ahmed Paşa Antlaşmasını kabul etmeyen Nâdir Şahın İran tahtında bulunan Tahmasb’ı indirip yerine Üçüncü Abbâs’ı getirmesi ve Bağdat’a hücum etmesi zamanlarına rastlar. Bağdat’ı Nâdir Şah kuvvetlerinden kurtarmaya muvaffak olan Topal Osman Paşanın 1733’de Kerkük civârında baskına uğrayarak şehid ve ordunun perişân olması üzerine sarayda toplanan harp meclisinde Sadrâzam Ali Paşa azlolunarak Midilli’ye sürüldü.

Ali Paşa bir yıl sonra gönderdildiği Bosna vâliliği sırasında üç sene Avusturya kuvvetlerinin şiddetli hücumlarına karşı kahramanca mukâvemet gösterdi. Topladığı gönüllülerle gücünü arttıran Ali Paşa, Banyaluka surları önünde Mareşal Hildburgausen’e karşı 4 Ağustos 1737’de parlak bir zafer kazandı. 1740’ta güvenliği sağlamak ve Kölemen beylerini sindirmek vazîfesiyle Mısır’a gönderildi. Bir yıl sonra Anadolu beylerbeyi olan Ali Paşa 1742’de ikinci defâ sadrâzamlığa getirildi. Ancak bir müddet sonra yeniden görevden alınarak Midilli’ye sürüldü. 1744’te Bosna, 1745’te Haleb vâliliğine tâyin edildi. Ali Paşa, aynı yıl Nâdir Şahın Kars üzerine gelmekte olduğu öğrenilince Anadolu eyâleti ile ikinci defâ, şark (doğu) serdarlığına tâyin oldu.

1746’da İran ile sulh yapıldıktan sonra Anadolu’daki eşkıyâyı sindirmeye memur edildi. Karışıklıklar çıkması üzerine üçüncü defâ Bosna vâliliğine gönderildi. Ali Paşa, daha sonra tâyin edildiği Trabzon vâliliği sırasında Karadeniz derebeylerini ortadan kaldırdı. 1754’te Anadolu beylerbeyliğine naklolundu ise de Şubat 1755’te Sultan Üçüncü Osman Han tarafından sadrâzamlık tevcih edildi. Fakat bâzı mâniler sebebiyle üçüncü sadâretinde ancak elli üç gün kalabilen Ali Paşa azlolunarak Kıbrıs’a sürüldü. Ali Paşa Kıbrıs’ta o kadar izzet ve ikrâm gördü ki, verilen hediye ve para yardımları sâyesinde üç ayda Kıbrıs fakirlerine 100 bin kuruştan fazla tasaddukta (sadaka) bulundu. Aynı sene oğlunun pâdişâha yazdığı bir arîza ile sürgünden kurtulup, 1755’te Mısır vâliliğine getirildi.

1756’da Anadolu beylerbeyi olan Hekimoğlu Ali Paşa, bu görevdeyken 14 Ağustos 1758’de eyâlet merkezi olan Kütahya’da vefât etti. Ölürken, İstanbul’daki câmii yanına defnedilmesini vasiyet eden Ali Paşanın naaşı, geçici olarak Kütahya’da defnedilmişti. Daha sonra müsâade alınarak İstanbul’a getirilip türbesine defnedildi.

Ali Paşa, akıllı, âlim, tedbirli, yiğit, sağlam görüş sâhibi, cömert ve kerîm bir zât olup, idârede şiddetliydi. Otuz seneyi aşan vezâreti zamânında başta pâdişâh olmak üzere bütün devlet erkânının îtimât ve hürmetini kazanmıştı.

Âli mahlası ile şiirler yazan Ali Paşanın İstanbul’da Davutpaşa yakınlarında bir câmii, kitaplığı, sebili, türbesi ve zâviyesi vardır.

HELÂL

(Bkz. Harâm ve Helâl)

HELİKOPTER

Alm. Hubschrauber (m), Fr. Helicoptere (m), İng. Helicopter. Dik olarak iniş- kalkış yapabilen uçuş aracı. Havada tutunabilmesi uçaklardaki gibi kanatlarla olmayıp yine bir çeşit kanat olarak kabul edilebilen paletlerden meydana gelen döner pervâne ile sağlanmaktadır.

Pervâne, helikopterin üst kısmında olup motor tarafından döndürülen bir rotora bağlıdır ve yere paralel olarak dönmektedir. Havada tutunması yatay olarak dönen pervaneyle sağlanan hava araçlarına genelde jiravyon denmektedir. Helikopterler de bir cins jiravyondur. Jirodin ve Otojir de bu âileye giren hava araçlarından iki tiptir. Otojirlerin pervanesi motor tarafından döndürülmez; dönme, otorotasyon ile yeni aracın hareketi ile sağlanır. Bu sebepten otojirler rüzgârlı havalarda iniş kalkış yapabilirler. 1940’lardan sonra otojirler kalkmıştır. Helikopter âilesinden diğer bir tip araç da konvertioldir. Daha karmaşık olan bu araçların uçuş anında şekil değiştirip pervâneli uçak gibi hareket etme özelliği vardır. Normalde kanat uçlarında motor tarafından döndürülen birer rotor ve rotora bağlı pervâneleri bulunan bir uçak gibidir. Yatay uçuş hareketinde pervâneler yere dik, dönüş ekseni ise yere paraleldir. İniş-kalkış hâlinde bu pervâneler 90° dönerek yere paralel hâle gelirler ve helikopter gibi dik iniş ve kalkışı sağlarlar. Kalktıktan sonra tekrar pervâneler 90° dönüp pervâneli uçak hâline gelirler.

Yapısı ve çalışması:Helikopterin en önemli özelliği ileri hareketinin yanında geri ve yan taraflara da hareket edebilir olmasıdır. Hattâ havada, olduğu yerde durabilir. İniş kalkış için uçaklarda olduğu gibi özel bir pist gerektirmez. Bu sebeple pek çok sahada kolaylık sağlayan helikopter motor ve uçucuları taşıyan bir gövde ve bir kuyruk kısmından meydana gelir. Tek motorlu helikopterlerde kuyruk kısmının ucunda hareketini yine motordan alan ikinci bir küçük rotor daha bulunur. Bu, ana rotor hareket ettiğinde gövdenin ters yöne dönmesine mâni olarak helikopterin hareket yönünü tâyin eder. Tepkinin etkiye eşitliği ilkesine göre gövde üzerinde bulunan motor tarafından döndürülen rotor, gövdeyi ters yöne döndürmeye çalışacaktır. Çift motorlu büyük helikopterlerde böyle bir problem yoktur. Rotorların dönüş yönleri birbirlerine ters olarak ayarlandığından birbirinin etkisini dengeliyerek gövdeye bir tesir yapmazlar. Bu tip helikopterlerde rotorlar ya yan yana veya arka arkaya veyahut da aynı eksende olmak üzere alt alta bulunur. Rotorları tahrik eden motor, ya patlamalı motor veya turboşaft motor denen gaz türbinidir. Gaz türbini 1950’lerden sonra kullanılmıştır. Bâzı tip helikopterlerde motor, paletlerin ucundan püsküren hava veya gaz tepkisi ile döndürülür. Bu tipler basit ve hafif olmasına rağmen verimleri düşük ve gürültülüdür. Bu sebeple az kullanılır.

Rotor paletleri dönerlerken yatay düzlemle aynı uçak kanatlarında olduğu gibi bir açı yaparlar. Uçaklarda hücum açısı olarak adlandırılan bu açıya helikopterlerde hatve açısı veya pale açısı denir. Helikopterlerin daha fazla yükselmesi istendiğinde gereken daha fazla kaldırma kuvveti rotor hızının arttırılmasıyla değil, bu hatve açılarını arttırmak suretiyle sağlanır. Çünkü rotorun dönüş hızı değişmez. Açı değişimi pilot kabininde bulunan bir kolla sağlanır. Bunun gibi birçok kumandayı pilotun her an kullanması gerekir. Bu sebeple helikopterleri kullanacak özel olarak yetiştirilmiş pilotlar gerekir.

Helikopterlerin belli bir yöne uçması istendiğinde rotorun o yöne eğilmesi gerekir. Bu halde rotorun meydana getirdiği kaldırma kuvvetinin iki bileşeni olur. Biri dik olarak helikopteri havada tutar. Diğeri yatay olarak helikopteri istenen yere sürükler. Sürükleme hızını artırmak için rotorun daha fazla eğilmesi gerekir. Bu durumda kaldırma kuvvetinin düşmemesi için motor gücü arttırılır. Rotorun istenen yöne eğilmesi pale açılarının, tam bir devir esnâsında bir arttırılıp bir azaltılmasıyla mümkün olur. Bu esnada eğilecek tarafta kaldırma kuvveti düşer tam karşı yarım devirde yükselir. Bu da hatve açısının devirinin yarısında yükseltilmesiyle mümkün olur. Hatve açısının bu şekilde kontrolü pilot tarafından bir levye (kol) vâsıtasıyla yapılır. Motor havada âniden durduğu zaman rotorun dönme hızı düşer ve kaldırma kuvveti meydana getiremez, helikopter düşmeye başlar. Bu hâlde hatve açısı negatif yâni yatay ufuk düzleminin altında olacak hale getirilir. Paletler, helikopter aşağı doğru düştüğünde aşağıdan yukarıya doğru meydana gelecek hava akımını belli bir açıyla karşılamaya başlar. Bu durumda otorotasyon denen hâdise meydana gelir ve rotor dönmeye başlar. Rotorun dönmesiyle meydana gelecek kaldırma kuvveti helikopterlerin yere hızlı çarpmasına mâni olur.

Kullanıldığı yerler: Bâzı sâhalarda vazgeçilmez bir araçtır. Taşımacılıktan, askerî gâyelere kadar pekçok yerde kullanılır. Yolcu taşımada kullanıldığı gibi, uzak olmayan ve erişilmesi zor yerlere yük taşımada da kullanılır. Telefon ve elektrik hatlarının bakımında, büyük binâların yapımında helikopterden istifâde edilir. Arama, kurtarma işleri, sağlık hizmetleri, zelzele, su baskını gibi felaketlerde nakil işleri, yangın söndürme alanında orman yangınlarının söndürülmesi, büyük binalardan insanların kurtarılması diğer kullanım sâhalarıdır.

Askerî sâhalarda helikopterler irtibat, sağlık hizmetlerinde hasta nakli, asker nakil işleri, atış kontrolü, uçak gemilerinde kurtarma, arama, hattâ makineli tüfek, roket, top ile techiz edilerek savaş uçağı gibi pekçok gâyelerde kullanılır.

Bunlara rağmen helikopterler pahalı araç olduğundan her işte kullanılmazlar. Başka türlü yapmak mümkün olmayan ve çabuk yapılması gereken işlerde helikopter kullanılır.

Târihi: İlk olarak helikopterin benzerine çok eskiden Çin’de rastlandığı söylenmektedir. On sekizinci yüzyılın sonlarında küçük bir model yapılmasına rağmen gerçek uçabilen helikopter, ancak yirminci yüzyılın başında yapılmıştır. 1900’lerde Albay Renard ve daha sonra Louis Breguet, helikopterin aerodinamik etüdü ve taşıyıcı pervâne teorisi üzerine çalışmalar yaptı. 1907’de Paul Cornu tarafından yerden yükselebilen helikopter yapıldı. Daha sonra yolcularla kalkış denemeleri yapıldı. 1916’da Avustralya ordusunda kullanılan bir gözetleme helikopteri 50 m kadar yükselebilmiştir. Savaşdan sonra bu konudaki çalışmaların duraklamasına rağmen 1915’ten sonra birçok uçuş denemeleri yapıldı. 1936’da 100 m yükseklikte bir saatlik uçuş yapıldı. Focke- Achgelis helikopteri bir saatten fazla uçuş yapmış ve 3400 metreye çıkmıştır. İlk eklemeli rotor paletlerini bulan La Cierva 1940’larda Otojiri keşfederek başarılı uçuşlar yaptı. İkinci Dünyâ Savaşından sonra ABD’de bu sahada önemli gelişmeler oldu. SIKORSKY R-4 ile ABD hava kuvvetlerine helikopterler servise girdi. PIASECKI-BELL, HILLER gibi imâlatçıların yaptığı helikopterlerle askerî ve sivil havacılıkta helikopter önemli yer tutmaya başladı. Belçika hava yolları Sabena helikopterle yolcu taşımayı başlattı. Bu arada İngiltere’de BRİSTOL, FAİREY, PERCİVAL, SAUNDERS ROE, VESTLAND, Fransa’da SNCASO, NORD, DURAND, SRCA BİREGUET gibi helikopter firmaları faaliyet göstermeye başladı.

HELİKOPTERBÖCEKLERİ

(Bkz. Kızböcekleri)

HELSİNKİ ANLAŞMALARI

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı neticesinde imzâlanan ve çeşitli konularda bir dizi anlaşmadan meydana gelen Nihâî Senet. Sened’e Arnavutluk dışında Türkiye de dâhil olmak üzere bütün Avrupa devletleri ile ABD ve Kanada imza koymuştur. Anlaşmaya imzâ koyan 35 ülke, İkinci Dünyâ Savaşı sonrasında belirlenen sınırların ihlal edilmezliği, insan haklarına ve temel hürriyetlere saygı, ekonomik, ilmî, insanî konularda ve başka sahalarda işbirliği yapmayı taahhüt ettiler.

Hukûkî açıdan milletlerarası sözleşme özelliği ve bağlayıcı bir değer taşımayan Helsinki Anlaşmalarıyla ilgili görüşmeler Kasım 1972 de başladı. Haziran 1973’te Helsinki’de dışişleri bakanlarının bir araya gelmesinden sonra bir anlaşma taslağı hazırlamak üzere Cenevre’de komiteler toplandı. Eylül 1973’ten Haziran 1975’e kadar süren görüşmeler neticesinde hazırlanan Nihâî Senet, 1 Ağustos 1975’te imzalandı. “Helsinki Sonuç Belgesi” veya “Helsinki Nihâî Sözleşmesi” gibi isimlerle de bilinen Senet, imzâcı devletler arasındaki münâsebetleri düzenleyen on ilkenin esâsını, askerî alanda güvenlik tedbirleri alınmasını, her türlü alışverişi kolaylaştırmak ve kişiler arasında haberleşmeyi geliştirmek gâyesiyle yapılacak işbirliğinin şartlarını tesbit etmiştir.

Görünüşte insan haklarını, temel hak hürriyetleri korumak, milletlerarası güvenliği sağlamak, devletlerin sınırlarının ihlâl edilmemesi ve iç işlerine karışılmaması gibi gâyelerle imzâlanan Helsinki Nihâî Sened’i, bu Sened’e imza koyan devletlerin diğer devletlere karşı çifte standart uygulamaları sebebiyle beklenen neticeyi vermedi. Bilhassa Müslümanların ekseriyette bulunduğu ülkelere karşı girişilen hareketler Helsinki Nihâî Senedinin açık olarak ihlâl edilmesidir. Sovyetler Birliği tarafından Afganistan’ın işgal edilmesi, Kıbrıs konusunda Türk toplumuna karşı takınılan tavır, Hindistan’ın Keşmir bölgesinde Müslümanlara karşı uygulanan baskı ve zulümler, Bulgaristan, Yunanistan ve diğer ülkelerde azınlık durumunda bulunan Müslümanlara karşı uygulanan zulüm, baskı ve sindirme hareketleri, Cezâyir’de demokratik olarak iktidâra gelen bir partinin dış baskılarla kapatılması, Bosna-Hersek’te Müslüman olmaktan başka suçu olmayan savunmasız ve suçsuz insanların katledilmesine göz yumulması, zaman zaman Türkiye’nin iç ve dış politikasıyla ilgili baskıların bulunması Helsinki Nihâî Senedine imza koyan devletlerin bu konudaki samimiyetsizliklerini açık olarak ortaya koymaktadır. (Bkz. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı)

HELVA SOHBETİ

Eskiden İstanbul’da uzun kış gecelerinde yapılan bir nevi toplantı. Kış gecelerinde halk, devlet ricâli, zaman zaman sohbetler tertib ederlerdi. Bu sohbetlerin gâyesi ilmî mübâhase olup, çeşitli meselelerde görüş alışverişi yapmaktı. Sohbet meclislerine âlim, şâir ve ilim adamları dâvet edilir; ilmî, edebî sohbetlerden sonra nefis helvalar yenirdi. Târihte, Lâle devrinde yapılan helva sohbetleri pek meşhurdur. Böyle ilmî meclislere Sultan Üçüncü Ahmed Han da dâvet edilir, gâyet olgun geçen bu meclislerde ilmî sohbetlerle hoş ve faydalı vakit geçirilirdi.

HELYUM

Alm. Helium (n), Fr. Helium (m), İng. Helium. Asal (soy) gazlar sınıfından bir element. Sembolü He’dir. Renksiz, kokusuz ve tatsız bir gazdır. Yoğunluğu 0,178 g/l’dir. Tek atomlu moleküler özelliğe sâhib olup, atom numarası 2, kütlesi 4,003’tür. İki tâne kararlı izotopu vardır. 32He olanın kütlesi 3,0170 ve 42He olanın kütlesi ise 4,0026’dır. Bu iki izotop tabiatta bir arada bulunur. 32He’ün oranı % 1,3.10-4’tür. Kararsız izotopu olan    62He radyoaktif olup yarılanma süresi 0,8 sâniye ve kütlesi 6,0208’dir.

Helyum sıvılaştırılabilir. Fakat yoğunlaşma sıcaklığı, bilinen elementlerin hepsinden daha düşüktür. Erime noktası 25,2 atm’de -272,1°C, kaynama noktası 1 atm’de -268,94°C’dir. Kaynama noktasında sıvı helyumun yoğunluğu 0,1249 g/ml, 20°C ve 1 atm basınçta 1000 g sudaki çözünürlüğü 8,61 ml’dir.

18 Ağustos 1869’da güneş tutulması esnâsında dünyânın farklı bölgelerinde araştırma yapan 6 araştırmacı tarafından, güneşin etrâfındaki gaz atmosferlerinde parlak sarı bir spektrum çizgisi keşfedildi. Bu spektrumu veren maddenin güneşe has bir element olduğu zannedildi ve bu yüzden güneş mânâsına olan Helias kelimesinden Helyum ismi verildi. Daha sonra 1895’te William Ramses bâzı uranyum filizlerinin yakınındaki gazlar arasında bu elemente rastladı. Böylece helyumun bir element olduğu ortaya çıktı. Yine aynı târihlerde havada mevcut olduğu da keşfedildi.

Helyum, kuru havanın hacimce milyonda 5,24 kısmını teşkil eder. Kuru havada helyumun ağırlıkca yüzdesi ise 3,9.10-5tir. Radyoaktif mineraller içinde az miktarda bulunur. Amerika’daki tabiî gaz kuyularından büyük ölçüde elde edilir. Ayrıca Güney Afrika’daki ve Rusya’daki tabiî gazlardan da elde edilir. Dünyâ üzerindeki helyum üretiminin çok az bir kısmı da havadan elde edilir.

Genellikle tabiî gazlardaki helyumun menşeinin arz içindeki radyoaktivite olduğu sanılmaktadır. Fakat hâlen bu hususta cevâbı verilmemiş suâller vardır. Meselâ dünyânın kabuğunun geniş bir bölümünde radyoaktif madde yayılmış olarak bulunduğu hâlde, helyumun neden bâzı tabiî gazlarda toplanmış hâlde olduğuna cevap verilememektedir.

Kullanıldığı yerler:Hidrojenden sonra en hafif gaz olması sebebiyle uçuş balonları ve yükseklerde meteoroloji gözlemleri yapan balonların doldurulmasında kullanılır. Reaksiyona girme kâbiliyeti (yanma vb.) olmadığından hidrojen yerine tercih edilmektedir. Deniz dibinde araştırma yapanların hava tüpünde, azot yerine helyum bulunur. Böylece dalgıcın azot vurgununa uğramasının önüne geçilir.

Helyum, bilhassa makinaların geliştirilmesi ve tecrübe esnâsında roketlerde yakıtları basınç altında tutmak için kullanılır. Tıpta solunum yollarının kısmî tıkanma ve daralmalarında, özellikle astım krizinde tercih edilir. Helyum, ayrıca ameliyatlarda narkoz için çok kullanılan siklopropan ve diğer anestezilerin seyretilmesinde, hafif metallerin kaynak yapılmasında kullanır. Kırılma indeksi düşük olduğu için bir seri olarak hazırlanmış optik merceklerin arasındaki boşlukların doldurulmasında kullanılır. Yeraltındaki jeolojik yapılarda petrol ve gaz gücünü tâyin etmekte de helyumdan istifâde edilir.

HEMİNGWAY, Ernest Miller

Amerikan roman ve kısa hikâye yazarı. Yirminci yüzyılın en çok tanınan yazarlarından biridir.

Şubat 1899’da Chicago yakınlarındaki Oak Park şehrinde doğdu. Babası Dr. Clarence Hemingway, oğlunun hayatında ve izlediği yolu seçmesinde büyük ölçüde tesirli oldu. Michigan Gölündeki balık avları ve çocukluğunda başından geçen hâdiseler onun ilk ilham kaynaklarıdır. İlk yazıları ise Ring Lardner’i taklid ederek Okul Gazetesine yazdığı fıkralardı. Koleji bitirince memleketinden ayrılarak Kansas’taki City Star Gazetesine girdi. Buradaki çalışmalarının yazarlık şahsiyetini şekillendirmesinde büyük tesiri oldu.

Birinci Dünyâ Savaşının patlak vermesi üzerine asker olmak isteyen Hemingway’ın mürâcaatı gözlerindeki bozukluk sebebiyle kabul edilmedi. Ancak Kızılhaç’a kamyon şoförü olarak girip İtalya’nın Fosfalta di Pieva bölgesine gitti. İtalya’daki bu dört savaş senesi onun en çok etkilendiği hususlardan biridir. Savaş sona erdikten sonra İtalya’da kalarak bir süre Amerika’daki Toranto StarGazetesinin muhâbirliğini yaptı. Buradan Paris’e geçerek diğer Amerikan yazarları Ecra Pound ve Gertrude Stein ile çeşitli çalışmalarda bulundu. İlk önemli kitabı bu yıllarda yayınladığı kısa hikâyeler ve imajist fikirlerden meydana gelen Zamanımızda’dır. Sâde ve teklifsiz üslûbu ile dikkatleri üzerine çeken bu kitap, onun edebî şahsiyetini yansıtan ilk eseridir.

İlk romanı ve ikinci mühim kitabı savaş sonrası dönemin gâyesizliğini ve bu dönemin kaybedilen neslini anlattığı Güneş de Doğar adlı eseridir. Bu kitap ona şöhretin yolunu açtı.

1930’dan sonra da İspanya, Afrika ve Florida’da uzun süre kalarak avcılık, dalıcılık gibi işlerle uğraştı. İspanya iç savaşı sırasında ve İkinci Dünyâ Savaşında muhabirlik yaptı. 1945’ten sonra Küba’da Havana yakınındaki Finca Vigia’ya yerleşerek, Castro rejimi kendisini sınırdışı edinceye kadar çalışmalarını burada sürdürdü. Sonra İspanya’ya giden, kısa süre sonra da Amerika’ya geri dönerek İdaho’ya yerleşen Hemingway, 1954’te Nobel edebiyât ödülünü aldı. Sağlık durumunun kötüleşmesi üzerine hastaneye kaldırıldı. Onun “Hayat, ölüme yakın oldukça zevklidir!” felsefesi kendisini kurtaramadı. Arka arkaya rûhî bunalımlar geçirerek hâfızasını kaybetti. Şubat 1961’de de Ketchum’daki evinde intihâr etti.

Birçok yazarın süslü deyimler ve laf kalabalığından ibâret olan edebiyâtı benimsediği bir dönemde yazmaya başlayan Hemingway, hiçbir zaman bu yolu tasvib etmedi. Lisanı sâde şekli ile kullanmayı, lüzumsuz kelimelerden kaçınmayı seçti. Hemingway stili bir lise öğrencisinin anlayabileceği seviyede, girift olmanın dışında ancak oldukça aktüel bir üsluptu. Cümlelerinin kısa ve basit olması, tasvirlerin, sıfatların yerli yerinde kullanılması eserlerinin geniş ölçüde okunmasının en mühim sebebi kabul edilmektedir.

Hemingway hayatı boyunca altı roman yazmıştır. Bunlar Güneş de Doğar (1926), Silâhlara Vedâ(1929), Sâhip Olmak ve Olmamak (1937), Çanlar Kimin İçin Çalıyor? (1940), Irmağın Karşısında ve Ağaçların Arasında (1950), Yaşlı Adam ve Deniz’dir. Kısa hikâyeleri ise Zamanımızda(1925), Kadınsız Adamlar (1927). Diğer önemli eserleri Katiller, Francis Macomber’in Kısa ve Mutlu Hayatı, Klimanjaronun Karları, Günortası Ölüm, Hareketli bir Bayram, Afrika’nın Yeşil Tepeleri ve Birinci Dünyâ Savaşı sonrası Türkiye’yi de anlattığı Ernest Hemingway’dır.

HEMMÂM BİN MÜNEBBİH

Tâbiîn’in meşhûrlarından. İsmi, Hemmâm bin Münebbih bin Kâmil olup, künyesi Ebû Ukbe’dir. Aslen Yemenli olduğu için Yemânî, San’a şehrinden olduğu için San’ânî, İslâmiyetten önce Yemen’e gelip yerleşen İranlıların soyundan olduğu için de El-Ebnâî nisbeleriyle bilinir. Doğum yeri ve târihi kesin bilinmemekte ve hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır. 749 (H.131)da vefât ettiği rivâyet edilmektedir.

Ticâretle uğraşan ve bâzı gazâlara katılan Hemmâm bin Münebbih, uzun müddet Ebû Hüreyre’nin meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Ondan hadîs-i şerîf dinleyip rivâyet etti. Ebû Hüreyre’nin bizzat ona hadîs-i şerîf yazdırdığı da rivâyet edilir. Hazret-i Muâviye, İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer ve İbn-i Zübeyr’den de hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kardeşi Vehb bin Münebbih, Ali bin Hasan ve Ma’mer bin Râşid gibi zâtlar da ondan hadîs-i şerîf rivâyet ettiler. Ebû Hüreyre’den duyarak yazdığı hadîs-i şerîfleri Es-Sahîfet-üs-Sahîha adlı risâlesinde topladı. Daha sonraki devirlerde Sahîfe-i Hemmâm diye meşhur olan bu risâlede, 140’a yakın hadîs-i şerîf vardır. Talebelerinden Ma’mer’in, ondan da Abdürrezzâk’ın rivâyet ettiği bu risâledeki hadîs-i şerîfleri, Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh Müsned’ine, İmâm-ı Buhârî hazretleri ise Sahîh’ine almıştır. Sahîfeti Hemmâm bin Münebbih adıyla neşredilen bu eser, hadîs-i şerîf târihi bakımından çok önemlidir.

Bütün hadis âlimlerince sikâ, yâni güvenilir bir râvî olduğu bildirilen Hemmâm bin Münebbih’in rivâyet ettiği bu hadîs-i şerîfler, Şam ve Berlin’deki kütüphânelerde iki nüshâ hâlinde mevcuttur.

Onun, Ebû Hureyre’den radıyallahü anh rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Cumâ gününde öyle bir saat vardır ki, bir Müslüman bu saatte duâ edip, Rabbinden bir şey dilerse, Allahü teâlâ ona mutlaka dilediğini verir.

Güneş battığı yerden doğmadıkça, kıyâmet kopmaz. Battığı yerden doğduğunu gören bütün insanlar îmân edecekler. Fakat bu îmân, daha önceden inanmayan veya îmân ile bir hayır kazanmış olmayan kimseye fayda vermeyeceği zamanda vukû bulmuş olacaktır.

HEMOFİLİ

Kanın pıhtılaşmasında rol oynayan elemanlardan bâzılarının doğuştan eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkan kan hastalığı. Hemofili, bir yaralanmadan sonra kanın pıhtılaşmaması veya pek yavaş olarak pıhtılaşmasıdır. Hastalığa sebeb olan gen, resesif olup eşey kromozomu ile taşınır.

Hastalık daha çok erkeklerde görülür. Kadınlar genelde taşıyıcıdır. Bir kadının hemofili olabilmesi için, hem anasından hem de babasından hemofililik genini alması îcâb eder. Hemofili olan kızların, bülûğ çağından sonra yaşaması güçleşir. Taşıyıcı bir kadın ile sağlam bir erkekten olan erkek çocukların yarısında hemofili, kız çocuklarında da yarısında taşıyıcı olma ihtimali vardır. Hemofili sonradan da olabilir. Kanın pıhtılaşması, yâni katı hâle geçmesi, kandaki fibrojenin fibrine dönmesi ile olur. Kanın pıhtılaşması, günlük hayatta çeşitli yaralanmalar ve kazalarla karşılaşan insan için çok önemli bir olaydır.

Kan pıhtılaşmasının mekanizması şu şekildedir:

Pıhtılaşma olayı genel olarak birbirine bağlı üç safhada olur. Bu safhaların her birinde bâzı olaylar olur ve birbirini tâkip eder. Olayların her biri kendinden sonraki olayların meydana gelmesine sebeb olur. Bu olayların olması için de faktörler vardır. Faktörler, Romen rakamı ile ifâde edilmiştir. Bu faktörlerden birinin eksik olması, pıhtılaşma zamanını uzatır. Faktör VIII’in antijenik özelliklere sâhib olan kısmının eksikliği “Von Willebrand Hastalığı”nı meydana getirir. Faktör IX’un eksikliği veya yetersizliği “Hemofili B”yi meydana getirir. Hemofili B’ye az rastlanır. Belirtileri ve bulguları açısından iki hemofili cinsi arasında fark yoktur.

Hemofilik kişilerde, hastalığın esas tablosunu, durmayan kanamalar teşkil eder. Bu kanama cerrâhî müdâhalelerden veya yaralanmalardan saatlerce sonra başlar. Kendiliğinden olan kanamalar ise en çok mafsallarda ve adale içlerinde ortaya çıkar. Diz, ayak bileği ve dirsek mafsallarının içinde kanama sıktır. Tekrarlayan mafsal içi kanamalar neticesinde, mafsallar hareketsiz kalacak şekilde kaynayıp sakatlıklar meydana gelebilir. Hemofiliklerde, kan işeme, burun kanaması ve mide barsak kanamalarına da sıkça rastlanır. Kanamaların zaman zaman ortaya çıkması ve arada kanamasız dönemlerin bulunması, hemofili için karakteristiktir.

Belirtilerin derecesine göre de hemofili ağır ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır. Ağır hemofili de ikiye ayrılır. Ağır hemofilide kendiliğinden olan kanamalara sık rastlanır ve henüz daha bebekken başlar. Tedbir alınmayan vakalarda hastalık erken yaşlarda ölümle sonuçlanır. Hafif seyreden hemofilide, pıhtılaşmada faktör az da olsa bir iş görmektedir ve bu yüzden kendiliğinden kanama hemen hemen hiç yoktur. Aşırı kanama eğilimi, ancak küçük cerrâhî müdâhalelerden sonra ortaya çıkar.

Genel tedbirler: Kanamalara bağlı sakatlıklar, ancak erken tedâvi ile önlenebileceğinden en küçük bir kanama belirtisi karşısında hasta derhal hastaneye gitmelidir. Son senelerde, gelişmiş memleketlerde ev tedâvisi uygulanmakta, bir mafsal şişliği veya basitçe bir kanama durumunda hastaya derhal yoğunlaştırılmış kan pıhtılaşma faktörleri verilmektedir. Günümüzde batı ülkelerinde giderek yaygınlaşan AIDS hastalığının ve hepatit virüsünün kan nakli ile bulaştığı gözönüne alınarak, hemofili hastalarına verilecek kanların güvenilir, resmî merkezlerden temin edilmesi gereklidir.

Bu hastalarda, mümkün olduğunca kas içine iğne zerkinden kaçınılmalıdır. Aspirin, kanama tehlikesini arttırdığından yasaktır.

Mafsal içi kanaması veya kas içi kanaması durumunda mutlaka hekim müdâhalesi gereklidir. Fazla geniş olmayan sathî kesikler ve çiziklerde 5-10 dakika kadar baskı uygulamak kanamanın durmasına yetebilir.

Gelişmiş ülkelerde hastalar için özel okul, kurum ve tedâvi merkezleri vardır. Ülkemizde de “Türk Hemofili Cemiyeti” faaliyet göstermektedir.

Hasta sâhil yerde oturmalı, kemik suyu ve paça suyu içmeli, tâze buğday, çavdar ve bulgur yemelidir. Mısır yasaktır. Taze ıspanak, sirkeli salata, ahududu, limon, portakal, ekşi elma yemelidir. Konserve, turşu yasaktır. Su ve herşeyi az içmelidir. Burun kanamasında başı geriye eğmelidir. Bir pamuğa kan pıhtılaştırıcı toz serpip burun deliğine sokmalıdır. Deri kanamalarında, deri önce tuzlu su ile yıkanıp temizlenir, sonra “Thrombax Roussel” ilâcından elde edilen sıvı çözelti ile ıslatılan pamuk veya gazlıbez kanayan yere konur. K vitamini de faydalıdır.

HEMOGLOBİN

Alm. Hamoglobin (n), Fr. Hemoglobine (f), İng. Haemoglobin. Kırmızı kan hücrelerinde (alyuvarlarda) bulunan, kanın oksijen ve karbondioksit taşıma işini yapmasında görevli, demir ihtivâ eden solunum pigmenti. Alyuvarlara kırmızı rengini, sağlıklı kişilerin cildine pembe görünüşü veren bu maddedir. Omurgalılar ile bâzı omurgasız hayvanların gaz taşıma pigmentidir. Diğer hayvanlar başka pigmentlere sâhiptir.

Hemoglobinin ana görevi dokular ile akciğer arasında oksijen ve karbondioksit taşınmasını temin etmektir. Nefes alma esnâsında akciğerlere giren havanın oksijeni kandaki hemoglobin tarafından bağlanır. Hemoglobinin oksijenle yaptığı bu gevşek bileşiğe “oksihemoglobin” denir. Dokulara ulaştığında ise, oksijeni bırakıp karbondioksiti alır. Bu özelliğinden dolayı atardamarla gelen kan parlak kırmızı, toplardamarla dönen kan ise kirli kırmızıdır. Karbondioksit yüklenmiş kan kılcal damarlardan toplardamarlara, bunlar vâsıtasıyla kalbin sağ kulakçık ve karıncığına, oradan da akciğerlere gider. Akciğerde karbondioksit serbest hâle geçer ve nefes verme esnâsında dışarı atılır. Dokularda teşekkül eden karbondioksitin atılmasında bir güçlük olur ve vücutta karbondioksit birikimi olursa, vücut hücrelerinin yaşamaları çok zorlaşır.

Hemoglobinin oksijen ve karbondioksit gazlarını taşıma görevi, organ ve dokuların normal görevlerini yapabilmeleri için hayâtî öneme sâhiptir. Gaz değişimi hâdisesi iki gazın dokular ve solunum havasındaki miktarlarına göre ayarlanmıştır. Akciğerlerde soluduğumuz havada oksijen fazla, karbondioksit düşük olduğundan, oksijeni alıp karbondioksiti bırakır. Dokularda ise oksijen kullanılıp karbondioksit meydana gelir. Burada fazlalaşan karbondioksit kana geçer. Bu olay, gazların kandaki kısmî basınçları ile orantılı olarak ortaya çıkan bir “diffüzyon” (geçişim) hâdisesidir.

Hemoglobin molekülü iki kısımdan ibârettir. Birincisi vücuttaki protein havuzunda sentezlenen dört polipeptid zincirli bir protein olan “globin”; ikincisi ise, ortasında demir bulunduran “porfirin” halkalarıdır. Hemoglobinin yapısına girdiğinden demir eksikliğinde kandaki hemoglobin miktarı azalır. Hâmilelikte ve çeşitli sebeplerle meydana gelen kan kayıplarında ve kansızlıklarda hekimin hastalara demirli ilâçlar tavsiye etmesinin sebebi budur.

Hemoglobin miktarı 100 mililitre kanda erkeklerde ortalama 15, kadınlarda ortalama 13 gramdır. Doğumdan hemen sonra bebekteki hemoglobin miktarı 20 gram dolaylarındadır. Bunun yarısından fazlası ayrı bir hemoglobin türü olan cenin hemoglobinidir. Yetişkinlerde bulunan asıl hemoglobin “Hemoglobin A1” denilen şekildir. Bâzı hemoglobin hastalarında (Hemoglobinopati) kandaki normal hemoglobin miktarı azalır ve patolojik (anormal) hemoglobinler artar.

Hemoglobinin yıkımı, yaşlanan alyuvarların parçalanmasıyla başlar. Açığa çıkan hemoglobinden önce “hem” kısmından “globin” kısmı ayrılır. Hem yapısı oksidasyona uğrayarak “biliverdin” maddesi meydana gelir. Bu madde de bir ferment yardımı ile sarılıklarda kanda artan “bilirübin”e dönüşür.

HEMOROİD

(Bkz. Bâsur)

HEMŞİRELİK

Alm. Schwesternberuf (m), Fr. Soins (m.pl.), İng. Nursing. Hasta, muhtaç, yaralı kimselerin her türlü rahatlarını sağlamak üzere yapılan yardım işi. Bu işi yapan kimselere de hemşire denir. Hemşire sâdece hastaların yapamadıkları işlerde onlara yardım etmekle kalmaz, aynı zamanda hekim kontrolü altında hastanın tedâvi ihtiyaçları ile de ilgilenir.

Hemşireliğin geçmişi çok eski târihlere dayanır. Peygamber efendimiz zamanında, Uhud Savaşında kadınların başta hazret-i Fâtıma, hazret-i Âişe olmak üzere yaralıları tedâvi ettikleri, meşhurdur. Ayrıca Rufeyde el-Eslemî, Küteybe binti Eslemî Medîne’de çadırda birçok hastanın tedâvisinde bulundukları meşhurdur. Tıbbî ve ilmî gelişmelere paralel olarak hemşirelik mesleği giderek gelişmiş, bilhassa kadınlar tarafından icrâ edilen bir meslek hâline geldi.

Batıda hemşireliğin kurucusu olarak kabul edilen Florence Nightingale’e kadar hemşirelerin görevi temizlik ve hasta ihtiyaçlarını temin etmekten ibâretti. Bu devirlerde tıp ilmi batıda kiliselere bağlı olarak uygulanmaktaydı. Florence Nightingale 1820-1910 yılları arasında yaşamış, varlıklı bir İngiliz âilesinin kızıdır. Hastaların yardımına karşılık beklemeden koşması, bugünkü mânâdaki hemşireliğin temel fikri oldu. Nightingale, 1854’te İstanbul’daki Selimiye Hastânesine geldi. Burada yaptığı düzenlemelerle büyük bir üne kavuştu. Nightingale, koyu Protestan bir misyoneriydi. “lambalı kadın” olarak kendisini bir ilâhî misyonun beklediğine inanmıştır. İngiltere’ye döndüğünde millî kahraman îlân edildi.

Ülkemizde modern mânâda hemşirelik 1925 yılında açılan Kızılay Hemşire Okulu ile Dr. Ömer Lütfi Eti idâresindeki 32 öğrenci ile başladı. Daha sonra birçok hemşirelik kolejleri açıldı. Önceleri rağbet görmeyen hemşirelik, daha sonra sevilen bir meslek hâline geldi. İstanbul Üniversitesi bünyesinde eğitim veren Florence Nightingale Hemşirelik Okulu, yüksek okul seviyesinde hizmet veren bir kuruluştur.

Günümüz hemşiresi oldukça güç ve yüklü bir iş yoğunluğu altında çalışmaktadır. Bir taraftan hastaya hastalığı ve yapacağı işlerle ilgili hususları öğretirken, diğer yandan hastanın her türlü tâkibini de üstlenmektedir. Hastadaki solunum, kalp atışı, tansiyon, ateş gibi değişkenleri dikkatle tâkib edip gerektiğinde doktoru haberdar etmektedir. Hemşirenin hastayla ileri derecede yakınlık kurması ve tedâvide hekimin yükünü azaltması bir diğer görevidir.

Bütün bu özellikleri hemşireliğin bir ilim olarak gelişmesini gerektirmiştir. Hastayı bir yerden bir yere taşımak, yaralarda ve kırıklarda yapılacak ilk işlem, evde hastanın bakımı gibi işler, özel eğitim gerektirir. Bunun yanında ilâçların etkilerini, veriliş usûllerini ve yan etkilerini bilmek de hemşirenin görevleri arasındadır.

Hekimliğin birçok dallara ayrılarak ihtisaslaşmanın son derece artması hemşirelerin de belli dallarda uzmanlaşmaları gereğini ortaya koymuştur. Belli tıp dallarında o konuda ihtisas sâhibi olmuş hemşireler çalışmaktadır. Pediyatrik (çocuk hastalıklarıyla ilgili), cerrâhî, kadın ve doğum hastalıklarıyla ilgili hemşirelikler ve ev hemşireliği bu dalların başta gelenleridir.

HENDEK SAVAŞI (Ahzâb Gazâsı)

Peygamber efendimizin, müşriklerle hicretin 5. (M. 627) yılında yaptığı müdâfaa savaşı. Bu savaşta düşman ordusu, Mekke’de bulunan putperest müşriklerden, bâzı yahûdî ve diğer kabîlelerden meydana geldiği için hizipler, kabîleler topluluğu mânâsında “Ahzâb Gazâsı” denildiği gibi, Medîne’nin kuşatılması sebebiyle “Medîne Muhâsarası”, Medîne’nin etrâfına kazılan hendekten dolayı da “Hendek Gazâsı” denilmiştir.

Hicretten sonra Mekkeli müşriklerle Medîne’de bulunan Müslümanlar arasında Bedr ve Uhud savaşlarından sonra üçüncü olarak Hendek Savaşı yapıldı.

Medîne’de bulunan Nâdiroğulları (Benî Nâdir) adındaki Yahûdî kabîlesi, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozdu. Peygamber efendimize sûikast tertiplediler. Bu sebeple Benî Nâdir Kabîlesi Medîne’den çıkarıldı. Bu kabîlenin reisi, diğer bâzı kabîlelerin reisleriyle birleşerek Mekke’ye gidip, müşriklerle anlaştı. Bu anlaşmanın netîcesinde berâberce Medîne’de bulunan Müslümanların üzerine saldırmaya karar verdiler. Böylece 10.000 kişilik bir müttefik düşman ordusu toplandı. Ordunun idâresi Ebû Süfyân’a verildi. (Ebû Süfyân daha sonra Mekke’nin fethinde Müslüman oldu.)

Düşmanın bu hazırlığını Peygamber efendimiz öğrenince, hemen Eshâb-ı kirâmı topladı, durumu görüştü, istişâre yaptı. Medîne’nin savunulmasında nasıl bir yol tâkib edileceği görüşüldü. Eshâb-ı kirâmdan Selmân-ı Fârisî; “Yâ Resûlallah! Bizim İran diyârında bir şehre düşman hücûm ettiği zaman, müdâfa için şehrin etrâfına hendek kazmak âdettir. Medîne’nin müdâfası için biz de hendek kazalım.” dedi. Selmân-ı Fârisî’nin bu teklifi beğenilip kabul edildi. Hendeğin kazılacağı yer tesbit edildi ve gerekli malzeme toplatıldı.

Ön tarafı açık olan Medîne’nin bir tarafı yalçın kayalı dağlarla çevrili, diğer tarafı da düşmanın geçmesine elverişli değildi. Düşmanın ön taraftan saldırma ihtimâli olduğu için hendeğin buraya kazılması kararlaştırıldı ve iş bölümü yapıldı. Sel Dağının eteği ordu merkezi olarak seçildi. Peygamber efedimiz de hendeğin kazılmasında çalıştı. Günlerce aç kaldıkları oldu. Bizzat Resûlullah efendimizin, açlığını bastırmak için mübârek karınlarına üç taş bağladıkları görüldü. Eshâb-ı kirâm hendek kazma esnâsında pekçok mûcizeye şâhid oldular. Bir avuç hurma, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) duâsıyla o kadar arttı ki, hendek kazma işinde çalışan bütün Eshâbı doyurdu. Eshâb-ı kirâmdan Câbir, bir koyun kesip Resûlullah efendimizi yemeğe dâvet etmişti. Sevgili Peygamberimiz hendekte çalışan Eshâb-ı kirâmın hepsini yemeğe götürdü. O yemek Peygamberimizin mûcizesi olarak o kadar bereketli oldu ki, onar kişilik gruplar hâlinde yüzlerce kişi yediği hâlde bitmedi.

Hendek kazıldığı sırada hava soğuktu, sert bir şimal (kuzey) rüzgârı esiyordu. Kazma işi zorlaşıyordu. Hendekte çıkan büyük bir kayayı Resûlullah üç vuruşta parçaladı. İlk vuruşunda bir ışık yayıldı. Tekbir getirerek; “Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum!” buyurdu. İkinci vuruşta; “Kisrânın (İran’ın) köşklerini görüyorum!” buyurdu. Üçüncü vuruşta da yine etrâfa parlak bir ışık yayıldı ve tekbir getirerek; “San’a’nın kapılarını görüyorum, bana Yemen’in anahtarları verildi!” buyurdu. Böylece Eshâbın ilerde buraları fethedeceğini müjdeledi. Netîcede buyurduğu gibi oldu. İki hafta içinde hendek tamamlandı. Bir atın atlayamayacağı kadar geniş ve derindi. Eshâb-ı kirâm üç bin kişilik bir ordu hâlinde düşmanın geçme ihtimâli olan yerleri tuttular.

Ebû Süfyân idâresindeki düşman ordusu, birkaç kol hâlinde Medîne üzerine yürüdü. Medîne önüne geldiklerinde, karşılarında hendeği gördüler. Hendek, İslâm ordusuyla müttefik düşman ordusu arasında boydan boya uzanıyordu. Geçecek yer bulamayınca, karşı taraftan ok atarak harbe başladılar. İslâm ordusunda muhâcirlerin sancağı Zeyd bin Hârise’nin, Ensârın sancağı da Sa’d bin Ubâde’nin elindeydi. Hava oldukça soğuktu. Hendeği geçemeyeceğini anlayan düşman çeşitli yollar aradı. O sırada Müslümanlarla anlaşma hâlinde bulunan Medîne’deki Benî Kureyzâ Yahûdîleri, müşriklerin teklifi üzerine onlarla işbirliği yaparak Müslümanları arkadan vurmaya kalkıştılar. Savaşın en nâzik anları yaşanıyordu. Resûlullah efendimiz bu durumu öğrenince, Sa’d bin Muaz başkanlığında bir hey’eti Benî Kureyzâ Yahûdîlerine gönderdi. Bu işten vazgeçmedikleri takdirde, daha önce ihânet eden Benî Nâdir Yahûdîlerinin durumuna düşecekleri bildirildi ise de kabul etmediler. İslâm ordusu, bir taraftan hendek hattını koruyor, bir taraftan da Medîne içinde bulunan ve anlaşmayı bozan Benî Kureyzâ Yahûdîlerinin yapabileceği baskını devriyelerle önlemeye çalışıyordu.

Medîne kuşatması bu şekilde bir ay devâm etti. Eshâb-ı kirâm bütün güçlüklere rağmen çok büyük bir kahramanlık gösteriyordu. Bir aydan beri bekleyen düşman ordusu, bütün gücüyle şiddetli bir saldırıya geçti. Fakat hendeği ancak birkaç kişi geçebildi. Bunlardan birisi de şöhreti Arabistan’ı tutmuş olan Amr isimli azgın, kuvvetli bir düşman askeriydi. Müslümanlardan karşısına çıkacak birini istedi. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali’yi gönderdi, kendi zırhını giydirdi ve duâ etti. Bu vuruşma pek çetin oldu. İki taraf netîceyi heyecanla bekliyordu. Amr’ın ilk hamlesini hazret-i Ali atlattı, kalkanı parçalandı, başından da hafif yaralandı. Hazret-i Ali “Harb hîledir.”hadîs-i şerîfine uyarak, karşısındaki düşmana; “Hem kuvvetli bir pehlivan olduğunu söylüyor, karşında teke tek dövüşecek er istiyorsun hem de meydana birçok yardımcın ile geliyorsun. Bu ne korkaklık?” diye seslendi. Onun arkasına bakmasını fırsat bilip vurduğu bir kılıç darbesiyle Amr’ı öldürdü. İslâm askerlerinin tekbir sesleri yeri göğü inletti. Kâfirler üzüntülerinden ne yapacaklarını şaşırdılar. Döğüşmek için sırada bekleyen diğer düşman askerleri Amr’ın öldüğünü görünce kaçtılar.

Bu olaydan bir gün sonra savaş, daha da şiddetlendi. Bir taraftan müşrikler bir tarfatan da Medîne’de bulunan Benî Kureyzâ Yahûdîleri hücûma geçti. İslâm ordusunu akşama kadar ok yağmuruna tuttular. O gün Eshâb-ı kirâm hiç namaz kılamadılar, geceleyin hepsini cemâatle kazâ ettiler. Harp uzadıkça düşmanın durumu ağırlaşıyordu.

Bir ara, düşman ordusunda bulunan Gatafan kabîlesinden Nuaym ibni Mes’ûd adında biri karşıya geçerek Müslüman olduğunu, harbin bu nâzik durumunda Peygamberimize hizmet etmek istediğini bildirdi. Resûlullah efendimizin emriyle Benî Kureyzâ Yahûdîlerine gitti ve onlara; “Siz Medîne’de bulunduğunuz hâlde, anlaşmayı bozup müşriklere yardım ediyorsunuz. Müşrikler yenilip geri dönünce sizin hâliniz ne olacak? Hiç olmazsa müşrik ordusuna gidin içlerinde ileri gelen bir kısım kimseyi rehin olarak yanınıza alın ki, böyle bir durumda müşrik ordusu size yardımcı olsun.” dedi. Oradan ayrılıp hemen düşman ordusuna giden Nuaym, Ebû Süfyân’ın yanına varıp; “Benî Kureyzâ Yahûdîleri Müslümanlarla tekrar anlaşmışlar size yardım etmekten vazgeçmişler. Burada ise durum iyice güçleşti. Erzak bitti, asker zor durumda! Hattâ Benî Kureyzâ Yahûdîleri sizden bir kısım kimseyi rehin isteyip Müslümanlara teslim edeceklerini söylemişler. Eğer böyle bir şey teklif ederlerse kabul etmeyin. Size yazık olur.” dedi. Benî Kureyzâ Yahûdîleri rehîne isteyince Nuaym’ın dediklerinin doğruluğuna inanan Ebû Süfyân, Yahûdîlerin isteklerini kabul etmedi. Benî Kureyzâ Yahûdîleri de; “Nuaym’ın dediği doğru imiş.” diyerek müşriklere cephe aldılar. Hattâ Ebû Süfyân’ın birleşerek hücum yapmak isteğini de kabul etmediler. Araları açıldı.

Kuşatma uzadıkça müşriklerle müttefikleri, harb etmekten usandılar. İslâm ordusunun yılmadan yaptığı müdâfaa karşısında çâresiz kalıp perişan oldular. O sırada birden bire soğuk ve şiddetli bir fırtına çıktı. Düşmanın ordu merkezi alt üst oldu. Gece karanlığı basınca, rüzgârın şiddetiyle her şeyin darmadağın olduğunu gören düşman, dehşete kapıldı. Müşrik ordusunun başı Ebû Süfyân, daha fazla dayanamayıp çekilmeye karar verdi. “Ben geri dönüyorum.” diyerek Mekke’nin yolunu tuttu. Paniğe kapılan ordusu da her şeyini bırakarak savaş meydanını terk etti. Bütün güçleriyle her türlü zorluğa katlanarak Allah yolunda cihâd eden Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlânın yardımı ulaştı ve düşmanları perişan oldu. Bu hâdise, Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın üzerinizdeki nîmetlerini hatırlayınız. Hani size (Hendek Savaşında) ordular saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik...” (Ahzâb sûresi: 9)

Peygamber efendimiz de bu zafer karşısında Allahü teâlâya hamd ve şükür ederek, Eshâbına; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez.” buyurdu.

Hendek Gazâsında müşriklerden dört kişi öldü. Müslümanlardan beş kişi şehîd verildi. Peygamber efendimiz harp sâhasından Medîne’ye dönünce, silâhlarını çıkarmadan hemen savaşın en nâzik ânında ihânet eden Benî Kureyzâ Yahûdîlerinin üzerine hareket emri verdi (Bkz. Benî Kureyzâ).