HAZÎNE-İ HÂSSA

Osmanlı pâdişâhlarının şahsî gelir ve giderlerine âit işlere bakan teşkilât. Osmanlı Devleti mâliyesinde iki büyük hazîne vardı. Birincisi bütün devlet gelirlerini toplayıp muayyen kânunlarla mahallerine veren ve sarf eden Dîvân-ı Hümâyûn hazînesi yâni dış hazîne (Bkz. Hazîne); diğeri ise, muayyen kânunlarla toplanarak lüzûm ve ihtiyâç hâlinde Dîvân-ı Hümâyûn hazînesine yardım eden iç ihtiyât hazînesi olan hazîne-i hâssa veya diğer ismiyle hazîne-i enderûn. Hazîne-i hâssanın idâresi sarayda bulunduğu için, hazînedâr başının emrinde, Dîvân-ı Hümâyûn hazînesinin idâre ve mesûliyeti ise vazîriâzamın elinde bulunuyordu. Netîcede ise, her iki hazîne de pâdişâha bağlıydı.

Pâdişâhın özel gelirlerinin toplandığı ve Enderûn Mektebi odalarından hazîne koğuşu efrâdınca muhâfaza edilen hazîne-i hâssa, Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) zamânında kuruldu.

Hazîne koğuşunun en büyük âmiri, ak hadım ağalarından iç hazînedârbaşı olup, buna ser hâzin-i enderûn veya baş hazînedâr da denilirdi. Bir de hazînenin muâmelâtı ile meşgul olup kayıtlarını tutan ve pâdişâha arz eden hazîne kethüdâsı vardı.

Bu hazîne odası kubbeli, dört geniş salondan meydana gelmiş olup, muhtelif cins nakit ile süslü altın ve gümüş kaplar, cevâhir, elmas vesâir eşyâ ile kürkler, çeşit çeşit şallar, halılar, en kıymetli elbiselik kumaşlar, cevâhirli eğer takımları, kıymetli taştan yüzükler, elmaslı, altın düğmeli serasere kaplı kapaniçeler yanında başka eşyâları da bulunduruyordu. Buradaki eşyâyı tesbit eden iki büyük defter vardı. Silâhdâr ile hazîne kethüdâsının muhâfazası altındaki bu defterlerde defterdârın imzâsı da bulunuyordu.

Hazîne kethüdâsı saraydan terfî ederek çıkacak olursa, bütün hazîneyi en küçük teferruâtına kadar yerine gelecek olana devretmek mecbûriyetindeydi. Hazîne kethüdâsının elinde enderûn hazînesinin dış kapısına basacağı bir mühür vardı. Bu mühür, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferinden dönüşte kullanmış olduğu mühürdü. Kırmızı akikten olan bu mühürle Yavuz, hazîne kapısının mühürlenmesini vasiyet etmiş olduğundan, bu mühür dâimî sûrette hazîne kethüdâsı olanlarda dururdu. Yavuz Sultan Selim Han; “Benim altunla doldurduğum hazîneyi (iç hazîne) bundan sonra gelenlerden her kim mangırla doldurursa hazîne ânın mührüyle mühürlensin ve illâ benim mührümle mühürlenmekte devâm olunsun.” demiş olduğundan, son zamâna kadar onun vasiyyetine riâyet olunmuştur. Bu mührün ortasına; “Sultan Selim Şah” ibâresi ve etrâfında da Sultan İkinci Bâyezîd’in mühründe görüldüğü gibi “Tevekkülî alel-Hâlik” sözü yazdırılmıştır.

Hazîne-i hâssanın, raht-ı hümâyûn hazînesi, bodrum hazînesi ve ceb-i hümâyûn hazînesi gibi kısımları da vardı.

Raht-ı hümâyûn hazînesine has ahûr hazînesi de denilirdi. Bu hazînede en kıymetli mücevherlerle müzeyyen murassâ rahtlar (eğer takımları) bulunmaktaydı. Raht hazînesindeki mücevherât ve her nevî eşyânın defterini bir raht kâtibi tutardı. On yedinci yüzyıl Avrupalı seyyahlar raht hazînesinden bilhassa ve hayretle söz etmektedirler.

Ceb-i hümâyûn hazînesi denilen harem-i hümâyûn hazînesinde pâdişâhın şahsî paraları bulunmaktaydı. Osmanlı pâdişâhlarının haslar hâricinde ikinci bir gelir kaynağı cep harçlığı olarak Mısır eyâletinden gelen vâridât idi. Bu meblağ 1587 yılına kadar beş yüz bin, 17. asır başlarında ise, altı yüz bin altın idi. Bundan başka ceb-i hümâyûn hazînesinin kaynaklarını; harp ganîmetlerinden alınan hisseler, müsâderelerden hâsıl olan para, darphâne hakkı ücreti ve kârı teşkil etmekteydi. Harem-i hümâyûn hazînesinin nâzırı sırkâtibi idi. İç hazînenin en önemli kısmı olan ceb-i hümâyûn hazînesinin giderleri; harem aylıkları, çeşitli ihsânlar, bahşişler, sadakalar, fıtra, surre, hediye vs. idi.

İşe yaramayan eski ve hurda eşyânın saklandığı kısma ise bodrum hazînesi adı verilirdi. Bilhassa seferler sırasında para sıkıntısı çekildiğinde bodrum hazînesinde bulunan ve kullanılmaz durumda bulunan gümüş mallardan para kesilirdi.

Dış, yâni mâliye hazînesinde darlık olunca bu iç hazîneden ödünç para verilir ve dış hazînede gelirler toplanınca bu para yine iâde olunurdu. Yine savaş zamânı sefere gidecek timarlı sipâhîler, mevsim îcâbı henüz mahsûl ve gelirlerini toplayamadılarsa, kendilerine iç hazîneden borç verilirdi. Bu bakımdan iç hazîne, dış hazînenin en sonra başvurulan bir finansman ve kredi kaynağı durumundaydı. Ödünç verme işlemi, vezîriâzam, o yoksa vekîli ve baş defterdâr kefâleti ile olur, durum düzelince borcun ödenmesine çalışılırdı.

On yedinci yüzyıldan sonra başlayan bunalımlı dönemlerde, özellikle sefer yıllarında iç hazîneden dış hazîneye verilen borç meblağında yükselmeler görüldü. Çünkü gelişen olaylar dış hazînenin tâkatini aşıyor, tebeası üzerine titreyen pâdişâh ise bu durumda bütün giderleri kendi hazînesinden karşılama yoluna gidiyordu. Pâdişâhın verdiği paralarla askerin maaşı ödeniyor, ordu ve donanma mühimmâtı alınıyor, tâyinât, kale tâmirleri vs. yapılıyordu.

Sultanların özel hazînesi durumunda olan İç hazîne, bütün bu olumsuz şartlara rağmen, ihtişâmını 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdürdü. 1876’da, Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indiren Hüseyin Avni Paşa ve avânesi tarafından Çırağan’da yağmalanarak ilk darbeyi yiyen bu hazîne, 1909’da İkinci Abdülhamîd Hanı hâl’ eden (bir kısmını âsî Bulgar, Sırp, Arnavud çetelerinin meydana getirdiği) Hareket Ordusu tarafından Yıldız Sarayında korkunç şekilde talan edildi. Bugün bu hazîneden kalan çok az bir parça Topkapı Sarayı Müzesinde sergilenmektedir.

HÂZİNÎ

On ikinci yüzyılda Türkistan’da yetişen yer çekimi ve terâzilerle alâkalı çalışmalar yapan fizik, astronomi ve matematik âlimi. İsmi Abdurrahmân el- Mansûr el-Hâzinî olup,künyesi Ebü’l-Feth’tir. Doğum târihi belli değildir. Türkistan’ın Merv şehrinde yetişti ve 1118 (H.512) senesinden îtibâren tanınıp meşhur oldu. 1155 (H.550) senesinde vefât etti. Bâzan Ebû Ca’fer Ali Hâzinî adlı başka bir âlim ile karıştırılmaktadır. Ebû Ca’fer Ali el-Hâzinî de devrinin önde gelen âlimlerindendi ve bilhassa matematik ve astronomi ilimlerinde söz sâhibiydi. Ebü’l-Feth Hâzinî bu zâtın kölesi idi. Hâzinî’deki kâbiliyeti fark eden Ebû Ca’fer, ona ilim öğrettikten sonra âzâd etti. Batı ilim dünyâsında İbn-ül-Heysem’e (Al-Hazen) denildiği için de Hâzinî ile karıştırılmaktadır.

Abdurrahmân Hâzinî, doğup büyüdüğü Merv şehrinin ünlü âlimlerinden iyi bir tahsil gördü. Özellikle fizik, astronomi ve matematik ilimlerinde devrinde söz sâhibi oldu. İbn-i Heysem ve Bîrûnî’nin eserlerini inceleyip istifâde etti. Astronomiye çok önem verdi. Birçok İslâm şehirlerinde kıblenin nasıl bulunabileceği husûsunda esaslı çalışmalar yaptı.

Fiziğin dinamik ve hidrostatik konularına ağırlık verip bilhassa hidrostatik üzerine yöneldi. Sıvıların yoğunluğunu ölçme âletini keşfetti. Ayrıca, Bîrûnî’nin kullandığı altı geniş, üstü dar konik bir kap biçimindeki âlet ile, cisimlerin sıvılar içindeki sürüklenme mukâvemetleri konusunu da inceledi. Birçok katı ve sıvı cismin yoğunluklarını son derece hassas ve bugünkü netîcelere yakın bir şekilde tesbit etti.

Ünlü ilim târihçisi Aldo Mieli, Bîrûnî’nin ve Hâzinî’nin yapmış oldukları katı maddelerin yoğunluk tesbitlerini modern değerlerle şöyle mukâyese etmektedir:

Madde

Bîrûnî’ye Göre

Hâzinî’ye Göre

Modern Ölçüm

Altın  

 19.26

 19.05

 19.26

Demir 

 7.82

 7.74

  7.79

Bakır 

  8.92

 8.83

 8.85

Yâkut 

 3.75

 3.60

 3.52

Zümrüt  

  2.73

 2.62

 2.73

Kuvarts  

  2.53

 2.58

 2.58

Kalay 

 11.40

11.29

11.35

İnci   

 2.73

 2.62

2.75

Yine Hâzinî, yoğunlukları ölçmek için aerometrekullandı. Sıvı maddelerin yoğunluğunu hesaplama metodunu ve cisimlerin hava içindeki ağırlıklarını hesaplamak için hikmet terâzisi denilen beş kefeli terâziyi geliştirdi.

Hâzinî havanın ağırlığının bulunduğunu ve ölçülebileceğini ortaya koymakla, Toriçelli’den önce meseleyi ele almış ve incelemiş olmaktadır. Hâzinî, sıvılar gibi havanın da bir ağırlığı ve kaldırma gücü bulunduğunu ve hava içinde bulunan cismin ağırlığının, kaldırma kuvveti sebebiyle azalmış olduğunu ve cismin noksanlaşan bu ağırlığının, havanın kesâfetine göre değişeceğini söyledi. Arşimed kânununun sâdece sıvılar için geçerli olmadığını, gazlar için de söz konusu olduğunu ve bunun bütün sıvılar için böyle olduğunu ifâde etti. Hâzinî’nin bu ve benzeri ilmî araştırmaları, barometrenin (basınç ölçme âleti) keşfedilmesinde temel teşkil etmiştir. Böylece o, Toriçelli, Paskal, Boyle ve bâzı diğer batılı bilim adamlarına öncülük etmiş oldu ve Akışkanlar Mekaniği ilmini kurdu.

Hâzinî, ışığın kırılma prensiplerini de inceledi ve gök küreye temâs eden güneş ışınlarının dünyâya doğrudan doğruya dik olarak değil de kırılarak ulaştığını söyledi. Ayrıca, yer çekimi konusu üzerinde araştırmalarda bulundu. Birçok ilmî deneyler yaptı ve sonunda bütün cisimlerin yer kürenin merkezine doğru, bir câzibe kuvveti (gravitasyon) ile çekildiklerini gösterdi. Cisimlerin bu çekilme kuvvetinin farklı oluşunu da, düşen cisim ile çekim merkezi arasındaki mesâfeye bağlı olduğunu söyledi. Bîrûnî’nin yaptığı araştırmayı geliştirerek, kütleler arasındaki çekim prensibini ortaya koydu. Bu konuyu eserinde şöyle anlatır: “Kuvvet, hacim, şekil ve âlemin merkezinden uzaklık bakımından birbirinin aynı olan cisimlerin ağırlıkları birbirlerine eşittir. Dünyânın merkezine muayyen uzaklıktaki ağırlığı belli olan her cismin, dünyânın merkezine olan uzaklığının farklılığına göre ağırlığı da farklıdır. Dünyânın merkezine olan uzaklık arttıkça, ağırlık da artar, yaklaştıkça hafifler. Bu sebeple bir cismin ağırlığının diğer cismin ağırlığına nisbeti, onların dünyânın merkezine olan uzaklıklarının nisbeti gibidir.” Görüldüğü gibi yer çekimini Newton (1665) değil, ondan beş yüz elli sene önce yaşayan iki İslâm âlimi keşfetmiştir. Batılılar, ilmî ahlâka aykırı olarak Müslümanların her buluşunu kendilerine mâl ettikleri gibi, yer çekimini de kendi ilim adamlarının bulduğu iddiâsındalar. Hâzinî, vardığı bütün bu ilmî netîceleri, tamâmen ilmî deneyler ve mukâyeselere dayandırıyordu. Bu özelliğinden dolayı Hâzinî’ye; “Dinamik ve Hidrostatiğin üstâdı, öncüsü ve Akışkanlar Mekaniğinin ve Gravitasyon prensibinin kâşifi” ünvânını vermek gerekir.

Eserleri:

1. Ez-Zîc-ül-Mu’teber-il-Sencerî: Merv şehrindeki rasathânesinde yaptığı astronomik gözlemler sonucu hazırladığı bu eserini, Sultan Melikşâh’ın oğlu Sultan Sencer’e sundu. Eserinde, bütün gezegenlerin gözlem sonuçlarını, pozisyonlarının hesaplanmasını yaptı. Güneş ve ay’ın pozisyonlarını hesapladı. Sonraki asırlarda Kutbüddîn Şîrâzî’nin çalışmalarına zemin hazırladı. Bu eserini hazırlarken, Hüsâmeddîn Sâlar ve Envârî adlı iki ilim adamıyla çalışarak gözlemler yaptı. Ayrıca bu eserinde, Merv şehri enlemine göre yıldızların durumları hakkında da bilgi vermektedir.

2. Kitâb-ül-Âlât-il-Acîbeti: Bu eserinde rasad âletleri üzerinde durmakta ve astronomi nazariyesini ortaya koymaktadır.

3. Kitâbu Mîzân-il-Hikme: Bu eser sekiz ciltten meydana gelmiştir. Her ciltte ayrı konular ele alınmaktadır. Birinci ciltte; hidrostatik konuları, ikinci ciltte muhtelif yoğunluk hesaplamaları, üçüncü ciltte yerçekim nazariyeleri, dördüncü ciltte Arşimed ve Menelaos’un hidrostatikle ilgili görüşleri, beşinci ciltte muhtelif maddelerin ağırlık ölçümleri, altıncı ciltte muhtelif cisimlerin yoğunluklarının hesaplanması, yedinci ciltte muhtelif konularda kendi buluşlarına âit örneklerin incelenmesi, sekizinci ciltte ise astronomi ile ilgili konular anlatılmaktadır.

Hâzinî’nin beş eseri M.Khanikov tarafından kısmen incelenmiş ve İngilizceye tercüme edilerek Amerika’da New Haven’de 1859’da neşredilmiştir.

Eserlerini inceleyen bilim adamları hayranlıklarını ifâde ve îtirâf etmekten kendilerini alamamışlardır. Fizik konularındaki buluşları, günümüzün modern üniversitelerinde incelenmekte olup, sâhasına ışık tutmaktadır. Bilim Târihi otoritelerinin çoğu, Hâzinî’nin bütün asırların fizik üstâdı olduğunu, İbn-i Sînâ, Bîrûnî ve İbn-i Heysem gibi üstatlarını bu sâhada geride bıraktığını kabul etmektedirler.

Hâzinî, Mîzân-ül-Hikme’sinde, düşmekte olan cismin sürati, aldığı mesâfe ve geçen zaman arasındaki münâsebet (ilişki) üzerinde de geniş inceleme ve araştırmalarda bulundu. Onun tesbit edip incelediği bu mühim münâsebet, çıkan mühim ilmî prensip ve denklemler, batılı bilim adamlarına (meselâ Galileo, Keppler ve Newton) mâl edilmektedir ki, bunun apaçık bir hatâ ve yanlışlık olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır. İşin doğrusu şu ki, Abdurrahmân Hâzinî’nin bu pek mühim eseri, orta çağlarda batı dillerine tercüme edilmiş, onun ilmî görüşlerinden Avrupa ilim çevreleri ziyâsiyle istifâde etmişlerdir. Bilim târihçisi G.Sarton, Hâzinî’nin Mîzân-ül-Hikme’sini, ortaçağlar İslâm dehâsının en önde gelen eseri olarak vasıflandırmakta ve o devir dünyâsı için eşsiz bir eser saymaktadır.

4) Câmi-üt-Tevârîh, 5) Kitâbün fil-Fecri veş-Şafak, 6) Kitâb-üt-Tefhîm.

HAZKÎL ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvi’nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Birçok müfessirler (tefsîr âlimleri) Mü’min (Gâfir) sûresi 28-45. âyetlerinde bildirilen Firavun’un sarayındaki vazîfelilerden olup, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa eden ve Firavun’un kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun’un kocası olan kimsenin Hazkîl aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. Allahü teâlâ onun duâsı bereketiyle ölen binlerce kişiyi diriltti.

Çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Firavun’un sarayında hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yaptı. Mûsâ aleyhisselâma inanmış olup, îmânını gizlemişti. Sarayda olduğu ve Firavun’un herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği hâlde o, bir olan Allahü teâlâya kalpten inanıyor, ibâdetlerini gizli gizli yapıyordu. Firavun ve adamlarının Mûsâ aleyhisselâm ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli iknâ edici sözler söyleyerek Firavun’u bu fikrinden vazgeçirmeye çalıştı. Fakat daha sonra zindana atıldı. Firavun’un kızının isteği üzerine zindandan çıkarılan Hazkîl aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâma inandığını açıkça îlân edip, ona yardımcı oldu. Bundan sonra devamlı olarak Mûsâ aleyhisselâmın yanında kaldı. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz’den geçip, İsrâiloğullarının Tîh sahrasında kaldığı kırk sene boyunca onun hizmetinde bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı peygamberlerden sonra İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber olarak gönderildi.

Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât’ın emir ve yasaklarını İsrâiloğullarına bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına gidip insanları hak dîne dâvet etti. Dâverdan bölgesindeki müminlere zulmeden hükümdârlara karşı harbe gitmek üzere o bölge ahâlisini çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için harbe gitmediler. Allahü teâlâ onlara isyânlarının cezâsı olarak tâûn (salgın vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan kaçmak üzere bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri bir korkunç sesle öldüler. Hazkîl aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce, acıyıp, onları tekrar diriltmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti. O insanlar kendi şehirlerine dönüp, Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhisselâm onların evlâdlarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına gitti ve orada vefât etti.

HECE VEZNİ

Bir nazım ölçüsü. Bir şiirdeki mısraların aynı sayıda heceden meydana gelmesi esâsına dayanır. Eskiden buna hesâb-ı benân (parmak hesabı) da denilirdi. Türklerin şiirde asıl olarak kendilerine has ölçüsü hece veznidir.

Hece vezninin mâzisi, en eski Türk edebiyâtı vezinlerine kadar uzanır. Orta Asya devrinden kalma ve İslâmiyetten önceki devirlere âit Türk edebiyâtı örneklerinin ufak tefek aksamalar hâriç hece vezniyle yazıldığı görülür. Türkler, Müslüman olduktan sonra öğrendikleri Arap ve Fars (İran) dilleri ve edebiyatlarından bâzı ilmî, dînî ve içtimâî kelimelerle birlikte, aruz veznini de alarak bu veznin bahirleriyle mükemmel şiirler yazdılar ve bir Türk aruzu meydana getirdiler. Bu bakımdan aruz vezni de millîleşmiş oldu. Ancak bu vezin daha çok büyük şehirlerde, devlet büyüklerinin çevrelerinde ve ilim muhitlerinde kullanılmış, halk içinde yetişen şâirler, asırlar boyu hece vezni ile yazıp söylemeye devâm etmişlerdir. Hece vezni böylece günümüze kadar gelmiş, 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan millî edebiyât cereyanının ve daha sonra gelen şâirlerin tercih ettikleri bir nazım ölçüsü olmuştur.

Hece vezni ile yazılmış bir şiirde, bütün mısralarda aynı sayıda hece bulunur. Heceler, tek tek sayılarak o şiirin hangi hece ölçüsüyle yazıldığı anlaşılır. Hece vezninde bir’li heceden başlayarak 16 ve 20 heceliye kadar yazılanlar olmuşsa da en çok kullanılmışı, en işleği 4+3=7, 4+4+3=11, 6+5=11, 4+4=8’li şekilleridir. Hece vezninde, mısralardaki kelimelerin gruplanışından doğan ayrım yerlerine durak denir.

Durakların ayrılması keyfî olmayıp belli esasları vardır. Mısralar okunurken duraklarda hafifçe durulur. Duraklar hecede âhengin rûhu gibidir. Bu kelimenin bir hecesi bir durakta kalır da diğer heceleri öbür durağa geçerse âhenk bozulur. Bu, şâir için eksiklik ve kusur sayılmasına rağmen bâzı şiirlerde rastlanır. Bu bakımdan kelimelerin duraklara bölünüşü ustalık ve dikkat isteyen bir iştir. Böylece hece vezniyle yazılmış bir şiirin incelenmesinde vezni söylenirken hece sayısının yanısıra durakları da belirtilir. Meselâ:

Bir üs ta da / ol sam çı rak

Bir o lur du / ya kın ı rak

4 + 4 = 8  

Bu iki mısraın alındığı şiir, hece vezninin 4+4 duraklı 8’li kalıbıyla yazılmıştır, denir. Bunun gibi:  

İh ti da Bağ da da / se fer o lan da

At la dı hen de ği / geç ti genç Os man

6 + 5 = 11  

Kayıkçı Kul Mustafa’nın destan tarzında söylediği bu şiir, hece vezninin 6+5 duraklı, 11’li kalıbıyla yazılmıştır denir.

Halk edebiyâtında 4+3=7 ve 4+4=8 hece kalıpları daha çok ilâhî, nefes, semâî ve mânilerde kullanılmış 4+4+3=11 ve 6+5=11’li kalıplar da âdetâ koşmalara has hece ölçüleri olmuştur. (Bkz. Nazım Şekilleri)

Hece vezninin ölçüleriyle duraklarının şu şekilde olması gerekir:

7 heceliler     (4+3)  olarak 2 duraklı

8 heceliler     (4+4)  olarak 2 duraklı

10 heceliler    (5+5)  olarak 2 duraklı

11 heceliler    (3+3+3+2)     olarak 4 duraklı, yâhut

         (4+4+3)        olarak 3 duraklı, yâhut

         (6+5)  olarak 2 duraklı

12 heceliler    (6+6)  olarak 2, yâhut

         (7+5)  olarak 2 duraklı

13 heceliler    (8+5)  olarak 2 duraklı

14 heceliler    (4+3+4+3)     olarak 4 duraklı, yâhut

         (7+7)  olarak 2 duraklı

15 heceliler    (4+4+4+3)     olarak 4 duraklı

16 heceliler    (4+4+4+4)     olarak 4 duraklı

HEDİYE

Alm. Geschenk (n), Gabe (f), Fr. Cadeau, (m), İng. gift, present. Karşılıksız olarak, bir başkasına mülk olarak verilen mal. Bir kimseye ikrâm olarak götürülen veya gönderilen mala da hediye denir. Türkçede, armağan kelimesi de hediye karşılığı olarak kullanılmaktadır. Hibe de, hediye demektir. Hediye; hibe etmek, bağışlamak, mânâsına gelir.

Hediye, insanlar arasında bir yakınlaşma ve yardımlaşma vâsıtasıdır. Târih boyunca insanlar ellerindeki çeşitli mal ve eşyâları birbirlerine karşılık beklemeden verip hediyeleşmişlerdir. Toplumların din, örf, âdet, gelenek görenek ve ekonomik durumlarına göre çeşitli mal ve eşya hediye metâı olabilmiştir. Bunlar arasında mücevherlerden kumaşa, taştan topraktan mâmul basit eşyâdan hayvanlara kadar hemen her çeşit mal görülür. Hediye, her zaman verilebildiği gibi, bilhassa, bayram, düğün, bir başarı vs. gibi vesilelerle verilir. Bâzı memleketlerde, böyle zamanlarda hediye vermek, an’ane hâlini almıştır. Bilhassa Müslüman Türkler arasında hediyeleşmek, mühim bir örf ve âdettir.

İlâhî dinlerin hepsi insanlara birbirleriyle hediyeleşmelerini tavsiye etmiştir. İslâm dîni, hediye üzerinde önemle durmaktadır. Müslümanların, birbirleriyle hediyeleşerek, aralarındaki muhabbet bağını kuvvetlendirmelerini emir ve tavsiye etmektedir. Peygamber efendimiz; “Birbirinize hediye veriniz ki, birbirinizi sevmeye vesile olur.” buyurmuştur. Kendisine iyilikte, ikramda ve ihsanda bulunulan kimsenin kalbinde, insan tabiatının bir îcabı olarak iyilik sâhibine karşı bir yakınlık ve sevgi hâsıl olur. Bu durum, toplumda insanların birbirine yakınlaşmasına, aralarındaki kin, husûmet, hased, düşmanlık ve nefret gibi kötülüklerin ortadan kalkmasını sağlar.

İnsanlar arasındaki münâsebetleri düzenleyen din, ahlâk ve hukuk, hediyeleşmeyi de bir takım kurallara bağlamıştır.

Borçlar Hukûku’nda hediye (bağış): Türk Medenî Kânunu’nun Borçlar Hukûkunu düzenleyen kısmında, (Bağışlama) başlığı altında düzenlenmiştir. Borçlar Kânunu’nun, 234-247. maddeleri bağışlamanın genel hükümlerini açıklamaktadır. Ayrıca Medenî Kânunun 86. maddesinde, evlenmek düşüncesiyle nişanlanan tarafların birbirine verdikleri hediyenin hükümleri açıklanmıştır. Borçlar Kânunu’nun 234. maddesinde; “Bağışlama, hayatta olan kimseler arasında bir tasarruftur ki, onunla bir kimse mukabilinde bir ıvaz (karşılık) taahhüd edilmeksizin malının tamâmını veya bir kısmını diğer bir kimseye temlik eder.” şeklinde târif olunmuştur.

İslâm hukûkunda hediye: Mecelle’de, “Hibe” başlığı altında düzenlenmiştir. Hibe, bağışlamak demektir. 833-880’inci maddelerinde genel hükümleri açıklanmıştır. Çeşitli fıkıh kitaplarında da hibe, yâni hediye hükümleri, geniş olarak izah edilmiştir. Mecelle’de, “Hediye, bir kimseye ikramen götürülen veya gönderilen maldır.” şeklinde târif edilmiştir (mad. 833). Muhtaç olan kimselere verilen mala“sadaka” denir. Yâni hiç bir karşılık beklemeksizin zengin fakir kimselere verilen hediye, sevab kazanmak için muhtaçlara verilen “sadaka” olur.

Hediye verenin, “Hediye ettim, hibe ettim... gibi” âdet olan sözü söylemesi, alanın da; “Kabul ettim” demesi ve kabz etmesi, eline alması ile tamam olur. Bu üç şarta “İcab, Kabul ve Kabz” denir. Menfaat hediye edilmez. Fakat âriyet (ödünç) olarak verilebilir.

Hediyenin ve karşılığının ayrılmadan önce verilmeleri lâzımdır. Hediye verilen malın, hediye verenin kendi malı ile meşgul olmaması ve hisse-i şâyialı (ortaklar arasında henüz taksim edilmemiş hisseli mal) olmayacak surette, ayrı olarak kabz olunması lâzımdır. Meselâ; yemek bulunan çantayı, eşya bulunan evi, yük bulunan hayvanı hediye sahih, geçerli olmaz. Bunları boşken veya yalnız yüklerini hediye etmek geçerlidir. Koyundaki yün, dikili ağaç, ağaçtaki meyve, memedeki süt hediye edilmez. İki kimse, ortak oldukları bir evi birine hediye edebilirler. Fakat bir kimse, evini iki kişiye hediye edemez. Çünkü taksimi mümkün olan bir şeyi, hisse-i şâyialı olarak vermek câiz değildir.

Alacağını borçluya hediye eden, artık bunu geri isteyemez. Yedi şeyden biri varsa, mevcut olan hediye de teslimden sonra geri alınamaz. Bunlar bulunmazsa, hâkim kararı ile geri almak sahih, geçerli olursa da mekruhtur, beğenilmeyen bir iştir. Bu yedi engel şunlardır: 1) Hediye olarak verilen mevcut malda, kıymetini arttıran fazlalık meydana gelmesi, 2) İkisinden birinin ölmesi, 3) Hediyenin karşılığı olduğu bildirilerek bir hediye verilmesi. Bunu başkasının da vermesi rücû etmeye mâni olur. 4) Hediye edilen malın, alanın mülkünden çıkmış olması, 5) İkisi arasında nikâh (evlilik) bulunması, 6. Aralarında nikâhı ebedî haram eden akrabalık bulunması, 7) Hediye edilen malın helâk olması. Hediye edilen alacak ve sadaka geri alınmaz. Birinin alacağını ondan izinsiz ödeyerek onu kendisine borçlu yapamaz.

Evlenen kadın, mehrini kocasına, ölmüş ise vârislerine hediye edebilir. Koca, zorla hediye ettiremez. Hanımın babası, kızının mehrini dâmâdına hediye edemez.

İslâm hukukunda, “Rukbî” adı verilen hediye câiz değildir. Yâni, “Sen ölürsen benim olsun, ben ölürsem senin olsun!” diyerek evini birisine vermek bâtıldır. Çünkü taraflardan herbiri, diğerinin ölümünü beklemektedir. “Ömrî” denilen hediye câizdir. Yâni, “Ömrün boyunca evim senin olsun!” deyince, öldükten sonra ev, sâhibine; sâhibi ölmüş ise, varislerine geri verilir.

Çocuğa hediye verilir. Küçük çocuğa verilen hediyeyi babası alır. Baba yoksa tâyin ettiği vasisi, dedesi, o da yoksa onun vasi tâyin ettiği alır. Bu dört kimseden biri bulunmazsa çocuğa bakan alır. Akıllı çocuk kendisi alır. Çocuk, malını hediye edemez. Babanın veya annenin, malının hepsini oğluna veya oğullarından birine hediye etmesi diğerlerini mahrum bırakması câiz olur ise de günahtır.

HEGEL, George Wilhelm Friedrich

Alman filozofu. 27 Ağustos 1770’te Sututtgart Württemberg’te doğdu. İlk ve orta öğrenimden sonra Tübingen Üniversitesinde, felsefe, klâsik edebiyat ve ilâhiyat öğrenimi gördü. Tübingen’deki Protestan Stiftinde ilâhiyât öğrenimine devam etti. Schelling ve Hölderlin ile tanıştığı bu dönemde Fransız devriminin etkisinde kaldı. Kilisede vazife almak fikrinden vazgeçerek Bern’e yerleşti ve özel ders verdi. Kant felsefesini inceledi. Hıristiyanlık üzerine bir takım metinler yazdı. Çeşitli akımları incelemesi sebebiyle fikrî bunalıma düştü. Gittikçe artan hüznünün üstesinden gelmek için daha çok çalışmaya başladı. Yunan felsefesinin yanında çağdaş târih ve siyâsate yöneldi. İktisat öğrendi. Daha önce tesirinde kaldığı Kant felsefesinin etkisinden kurtularak Hıristiyanlığın temel esaslarına yeni bir gözle baktı. Yazılarında sık sık Hıristiyanlığı tenkid etti. Daha önce Kant’ın etkisinde kalarak yazdığı yazılarını tekrar gözden geçirdi. Bu yazılarının gerçekleri yansıtmadığını görerek, yazdığı yeni denemelerinde Kant’ı tenkid etti.

Babasının ölümünden sonra 1801’de Jena’ya giderek üniversite öğretim üyesi oldu. Tübingen’den arkadaşı olan genç Schelling’in üniversitede verdiği dersleri dinledi. Schelling ile birlikte bir çeşit edebiyat gazetesi olan Kritisches Journal der Philosophie (Tenkidli Felsefe Gazetesi)yi kurdu. Bu gazetede Kant’ın, Fichte’nin, Schelling’in eserleri ve şüphecilik üzerine yazılar neşretti. Schelling’in fikirlerini benimsemesine rağmen birçok hususta onun görüşlerini paylaşmadığını açıkladı. Etrafına topladığı az sayıda öğrenciye mantık ve metafizik dersleri verdi. Birkaç yıl içinde öğrencilerinin sayısı arttı. Derslerinde kurmak istediği felsefe sistemini anlattı. Schelling’ten gitgide uzaklaştı. 1805’te olağanüstü profesörlüğe getirildi. 1807’de Phanomenologie des Geistes (Rûhun Fenomenolojisi) adlı ilk felsefe eserini yazdı. Bir ara meslek değiştirerek Bamberger Zeitung Gazetesi’nin siyâsî redaktörlüğünü yaptı. 1808’de Nürnberg’e giderek bir ortaöğretim kurumuna müdür oldu. Sekiz yıl süreyle bu vazifeyi yürüttüğü sırada düşüncelerini Philosophische Propadeutik (Felsefeye Hazırlık) adlı eserinde bir tür özet sistemi hâline getirdi. Wissenschaft der Logik (Mantık Bilimi) adlı eserini yazdı. Hegel bu eserinde geleneksel mantığın şekilciliğinden kesin olarak ayrıldığını belirterek antik metafiziğin yerini alabilecek bir spekülatif mantık kurmaya girişti.

1816’da Heidelberg Üniversitesinin felsefe kürsüsünde vazife alarak Ana Çizgileriyle Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi(Encyklopadie der Philosophischen Wissenschaften Grundrissede) adlı eserinde felsefesini bir bütün olarak açıkladı. 1818’de Berlin Üniversitesinde Ficthe’nin ölümünden beri boş olan felsefe kürsüsünü devraldı. Hukuk Felsefesinin İlkeleri(Grundlinien der Philosophie des Rechts) adlı eserini yayımlandı. İktisâdî ve siyâsî toplum anlayışını bu eserde derli toplu biçimde ortaya koydu. İktidârın kullanılmasının en akla yatkın biçimi olarak düşündüğü meşrûtî monarşi dışındaki diğer sistemleri tenkid etti. 1818’den ölümüne kadar Berlin Üniversitesindeki felsefe profesörlüğü sırasında felsefe sisteminin; târih felsefesi, felsefe târihi, hukuk felsefesi, din felsefesi bölümlerini titizlikle öğretti. Kendisinin ve öğrencilerinin notları, felsefesini benimseyen kimseler tarafından toplanıp ölümünden sonra Berlin Dersleri(Berliner Vorlesungen) adıyla yayımlandı.

1822’de Hollanda’ya, 1824’te Viyana’ya, 1827’de Paris’e giden Hegel, 1827’den başlayarak Berlin’de Jahrbücher für Wissenschaftliche Kritik adlı dergiyi çıkardı. 1830 devriminin sarsıntısından etkilendi. 1831’de Prusya Hükümdarı Friedrich Wilhelm tarafından bir madalyayla onurlandırıldı. Logik adlı eserinin ilk bölümünü gözden geçirdikten sonra tutulduğu kolera hastalığından kurtulamayarak 14 Kasım 1831’de Berlin’de öldü.

Gençliğinde bile ihtiyar görünen Hegel, konuşmakta sıkıntı çeken, ders anlatırken bile huzursuz davranan biriydi. Düşüncesi zıtlıkları birleştirme, kendisinden önce gelen parça parça ve çelişkili düşüncelerin hepsini toplama ve aşma kaygısını taşıyordu. Bu sebeple hem idealist hem gerçekçi olabiliyor, düşünce sistemi çeşitli düşünürler tarafından değişik yönlere yorumlanabiliyordu. Hegel’in felsefî düşünce sistemi sağlığında olduğu gibi ölümünden sonra da taraftar buldu. Başta Fransa ve İtalya olmak üzere başka Avrupa ülkelerine de yayıldı. Kendisinden sonra Hegelcilik adıyla yayılan felsefî sistemi Varoluşçuluk, Marksizm, Olguculuk ve Analitik felsefe gibi birbirinden çok değişik akımların gelişmesini etkiledi.

Ortodoks Hegelcilik,Yeni Hegelcilik ve Genç Hegelciler gibi kısımlara ayrılan Hegelcilikten, Komünizmin kurucularından Marx ve Engels gibi kimseler de etkilenmişlerdir.Bu yüzden Hegel, komünizmin üç ayağından biri olarak nitelendirilmiştir. Hegelciliğin diyalektik metodunu benimseyen Marksizm bu metodu metafizik bir muhtevaya değil de maddeci bir muhtevaya uygulamıştır. Fenomenoloji, varoluşçuluk gibi modern felsefe akımları üzerinde de Hegel’in dolaylı olarak etkisi görülmektedir.

Hegel’in felsefî sistemine diyalektik idealizm veya idealizm adı verildi. Çünkü bu felsefe; düşünce, fikir ruh ve kafa üzerinde duruyordu. Hegel realite eşyâ değildir, fikirlerdir dedi. Hegel kantite (kemiyet), kalite (keyfiyet), esas (öz), görünüş, ihtimal tesadüf, ihtiyaç realite ve diğerlerinden meydana gelmiş “mantıkî kategoriler” denen bir kavram sistemi meydana getirdi. Bu kavramların insana bağlı olmaksızın var olduklarını, statik değil dinamik olduklarını söyledi. Bu dinamik formların bütününe fikir veya mutlak adını verdi. Hegel’e göre; Mutlak nihâî realitedir, tabiatın kaynağıdır ve tabiat vâsıtasıyla da aklın kaynağıdır. Kategoriler arasındaki bağlantı diyalektiktir.Yâni bu bağlantı öylesine kurulmuştur ki, bunlardan herhangi biri tedkik edildiği takdirde, bu bağlantıdan diğerine geçildiği görülecektir.Mutlak, sâdece düşüncenin bütünlüğü değil, tecrübenin de tamâmıdır. Beşerî hâdiselerin akışı olan târih dinamik formlar gibi aynı diyalektik işlemi gösterir.Beşerî davranışların ve beşerî müesseselerin bütün unsurları zıtlarını (karşıtlarını) hâsıl ederek yeni eşyâda ilk iki zıt terimi ihtivâ etmesine rağmen, onların da üstüne çıkan sentezlere doğru meyleder. Her sentez mağlub edilmiş ve hüküm giymiş bir çelişkidir.Mutlak dışında hiçbir şey realitenin tamâmını ihtivâ etmez ve herhangi bir eşyânın ihtivâ ettiği mutlakla olan ilişkiler ile ele alındığı takdirde daha çok veya daha az dereceyle realiteyi, aklı ve hakikati sinesinde barındırır.

Hegel’e göre: Tamamlanmış fikre her zaman üç merhale sonunda erişilir.Birinci merhale orijinal fikrin ihtivâ ettiği pozitif hakikatın belirtilmesidir. O buna “tez” adını verir. Tez kendi içinde çelişkisini saklar. Buna, yâni fikrin gelişmesinin ikinci safhasına da “antitez” adını verir. Antitez daha ziyâde tezin muhtevâsının bir kısmını inkar ederek ilk fikri vasıflandırır veya sınıflandırır. Antitez tezde yaratılıştan mevcut olan hatâya hücumdur ve bir bakıma dolaylı olarak hakikatın müsbet bir muhtevâsına sâhip bulunduğu söylenebilir.Tezin reddedilmekte devam edilişi Hegel’in sentez dediği gelişmiş fikri temsil eden üçüncü merhaleyi meydana çıkarır.Sentez, tezde ve antitezdeki hakikatleri birleştirir. Hegel’e göre fikrin gelişmesi, fikrin kendi tabiatının neticesidir. Fikir kendi çelişkilerini ihtivâ ettiğinden fikrin ve tezin ortaya sürülmesi antitezi ve antitez de sentezi meydana getirir.Bu işlem, mutlağın sâdece bir kısmını temsil ettiği müddetçe sınırsızca devam edebilir. Gelişmiş fikir, yâni sentez kendi sırası gelince yeni bir diyalektik işlemin tezi olur ve ondan da daha fazla gelişmiş bir fikir ortaya çıkar.

Hegel’in bu görüşlerinden hareket eden kimseler onun ölümünden sonra temelde iki ekole ayrıldılar. Bir kısmı idealizmin etkisi altındaydı. İkinci kısım ise Marx’ın da katıldığı diğer grup solcu Hegelcilerdi. Bu grup komünizmin doğuşunu hazırlamıştı.

Hegel’in başlıca eserleri şunlardır: Îsâ’nın Hayâtı (Leben Jesu), Müsbet Din Fikrinin Tenkidi, MantıkBilimi (Logik), Felsefî Bilimler Ansiklopedisi (Enzyklopadie der Philosophischen Wissenschaften in Grundriss), Hukuk Felsefesinin İlkeleri(Grundlinien der Philosophie der Rechts), Târih Felsefesi Üzerine Dersler (Vorle Sungen Über die Philosophie der Geschichte), Estetik (Asthetik), Din Felsefesi, Tabiat Felsefesi, Ruh Felsefesi.

HEİSENBERG, Werner Karl

Atomun yapısı ile alâkalı çalışmaları ile tanınmış, kuantum mekaniğinin kurucusu olan Alman fizikçisi. 1901’de Würzburg’da doğdu. 1 Şubat 1976’da Münih’te vefât etti.

Münih Üniversitesinde Arnold Sommerfeld ile berâber araştırmalar yaptı. Daha sonra Max Born, David Hilbert ve Niels Bohr gibi meşhur fizikçilerle çalıştı. Heisenberg (1925’te) ve Evwin Schrödinger (1926’da) ayrı ayrı atomun kuvantum (dalga) mekaniğini farklı olarak, fakat matematik yönünden eşit şekilde formüllendirdiler. Bunların teorileri 1928 senesinde İngiliz teori fizikçisi Pal Dirac tarafından genişletilip geliştirildi. 1927’de Leipzig Üniversitesi fizik profesörlüğüne tâyin edildi. Aynı yıl meşhur belirsizlik prensibini ortaya koydu.

Atom yapısı bilgisine katkılarından dolayı fizik dalında 1932 Nobel mükâfâtına lâyık görüldü. 1941 senesinde şimdiki Max Planck Enstitüsünün müdürü olan Heisenberg, 1958’de, atomun içindeki temel parçacıkların yapısını îzâh eden, birleşik sâha teorisinin formülünü ortaya koydu.

Heisenberg, hiçbir fizik bilgininin açıklama yapamadığı bir konuyu da aydınlattı. Bu konu, atom çekirdek yapısına âit olup, Mezon Alan Teorisi olarak isimlendirilmiştir.

Atom çekirdeğinde protonlar ile nötronlar bulunur. Hakîkatte, protonlar artı (+) yüklü olduğundan bir arada bulunamazlar. O hâlde atom çekirdeğinde öyle bir olay vukû bulmalıdır ki, bu sebeple protonların birarada durması mümkün olsun. Olay şöyle cereyân eder:

Çekirdekteki bir protona, yanındaki nötrondan eksi (-) yüklü bir eleman (mezon) sıçrar. Eksi yük kazanan proton nötron olur. Eksi yük kaybeden nötron da protona dönüşür. Bu olay sâniyenin çok küçük bir kesrinde vukû bulur. Öyle ki, protonlar birbirlerini itmeye zaman kalmadan nötron olurlar. Bu hâl böyle devâm eder. Atom çekirdeğindeki mezon alış verişi bir an için dursa, fizik âlemi ânında yok olur.

Heisenberg’in belirsizlik prensibi şöyledir:

Bir elektronun yerini tesbit edebilmek için dalga boyu kısa olan ışınlara ihtiyaç vardır. Bu ışınlar da enerji paketlerinden (fotonlardan) ibâret olduğundan, elektrona çarparak onun yerini değiştirirler. Elektrona çarparak onu etkilememesi için fotonları çok küçük ve dalga boyu uzun olan ışınların kullanılması gerekir. Bu sûretle elektronun hareketinde önemli bir değişme olmayacaktır. Fakat uzun dalgalı ışınlar kuvvetli bir görüntü sağlamadığından, ancak çok belirsiz bir görüntü elde edilir. Şu halde, bir elemanın yerini tesbit etmek mümkün değildir. Bu prensip, tabiî ilimlere bir sınır göstermektedir.

1956 senesinde İstanbul’a gelip konferanslar veren W.Heisenberg, bir konferansında sözlerini şöyle bitirmiştir: “Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak, şu suâl gelmektedir: Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu? Buna ancak metâfizik, yâni ilm-i kelâm (ilâhiyât) cevap verecektir.” Adada kendisini gezdiren bir profesörümüz, bu suâle hangi dînin cevap vereceğini sorduğu zaman; “Buna ancak İslâm dîni cevap vermektedir. Ben ve arkadaşım atom âlimi Hahn bu fikirdeyiz.” demişti. İslâmiyet’in yüksekliğine ve üstünlüğüne hayran olduğunu müteaddid defâlar îlân eden Heisenberg sonunda Müslüman olmuştur.

HEKİM

Alm. Arzt (m), Fr. Medecin (m), İng. Physician, doctor of medicine. İnsanların sağlık ve mutluluğunu amaçlayan ve bu yoldaki çalışmaları sanat edinen kişi, tabib. Günümüzde hekimler için yanlış olarak doktor kelimesi kullanılmakta veya doktor denilince akla önce hekim gelmektedir. Doktorluk veya doktora bir akademik kariyer olup her ilim dalında geçerli bir basamaktır.

Âdem aleyhisselâmdan çoğalarak bütün dünyâya yayılan insanlar zamanla doğru yoldan ayrıldılar. Yaşayışlarında, inançlarında, ilimlerinde büyük değişiklikler oldu. İşte böyle doğru yoldan ayrılmış cemiyetlerde yaşayan insanların sağlık konusundaki bilgileri yalnızca gözlemlere dayanmaktaydı. Bu insanlar bâzı meyve ve bitkilerin zehirli olduğunu tecrübelerine dayanarak biliyorlardı. Tanrıların bir cezâsı olarak niteledikleri hastalıkların, kötü ruhların insan vücuduna girmesinden kaynaklandığını sanıyorlardı. Bunlara göre kötü ruhlar belli yiyeceklerde bulunuyordu ve o yiyeceğin yenmesiyle vücuda giriyor, genellikle de karın ağrısı ile kendini belli ediyordu. Bu insanlar, hastayı kusturarak, çeşitli şerbet ve bitkiler yedirerek, etrafında dans edip tanrılara yalvarıp yakararak kötü ruhun vücuttan çıkarılmasına çalışırlardı. İptidâî bir hayat süren toplumlarda hekim görevini kötü ruhları vücuttan kovacağına inanılan, üstün güçlere sâhib olarak kabul edilen büyücüler yapmıştır. Daha sonraki yüzyıllarda bâtıl dinlerin temsilcilerinin tavsiyeleri ile birçok gereksiz ve zararlı tedâvi denenmiştir. Aynı zamanda hekimlik de yapan bu kişilerin kötü ruhları vücuttan kovmak için kafatasında delik açtıkları bilinen en tehlikeli tedâvi usûlüdür.

Mısırlı politikacı ve mimar Imhotep, eldeki mevcud bilgilere göre bilinen ilk hekim olup M.Ö. 2900 yıllarında yaşamıştır. Yine aynı yıllarda Çin’de hekimler yetişmeye başlamıştır. Çinli hekimler deri üzerinde tütsülü bâzı maddeleri yakarak, ince iğneleri deriye batırarak tedâvi yapıyorlardı.

Batı dünyâsında tıbbın babası sayılan Hippokrat, hekimlik mesleğine o zamâna kadar duyulmamış çok değişik görüşler getirmesiyle tanınır.M.Ö. 400 yıllarında yaşayan bu Yunanlı hekim hastalıkların tanrıların bir cezası olarak ortaya çıktığını söylemekle berâber, bu cezanın iklim, çevre, rüzgâr, güneş tarafından uygulandığını öne sürmüştü. Milâttan sonra 2. yüzyılda yaşamış olan bir diğer Yunanlı hekim Galen (Calinos)dir.

Dâvûd aleyhisselâm zamânında yaşamış olan Lokman Hekim, şifalı terkipleri ve hikmetli sözleri ile meşhurdur. İslâm dîni, Lokman Hekim’in velî veya peygamber olduğunu bildirmektedir. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma insanları iyileştirmek mûcizesini vermişti. O, Allah’ın izniyle, ölüleri diriltebilir, anadan doğma körlerin gözünü açabilir, derideki baras denilen lekeleri geçirebilirdi. Böyle olduğu Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir.

İslâmiyetten sonra hekimlik Müslümanlarda ileri bir duruma geçti. Kiliselerin tutucu ve ard niyetli kuralları altında hekimlik Avrupa’da gelişemezken, İslâm dünyâsında altın çağını yaşamaktaydı. Müslüman hekimler, batılı hekimlerin fikirlerinden bir kısmını kabul etmekle birlikte kendilerinin olan birçok doğru fikri tıp âlemine sunmuşlardır. Yedinci yüzyıldan 13. yüzyıla kadar dünyâda tıp klasiği olarak Müslüman hekimlerin eserleri kabul edildi. İlk bilinen Müslüman hekim Ali bin Rabban et-Tabarî’dir.Tıpta ortaya konan ilk klasik eseri bu kişi yazmıştır.Yine bu hekimlerden biri (865-923) yılları arasında yaşamış olan Râzî’dir. Râzî’nin El-Hâvî adlı tıp klasiği, kızamık ve çiçek hastalıkları üzerine yazılmış olan eserleri vardır.

980-1037 yılları arasında yaşamış olan İbn-i Sînâ, batı dünyâsında hekimlerin prensi olarak isimlendirilir. İbn-i Sinâ’nın 18 yaşında hekimliğe başladığı bilinmektedir. El-Kânun fit-Tıb kitabı 1650 yıllarına kadar dünyânın en meşhur tıb kitabı olmuştur. Ebü’l-Kâsım ez-Zehrâvî, adlı Müslüman hekim, İspanya’nın Cordoba (Kurtuba) bölgesinde yaşamış (930-1013) olup, yazdığı eser cerrâhî klasiği olarak yüzyıllarca kullanılmıştır. Bundan başka birçok Müslüman hekimin çeşitli konularda yazdığı birçok tıp eseri vardır. Abdülmecîd el-Beydâvî’nin anatomi kitabı, İshak ibni İmran’ın Hijyen kitabı bunlardan yalnızca birkaçıdır. On ikinci yüzyılda yaşamış Ebû Mervan bin Zühr’ün diyetle (yenilecek içileceklerle) ilgili kitabı bu konuda yazılmış ilk ilmî kitaptır.

Osmanlılarda hekimlik on beşinci yüzyıla kadar Râzî, İbn-i Sinâ gibi hekimlerin çalışmaları ile paralel gitmiştir. Bu târihten sonra Osmanlı hekimleri kendi eserlerini vermeye başlamışlar, hastalıklarda kendi tedâvi usûllerini kullanmışlardır. Böylece Arapça ve Farsçada yazılmış ders kitapları Osmanlı pâdişâhlarının inşâ ettirdiği, tıp fakülteleri ve hastanelerde kullanılmaya başlanmıştır. İlk önemli Osmanlı hekimi Hacı Paşa’dır. Bu hekimin eserinin ismi Kitabü Şifâ-il-Eskâm ve Devâ-il-Âlâm (Hastalıkların iyileşmesi ve ağrıların devası)dır. Diğer bir Osmanlı hekimi de Akşemseddîn olup, Pasteur’dan birkaç yüzyıl önce mikrop teorisini ortaya koymuştur. Diğer bir meşhur Osmanlı hekimi Mehmed el-Kavşunî olup Sultan Süleymân ve İkinci Selim hanların hekimliğini yapmıştır. Hemoroid (basur) üzerine yazdığı eseri önemlidir. On altıncı yüzyılda yaşamış olan Dâvûd El-Antâkî hekimlik ve farmakoloji konusunda önemli eserler vermiştir. On yedinci yüzyıldan îtibâren Osmanlı hekimlerinde batı tıbbının etkileri görülmeye başlamıştır. Sultan Dördüncü Mehmed Hanın saray hekimi olan Sâlih bin Sellüm’ün kitabının dördüncü kısmının başında “Paraselsus’un keşfettiği yeni kimyevî tıp” başlığı bulunmaktadır. Hasan ve Ali efendiler gibi meşhur Osmanlı hekimleri de batının tıbbî tekniklerini ülkemizde ilk uygulayanlardandır. Osmanlı hekimleri hiçbir zaman batının ilmine karşı çıkmamış, her yenilik ve ilmî keşfe açık olmuşlardır. Çoğu, Yunanca, Fransızca ve diğer batı dillerini öğrenerek gelişmeleri takib etmişlerdir.

Hekimden istenen ilk özellik, ahlâklı olması ve insanları sevmesidir. Müslüman olan hekimler İslâmın kâidelerine de harfiyen uyduklarından son derece başarılı olmuşlardır. Dînin temizlik, az yeme alışkanlığı, abdest gibi daha birçok emirleri kişi sağlığını ilgilendirir.

Rönesansla birlikte (15-16. yüzyıllar) hekimlikte birçok gelişmeler oldu. Anatomist Vesalius, cerrah Ambroise Pare, farmakolog Paracelsus bu devrin en önemli hekimleridir.

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda tıpta birçok ilerlemeler kaydedildi. On dokuzuncu yüzyıl mikroskobun kullanılması, mikrop teorisinin gelişmesi, ileri tekniklerin tedâvide kullanılmasıyla modern tıbbın başlangıcı sayılır.

Tıp eğitimi günümüzde güç ve uzun bir eğitimdir. Altı yıllık bir eğitimden sonra pratisyen hekim ünvanı alınır. Pratisyen hekimler daha sonra ihtisas dallarında çalışarak mütehassıs (uzman) hekim olurlar. Uzmanlık bir çeşit doktora ünvanı kazanmaktır. İç hastalıkları, kardiyoloji, göğüs hastalıkları, cerrâhî, kadın hastalıkları ve doğum, çocuk hastalıkları, psikiyatri, fizik tedâvi, göz hastalıkları, kulak-burun-boğaz hastalıkları, cilt hastalıkları, ortopedi ana uzmanlık dallarıdır. Tıbbın son derece ilerlemesi, yakın yıllarda bu dalların da kendi içinde bölümlere ayrılmasını gerektirmiştir. Bir hekimin tıbbî konuların hepsinde bilgi sâhibi olması imkânsızdır. Bu husus branşlaşmanın ileri derecelere varmasını gerektirmiştir.

Hekim, belli özelliklere sâhib olması gereken bir kişidir. O, normal bir kişiden farklı olmalı, her hareketi ve konuşması ölçülü olmalıdır. Toplumun verdiği saygıyı istismar etmemeli, buna lâyık üstün bir insan olmalıdır. Üstün ahlâk her kişiden çok, hekim için gereklidir. Her hekim meslek esasları üzerinde tıp fakültesini bitirirken meslek yemini eder. Batıda edilen yemin Hippokrat yemini olup ülkemizdeki edilen yemin daha değişiktir. (Hekimlik yemini için Bkz. Hippokrates)