HAYVANLAR (Animalia)
Alm. Tiere, Viehe (pl), Fr. Animeaux; betes (m), İng. animals. Genellikle yer değiştirerek hareket eden, organik maddelerle beslenen, içgüdüleriyle hareket eden akıldan yoksun canlılar. Bugün bir milyona yakın hayvan türü bilinmektedir. Amip gibi gözle görülemeyecek kadar küçüklerinin yanısıra fil ve balina gibi dev yapılı olanları da mevcuttur. Çevremizde hergün kaşılaştığımız kedi, köpek, at ve kuşlar, hep omurgalı canlılardır.
Biyologlar her ne kadar bitkilerle hayvanları birbirinden ayıran bâzı özellikler saymışlarsa da, bunları birbirinden ayırmak oldukça güçtür. Hele mikroskobik olan bitki ve hayvanlar incelendikçe zorluk daha çok artar. Hayvanlar besinlerini bulmak, barınmak ve düşmanlarından kaçmak için hareket ederse de, sünger ve mercanlar hayvan oldukları hâlde yer değiştirmezler. Su yosunu gibi bâzı bitkiler ve üreme hücreleri hayvanlar gibi hareket ederler. Yeşil renkli bitkilerde klorofil maddesi bulunursa da bir hayvan olan yeşil hidrada da vardır. Mantar gibi bâzı bitkilerde ise klorofil hiç bulunmaz. Bitkiler besinlerini kök gibi dış organlarla alır. Kabuklulardan olan sakkülina hayvancığı da besinlerini köke benzer organlarıyla alır. O hâlde hayvanların çoğunun besinlerini ağız ve sindirim aygıtlarıyla alması, ayrıca bir fark olamaz. Hayvanlarda sinir sistemi bulunur. Bitkiler bundan mahrumsa da amip gibi bir hücreli hayvanlarda da sinir sistemi bulunmaz. Hayvan hücrelerinde selüloz zarı bulunmaz. Bununla berâber birçok su yosunlarının üreme hücrelerinde de yoktur. Hayvanlarda büyüme sınırlı, bitkilerde sınırsızdır. Sınırsız büyüme, ancak gelişmiş bitkiler için geçerlidir.
Hayvanların organ ve vücut yapıları yaşadıkları ortama uygun olacak şekildedir. Suda yaşayanların vücutları mekik gibidir. Vücutlarında kıl ve tüy bulunmaz. Çoğu solungaç solunumu yapar. Kara hayvanlarının vücutları kıl veya pullarla örtülü olduğu gibi kuşlarda da kanat ve tüyler bulunur. Çoğunun rengi yaşadığı ortama uyum sağlar. Düşmanlardan gizlenmek için bukalemun gibi renk değiştirenleri de vardır. Deniz hidrası, sünger ve mercan gibi bâzı hayvanlar tomurcuklanma ile ürer. Balık, kurbağa, semender, kertenkele, yılan, timsah, kaplumbağa, kuş yumurtlayarak çoğalırlar. Memeli hayvanlar ise, yavrularını doğururlar. Evcil hayvanların çoğunu memeliler veya kuşlar teşkil eder.
Her hayvanın düşmanlarından korunacak, avını yakalayacak silâhı vardır. Boynuz, çifte, pençe, gaga, diş birer savunma organı olduğu gibi yılan ve akrepler de zehirlerini avlanma ve korunmada kullanırlar. Mürekkep balığı ve ahtapotlar da, tehlike ânında mürekkep kesesinin salgısı olan siyah bir boyayı suya püskürtürler. Böylece düşmanlarıyla aralarında bir boya perdesi meydana getirirler. Salgıladığı boyanın hasmına verdiği şaşkınlıktan istifâde ederek de hızla oradan uzaklaşırlar. Afrika çekirgesi, düşmanına karşı köpüklü kimyevî bir sıvı fışkırtır. Benzer bir mekanizma bombardıman böceklerinde de görülür. Arka kısmında bulunan namluya benzer organını istediği tarafa çevirebilir. Büyük bir gürültüyle patlayan namludan 100°C sıcaklığında bir sıvıyı düşmanına fışkırtır. Kokarcanın kokusuyla pislenmiş bir hayvan, avlanmakta zorluk çeker. Avları, kokusunu uzaktan duyduğundan kaçarlar. Kokusu haftalarca çıkmaz. Açlıktan ölme tehlikesi geçirir. Bir daha kokarcayla karşılaşınca kaçmayı tercih eder. Amerika kıtasına mahsus olan mufit, gayet pis bir koku yayar. Bunun fışkırttığı sıvı kokarcanın sıvısından daha tehlikelidir. Çünkü insan vücuduna temas ettiği yerlerde gâyet şiddetli bir iltihap ve ızdırap meydana getirir.
Vücud ısıları çevreye ve faaliyetlerine bağlı olarak değişen hayvanlara soğukkanlı veya değişken ısılı (poikilotherm); buna karşılık vücut ısıları sâbit olanlara ise, sıcakkanlılar (homoiyotherm) denir. Kuş ve memeliler sıcakkanlıdır. İnsan da sıcakkanlı olup vücut ısısı 37°C’dir.
Bâzı sıcakkanlı hayvanların vücut ısısı (°C hesâbıyla): At: 37,7, balina: 36,7, güvercin: 41-43, inek: 38,5-39,5, kedi: 38-39,5 serçe: 44, şahin: 40.
Bâzı hayvanların normal ömrü:Adatavşanı: 50 yıl, arslan: 35 yıl, asya fili: 70 yıl, at: 40-60 yıl, ayı: 25-30 yıl, devekuşu: 70 yıl, dev kaplumbağa: 150-200 yıl, eşek: 60-106 yıl, kargalar: 100 yıl, karaca: 15 yıl, kanarya: 34 yıl, leylek: 70 yıl, sazan: 100 yıl, papağan: 60-100 yıl, turnabalığı: 100 yıl.
Hayvanlar Âleminin Sınıflandırılması
İlim adamları bir milyona yakın hayvan çeşidi keşfetmişler ve daha da yenileri keşfedilmektedir. Hayvanların sayıları da türden türe değişir.Hayvanlar hemen hemen dünyânın her yerine yayılmışlardır. Kutuplardaki buzullardan ekvator bölgelerine, basıncın insanın dayanamayacağı kadar yüksek olduğu okyanus diplerinden atmosfer yoğunluğunun çok az olduğu yüksek dağların zirvelerine kadar her yerde yaşarlar.
Hayvanların büyüklükleri de oldukça değişiktir. İnsan akyuvarlarının içinde yaşayan hayvanlar ve 30 metreden büyük balinalar vardır.
Sistemli bir metodla hayvanların sınıflandırılması, onların incelenmesinde büyük kolaylıklar sağlar. Böylece yeni keşfedilen türler, bilinenlerle olan münâsebetine göre uygun bir sınıfa konur.
Hayvanların ve bitkilerin husûsiyetlerine sâhib olan bâzı canlılar vardır ki, bunların sınıflandırılması zordur. Bunlardan bir tânesi bir tatlı su canlısı olan öğlenadır. Kamçısı ile suda hareket edebilir. Fakat bu canlı klorofil maddesi ihtivâ eder. Bundan dolayı öğlenayı botanikçiler bitki, zoologlar hayvan olarak kabul eder. Kış uykusuna yatan, göç eden, geviş getiren, elektrik ve ışık üreten çeşitli hayvan grupları vardır. Mevsimlere bağlı olarak renk değiştirenler, kilerlerinde kışlık yiyecek depo edenler, köle kullananlar da mevcuttur. Ayı gerçek mânâda kış uykusuna yatmaz. Kırlangıç ve leylekler soğuklar yaklaşınca sıcak ülkelere göç eder. Koyun, keçi, deve gibi hayvanların mîdeleri birkaç bölmeli olduğundan geviş getirerek besinlerini ikinci bir öğütmeye tâbi tutarlar. At geviş getirmez. Gelincik, avlarını felçleştirerek canlı olarak kilerlerinde depolar. Bugün hâlen keşfedilememiş yüzlerce hayvan türü vardır.
HAYVANLAR ÂLEMİ
1. Omurgalılar
a. Memeliler
b. Kuşlar
c. Sürüngenler
d. Amfibyumlar
e. Balıklar
2. Eklembacaklılar
a. Böcekler
b. Örümcekler
c. Çok ayaklılar
d. Kabuklular
3. Yumuşakçalar
a. Kafadanbacaklılar
b. Karındanbacaklılar
c. Yassı solungaçlılar
4. Derisidikenliler
a. Denizkestaneleri
b. Denizyıldızları
c. Yılanyıldızları
d. Denizhıyarları
e. Denizlâleleri
5. Solucanlar
6. Selentereler (Sölentereler)
7. Süngerler
8. Bir Hücreliler
a. Kökbacaklılar
b. Kamçılılar
c. Haşlamlılar
d. Sporlular
Hayvanlarda yavru sevgisi:
Hayvanlar yavrularına hiçbir zarar vermeden, tahriş yapmadan uzak yerlere götürebilirler.
Yarasalar emin yer bulana kadar 2-3 gün yavrularını sırtlarında taşırlar.
Aksilokop adlı böcek yumurtladıktan hemen sonra ölür. Yavrusunu hiç görmez. Buna rağmen yumurtadan çıkacak yavrusuna gösterdiği ihtimam dikkate şâyandır. Yavrusu bir sene gıdâsını temin etmeye muktedir değildir. Bundan dolayı anne, bir ağaç parçasında uzunca bir oyuk meydana getirir. Çiçek yapraklarını ve bâzı yumuşak dalları buraya doldurmaya başlar ve oraya bir yumurta bırakır. Sonra ağaçtan çıkardığı tozları hamur hâline getirip tavan yapar. Bundan sonra başka bir yuva yapmaya koyulur. Buraya bıraktığı yiyecekler bu yavruya tam bir sene yeter.
Eşek arısı toprakta kazdığı çukura yumurtasını bırakmadan evvel avladığı hayvanları da yumurtanın yanına bırakır. Sonra üstünü örter.
Yapılan bir araştırmada, bir serçenin yeni çıkmış yavrusuna gıdâ aramak için 700’den fazla sefer yaptığı tesbit edilmiştir.
Yavrularının kaybolması üzerine hayvanlardaki hüzün, insanlardan daha çok olduğu tahmin edilmektedir.
At, yavrusu öldüğünde acı acı kişner, gözlerinden yaşlar akar, cesedinin başına kimseyi yaklaştırmaz. Gömdükten sonra başında bekler. Yemeden içmeden kesilir. Bâzılarında bu üzüntü ve keder, ölümle netîcelenir.
Tavuk, kaz, köpek gibi hayvanların yavrularını vermemek için insanlara saldırdığına çok sık rastlanır.
Yaban domuzu avında, domuzlar, yavrularını bırakıp kaçmıyorlar, bilâkis yavrularını burunları ile iterek kaçmalarını sağlıyorlar.
Kangurunun tehlike görünce yavrularını karnındaki torbaya doldurup kaçtığı bilinmektedir.
Memeliler yavrularıyla saatlerce neşe içinde oynarlar.
Hayvanlarda haberleşme:
Hayvanlar, aralarında haberleşmek için çeşitli usûller kullanırlar. Bu bâzan sesle, bâzan hareketle, bâzan da koku, renk veya ışık sinyalleriyle gerçekleşir. Hayvanların bir kısmı bir çeşit mors alfabesi ile konuşur. Birçok balık türü de yaydıkları elektrik sinyalleriyle haberleşirler. Pekçok sayıda tatlı su balığı zayıf elektrik sinyalleri yayar. Bunlarla karanlıkta yollarını bulur ve birbirleriyle haberleşirler. Yaşayan hayvan çeşidi kadar lisan çeşidi mevcuttur. Her hayvan türü, kendine has bir lisanla anlaşılır.
Sinyali alan hayvan, bunun hangi anlama geldiğini anlayarak harekete geçer. Haberleşmenin aynı cins hayvanlar arasında olması, kısa ve öz olması önemlidir. Haberleşmede sinyaller; cinsel çağrı, korunma, rakibini tehdit etme, birbirini tanıma, besinin yerini bildirme, tehlikeyi haber verme gibi maksatlarla kullanılır. Böceklerin çoğu, vücudun eğe şeklindeki bir kısmını cisme vurarak, kas yardımı ile bir zarı titreterek ses çıkarırlar. Ateş böceği gibi hayvanlar da ışık sinyalleriyle haberleşirler.
Son zamanlara kadar balıklar dilsiz sanılırdı. Fakat yapılan araştırmalar birçok balığın yüzgeçleri, dişleri, kemikleri, yüzme keseleri, solungaç veya kaslarıyla ilginç sesler çıkardığını gösterdi. Amazon Nehrinin sularında kuşlar gibi cıvıldayan, trampet çalan, tabanca ateşi veya köpek hırlamaları gibi sesler çıkaran balıklar vardır. İşitme organları “labiren” denen bir kapsül içinde bulunan iç kulaktan ibârettir. Bununla sudaki ses titreşimlerini işitirler.
Kuzusunu kaybeden koyun, meleyerek yavrusunu arar. Geyikler bir tehlikenin varlığını ayaklarını hızla yere vurarak arkadaşlarına duyururlar. Tavşanlar da, kızgınlık veya alarm işâreti vermek için arka ayaklarını sertçe yere vururlar. Yunuslar, su altında çeşitli sinyaller çıkararak haberleşirler. Kuşların çoğu öterek, leylek gagasını takırdatarak hemcinsleriyle anlaşır. Miyavlamak, kişnemek, havlamak, böğürmek çeşitli hayvanların lisanıdır. Kunduzlar, geniş ve yassı kuyruklarını tehlike durumunda suya çarparak çıkardığı seslerle arkadaşlarını uyarırlar. Bir geyik, kuyruğunu âniden kaldırıp beyaz kısmını göstererek yavrusuna “Beni tâkip et!” demek ister. Tropik bölgelerde yaşayan “ağaç karıncaları”, ağaç kabuklarına ve yapraklara vurmak sûretiyle ağaçtan ağaca birbirleriyle konuşurlar. Ağaç galerilerde yaşayan böcekler başlarını sert zemine vurarak haberleşirler. Eski mobilya ve ahşap eşyâlarda bâzan koro hâlinde başlarını vurmaya başlarlar. Gecenin sessizliğinde hastaları ürkütürler.
Avrupa ve Asya Kıt’aları arasında dünyânın en büyük iç denizi. Eski adı Casprum veya Hyracnıum Mare’dir.
Hazar Denizinin güney kıyılarının bir kısmı İran’a âittir. Geri kalan kısmı Rusya Federasyonu, Türkistan, Kazakistan, Âzerbaycan toprakları içerisindedir. Uzunluğu 1200, genişliği 300 kilometredir. Açık denizlerle irtibatı yoktur. Bu yüzden de su seviyesi devamlı değişir. 1930 ile 1957 seneleri arasında denizin seviyesi normalden 26 m alçaldı. Bunun sonucu kapladığı alan 53.300 km2 azalarak 371.000 km2ye düştü. Su seviyesinin deniz seviyesinden aşağıya düşme sebebi, buharlaşma artarken yağışların da azalmasıdır. Bir de, denize dökülen suların % 80’ini sağlayan Volga Nehrinin sulama ve endüstride kullanılma maksatlarıyla başka yöne kanalize edilmesi mühim bir sebeptir. Su seviyesini normal hâle getirmek için yapılan gayretler netîcesiz kalmıştır. Kuzey kesimi sığdır. Burada mersinbalığı çok çıkar. Bundan bol miktarda havyar elde edilir. En derin yeri 978 m olup, güneydedir. Suyu tuzludur. Ortalama tuz oranı % 0,13’tür. Sülfat oranı da yüksektir. Doğu kıyılarındaki geniş sığ bir bölgede sodyum sülfat yatakları bulunmaktadır. Hazar Denizi kış ayları hâriç ana ulaşım güzergâhıdır. Kuzeydeki sığ kesim kış ayları boyunca donar. Buradaki önemli limanlar Bakü, Kasnovodik ve Volga deltasında Astrakhan’dır. Bunlar arasında demiryolu bağlantısı vardır. İran’a âit kısımda en önemli liman Bender Sah’tır.
İklimi bölgelere göre değişiklik göstermektedir. Kuzey bölümünde kara iklimi, orta ve güney bölümünde ise ılıman iklim hâkimdir. Yaz aylarında ortalama sıcaklık 24°C-26°C arasında değişir.Kış aylarında ise -10°C ile +10°C arasındadır. Ortalama senelik yağış miktarı 200-1700 mm arasındadır.
Hazar Denizinde, Türkistan kıyısında Kuları, Kalpin, Çeleken, Aşur Ada, Koğurçı; Âzerbaycan kıyısnda Pir Allanî, Nogaras, Bakü Adası, Kum Zire, Taş Zire, Sarı; Dağıstan kıyısında Çeçen Adaları vardır. Bunlardan Çeleken ve Pîr Allanî’de petrol üretilmektedir.
Hazar Denizine dökülen belli başlı ırmaklar ise; kuzeyde Volga, Ural ve Emba; doğuda Etrek; batıda Kuma, Terek, Sulak, Samur, Kur, Astara Çayı, güneyde ise Kızıl Ören Irmağının Gılan ve Sefidrüd kollarıdır.
Güneydoğu Anadolu’da Elazığ vilâyetinin güneyinde yer alan göl. Güneydoğu Torosların batı kısmında ve dağ sıraları arasında kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan bir çöküntü gölüdür. Alanı 85 km2, deniz seviyesinden yüksekliği ise 1235 m kadardır. Gölün en uzun noktası 20 km, en geniş yeri 6 km, en dar yeri de 3 km civârında, derinliği ise 150 metredir.
Gölün güney kenarından demiryolu, kuzey kenarından ise Diyarbakır-Elazığ karayolu geçmektedir. Önceleri kapalı bir göl iken, daha sonra çökmeler ve kaymalar netîcesi Dicle Nehrine bağlanmıştır. Hâlen güneydoğu köşesinden Dicle Nehrine bağlıdır. Bu nehir ile irtibatı yokken bugünkü seviyesinden 100 m daha yukarda olduğu sanılmaktadır. Yapılan araştırmalar bu seviye düşüşünün sadece akıntıyla değil alüvyonlu kısımlardan sızma ile de olduğunu göstermektedir. 1956 senesinde Elazığ’a enerji temini için yapılan hidroelektrik santrali gölün seviyesini iyice düşürdüğü için bunu önlemek maksadıyla 1957 yılında Tehrimbaz Deresi göle akıtılmıştır.
Hazar Gölü 280 km2lik bir alanın yağışlarını toplamaktadır. Ayrıca birçok küçük dere de gölü beslemektedir. Bunlardan en önemlisi güneybatıya dökülen Kürk Suyudur. Gölde su seviyesi yaz aylarında yükselmekte kış aylarında ise (eylül-şubat) düşmektedir. Temmuzda maksimum, şubatta ise minimum seviyede bulunur. Gölün tuzluluk derecesi yüksek olduğu için sulamaya pek elverişli değildir.
Doğu Avrupa’da İdil (Volga) kıyıları ile Kırım Yarımadası arasında imparatorluk kuran bir Türk kavmi. Hazarlar Hun akınları sebebiyle batıya göç ederek Rusya’nın güneyinde Kırım’dan Hazar Denizine kadar Volga ve Dniester Nehirleri arasında kalan arâzide yerleştiler. Zamanla bölgeyi tam anlamıyla hâkimiyetleri altına aldılar ve diğer Türk boyları üzerinde üstünlük kurdular. Bizanslılarla anlaşarak 586 yılından îtibâren İran eski hânedânlarından ve Zerdüştliğe inanan Sâsânîlerle devamlı mücâdelede bulundular.
627 yılında Bizans’ın teşvikiyle Âzerbaycan’ı istilâ ettiler. Hazar Prensesi Çiçek Hâtun, Bizans İmparatoru Birinci Konstantin ile evlenince, imparatoriçe oldu. Böylece akrabâlık bağları güçlendirildi. Bu izdivaçtan, târihte “Hazar” diye meşhur olan Dördüncü Leo doğdu. Çiçek Hâtundan evvel de Bizanslıların Thedora adını verdikleri bir Hazar prensesi 596’da İmparator İkinci Justinianus ile evlenmiş ve Bizans İmparatoriçesi olmuştu. 627 yılında İstanbul, Sâsânîlerin eline geçmekte iken, Hazar ve Bulgar Türklerinin Bizanslılara yardımı sâyesinde kurtarıldı.
630 yılında Göktürk Devletinin Çin hâkimiyeti altına girmesinden sonra Hazar Kağanı Bulan Han istiklâlini îlân etti. Bulan Han, Hazarları Kuzey Kafkaslar, Aşağı ve Orta İdil Boyu ile Azak Denizi kıyılarına kadar hâkim kılarak kağanlığını Göktürk Devletinin vârisi saydı.
Hazarlar 8. yüzyılda Müslüman Araplarla temâsa geldiler. Kafkas Dağlarını aşıp Dağıstan’a giren İslâm orduları, Hazarların başkenti Belencer’i aldılar. Bu sebeple Hazarlar başkentlerini Astrahan’a naklettiler.
Bir süre sonra Şirvan’a giren Hazar ordusu, Âzerbaycan’ın büyük bölümünü geri aldı. Erdebil’de yapılan savaşı Hazarlar kazanırken, başta Cerrah bin Abdullah olmak üzere İslâm ordusundan pek çok kişi şehid oldu. Ancak Âzerbaycan Vâlisi Mervan bin Muhammed komutasındaki yüz binin üzerindeki iyi donatılmış bir İslâm ordusu, iki koldan Kafkasları geçerek, 737 yılında Hazar ülkesine girdi. El-Beydâ önlerinde yapılan savaşta Mervan, Hazar kuvvetlerini yok etti ve ele geçirilen başkomutan Tarhan öldürüldü. Bu durumda Hazar Hâkanı sulh istemek zorunda kaldı. Mervan ise barışın ancak Hâkanın Müslümanlığı kabul etmesiyle mümkün olabileceğini bildirdi. Başka çâresi kalmayan Hâkan bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı ve böylece memleketine tekrar sâhib olabildi. Böylece, Hazarlarla Müslüman Araplar arasındaki bu sulh döneminde İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmaya başladı.
Hazarlar Rusya’nın kuzey kesiminde yaşayan Slavlarla da çarpışıp onları hâkimiyetleri altına aldılar. Fakat bu sırada Baltık ile Karadeniz arasında geniş bir devlet kuran ve başkentleri çok kuzeyde Novgorod’da bulunan ve bugünkü Rusların ataları olan Normanlar, Hazarlara öldürücü bir darbe vurdular. Daha sonra Peçeneklerin sıkıştırmasıyla Kırım topraklarına sığınan Hazarlar, bulundukları bölgede üst üste gelen Peçenek, Rus ve Rum saldırılarına karşı dayanamayıp yok oldular.
Hazarlar bütün Türkler gibi cesur, atak ve yüksek vasıfta asker idiler. Abbâsî Halîfeleri ve Bizans İmparatorları özel muhâfız alaylarını Hazarlardan kurmuşlardı. Hazarlar, 737 yılında İslâmiyeti kabûl etmeleriyle ilk Müslüman Türk devleti sıfatına hâiz iseler de, bu durumlarını uzun zaman koruyamamışlardır. Müslüman olmadan önce de Hıristiyanlık ile Mûsevîlik arasında bocalayan Hazar hâkanı ve maiyeti nihâyet Hârun Reşîd’in halîfeliği zamânında 786 yılında Mûsevîliği resmen kabûl ettiler. Böylece Mûsevîliği kabûl eden tek Türk devleti oldular. Hazarlar her ne kadar Mûsevîliği kabûl ettilerse de, ülkede müslümanlığı kabûl edenlere karşı iyi muâmelelerini sürdürdüler. Bu sâyededir ki, ülkede İslâmiyet günden güne yayıldı. Başkent Etil’de 10 bin müslüman ve 30 câmi bulunmaktaydı ve müslümanların ayrı kâdıları vardı.
Hazarların devlet teşkilâtı Göktürklerle Karahanlılarınkine büyük ölçüde benzemekteydi. Bu teşkilâtın en açık şekli çifte krallık sistemiydi. Hükümdâr, devlet işlerine bizzat karışmayıp, gerektiğinde değiştirebildiği “yuğruş” ünvanlı hâkanlarına idâreyi bırakmaktaydı. Hazar hâkanı, yâni büyük hâkan ancak dört ayda bir halkın huzûruna çıkardı. Tâyin ettiği halîfesine ise “Hâkan Beh” denilmekteydi. Hâkan Beh’in vazîfeleri arasında orduları idâre etmek, memleketi yönetmek, harb îlân etmek gibi hususlar bulunuyordu. Memleketin adlî ve dâhilî işleri hep Hâkan Behin elindeydi.
Hazar Devletinin kurucusu Bulan Kağandan son hükümdârları Yûsuf Kağana kadar gelen bütün hâkanların adları bilinmekte ise de, saltanat târihleri belli değildir. Yûsuf Kağandan sonra devlet bir prenslik derecesine düşmüştür. Hazarlar devletlerinin 965’te Normanlar tarafından yıkılmasından sonra Kırım’da küçük bir devlet kurdular. 1016 yılındaki hükümdârlarının adı Çun idi. Hazarların yaşayan en büyük hâtırası dünyânın en büyük gölüne adlarını vermiş olmalarıdır.
Hazar hâkanları: Bulan, Ubaca, Hizkiye, Birinci Menaşe, Hanuka, İshak, Sabulan, İkinci Menaşe, Nisi, Birinci Hârun, Menahem, Benyamin, İkinci Hârun, Yûsuf (931-965)dur.
Alm. Verdauung (f), Fr. Digestion (f), İng. Digestion. Vücûda karmaşık yapıda alınan besinleri, emilebilecek ve vücut dokularında kullanılabilecek hâle getirme işlemi. Besinlerde karbonhidratlar, proteinler ve yağlar olmak üzere üç ana gıdâ çeşidi bulunur. Vitaminler ve mineraller de mutlaka alınması gereken maddelerdir. Proteinler ve yağlar kaynaklarına göre nebâtî olanlar, hayvânî olanlar diye de ayrılabilir.
Gıdâ, sindirim sistemi boyunca ilerlerken mekanik ve kimyâsal etkilerle giderek daha küçük parçalara ayrılır. Bu sırada besinler tükrük bezleri, mide, pankreas, safra kesesi ve ince barsaklardan salgılanan çeşitli ifrazatlar tarafından etkilenir. Emilemeyen artık parçalar son sindirim işlemlerinin yapılacağı kalın barsağa geçerler ve bir süre sonra dışarı atılırlar. Sindirim işlemi bir dizi refleks ve hormonlar tarafından kontrol ve icrâ edilir. Su, hazım işleminin önemli bir parçasıdır; hem çözücü hem reaksiyona girici olarak çok önemli işler başarır. Sindirimin sonucu olarak proteinler amino asitlere, karbonhidratlar basit şekerlere, yağlar da yağ asitleri ve gliserole ayrılırlar.Bu basit yapıtaşları ve enerji verici moleküller vücudun hayâtiyetini idâme ettirmesi işinde kullanılırlar.
Hazım ağızda başlar. Ağızda besinler mekanik olarak parçalanır ve tükrükle karıştırılarak öğütülür. Ağıza açılan tükrük guddelerinin ifrâzâtı içerisinde bulunan “amilaz” fermenti, karbon hidrat sindiriminde görevlidir. Sindirimin ağızda başlaması bu şekilde olmaktadır. Ağızda tükrükle karışarak öğütülen ve belli bir kıvama gelen besinler yutaktan yemek borusuna geçerler ve buradan da mideye ulaşırlar. Mîdede protein sindirimi başlar ve proteinler “pepsin” fermenti tarafından parçalanırlar. Bu şekilde daha az sayıda amino asitten meydana gelmiş zincirler (peptonlar) meydana gelir. Pepsin fermentinin etkili olabilmesi için midenin asit salgısı gereklidir. Mîde duvarındaki kasların hareketi, kısmen parçalanmış ve sindirilmiş besinleri homojen bir karışım hâline getirir. Bu kıvamlı karışıma kimus adı verilir. Mîde duvarındaki hücrelerin bâzıları mukus denilen sümüksü maddeyi salgılar. Mukus bir tabaka hâlinde mîde iç yüzeyini örterek mide asidi ve sindirim fermentlerinin midenin kendisini sindirmesini önler.
Mîdede yeterli basınç meydana gelince midenin alt ucundaki pilor bölgesi kasları gevşer ve kimusun bir kısmı ince barsağa geçer. Pilor bölgesinde kaslar bir çeşit valf, kapak vazifesi görecek şekilde toplanmışlardır. Normalde büzülmüş durumda bulunan bu kas topluluğuna sfinkter ismi verilir ve burası ancak mide içi basıncı belli bir seviyeye gelince açılabilir. Mîde-barsak sistemi (hazım sistemi) boyunca belli yerlerde bu tip sfinkterler vardır; bunlar bir sonraki bölüme materyal geçişini kontrol ederler.
İnce barsaklar hazım işleminin en aktif, hareketli bölgesidir. Pankreastan ve ince barsak boyunca olan bezelerden gelen sindirim enzimleri ince barsağa dökülür. Barsak fermentleri bazik reaksiyonludur, böylece mîdenin asit ifrâzâtı ince barsağa dökülür. Barsak fermentleri bazik reaksiyonludur, böylece mîdenin asit ifrâzâtı ince barsağa geçer geçmez nötrleştirilir. Protein sindiriminin son kısmı ince barsakta yapılır ve peptonlar amino asitlere kadar parçalanırlar. Midede durmuş olan karbonhidrat sindirimi pankreas amilazının işe karışmasıyla yeniden başlar ve burada tamamlanır. Yine ince barsaklarda yağlar safra tuzları tarafından küçük parçalara ayrılır ve bir diğer pankreas fermenti lipaz ile yağ asitlerine kadar parçalanarak sindirilirler.
Sindirim işlemlerinin sonunda karbonhidratlar şekerlere, proteinler amino asitlere, yağlar da yağ asitleri ve gliserol (gliserin)e dönüşmüştür. Bu temel besin ögelerinin tamâmına yakın kısmının emilme işi, ince barsağın orta parçasında olur. Şekerler ve amino asitler doğrudan kan dolaşımına katılırken yağlar önce lenf (akkan) sistemine girerler. Yağların dolaşıma katılmaları ana lenf kanalının boyun toplardamarlarına döküldüğü yerde olur. Kalın barsakta ince barsaktan gelen materyalin sıvı kısmı (suyu) emilir. Burada ayrıca çeşitli elektrolitlerin (Na, K, Cl gibi) emilimi de olur.Kalın barsak içindeki maddeler ritmik kasılmalar yardımıyla “rektum”a gelir. Burası kalın barsakların son parçası olup dışkıyı depolama görevini yapar. Belli bir miktara varan dışkı, refleksler yardımıyla dışkılama ihtiyacı hissini doğurur ve daha sonra dışarı atılır.
Hazmın sinirsel ve hormonal kontrolü: Hazım sistemi, organlarını ve salgı bezlerini kontrol eden çok zengin bir sinir ağına sâhiptir. İstemli sinirlerden olmayan bu ağ otomatik olarak çalışan otonom sinir sistemine bağlıdır. Otonom sinir sisteminin beyinde ayrı kontrol çekirdekleri (merkezleri) bulunur. Bu sistem birbirine zıt çalışan iki bölümden meydana gelir; bunların birisi hazmı uyarırken diğeri duraklatır. Sindirim sistemine gelen sinir liflerinden kolinerjik denilen lifler sindirim fermentlerinin ifrâzâtını ve kas hareketlerini arttırırken, adrenerjik lifler tam tersine çalışırlar. Adrenerjik sistemin görevi heyecan,korku, saldırıya uğrama, kızma gibi hallerde iç organlardan kan çekerek beyin, kol ve bacaklara gitmesini sağlamaktır. Sindirim borusunun ifrâzâtı ayrıca ince barsaktan salgılanan birtakım hormonlarla da kontrol edilir. Çeşitli yiyecekler ince barsağı uyararak mîde, karaciğer ve pankreasın ferment salgılamasını sağlayan hormonları salgılatırlar.
Sindirim bozuklukları: Hazım bozuklukları, sindirim organlarının kendilerinde olan hastalıklardan ileri gelebildiği gibi, sindirim sistemini etkileyen başka bir organın rahatsızlığı veya rûhî sıkıntılardan da kaynaklanabilir. İştahsızlık (anoreksi) bir gastritten dolayı ortaya çıkabileceği gibi, grip veya rûhî bir sıkıntıdan dolayı da ortaya çıkabilir.
Sindirim organlarının hastalıkları hayatın çeşitli devrelerinde ortaya çıkabilir. Bebeklikte ortaya çıkanlar genellikle doğumsal anormallikler ve ishale bağlı şikâyetlerdir. Daha sonraki yıllarda gastroenterit tarzı rahatsızlıklar, barsak parazitleri önem kazanır. Erişkinlik döneminde bunlara ilâveten mîde-oniki parmak barsağı ülseri, kanserler, safra kesesi, penkreas ve karaciğer rahatsızlıkları da sık görülür.Bakteri toksinleri (zehirleri) dolayısıyla olan besin zehirlenmeleri aynı besinden yiyen her yaş grubunda görülebilir.
Hazım bozuklukları belirtileri kalp, akciğer, böbrek veya diğer organ rahatsızlıklarından dolayı ortaya çıkabilir. Bir kalp krizi, zatürre, kadınlarda yumurtalık iltihabı gibi ilgisiz görünen organların rahatsızlıkları karın ağrısı ile kendilerini belli edebilirler. Karın ağrılarının bu derece çeşitli sebepten olabilmesi hazım sistemi hastalıklarının teşhisini güçleştirmektedir.
Alm. Verdauungsbeschwerden (pl), schlechte Verdauung (f), Fr. Troubles (m.pl.) de la digestion, İng. Indigestion. Genellikle yiyeceklerin alınmasından sonra ortaya çıkan ve karın boşluğundaki çeşitli şikâyetleri içine alan geniş mânâlı bir terim. Hazımsızlık olduğu zaman karında dolgunluk, basınç, ağrı, mîde yanması, geğirme, gerginlik veya şişkinlik bulunabilir. Çoğu zaman hazımsızlık şikâyetlerinin belli bir sebebi bulunamaz. Bunlar fonksiyonel hazımsızlık olarak nitelenirler ki, şahsın psikolojik sebeplerden kaynaklanan durumunu ifâde eder.
Yemeklerden hemen sonra ortaya çıkan şikâyetler; safra kesesi yetmezlikleri, yemek borusu hastalıkları, gastritler, mîde kanseri ve ülseri durumlarında görülebilir. Yemeklerden birkaç saat sonra gelişen rahatsızlıklar ise oniki parmak barsağı ülserlerinde ve pankreas yetmezliklerinde görülür. Geceleri veya arka üstü yatarken husûle gelen ağrı; mîde fıtıkları, oniki parmak barsağı ülserleri ve pankreas kanserlerinde olur.
Sıvı gıdâlarda bir problem olmadığı hâlde katı gıdâların kolay yutulamadığı durumlarda yemek borusu darlığı ve buranın kanseri düşünülmelidir. Yağlı gıdâların yenmesinin akabinde ortaya çıkan rahatsızlıklar daha ziyâde safra veya pankreas yetmezliğine bağlıdır.
Bâzı kişiler buğday unundan yapılan gıdâ maddelerini, bâzıları bakla, bâzıları yumurta, süt, çilek gibi yiyecekleri yediklerinde rahatsızlıklar gelişir. Bu durumlar genellikle özel bir hastalığa veya o gıdâya karşı olan hazım bozukluğuna tekâbül eder.
Karında fazla gaz bulunması ve şişkinlik de hazımsızlık olarak değerlendirilir. Sindirim kanalındaki gazların büyük kısmı yutulan havadır. Huzursuzluk, az yeme, hızlı yeme alışkanlığı durumlarında yutulan hava miktarı artar. Gazların ikinci büyük kaynağı ise karbonhidrat ve proteinler üzerine bakterilerin etkisi ile barsak içinde husûle gelen gazdır. Kuru baklagiller gibi emilemeyen şekerleri ihtivâ eden yiyeceklerin yenmesi de fazla miktarda gaz meydana getirebilir. Barsaklarda bulunan fazla gaz gerilme, ağrı, ishal veya şişkinliğe sebeb olabilir. Bunun için kuru bakliyattan perhiz etmeli, yavaş yavaş ve iyice çiğneyerek yemek yemeli ve çok sinirlenmemeli, sinirli ve heyecanlı durumdayken sofraya oturmamalıdır.
Mîde-barsak sistemi dışındaki bir takım hastalıklar da hazımsızlığa yol açabilir. Meselâ kalp yetmezliği, üremi, akciğer veremi ve kanserlerde hazımsızlık belirgin bir şikâyet hâlinde ortaya çıkabilir.
Hazımsızlığı olan hastanın mîde-barsak sisteminin filimleri çekilerek organlarda belli bir rahatsızlığın olup olmadığı araştırılmalıdır. Eğer herhangi bir hastalık tesbit edilemezse rûhî olaylara bağlı olduğu kabûl edilip, psikiyatrik tedâvi yapılmalıdır.
Bundan başka belli özelliği olmayan gıdâ tahammülsüzlükleri vardır. Burada, hazımsızlık yapmaması gereken bâzı yiyecekler bâzı kişilerde belirtilere sebeb olur. Meselâ, herkesin bildiği gibi çay; kabızlık, şişkinlik, uykusuzluk yapar. Bâzı kişilerde bunun tersi söz konusudur. Yâhut armut normalde pekliği yok eder, ancak bâzı kişilerde peklik yapar. Buna, bâzı bünyelerin kendine has özelliklere sâhib olması sebeb olarak gösterilmiştir.
Alm. Staatskass (f), Staatsschatz (m), Fr. Tresor (m), İng. Public treasury, treasury. Bütçenin gelir ve giderleri arasında yer ve zaman bakımından ortaya çıkan âhenksizlikleri gideren devletin eline geçen paraları muhâfaza ve idâre ile gerekli ödemeleri yapan kuruluş.
Daha önce kurulmuş bütün İslâm memleketlerinde olduğu gibi Osmanlı Devletinde de hazîneye âit fonksiyonları Beytülmâl müessesesi yerine getirirdi (Bkz. Beytülmâl). Yurdumuzda hazine işleri, Hazine ve Dış Ticâret Müsteşarlığına bağlı Hazine Genel Müdürlüğü ve Milletlerarası İktisâdî İşbirliği Teşkilâtı tarafından yürütülmektedir. Hazîne Genel Müdürlüğünün asıl görevi, hazîne işlemlerini yapmak, yâni gelirleri toplamak, giderleri ödemek, hazine mevcûdunu işlemektir. Genel Müdürlüğün ilâveten, darbhâne, amortisman sandığı, menkul kıymetler ve kambiyo borsası ile ilişkisi vardır. Hazîne, ayrıca hisse senetlerini, tahvilât cüzdanını ve muhâfazası gereken eşyâyı saklar, idâre eder. Dâhilî ve hâricî, mâlî hareketleri tâkib eder. Millî paranın tedavül ve istikrârının, ödemeler bilançosunun ve kredi işlerinin sağlanması yolunda tedbirler teklif eder. Devletin yabancı memleketlerdeki tediyelerini yerine getirir. Devletin para hareketlerini ilgilendiren işleri hazırlar,yürütür ve denetler.
11 Temmuz 1960 târihinden îtibâren Hazîne Genel Müdürlüğüne, Milletlerarası İktisâdî İşbirliği Teşkilâtı bağlanmıştır. Bu sûretle ABD ve diğer devletlerle iktisâdî teşebbüs ve anlaşmaları îfâ ederek, tatbik etmek görevi de Hazîne Genel Müdürlüğüne verilmiştir.
Hazînenin, kamu mâliyesindeki yeri ve önemi o kadar büyüktür ki, bâzı memleketlerde Mâliye Bakanlığının yanında sırf bu işlerle uğraşmak üzere Hazine Bakanlığı kurulmuştur. Hazînenin bankaya olan benzerliği çok fazladır. Birçok hallerde devlet, hazîne kuracak yerde bankalardan faydalanmıştır. 1930 yılında Merkez Bankası kuruluncaya kadar Osmanlı ve Zirâat bankalarından faydalanan devlet, bu târihten îtibâren hazîne nakit hareket işlerini Merkez Bankasına bırakmıştır. Günümüzde de Merkez Bankasının bulunmadığı yerlerde Zirâat Bankası her iki bankanın da bulunmadığı halde herhangi bir banka aynı görevi yerine getirir. Herhangi bir banka şubesinin olmaması hâlinde, mal sandıkları ve postanelerle aynı işler yapılır.
Gelir ve giderlerin yer bakımından denkleştirilmesine, Hazîne Nakit Hareketleri denir. Bunu hesaplamak için de, bütçeye âit olsun olmasın bütün gelirler Maliye Bakanlığının emrinde bir hesapta toplanır. Bu paraların gerekli miktârı, îcâb eden yerlere gönderilerek ilgililere ödenmek üzere saymanların emrinde hazır bulundurulur. Hazîne Genel Müdürlüğü, bankalardan belli zamanlarda hesap özeti alır. Bu bilgilere dayanarak lüzumlu yerlerde gereken parayı hazır bulundurmak için Merkez Bankasına veya diğer bir bankaya gereken teslimâtı vererek, devlet gelirleri ile giderleri arasında yer bakımından âhenk sağlamaya çalışır. Gelir ve giderlerin zaman bakımından denkleştirilmesine Hazîne İşlemleri denir. Hazîne Genel Müdürlüğünün asıl görevi; devletin her an ödenmesi gereken giderlerini karşılayacak para bulundurmaktır. Devletin elinde ihtiyaçtan fazla para bulunduğu anda onu işletmek, değerlendirmek gereklidir. Devletin nakit ihtiyaçlarını bilmek ve bunları karşılayacak kaynakları araştırmak lâzım gelir. Dalgalı paralar, Merkez Bankası avansları, hazîne bonoları, konsilide borçlar hazîne gelir kaynaklarıdır.
HAZÎNE VE DIŞ TİCÂRET MÜSTEŞARLIĞI
Devletin dış ticâret politikalarını uygulamak, hazîne, para kredi ve nakit hareketleri ile iç ve dış borçlanma işlemlerini yürütmek için kurulmuş teşkilât. 13.12.1983 târihinde Bakanlar Kurulu karârıyla 188 sayılı Kânun Hükmündeki Kararnâme (KHK) (17.6.1982 târihli ve 2680 sayılı Kânunun verdiği yetkiye dayanılarak), Hazîne ve Dış Ticâret Müsteşarlığı Teşkilât ve Görevlerini belirlemiştir.
Hazîne ve Dış Ticâret Müsteşarlığı kuruluşuna âit 188 ve 232 sayılı Kânun Hükmünde Kararnâmeler, 16.4.1989 târihinde 3274 sayılı kânun ile değiştirilerek kabul edilmiştir. Böylece, Hazîne ve Dış Ticâret Müsteşarlığı Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kânun yürürlüğe girmiş, Hazîne Dış Ticâret Müsteşarlığı, bütün hazîne işlemlerinden, devlet borçlarının yönetiminden sorumlu duruma gelmiştir. Bütçenin uygulanması ve ödenek işlemleri Mâliye ve Gümrük Bakanlığının yetki ve sorumluluğunda kalmıştır. Bütçe uygulamasında, ödenek işlemlerinin, nakit işlemleriyle devâmı ve hazine işlemlerinin bütçe uygulamasının bir parçası olması sebebiyle Bakanlık ve Müsteşarlık arasında sürekli ve etkin bir koordinasyon kurulmuştur.
Hazîne ve Dış Ticâret Müsteşarlığının görevleri şöyle sıralanabilir:
Ekonomi ve dış ticâret politikalarının hedeflerinin tesbiti ile ilgili çalışmaları yapmak ve kararlaştırılan politikaları uygulamak.
Hazîne, para kredi nakit hareketleri ile devletin iç ve dış borç işlemlerini düzenlemek.
Hazîne işlemlerine âit kânun tasarılarını ve diğer mevzuatı hazırlamak ve hazırlanmasına katılmak.
İhrâcât ve ithâlâtın kalkınma plânları ve yıllık programlarda öngörülen hedefler çerçevesinde yürütülmesini sağlamak.
İki taraflı ve çok taraflı iktisâdî ve ticârî anlaşmalarla ilgili hizmetleri yürütmek.
Kamu İktisâdî Kuruluşları ile İktisâdî Devlet Teşekküllerinin genel yatırım ve finansman programını hazırlamak, uygulanmasını tâkib etmek,
Bakanlar ve sermâye piyasasına ilişkin politikaları hazırlamak, uygulanmasını izlemek ve denetlemek.
Diğer kânunlarla yukarıdaki konularla ilgili olarak verilen görevleri yapmak.
Yukarıda sıralanan görevlerle donatılmış olan Müsteşarlık, Başbakanlığa bağlıdır. Başbakan, Müsteşarlığın yönetimi ile ilgili yetkilerini Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı vâsıtasıyla kullanabilir. Müsteşarlık, merkez, taşra ve yurtdışı teşkîlâtı ile bağlı kuruluşlardan müteşekkildir.
Osmanlı devlet arşivi. Önceleri sarayda iki evrâk mahzeni vardı. Bunlardan biri Paşakapısı’nda, diğeri de eski Dîvânhâne yeri yakınındaydı. Bütün kânunlar, nizamlar ve mühim emirler âit oldukları kalem defterlerine kayıt olunurlar ve bu defterler dolduktan sonra saraydaki evrâk mahzenine gönderilirdi. Yeni kayıtlar ise Paşakapısı’ndaki (Bâbıâlî’deki) mahzende saklanırdı. 1846 yılından sonra sadrâzamlık (Paşakapısı) arşivi, Hazîne-i evrâk adıyla anılmaya başladı.
Başta pâdişâh olmak üzere, Enderûn-ı Hümâyûnda tam bir disiplin ve âhenkli bir terbiye sistemiyle yetiştirilen üst kademe Osmanlı devlet adamları, tam bir tertip ve düzenle yazdıkları evrâkları usûlüne uygun bir şekilde saklamaya îtinâ gösterirlerdi.
Bugünün Bakanlar Kurulu demek olan Dîvân-ı Hümâyûnda alınan kararların yazıldığı mühimme defterleri, gizli yazılan hüküm ve fermânların yazıldığı mektûm mühimme defterleri, ordu mühimmesi ve rikâb mühimmesi, ahkâm defterleri, kayûd-i ahkâm-ı mîrî defterleri, tahvîl ve rüûs defterleri, düvel-i ecnebiye defterleri, icmâl ve mufassal tahrîr defterleri ile rûznâmçe gibi defterlerde, her türlü kaydı tutup, devletin ve halkın hak ve hukûkunun zâyi olmaması için de bu defter ve evrâkları sıkı bir muhâfaza ve disiplinli bir kullanma nizâmı ile arşiv ve mahzenlerde sakladılar. Devlet arşivi durumunda olan bu mahzenler, pâdişâhın vezîr-i âzamda bulunan mührüyle mühürlenen üç devlet hazînesinden biriydi. Hükûmetin her toplantısından sonra bu mühürle mühürlenirdi. Zîrâ milletin bütün hukûku bu kayıtlara bağlıydı. Devleti ayakta tutan dirlik (tımar) sisteminin dolayısıyla ordunun, verginin, sanâyî, ticâret ve tarımın esasları mahzenlerdeki defterlerdeydi.
Dîvân-ı Hümâyûnda ve Bâbıâlî’deki evrak ve vesîkaların çoğu parça kâğıtlar, bir kısmı da cildli defterler hâlindeydi. Bu defter ve evraklar, senelerine göre tasnifleri yapılarak mahzenlerde saklanırdı. Mühim olanları, kese ve torbalara konulurdu. Her dâirede işleme tâbi tutulan bir günlük evrâk tomar yapılır, her ayın tomarı bir torbaya ve her yılın torbaları da bir sandık veya sandıklara konularak muhâfaza edilirdi. Mâliye Hazînedârbaşısı tarafından hazırlanan evrak keseleri, lüzûmunda sadrâzamın buyruldusu ile îcâb eden yerlere verilirdi. Yeni kayıtlar, Paşakapısı’ndaki (sonraları Bâbıâlî) mahzende saklanır, bakmak îcâb ettiği zaman veya tashih lüzûmunda izinle saray mahzenindeki eski kayıtlara bakılırdı. Kalemlere gelen evraklar, işi bitsin bitmesin, akşam mahzene kaldırılır, sabah tekrar getirilirdi.
Pâdişâhların hatt-ı hümâyûnları görüldükten sonra reîs-ül-küttâba teslim edilir, o da her ay bunları birer torbaya koyup mühürledikten sonra husûsî bir sandıkta muhâfaza ederdi. Bu sûretle pâdişâhların sadrâzamlara gönderdiği her türlü hatt-ı hümâyûnlar, ayrı ayrı torbalarda saklanırdı. Pâdişâh okumak arzu ettiği zaman emânet olarak kendisine gönderilir, sonra geri alınarak tekrar yerine konurdu.
Evrâkların muhâfazasından Dîvân-ı Hümâyûn üyesi olan Nişancı sorumlu idi. Reîs-ül-küttâb ve defter emîni onun emrinde idi (Bkz. Nişancı). Fakat 16. asır ortalarından sonra reîs-ül-küttâb ile defter emîni nişancının önüne geçtiler. Defter ve kayıtlarda yapılan her türlü düzeltme, nişancının kalemi ve mârifetiyle yapılırdı. Nişancının bu vazîfesi ile ilgili pâdişâhtan başkasının sözlü emri geçersizdi. Hattâ sadrâzam bile pâdişâh tuğrası ve muvaşşah ferman ile evrâk isteyebilir ve bizzat nişancı tarafından verilip alınırdı. Diğer nâzırlar nişancının makâmında teslim alırlardı. Tapu tahrir defterinde yapılacak bir kayıt tashihi için nişancıya yazılacak fermâna bizzat sadrâzam pâdişâhın tuğrasını çeker, nişancı da kendisine gelen fermanın köşesine; “Defteri gele” diye yazarak defter emînine gönderirdi. Güzel bir şekilde tasnif edilen milyonlarca vesika ve defter arasından istenilen defteri süratli bir şekilde bulup çıkaran defter emîni de, defterhâne kesedârı vâsıtasıyla defteri nişancıya yollar. Nişancı, defter üzerinde gerekli tashihi yaptıktan sonra oraya fermânı da ekler, defterhâneye gönderirdi. Tâlî derecedeki defterlerin başka yerlere gönderilmesi îcâb ettiği durumlarda, sadrâzamın defter emînine yazdığı buyruldu ile defterhâneden çıkarılarak istenilen yere gönderilir ve defter emîni tarafından tâkib edilirdi. Defter iâde edilince ne kadarı dışarıda kaldığı deftere kaydedilirdi. Son devirlerde nişancının derecesi düşmesine rağmen kayıtlarda yapılacak tashihler, yine onun kalemiyle yapılırdı. Fakat tımar ve zeâmet işlerine, dîvân-ı hümâyûn reîsi olan reîs-ül-küttâblar bakardı.
Sefer durumunda lüzumlu defterler de birlikte götürülür, nişancı ve defter emîni merkezde birer vekil bırakarak sefere iştirak ederlerdi. Defter emîni defterleri muhâfaza eder, nişancı da gerekli kayıt ve tashihleri yapardı. Devletin her türlü hukûkî bilgilerine sâhib olan nişancı hâricinde, hiç kimse pâdişâh dâhi olsa eski evrâka tashih için dahi hiçbir şekilde bir çizik çizemez veya silemezdi. Nişancı da sadrâzamdan pâdişâh tuğrası çekilmiş fermân almadan kendisi hiçbir işâret koyamazdı. Değişikliğe fermânı da eklerdi. Vesîkaların çalınmasında veya tahrif edilmesinde rolü olanlar cezâlandırılırdı.
Osmanlı Devletinde millî arşivcilik konusunda ileri derecede teşebbüs, devrin mâliye nâzırı olan Safveti Paşanın 1845’te Enderûn’daki târihî vesîka ve defterleri bir tertibe koyması ile başlamıştır. Günümüz anlayışına uygun arşivcilik 1846’da Hazîne-i Evrâk dâiresinin kurulmasıyla başlar ve bu da bugünkü Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün çekirdeğini teşkil eder. Hazîne-i Evrâk nezâretinin başına getirilen Hasan Muhsin Efendinin kıymetli çalışmalarıyla arşive dâhil vesîkaların tertibi ve arşivin çalışma tarzını belirten 1849 Hazîne-i Evrâk nizamnâmesi ile Türk arşivciliği belirli bir düzene girmiştir. (Bkz. Arşiv)