HAYÂLÎ İHRÂCÂT
Hak edilmemiş bir devlet yardımının hîleli yolla temini. Hayâlî ihrâcât, hukûkî ve ekonomik açıdan sınırlandırılması oldukça zor olan bir kavramdır. Genellikle kabul gören bir târife göre; devletin, ihrâcâtı teşvik maksâdıyla gerçek ihrâcâtçıya temin ettiği döviz esas alınarak belirli bir oran dâhilinde sübvansiyonda bulunacağı husûsundaki kurallardan faydalanıp, fiilen ihrâcat yapmamasına veya resmî mercilere bildirdiğinden farklı nitelik ve nevide mal ihrâç etmiş olmasına rağmen, hak etmediği miktarda sübvansiyon sağlamaya, uygulamada ve basında hayâlî ihrâcat denmiştir.
Hayâlî İhrâcât çerçevesinde değerlendirilebilecek işlemler esas olarak ikiye ayrılmaktadır:
A) İhrâcât sırasında fiilî tesbite konu olan işlemler:
Bunlar ana başlıklarıyla şunlardır:
1. İhrâç edilecek malın, gerek cins ve gerekse miktar bakımından beyannâmesine uygun ancak değer bakımından aykırı bulunması hâli.
2. İhrâç edilecek malın cins bakımından beyannâmesine aykırı bulunması hâli.
3. İhrâç edilecek malın miktar bakımından beyannâmesine aykırı bulunması hâli.
B) İhrâcât sonrası yapılan tesbite konu olan işlemler:
Bu işlemler de genel olarak üçe ayrılmaktadır:
1. İhrâç edilen malın değer bakımından beyannâmesine aykırı bulunması hâli.
2. İhrâç edilen mala âit ihrâcatçı belgelerinin tam olmasına mukâbil firmanın mevcut olmayışı hâli.
3. İhrâç edilen malın eksik gönderilmesi hâli.
Alm. Leben (m), Fr. Vie (f), İng. Life. Canlıların yaşama hâli. Hayat, kâinâtın en mühim sırlarından biridir. İnsanoğlunun, bugün dahi yalnız aklı ve fen bilgisi ile çözemediği bu sır hakkında yapılan bütün târifler eksik ve hattâ yanlış olmaktadır.
Hayatın nasıl başladığı, mânâsının ne olduğu filozoflar ve fen bilginleri tarafından yüzyıllardır araştırılmıştır. Filozofların öne sürdüğü hayâlî izahlar, bilginlerin tecrübe ve teorileri “Hayat nedir?” ve “Nasıl başlamıştır?” sorularının cevaplarını vermekten çok uzak kalmıştır. Canlı varlıkların vücûdundan hücreye, hücrenin iç yapısına, iç yapıyı meydana getiren elementlere kadar uzanan çalışmalar, hayatı izaha yetmemekte, tersine sorular çoğalmakta ve insanlığın bu noktadaki aczi büyümektedir. Bâzı filozofların sarıldığı “tesâdüf” kelimesi ise ilim dünyâsında da reddedilmektedir.
Yeryüzünde hayâtın ne zaman başladığı da kesin olarak bilinmemektedir. Fen bilginlerinin nazariyeleri, görüşleri milyonlarca yıl ile milyarlarca yıl arasında değişmektedir. Her birinin öne sürdüğü deliller hayat konusunu bütünüyle kavramamakta ve verilen zamanlar tahminlerden, zanlardan öteye geçmemektedir.
Araştırmalar netîcesinde, canlı varlıkların çeşitli ortak özellikleri ortaya konulmakta, buna göre sınıflamalar yapılmaktadır. Aklî ilimlerin herbirinin sınıflaması değişiktir. Kimyâsal bakımdan yapılan incelemeler canlıların oksijen, karbon, hidrojen, azot, kalsiyum, potasyum, fosfor, sodyum, klor, kükürt, mağnezyum, demir gibi elementlerden teşekkül ettiğini göstermektedir. Bu elementler, farklı oranlarda bir araya gelerek, büyük ve karmaşık moleküller meydana getirirler. Bu moleküller, canlıdan canlıya değişen, fakat bütün bitki ve hayvanlarda var olan; hayat kaynağı, protoplazmanın bileşimleridir.
İlk canlı madde (Protoplazma):Protoplazma, plastik yâni balçık çamuru hâlindedir. Dışarıdan bakıldığında bulanıktır. Yumurta sarısı ortasındaki esmer leke, civcivin protoplazmasıdır. Protoplazma muhtelif makinalardan müteşekkil bir organizasyon ve bundan dolayı uzviyet ismi verdiğimiz faal, canlı bir teşekküldür. Hayâlimizde, bir cep saatini binlerce defâ küçültelim. Bir mercimek, bir kum, bir toz ve nihâyet görünmez şekilde düşünelim. Nokta kadar tasavvur ettiğimiz ve işlemekte olan saate, mikroskopla baktığımızı düşünürsek bunu tekrar binlerce defâ büyütmüş ve hiçbir parçası ve faaliyeti değişmemiş bir hâlde görürüz. İşte protoplazmayı böyle, yâni fevkalâde küçük ve mükemmel tanzim olunmuş bir makina olarak düşünmek gerekir. Bu makinanın bugüne kadar mikroskopla ancak büyük parçaları tanınabilmiştir.
Protoplazmanın yarısından fazlası sudur. Bu su, saf olmayıp muhtelif tuzların bir eriyiğidir. Bu muhtelif tuzların, muhtelif vazîfeleri vardır. Elektrik iletirler, osmatik basınç yaparak protoplazmayı gergin tutarlar. Eriyikteki şeker yanarak, bu makinanın enerjisini temin ederler.Protoplazmanın demiri, teneffüse lâzım olan gazı içeri çeker. Kireç, protoplazmanın kanalizasyon teşkilatını idâre eder... vs. gibi.
Nihâyet bütün bunlar, var olan bir şeyin çalışmasının izahı olmaktadır. “Hayat nedir?” “Ne zaman ve nasıl başlamıştır?” sorularının cevapları ise, yapılan sun’î hücre meydana getirme denemelerine rağmen olduğu yerde durmaktadır. Fen bilgilerinin hayat konusunda söyleyebilecekleri özet olarak bu kadarla kalmaktadır.
Hayat konusu, çeşitli dinlerde de yer almıştır. Bunlardan İslâmiyetin bildirdikleri, yapılan her ilmî çalışma ile doğrulanmaktadır. Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere: “Bütün âlemler, canlı ve cansız varlıklar, insanların gördükleri, bildikleri veya bâzılarını göremeyip bilemedikleri bütün varlıklar, yoktan yaratılmıştır. Varlıkları tesâdüfî değildir. Onları yoktan var eden Allah’tır. Allah, canlıları sudan yaratmıştır.” Nitekim fen bilginlerinin ilk canlı madde dedikleri protoplazmanın % 80 kadarı da sudur.
Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İslâmiyetin diğer kaynakları, canlı ve cansız bütün varlıkların hayatlarının bir başlangıcı olduğunu ve bir de sonu olacağını bildirmektedir. Bunlardan madde âlemi olan dünyâ ve dünyâdaki cansız denilen varlıkların hayâtı, bu dünyâdaki kadardır.
İnsan için ise hayat iki çeşittir: Birisi, bu dünyâ hayatı; diğeri âhiret hayâtıdır. Bu dünyâ hayâtı ana rahmine düşmekle başlar, ruhun bedenden ayrılması demek olan ölümle sona erer. Kabirden îtibâren âhiret hayâtı başlar. Kabir hayâtı, daha çok âhiret hayatına benzeyen ve dünyâdaki hayata benzemeyen bir hayattır. Kıyamet koptuktan sonra başlayacak olan âhiret hayâtı ebedîdir. Bedenleri ile birlikte tekrar diriltilen insanlar, âhirette ebedî, yâni sonsuz olarak yaşayacaklardır. Hayvanlar ise, birbirleriyle ve insanlarla hesapları görüldükten sonra yok (toprak) edileceklerdir. Âhiret hayatı, bu dünyâ hayatına benzemez. Âhiret hayatına inanmak, îmânın şartlarındandır. İslâmiyet, hayatı kısaca böyle açıklamakta, hayatın tesadüflerle değil, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğini bildirmektedir.
Hayat, Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından biridir. Hayat, Allahü teâlânın diri olması demektir. Her sıfatında olduğu gibi hayat sıfatı da, ezelî ve ebedîdir. Yâni Allahü teâlânın diri olması, sonradan kazanılan ve bir müddet sonra sona erecek olan bir dirilik değildir. Zâtı ile beraber vardır ve sonsuz olarak var olacaktır. Yarattığı varlıkların hayatı sonradan var olmuştur ve bir müddet sonra yok olacaktır.
On ikinci yüzyılda Harrân’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve âriflerin ileri gelenlerinden. İsmi, Hayât bin Kays bin Rahhâl bin Sultan el-Ensârî el-Harrânî’dir. Harrân şehrinde doğup, yetiştiği için Harrânî ismiyle ve Şeyhülkıdve lakabı ile meşhur oldu. Doğum târihi belli değildir. Ömrünün 50 senesine yakınını Harrân’da geçirmiştir. İnsanlar ve bâzı sultanlar, ziyâret edip duâsını alırlar ve yanında olmakla bereketlenirlerdi. Selâhaddîn-i Eyyûbî bunlardandı.Yüksek hâl ve kerâmet sâhibi olup, ehliyeti, ihlâsı, iffeti ve dînine çok bağlılığı ile tanınan bir zâttı. Cömertliğiyle meşhurdu. 1185 (H.581) yılında orada vefât etti. Harrân’ın dışına defnedildi. Kabri, ziyâret yerlerindendir.
Büyük bir velî olan Hayât bin Kays hazretlerinin çok kerâmetleri görülmüş, akılları durduracak hayret verici hâlleri müşâhede edilmiştir. Büyük himmet sâhibi olup, yüksek makamlara kavuşmuştu. Allahü teâlâya yakınlık derecesi bakımından yüksek bir mevkide bulunuyordu. Hakîkat ilimlerinde derin bilgisi vardı.
Hikmetlerle dolu, kalplere tesir eden sözlerinden bâzıları şunlardır:
Vefânın hakîkatı, gaflet uykularından uyanmaktır ve bütün gâyelerin, her türlü dünyâ arzularından kurtulup, uzaklaşmasıdır. Hakk’a yönelip, ezelde verilen ahde sadâkat göstermektir.
Kalp yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalp nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır.
Sâdık talebenin alâmeti şudur ki; bir ân bile olsa, Rabbini zikretmekten, O’nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O’nun hakkını gözeterek, farzlara ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk’ın sevgisini bulundurmalıdır.
On yedi ve on sekizinci yüzyıllarda yaşamış ve Osmanlı sarayına hizmet etmiş doktor âilesi.
Hayâtîzâde Feyzi Efendi (Büyük): Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. Mûsevî asıllı olup, Müslüman olmakla şereflendi. Süleymâniye Tıb Medresesinde müderrislik yaptı. Hassa (saray) hekimliğine, sonra Sultan Dördüncü Mehmed Han tarafından hekimbaşılığa getirildi. İkinci Süleymân Han zamânında da bu vazîfede kalan Feyzi Efendi, Sultan İkinci Ahmed zamânında bu vazîfeden ayrıldı. 1692 (H.1104) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Eserleri:
Hamse-i Hayâtîzâde: En tanınmış eseridir. Kendisinin Resâil-ül-Müşfiye li-Emrâz-il-Müşkile adını verdiği bu eseri eski tıp kitaplarından ve kendi şahsî tecrübelerinden faydalanarak yazmıştır. Eser beş kitaptan meydana gelmiştir. Bunlar; 1) Risâle-i Reddiye, 2) Risâle-i Maraz-ı Pilika, 3) Risâle-i Maraz-ı Efrence, 4) Risâle-i Sevdâ-i Maraziyye, 5) Risâle-i Merâkiyye’dir.
Süleymân Efendi (Dâmâd):Hayâtîzâde Büyük Mustafa Feyzî Efendinin dâmâdıdır. Bu sebeple Hayâtîzâde Dâmâdı adıyla bilinir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. Medrese tahsilinden sonra tıp okudu. Hekim ve kâdı olarak çeşitli yerlerde vazîfe yaptı. Hassa (saray) hekimi oldu. Uzun müddet bu vazîfede kaldı. İlmiye mesleğinde de İstanbul kâdılığına terfî etti. 1716 (H.1128) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Halepli Sâlih bin Nasrullah’ın Lâtinceden Arapçaya çevirdiği Akrabadin’i, Tercüme-i Akrabadin-i Cedîd adıyla Türkçeye tercüme etti.
Hayâtîzâde Mustafa Feyzi Efendi (Küçük): Hayâtîzâde Büyük Mustafa Feyzî Efendinin torunudur. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Medrese tahsilinden sonra tıp okudu. Müderrislik ve hassa hekimliği yaptı. 1723-1724’te Ömer Efendinin yerine hekimbaşı seçildi. On dört yıl müddetle bu vazîfeye devâm etti. Bu vazîfesi sırasında bütün ilmî pâyeleri (ünvanları) elde etti. 1738 (H.1151) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Hayâtîzâde Mehmed Emin Efendi:Hayâtîzâde Büyük Mustafa Feyzî Efendinin torunu, Küçük Mustafa Feyzi Efendinin kardeşidir. İstanbul’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
Medrese tahsilini bitirdikten sonra, ilimde yükselip müderrislik diploması aldı. Yenişehir ve Edirne kâdılıklarında bulundu. Tıp ilmini de tahsil edip, 1736 senesinde kâdılıktan başka, pâdişâhın başhekimliğini yaptı. İstanbul kâdılığı, Anadolu ve Rumeli kâdıaskerliği vazîfelerinde bulundu. Pîrîzâde Mehmed Sâhib Efendinin yerine Sultan Birinci Mahmûd Han tarafından 1746 senesinde şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Altı ay kadar bu vazîfede kaldıktan sonra, ayrılarak Bursa’ya gitti. Mekke-i mükerreme kâdılığına tâyin edildi. Mekke kâdılığı vazîfesine giderken, 1748 (H.1160) senesinde Şam’da vefât etti.
Aklî ve naklî ilimlerde yüksek âlim olan Hayâtîzâde Mehmed Emin Efendi, mesleği hekimlik (doktorluk) olduğu hâlde şeyhülislâmlığa yükselen tek kişidir.
Mehmed Saîd Efendi: Hayâtîzâde Mehmed Emin Efendinin akrabâsıdır. Doğum yeri ve târihi belli değildir. İki defâ hekimbaşılık vazîfesine getirildi. 1746’da tâyin edildiği ilk vazîfesi kısa sürmesine rağmen 1748’de ikinci defâ tâyin edildiğinde, bu vazîfede yedi yıl kaldı. 1757 (H.1171) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Peygamber efendimizin 628 senesinde Hayber Kalesinin fethiyle netîcelenen zaferi. Hayber, Peygamber efendimiz devrinde, Yahûdîlerin toplandığı bir merkezdi. Peygamber efendimiz Medîne’ye hicret ettiğinde, orada bulunan çeşitli Yahûdî kabîleleriyle antlaşma yapmışlardı. Antlaşmaya göre Müslümanlarla sulh içinde yaşayacaklardı. Ancak Benî Nâdir adlı Yahûdî kabîlesi, antlaşmayı bozarak Peygamberimize sûikast tertiplediler. Bu sebeple Medîne’den çıkarıldılar. Benî Kureyzâ adındaki Yahûdî kabîlesi de, antlaşma yaptıkları hâlde Hendek Savaşında düşman tarafına geçerek ahidlerini bozdular. Hendek Savaşından sonra Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Antlaşması yapılarak müşriklerin saldırısı önlendi. Fakat Hayber’de toplanan Yahûdî kabîleleri, Müslümanlar için çok tehlikeli idi. Medîne’deki münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy Yahûdîlerle görüşüyor, Müslümanlar üzerine savaş açmayı tertipliyorlardı.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Hayber’deki Yahûdîlerle antlaşma yapmak istedi ise de buna yanaşmadılar. Bunun üzerine Medîne’ye saldırmalarını önlemek için Hayber üzerine gitmeye karar verildi. Medîne’den çıkan İslâm ordusu, Hayber ile Gatafan arasındaki Reci’ Mevkiini tuttu. Böylece diğer Yahûdî kabîlelerinin Hayber’e yardımı önlendi. Hayber’e varınca, Yahûdîlere yine sulh teklif edildi. Kabul etmedikleri için savaş başladı (628).
Hayber, sekiz muhkem kalesi, verimli arâzileri, bol miktârda bağ ve bahçeleri bulunan zengin bir şehirdi. Kalelerin içinde 20.000 asker vardı. Peygamber efendimizin emrinde ise 200 atlı, 1600 piyâde olmak üzere 1800 sahâbî bulunuyordu. İlk olarak Natat Kalesi kuşatıldı ve Eshâb-ı kirâmın üstün gayretleri sonucu on günde fethedildi. Hayber’in en sağlam kalesi olan Kamus Kalesi yirmi gün dayandı. Bir türlü kale düşmüyordu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem sancağı hazret-i Ali’ye verdi. Hazret- i Ali onları önce İslâma dâvet etti kabul etmediler. Savaşmak için çıkan Merhab adındaki çok kuvvetli pehlivanı teke tek savaşta öldürdü. Savaşın en şiddetli ânında kale kapısını yerinden sökerek, kalkan gibi kullandı. Ümitsizliğe düşen Yahûdîler teslim oldular ve kale Müslümanların eline geçti. Müslümanlardan on beş şehid vardı. Yahûdîlerden doksan üç kişi öldü.
Hayber’in fethinden sonra Yahûdîler kendi topraklarında kalmayı ve topladıkları mahsûlün yarısını Müslümanlara (beytülmâla, hazîneye) vermeyi teklif ettiler. Bu teklifleri kabul edildi. Fedek denilen yerdeki ve Vâdil-Kura’daki Yahûdîler de aynı şekilde antlaşmaya bağlandı.
Hayber’in fethiyle, İslâmiyetin müşriklerden sonra ikinci büyük düşmanı olan Yahûdîlerden gelecek tehlike de böylece önlenmiş oldu.
On altıncı yüzyıl Türk târihçisi. Asıl adı Muhammed Haydar olup 1499’da Çağatay ülkesinde doğdu. Gürgâniyye Devleti (1526-1858) kurucusu Bâbür Şahın akrabâsıdır.
Babasının öldürülmesi üzerine Çağatay ülkesinden 1509’da Kâbil’e geldi ve dayısı Bâbür Şah tarafından kabul gördü. Kıymetli âlimlerden okuyarak kendini yetiştirdi. Bâbür Şahın yanında askerî seferlere katıldı. 1512’de Bâbür’ün yanından ayrılıp, Fergana’ya gitti. Moğol Hükümdârı Said Hanın (1531-1573) yanında yüksek memuriyet alıp, birlikte sefere katıldılar. Said Han 1533’te ölünce, yerine geçen Abdürreşîd Hanla anlaşamayıp Timurlular ülkesine gitti.
Haydar Mirzâ, 1541’de Keşmir’i fethedip hükûmet kurdu. 1551’de Keşmirlilerin ayaklanmasında öldürüldü. Târih-i Râşidî ve Cihânnâme adlı eserlerini Keşmir’de hükümdârken yazdı. Târih-i Râşidî iki kısımdır. Birinci kısmı Çağatay Hânedânından, ikinci kısmı ise kendi başından geçen ve zamânındaki olaylardan bahseder. Târih-i Râşidî 16. asrın târih ve coğrafyası için kaynak kitabı olarak kullanılmıştır. Cihannâme adlı eseri; Çağatay Türkçesiyle yazılan manzûm bir hikâyedir ve o devrin Türk âdet ve geleneklerine yer verir.
Osmanlı vezîri. 1512 yılında Isparta’nın Gelendost ilçesinde doğdu. Eğridir veAkşehir medreselerinde tahsil gördü. Daha sonra İstanbul’a gelerek Mîmarağa Ocağına, sonra da Dârüssanâyi Odasına girdi. Mîmarağa yardımcısı ve dârüssanâyi kalfası oldu (1530).
Tersâne yapma vazîfesi verildi. Haliç Tersânesinin yerinde havuzlar ve depolar yaptırdı. Cidde’de ilk Türk donanma üssünü kurdu. Anadolu’da çeşitli kanal ve köprülerin, Selîmiye Kışlasının, Ulukışla’daki Büyük Kışlanın plânlarını hazırlamak ve inşâ etmekle vazîfelendirildi. Bu çalışmaları netîcesinde bir tuğlu paşalık rütbesi verildi.
Budin’in fethine ve İran seferine katıldı. Osmanlı-Macar görüşmelerinde Osmanlı heyetine başkanlık etti. Zigetvar kuşatmasına kumandan olarak katıldı(1556). Baboca Kalesini ve Köstence’yi aldı. İkinci Selim zamânında ikinci vezirlikten kubbe vezirliğine getirildi. Anadolu’nun îmârı için hazırladığı plânı pâdişâha takdim etti. Kıbrıs’ın fethine ve İnebahtı Savaşına katıldı. Tunus beylerbeyliğine getirildi. Halkulvâd Savaşında birleşik Venedik-İspanyol ordusunu yendi. 1575’te Cezâyir, 1582’de Sivas beylerbeyliğine tâyin olundu. 1583’te Özdemiroğlu Osman Paşa ile birlikte İran seferine katıldı. 1588’de Gence’nin fethini temin etti.
1595’te Sultan Üçüncü Mehmed tarafından İstanbul’a çağrıldı. Eflak seferine iştirâk etti. Bükreş önlerinde şehid düştü(1595). Arapça, Farsça, Rumca, Fransızca ve Macarca bilirdi.
Hindistan’da kurulan Türk asıllı Müslüman devlet. 1724 târihinde Gürgâniyye Devletine (1526-1858) bağlı olarak Dekken’de Çın Kılıç Han (1671-1748) tarafından kuruldu. Çın Kılıç Han, Gürgâniyye Devletinin kumandanlarından Türk asıllı ÂbidKılıç Han Semerkandî’nin oğludur.
Gürgâniyye Devletinde yüksek memuriyetler ve Dekken eyâlet vâliliği de yapan Çın Kılıç Hân, 1724 yılında Haydarâbâd Devleti de denilen hânedanlığı kurdu. 1857 yılına kadar Gürgâniyye hâkimiyetinde olan devlet, bu târihten sonraİngiltere’ye tâbi oldu. İngilizler Haydarâbâd Devletinin dış bağımsızlığını bütünüyle, iç bağımsızlığını da kısmen kaldırıp sınırlarını daralttı. 1948 yılında İngiltere’den ayrılıp, bağımsızlığa kavuşan Hindistan ile Haydarâbâd Devleti arasında siyâsî anlaşmazlık çıktı. Devlet başkanı Osman Nizam Han (1911-1967) bölgenin bağımsızlığını savundu. Hindistan bunu kabul etmeyip savaş açtı. Savaş sonunda Haydarâbâd Devletinin savunma ve dış işlerinde Hindistan’a bağlı, içişlerinde bağımsız olması kabul edildi. Fakat Kuzey Hindistanlı lider Seyyid Kâsım Regavî’nin Hindulara karşı idâre ettiği Rizakârlar hareketine karşı askerî yardım göndermemesini bahâne eden Hindistan, Haydarâbâd’ı işgâl etti. İdâre askerî bir vâliye verilip, bölge eyâlet hâline getirildi. 1950 Anayasası ile demokratlaşan Hindistan, Haydarâbâd devletinin eski hanıOsman Nizam’ın sâdece “Haydarâbâd devlet başkanı” ünvânını muhâfaza etmesini kabul etti. Nizamlık 1956’da tamâmen ortadan kalktı. Günümüzde sâdece ünvan olarak varlığını sürdürmektedir.
Gürgâniyye, İngiltere ve Hindistan devletleri hâkimiyetlerinde yaşayan Haydarâbâd Devletinin başkenti Haydarâbâd şehridir. Hânedânın dili önce Türkçe, sonra Farsça daha sonra da Urduca olup, Müslümanlar çoğunlukla Hanefî mezhebindedir. Bugünkü Haydarâbâd devlet başkanı Bereket Ali Hanın annesi, son halîfe İkinci Abdülmecîd Efendinin kızı Dürrî Şehvâr Sultan olup, kendisi de İstanbullu bir Türk kızı ile evlidir. 1918’de Osman Nizam Han tarafından kurulan “Osmaniyye Üniversitesi” bugün öğretim yapılan büyük bir müessesedir.
Haydarâbâd Hânedanı Mensupları
Çın Kılıç Han |
(1724-1748) |
Ahmed Han |
(1748-1750) |
Muhiddîn Han |
(1750-1751) |
Salâbed-Ceg Han |
(1751-1763) |
Ali Han |
(1763-1803) |
İskender Han |
(1803-1829) |
Ferhunde Ali Han |
(1829-1857) |
I. Mahbub Ali Han |
(1857-1869) |
II. Mahbub Ali Han |
(1869-1911) |
Osmân Han |
(1911-1967) |
Bereket Ali Han |
(1967- ) |
Alm. Wohltat und Bösetat, Fr. bien et mal, İng. good and evil. İyi ve kötü şeyler. Dînin ve aklın beğendiği şeyler “hayır”; dînin ve aklın beğenmediği şeyler “şer”dir. Hayır, iyilik anlamında da kullanılır. Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Kim zerre mikdârı bir hayır işlerse, onun mükâfâtını (karşılığını) görür.” (Zilzâl sûresi: 7) buyrulmaktadır.
Hayır iyilik yapmak, her toplumda teşvik edilmiştir. İyilik yapmanın belli bir ölçüsü, sınırı yoktur. İnsanlara güler yüz ile muâmele etmek de hayırdır, iyiliktir. Üzüntüsüne ortak olup teselli etmek, imkân nisbetinde maddî bir ihtiyâcını gidermek, hastalığında ziyâret etmek, ikrâmda bulunmak hep hayırdır, iyiliktir. Nitekim Peygamber efendimiz; “Hayra (iyiliğe) yol gösteren (sebeb olan) onu yapan gibidir.”; “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.”; “Müslümanların hayırlısı, Müslümanların, elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” buyurmaktadır.
Hayır, iyilik yapmak, insanlar arasında muhabbetin, sevginin artmasına ve böylece toplumda birliğin, berâberliğin meydana gelmesine sebeb olur.
Şer ise, dînin ve aklın beğenmediği şeylerdir. Kısaca hayr’ın zıddıdır. İyilik yapan, hayırla yâdedildiği gibi, kötülük yapan da bunun karşılığını, dünyâda da, âhirette de elbette görür. Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “...Kim de zerre miktârı şer (bir kötülük) işlerse onun cezâsını görür.” (Zilzâl sûresi: 8) buyrulmaktadır.
Hayır ve şerri yaratan Allahü teâlâdır. Fakat bunları isteyen, arzu eden ise kuldur, insandır. İnsan ihtiyarı, dilemesi sebebiyle yaptıklarının neticesinden mesuldür (Bkz. Kazâ ve Kader). Allahü teâlâ, hayırlı, iyi şeylerden râzıdır, beğenir. Şer olanlardan yâni kötülüklerden râzı değildir, beğenmez. Bunun böyle olduğuna inanmak îmânın şartıdır.
Hayırlı, iyi işleri yapmak, şer ve kötü olan işlerden kaçmak, ahlâkı güzelleştirir. İnsanı olgunlaştırır. Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “O hâlde (ey müminler!) siz de hayır işlerine koşun!” (Bakara sûresi: 7,8); “Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir.” (Bakara sûresi: 197) buyrularak hayır, iyilik yapmak teşvik edilmektedir. Peygamber efendimiz de; “Her iyi iş sadakadır.”; “Kardeşini güleryüzle karşılamaktan ibâret olsa bile, hiçbir iyiliği yapmaktan geri durma!” buyurarak; hayır, iyilik yapmayı teşvik etmekte ve; “Müslüman hayırlı olur. Hased edince hayır kalmaz.” buyurarak; hased, gıybet, sûi zan gibi kötü hallerden ve kötülük yapmaktan da uzak durulması gerektiğini bildirmektedir.
Alm. Keuschlammbaum (m), Fr. Gattilier, agnus-castus (m), İng. Agnus-castus. Familyası: Hayıtgiller (Verbenaceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Karadeniz, Batı ve Güney Anadolu.
Haziran-ağustos ayları arasında pembe ve beyaz renkli çiçekler açan, 1-3 m yüksekliğinde çalı görünüşünde bir ağaççık. “Ayıt” olarak da bilinir. Akdeniz memleketlerinde ve Orta Asya’da yetişir. Yapraklar 3-7 parçalı, uzunca oval şekilli, alt kenarları beyazımtrak renkli ve tüylüdür. Çiçekler genç dalların ucunda salkım durumlar yaparlar. Meyveleri küre şeklinde, gri-esmer renklidir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin çiçekli dalları ve meyveleri tedâvide kullanılmaktadır. Bitkiden uçucu ve sâbit yağ, tanen, şekerler, vitisinin alkaloidi elde edilmiştir. Yapraklarından esans elde edilir. Gerek çiçekli dalları, gerek meyveleri yatıştırıcı, idrar söktürücü ve gaz söktürücü olarak kullanılır.
Alm. Menstruation, monatliche Regel (f), Zeitraum m von 40 Tagen nach der Entbindung, Fr. Menstruation (f), regles (f.pl.) periode (f), de 40 jours apres l’accouchement, İng. Menstruation period; period of forty days after childbirth; lochial discharges. Büluğ (ergenlik) çağına giren bâkire kızlar ve evli kadınlara mahsus hâller. Hayız, büluğ çağına giren bâkire kızlar ile evli kadınlardan bir hastalık sebebiyle olmaksızın ayın muayyen günlerinde gelen kandır. Nifas ise, doğumdan sonra gelen lohusalık kanına denir. Bu iki hâlde gelen kanın, İslâm dîninde bâzı hükümleri vardır. Bu kanlar, belli zamanlarda ve belli sebeplerden sonra gelmektedir.
İslâm dîninde, kadınlara mahsus olan bu iki hâl, son derece önemlidir. Kadının, ibâdetlerini ve kocasına karşı olan vazîfelerini yapabilmesi, hayız ve nifas hâllerinin dışında mümkündür. Bu bakımdan her Müslüman kadının ve evli erkeklerin, bu hâllere âit bilgileri öğrenmesi lâzımdır. Fıkıh kitaplarında bu iki mesele şöyle anlatılmaktadır:
Bir kadından gelen kan üç hâlde olur:
1. Hayız (Âdet kanı): Hayız, akmak demektir. Dokuz yaşını doldurduktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra ve sıhhati (sağlığı) bozulmamış bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından on beş gün geçmiş olan kadının rahminden gelen kana denir. Buna sahîh kan da denir. Beyazdan başka her renge ve bulanık olana hayız kanı denir. Bir kız, hayız görmeye başlayınca bâliğa olur. Yâni ergenlik çağına girer ve kadın hükmünde olup, dînin emir ve yasaklarından mükellef (sorumlu) olur. Kan görüldüğü andan kesildiği güne kadar olan günlerin sayısına âdet zamânı denir.
Âdet zamânı Hanefî mezhebine göre en çok 10 gündür. En az 3 gündür. Bir kadının hayzı, çok defâ her ay aynı gün sayısında olur. İki hayız arasında tam temizlik, yâni en az 15 gün temizlik bulunması lâzımdır. Bu tam temizlik, sahîh temizlik ise, yâni 15 veya daha çok gün ve gecede hiç kan gelmezse, önceki ve sonraki kanların, başka başka iki hayız oldukları anlaşılmış olur. Her kadının kendi hayız gün sayısını ve saatini (âdetini) ezberlemesi lâzımdır. Âdet çok sene değişmez. Değişirse, yeni âdetine göre hareket edilir. Kadın bir önceki âdetinin zamânına ve sayısına uygun kan görürse hayızın değişmediği anlaşılır. Uygun olmazsa âdeti değişmiş olur.
Hayız kanının hep akması lâzım değildir. İlk görülen kan kesilip birkaç gün sonra, tekrar görülürse, aradaki üç günden olan temizlik, hep aktı kabul edilir. Mâlikî mezhebinde ise bu günler temiz kabul edilir. Kullandığı kürsüf (bez veya pamuk) üzerinde, aylarca her gün kan lekesi gören kız, ilk on gün hayızlı, sonra yirmi gün özürlü, istihazalı kabul edilir. İstimrâr denilen bu kan kesilinceye kadar, hep öyle devâm eder. Daha önce normal bir âdet zamânı olan böyle bir kadın, daha evvel gördüğü âdet zamânının hâricindeki zamanda özürlü kabul edilir. O günler kan gelmiyormuş gibi temiz kabul edildiğinden, ona göre hareket eder.
2. İstihâza (Özür kanı): Üç günden, yâni 72 saatten beş dakika bile az olan ve yeni başlayan için 10 günden çok süren ve yeni olmayanlardan âdetten çok olup, 10 günü de aşan ve hâmile, âyise (ihtiyar) kadınlardan ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kanlara istihâza (özür kanı) denir. Buna fâsit kan da denir. Kadın normal olarak 55 yaşında âyise (ihtiyâr) olur. Özür kanları, hayız sayılmaz. İstihâza kanı hastalık alâmetidir. Uzun zaman akması tehlikeli olduğundan doktora başvurmak lâzımdır.
İstihâza günlerinde bulunan bir kadın, idrârını tutamayan veya sıksık burnu kanayan kimse gibi özür sâhibi olur. Bu hâl namaz kılmasına ve oruç tutmasına mâni değildir.
3. Nifas (Lohusa kanı):Kadında, doğumdan sonra gelen kana nifas denir. Lohusalar, her hususta âdet gören kadınlar gibidir. Elleri, ayakları ve başı belli olan düşükte gelen kan da nifastır. Nifas zamânının azı yoktur. Kan kesildiği zaman, hemen yıkanmalıdır. Fakat âdeti kadar gün geçmeden kocasıyla münâsebette bulunamaz. Hanefî mezhebinde en çok zamânı 40 gündür. Kırk günden sonra gelen kan, istihâza (özür) olur. Kan kesilmese de boy abdesti alıp namaza başlar.
Birinci çocuğundan 25 günde temizlenen kadının nifas müddeti 25 gün olur. Bu kadının ikinci çocuğunda kan, 45 gün gelse, nifâsı 25 gün sayılıp 20 günü özür olur. Fakat ikinci çocukta kan, 40 günden önce, meselâ 35 günde kesilirse, bunun hepsi nifas olur. Böylece âdeti değişmiş olur. Bunun için her kadının nifâs gününü de ezberlemesi gerekir.
Hayız ve nifas ile ilgili hükümler: İslâm dîninde, hayız ve nifas hâlindeyken Müslüman kadına bâzı şeyleri yapmak haramdır, yasaktır.
1. Namaz kılamaz ve oruç tutamaz. Oruçlarını sonra kazâ eder. Namazlarını kazâ etmez, affedilir. Tilâvet ve şükür secdesi de yapamaz. Her namaz vaktinde abdest alıp seccâdesi üzerine namazı kılacak kadar zaman oturup tesbih okursa, en iyi kılmış olduğu bir namazın sevâbını kazanır.
2. Kur’ân-ı kerîm’e dokunamaz. Bir âyetin yazılı bulunduğu şeye de el süremez. Ancak zarûret hâlinde, bitişik olmayan kılıfla tutabilir.
3. Kur’ân-ı kerîm okuyamaz. Allahü teâlâyı hatırlatan duâ ve tesbihleri okuyabilir.
4. Câmi ve mescitlere giremez ve Kâbe’yi tavâf edemez.
5. Hayız ve nifas gören kadın kocası ile yakınlıkta bulunamaz. Bunun için kadının, hayız başladığını kocasına bildirmesi lâzımdır. Kocası sorunca bildirmezse, büyük günâh olur. Temizken, hayız başladı demesi de büyük günâhtır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklayan kadın mel’ûndur, lânetlenmiştir.”buyurdu.
6. Hayız (âdet) ve lohusalık kesilince hemen gusül edip yıkanmaları farz olur.
(Bkz. Avrupa Tüccarı)
Alm. Zoologischer Garten, Zoo, Tierpark m, Fr. jardin (m), zoologique, İng. Zoological garden, zoo. Yabânî ve evcil hayvanların teşhiri için düzenlenmiş park tipinde yer. Dünyânın birçok yerinde hayvanat bahçeleri, eğlence ve dinlenme yerleridir.
Hayvanat bahçelerinde hayvanlara uygun iklim ve tabiat şartları, gece karanlıkları mevcuttur. Çok modern olanlarında laboratuvar, özel hayvan hastâneleri, ölen hayvanlar için müzeler kurulmuştur. İlk başlarda hayvanat bahçelerinde o bölgede rastlanmayan hayvanlar teşhir edilirken, tabiattan kopmuş, şehirde yaşayan çocuklar için alışılmış evcil hayvanlar da teşhir edilmeye başlanmıştır. Birçok hayvanat bahçelerinde çocukların oynayabileceği ve besleyebileceği, küçük ehlî hayvanların bulunduğu çocuk kısımları da vardır.
Dünyânın her yerinde hayvanat bahçelerinin sayısı gittikçe artmaktadır. Gelişmiş ülkelerde bâzı ormanlık sahalar millî parklar hâline getirilerek hayvanların buralarda serbest olarak yaşamaları sağlanmıştır.
Târihi: Hayvanat bahçelerinin târihi çok eskidir. M.Ö. 12. yüzyılda Çin İmparatorluğunda Chou Sülâlesinin ilk kralı Wen, sarayının yanında, imparatorluğunun farklı yerlerinden getirttiği hayvanların konulduğu bir bahçe yaptırmıştı. Eski Mısır’da, yabânî hayvanların bulunduğu bahçeler tapınakların yakınında bulunurdu.
Eski Yunanlılar ilk başlarda kuşları, daha sonra da memelileri toplayıp kolleksiyonlar meydana getirmişlerdir. Filozof Aristo’nun böyle bir kolleksiyona sâhib olduğu ve bunların koruyuculuğunu da İskender’in askerlerinin yaptığı meşhurdur. Romalıların da böyle kolleksiyonları vardı. Bu kolleksiyonlarda hayvan sayısı çok fazla idi. Bunların arasında yüzlerce arslan, kaplan ve leopar da bulunuyordu. Bunların çoğu arenalardaki gösterilerde kullanılırdı.
797 senesinde İslâm halîfesi Hârun Reşîd, Kral Şarlman’a bir fil ve birçok maymundan meydana gelen hediye hayvanlar yollamıştı. On üçüncü yüzyılda yaşamış olan meşhur seyyah Marko Polo, Kubilay Hanın sarayında, birinde arslanlar, kaplanlar, leoparlar, suaygırları ve yaban eşekleri, diğerinde de gergedanlar ve fillerin bulunduğu iki hayvanat bahçesi gördüğünü yazar.
Avrupa’nın birçok şehrinde hayvanat bahçesine rastlanır. Fransa’da Vincennes, Bois de Boulogne ve Paris şehirlerinde olmak üzere başlıca üç hayvanat bahçesi vardır. İsviçre’de de üç hayvanat bahçesi bulunur. Bunlar Basle, Berne ve Zürich’dedir. Almanya’da iki cihan harbi arasında 20 hayvanat bahçesi mevcuttu. Bunların en büyükleri Berlin, Frankfurt, Main, Münih, Leipzig, Dersden ve Köln şehirlerindeydi. Bunların çoğu savaş esnâsında bombalandı. Savaş sonrası hemen hemen hepsi yeniden düzenlendi, geliştirildi. Viyana- Schönburnn’daki hayvanat bahçesi Avrupa’nın ilk hayvanat bahçesidir. Budapeşte hayvanat bahçesi özellikle Avrupa kuşlarından meydana gelen kolleksiyonu ile meşhurdur. İngiltere’de en büyük hayvanat bahçesi olan Regent’s Park, Londra’dadır. İrlanda’nın başkenti Dublin’deki hayvanat bahçesi arslanları ile ünlüdür. Amsterdam ve Rötterdam’da da hayvanat bahçeleri mevcut olup, ikincisi daha büyüktür. Stockholm’deki hayvanat bahçesi sâdece Kuzey Avrupa hayvanlarını teşhir eder. Rusya’da 25 hayvanat bahçesi vardır. En büyüğü Moskova’da bulunanıdır. Roma, Lizbon, Barselona ve Madrid şehirlerinde de büyük hayvanat bahçeleri vardır. Meksika, Kanada ve ABD’deki hayvanat bahçelerinin hemen hemen hepsi büyüktür. Kanada’da Quebec’de, Quebec Zooloji Cemiyeti, Kanada’da yaşayan mahallî hayvanlardan müteşekkil bir kolleksiyona sâhiptir. Toronto’da birçok yabancı hayvan bulunmaktadır. Yıllık Toronto Sergisinin “çocuk kısmı” hayli ilgi çekicidir. Meksika’da Aztek toplumunun, İspanyol mezâliminden evvel birçok hayvan kolleksiyonu vardı. Bunlardan Chapultepec’teki hayvanat bahçesi hâlâ ayaktadır.
Amerika Birleşik Devletlerinde hemen hemen bütün büyük şehirlerde hayvanat bahçesi bulunmaktadır. Burada ilk hayvanat bahçesi, Philadelphia’da 1859’da kurulmuş ve 1874’de teşhire açılmıştır. Bunu Cincinatti tâkib etti. ABD’deki en büyük hayvanat bahçeleri Bronx (Newyork), St. Louis, Tedroit, San Drego ve iki tâne olmak üzere Chicage şehirlerindedir. Bunların bâzılarında giriş ücreti yoktur.
Şili’de büyük bir hayvanat bahçesi ve Brezilya Balem’de küçük fakat şirin bir zooloji-botanik bahçesi vardır. Bu bahçede daha çok Amazon hayvanları bulunur. Bombay ve Karaçi-Pakistan şehirlerinde de mükemmel hayvanat bahçeleri bulunmaktadır. Bölge prenslerinden birçoğunun da özel kolleksiyonlarına rastlanır. Endonezya ve Malezya’da ikişer tâne olmak üzere ilginç kolleksiyonlara sâhip hayvanat bahçeleri vardır. Asya’daki hayvanat bahçelerinin çoğu İkinci Cihan Harbi esnâsında yıkılmış fakat savaştan sonra tâmir edilip, çoğu eskisinden daha güzel hâle sokulmuştu. Japonya’da üç düzine zoolojik kolleksiyon mevcut olup, şahsî olanlarına da rastlanır. Bunların en büyükleri Tokyo, Nagoya, Kobe, Osaka ve Kyoto hayvanat bahçeleridir.
İkinci Cihân Harbinden sonra Kongo’da Kinşasa, Kisangani, Lubumbaşi şehirlerinde de hayvanat bahçeleri kurulmuştur. Yurdumuzda ilk hayvanat bahçesi, Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Yıldız Sarayının bahçesinde kuruldu. İstanbul’da Gülhaneparkı, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği, İzmir’de Kültür Parkı modern hayvanat bahçelerine sâhiptir. Hayvanların bulundukları yerlerde ziyâretçilere bilgi vermek için her hayvanın özelliğini açıklayan tabelalar bulunmaktadır.
Alm. Viehzucht (f), Fr. elevage (m), İng. animal husbandary. Evcil ve çiftlikte faydalanılan hayvanların yetiştirilmesi ve üretilmesi. Yetiştirme ve üretmede et, süt, yumurta gibi gıdâ olarak istifâde edilen besin maddelerinin ve yün, post gibi mâmüllerin işe yarama gücünün arttırılması için çalışmalar yapılır. Seçme damızlıkların yetiştirilmesi, verimin arttırılması hayvancılığın önemli konularıdır. Bunların yanında hayvanların beslenmesi için gerekli olan yemler çayır ve mer’alar da dâimâ göz önünde tutulacak konulardır. Hayvancılığın ıslâhı yakın zamanların işidir. Çünkü teknikî ilerleme netîcesinde sağlanabilmiştir.
İnsanın kendi besin, giyim maddelerini sağlaması hem de koşum, binek, yük hayvanı elde etmesi bakımından hayvancılık asırlardır başlıca ekonomi kollarından ve geçim kaynaklarından biri olmuştur. İnsanın özellikle besin kaynağı olarak kullandıkları arasında sığır, koyun, kümes hayvanları dünyâ ticâretinde önemli yer tutmaktadır. Batı ve Orta Avrupa gibi yerlerde ileri usûllerle bol verimli hayvan yetiştirildiği hâlde, tüketilen et miktarı üretilenden çok fazla olduğundan bu yerler et ihtiyâçlarını dünyânın başka memleketlerinden ve hattâ denizaşırı ülkelerden satın almak zorunda kalmışlardır. Önceleri canlı hayvan olarak yapılan ticâretin yerini bugün konserve ve dondurulmuş et sevkiyatı tutmuştur. Çünkü uzun yolculukta hayvanların bir kısmının telef olması, satıldıkları yerlere bâzı hastalıkları getirerek bulaştırmaları canlı naklin önemli mahzurlarıdır.
Hayvanlardan elde edilen sütten; peynir, tereyağı, yoğurt ve süttozu gibi mâmuller de yapılmaktadır. Soğutma imkânlarının bulunması ve taşımadaki sürat sâyesinde sütten yapılmış besin maddeleri, kümes hayvanları ve yumurtaları milletlerarası ticâret maddesi olmuş ve bu tür besin maddelerinin yapımı ve satışa hazır duruma getirilme işleri besin endüstrisi olarak çok gelişmiştir.
Bugün dünyânın hayvancılık bakımından ilerlemiş ülkelerinde yetiştirilen hayvanların sayısından çok, verim dereceleri önemli yer tutmuştur. Sığır cinsleri, oldukça nemli bir iklim ve bol ot istediklerinden bu yerlerde, koyun cinsleri ılık iklim bölgeleri ve çevrelerinde yetiştirilirler.
İnsan topluluklarının hayvancılık konusundaki tutumları tamâmen birbirinden farklıdır. Meselâ zencilerin çoğu sâdece kümes hayvanlarını besler. Hindistan’da durum daha da başkadır. Sığır sayısı bakımından dünyâda başta gelir. Dînî sebepler yüzünden bu hayvanları öldürmek yasaktır. Çinliler ve Japonlar sütten nefret ederler. Hayvancılığın buna benzer mânilerden kurtulmuş olarak gelişip yayılan yer Türkiye ve Avrupa’dır. Özellikle Danimarka ile Hollanda hayvancılıkta verimi artırma ve hayvancılığı geliştirme bakımından Avrupa ülkeleri arasında başta gelir.
Türkiye’nin tabiat ve iklim şartları bakımından hayvancılığa elverişli olduğu söylenebilir. Bu arada bölgeler gözönüne alınacak olursa Doğu Anadolu Bölgesi geniş otlaklarıyla hayvancılığın en yaygın olduğu kesimdir. Bu bölgede daha çok koyun ve sığır yetiştirilir.
Ülkemizde hayvan sayısı yüksek olmakla birlikte hayvan yeminin büyük ölçüde mer’a ve samana dayanması, hastalıklarla mücâdele ve pazarlama imkânlarının sınırlı oluşu, hayvan yemleri ile hayvan ürünleri fiyatları arasındaki dengesizlikler yüzünden hayvancılığın iktisâdî yönden arzu edildiği şekilde geliştiği söylenemez.
Tarımda üretim değerinin % 38’lik bölümünü meydana getiren hayvancılık, yurt ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bunun bütün millî gelir içindeki payı % 9 civârındadır. Ekonomik ve tarım alanındaki gelişme ile birlikte hayvânî üretimin tarım sektörü içindeki payı giderek artmaktadır.
Türkiye’nin konumu ve değişik ekolojik yöreleri hayvancılığa elverişli olup, ülke harekete geçirilmemiş büyük potansiyele sâhip bulunmaktadır. Hayvancılık alanında sayı bakımından zengin ve çeşitli hayvan varlığı bulunmaktadır, ama bunların içinde soyları iyileştirilememiş, düşük verimli yerli ırklar çoğunluktadır. Öte yandan bulaşıcı ve salgın hastalıkların tehdîdi, çayır ve mer’aların tarıma açılmış olması, yem bitkileri üretiminin yetersizliği ve yem açığının bulunması bu kesimin başlıca problemleri olarak dikkati çekmektedir.
Türkiye’nin hayvan nüfûsu, dünyâ ülkeleri arasında önemli bir yer tutmaktadır.
Yetiştirme ve ıslah çalışmaları:
Tarım ve Orman Bakanlığı kuruluşları hayvan yetiştirilmesinde verimi arttırmak, üretimi kalite ve kantite yönünden istenilen düzeye ulaştırmak için imkânlar ölçüsünde hizmetlerini sürdürmektedir. Bu çalışmaları ve hedefleri şöylece özetlemek mümkündür:
1. Üstün verimli damızlıkların yurt içinde elde edilmesi ile ilgili ıslah araştırmaları, hastalıkların denetimi ve çevre problemlerinin iyileştirilmesi ile ilgili çeşitli deneme ve araştırma çalışmaları. Bunlardan elde edilen müsbet netîceler uygulama alanına konmaktadır.
2. Yurdumuzda bulunan bütün yerli sığır, koyun ve keçi gibi hayvan ırklarının özellikle et, süt ve yapağı üretimi açısından damızlık niteliklerinin iyileştirilmesi için toplu ıslah çalışmaları. Bu ıslah çalışmaları sun’î tohumlama yoluyla, bu usûlün götürülemediği yerlerde de tabiî tohumlama yoluyla yürütülmektedir.
Bu çalışmalar netîcesinde ülkemizde 1970 yılında ortalama 600 kg olan yerli inek başına süt verimi, melezleme sonucu 1987 yılında 1200 kilograma, 89 kg olan karkas et verimi ise 150 kg’a çıkmıştır.
Yerli koyunlarda 1,8 kg yapağı verimi merinos melezleriyle 2,5 kg’a, kıl keçilerinin 50-60 kg olan süt verimleri melezleme sonucu 250-300 kg’a ulaşabilmiştir.
Büyük baş hayvan sayılarında ve kültür ırkına geçmede, dolayısıyla verimlerde elde edilen önemli ilerlemelere paralel olarak, tavukçuluk ve arıcılık konularında da büyük gelişmeler sağlanmıştır. Özellikle tavukçuluk günümüzde ilkel çiftçi işletmelerinde yürütülen bir üretim faâliyeti olmaktan çıkarak modern tavukçuluk yapılan büyük işletmelerde bir sanâyi hâline dönüşmüştür.
Özel proje uygulamaları:
Tarım ve Orman Bakanlığı 1, 2, 3, 4. Hayvancılık projelerini uygulamakta olup, 5. hayvancılık proje uygulamaları 1981 yılında başlatılmıştır. Bu projeler yurt hayvancılığının geliştirilmesine yardımcı olmak maksadıyla yapılmış ve Dünyâ Bankası da bunun finansmanına kısmen katılmıştır. Bu projelerle verimli sığır ve koyun popülasyonunun artırılması için çiftçilere damızlık nüve işletmeleri kurdurulmaktadır.
Özellikle Trakya, Marmara ve Ege bölgelerindeki 13 ilde uygulanmasına geçilen erken kuzu kesimi önleme çalışmaları ile kuzu başına 12 kg fazla et üretimi gerçekleştirilmiştir. Bu uygulama devam etmektedir.
Hayvanların yetiştirilmesinde, verim artışında, kaliteli ürün almada hastalıklarla savaş önemli yer tutmaktadır. Hastalıklar yalnız hayvanları değil insanları da tehdit etmekte ve ülke ekonomisinde büyük kayıplara yol açmaktadır. Bunun sonucu ihrâcat imkânları azalmaktadır.
Hayvan sağlığı yönünden zararlı olan hastalıklarla, veteriner teşkilâtı plân ve programa dayalı bir şekilde mücâdele etmektedir. Hayvan sağlığı ile kuduz, şarbon, ruam, brüselloz, tüberküloz ve benzeri gibi, hayvanlardan insanlara geçen zoonoz hastalıklara karşı devamlı mücâdele edilerek halkın sağlığı korunmaktadır.