HASTALIKLAR

Alm. Krankheiten (f.pl.), Leiden (n.pl.), Fr. Maladies, affections (f.pl.), mals, troubles (m.pl.), İng. Diseases. Vücudun yapı, işleyiş veya fonksiyonlarında bozukluk ortaya çıkaran durumlar. Hippokrat, hastalıkların tanrıların bir gazabı olarak ortaya çıktığını ve bu cezanın iklim şartları ve vücûdu işgal eden nesneler vasıtasıyla uygulandığını iddia etmişti. O zamanın hekimleri vücutta dengede bulunan dört sıvının (kan, balgam, safra, sevdâ) olduğunu sanıyorlardı. Bu devirde bütün hastalıkların bu dört sıvının dengesinin bozulmasından ortaya çıktığına inanılmaktaydı.

On dokuzuncu yüzyıla kadar Avrupa’da mikroorganizmaların hastalıklardaki rolü ve bulaşıcılık özellikleri tam olarak açıklanamamıştı. Bundan çok seneler önce, on beşinci asırda Sultan Fâtih’in hocası Akşemseddîn, mikropların özelliklerini ve hastalık yapıcı olduklarını açıklamıştı. Akşemseddîn, “Hastalıkların âmilleri (sebepleri) insandan insana geçebilen ve gözle görülemeyecek kadar küçük canlı tohumlardır.” diyerek bugünkü mikrop görüşünün esasını ortaya koymuştu. Batı dünyası dört asır sonra bu görüşü açıklayabilmiş ve bunu o zaman benimsemişti. Alman hekimi Robert Koche, insanlar ve hayvanlarda hastalık yapan Anthrax basilinin şarbon hastalığının sebebi olduğunu açıkladı. On dokuzuncu yüzyıldaki bu buluştan sonra hastalık yapan âmillerin tek hücreli ve bulaşma özelliği taşıyan varlıklar olduğu kabul edildi. Daha sonraki yıllarda dikkatler bulaşıcı olmayan diabet (şeker hastalığı), gut, ateroskleroz gibi hastalıklar üzerine çekildi. Fizyoloji ve biyokimya ilimlerinde kaydedilen gelişmeler vücudun yapı veya işleyişini bozan fakat enfeksiyonla ilgili olmayan hastalıkların açıklanmasını sağladı.

Antibiyotiklerin ve çeşitli modern tedâvi usûllerinin kullanılmasıyla günümüzde dünyânın pekçok yerinde felâket olmaktan çıkan bulaşıcı hastalıklar (enfeksiyon hastalıkları) târihte yüz milyonlarca insanın ölümüne, ülkelerin yıkılmasına, savaşların kaybedilmesine yol açmıştır.

Tifüs, veba, sıtma, çiçek ve diğer bulaşıcı hastalıklar öldürücülükleri sebebiyle târihin akışını değiştiren hastalıklar olarak bilinirler. Târihçi Heredot, Teselya’ya (Kuzey Yunanistan) 5. yüzyılda sefer yapan Pers (İran) ordusunun kampında veba salgını başgösterdiğini ve ordunun 800.000 askerinden 200.000’ini kaybederek İran’a döndüğünü anlatır. 425 yılında Hunlar orduda çıkan bir hastalık sebebiyle İstanbul üzerine yapacakları seferden vazgeçmişlerdir. On dördüncü yüzyıldan on yedinci yüzyıl sonlarına kadar Avrupa’da ortaya çıkan veba salgınları Avrupa nüfusunun yarısına yakınını yok etmişti. “Siyah ölüm” diye bilinen veba o devirlerde en korkulan hastalıktı. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “Bir yerde tâun (veba) varsa oraya gitmeyiniz ve tâun olan yerden çıkmayınız.” diyerek karantinanın temel prensibini koymuşlardır. Bu sebeple Müslüman topluluklarında bulaşıcı hastalıklar o derece korkutucu olmamıştır.

Zamanımızda hâlen bulaşıcı hastalık problemine sâhib olan ülkeler genellikle beslenme yetersizliği ve açlığın hüküm sürdüğü ülkelerdir. Artan nüfûsun problem olduğu Hindistan gibi ülkelerde yaygın doğum kontrolü uygulanarak açlığın önüne geçilmeye çalışılmaktadır.

Hastalık “homeostazis” denilen, vücûdun dinamik dengesinde ortaya çıkan bozukluklardan olur. Vücudun içinden veya dışından bu dengeyi bozan bir faktör hastalığa sebeb olacaktır. Kişinin hastalık durumu değişmelere karşı adaptasyon (uyum) gücünün azalmasından da meydana gelebilmektedir. Bir hastalığın ortaya çıkışı sebebe, karşı koyma güçlerine ve çevre faktörlerine göre kişiden kişiye çok değişiklik gösterir. Bu bakımdan hastalık araştırması sırasında yaş, cins, çevre, alışkanlıklar ve âilevî özellikler gözönünde bulundurulmalıdır.

Hastalık çeşitleri:

Hastalıklar, infeksiyöz (bulaşıcı), allerjik, doğumdan olan eksiklikten dolayı, âilevî, metabolik, neoplâstik (ur ve kanserler), zehirlenmelerden olanlar ve ruhî bozukluklar diye çeşitli ana gruplara ayrılmıştır.

İnfeksiyöz hastalıklar: Bunlar hastalıkların sayıca en büyük grubunu teşkil eder. Bulaşıcı hastalıklar, virüsler, riketsiler, bakteriler, mantarlar, protozoonlar ve insan vücûdunda parazitlenen solucanlar tarafından yapılır.

Virüsler bulaşıcı hastalık yapan mikroorganizmaların en küçüğüdür. Bunlar yalnızca yaşayan hücrelerin içinde canlı kalabilirler. Önemli virüs hastalıkları arasında grip, çocuk felci, su çiçeği, kızamık, çiçek sayılabilir.

Riketsiler, virüslerden büyük, bakterilerden küçük organizmalardır. Bunlar her iki gruptan da özellikler taşır ve hemen hepsi pire, bit ve sinek gibi canlılarla nakledilir. Tifüs, Q humması, kayalık dağlar humması, riketsilerin yaptığı hastalıklara örnektir. Riketsilerden dolayı ortaya çıkan hastalıklar da virüs hastalıkları gibi uzun süreli bağışıklık bırakırlar.

Bakteriler, vücûdun bir parçasında çoğalarak, allerjik etkiler yaparak veya zehirlerini salarak hastalık meydana getirirler. Zatürre, had bademcik iltihabı, abseler bakterilerin direk o bölgeye yerleşmesi ile olur. Tetanus, difteri, besin zehirlenmeleri ise bakterilerin zehirlerinin tesiriyle ortaya çıkarlar.

Mantarlar, umumiyetle deri rahatsızlıkları ile kendilerini göstermelerine karşılık bazı tipleri genel infeksiyonlara da sebeb olabilirler.

Protozoonlar tek hücreli ilkel hayvanlardır. Sıtma, amipli dizanteri, şark çıbanı protozoonların yaptığı hastalıklardandır.

Askaris, tenya, oksiyür gibi solucanların vücutta parazit olarak yerleştikleri infeksiyon hastalıkları “infestasyon” adını alırlar.

Allerjik hastalıklar: Vücudun kendisine yabancı maddelere karşı aşırı reaksiyonundan ortaya çıkan bu rahatsızlıklar, savunma maddelerinin yabancılara karşı savaşı sırasında meydana gelirler. Allerjik hastalığın sebebi histamin veya histamin benzeri maddelerin ortaya çıkmasıdır. Bu kimyevî maddeler dokulara damarlardan sıvı çıkışına sebeb olarak allerjik hastalıkların en çok rastlanan belirtisi “kızarıklık” ve “şişme”yi meydana getirirler. Astım, allerjik nezle (saman nezlesi), ilâç allerjisi bu tip hastalıklardandır.

Doğumsal bozukluklar: Kalp bozuklukları, damak ve dudak yarığı (tavşan dudaklılık), altıparmaklılık, Anansefali (beyin yokluğu) gibi bozukluklar doğumsal hastalıklardandır. Doğumdan olan hastalıkların pek çoğunun sebebi bilinmemektedir. Bilinen, hâmileliğin ilk üç ayında geçirilen kızamıkçık hastalığı, bâzı ilâçlar ve röntgen ışınlarının çocukta ârızalara sebeb olduğudur.

Eksiklik hastalıkları: Dışarıdan alınması mutlak gerekli bâzı maddelerin eksikliğinden dolayı ortaya çıkarlar. Vitamin C eksik olursa “skorbüt”, niacin eksikliğinde “pellegra”, B12 vitamini eksikliğinde “öldürücü kansızlık” oluşur.

İrsî hastalıklar: Genler tarafından taşınan hastalıklardır. Kan pıhtılaşmasında bozukluk ile seyreden hemofili hastalığı bu gruba en iyi misaldir. Şeker hastalığı gibi bazı hastalıklarda irsiyet ve bunun üzerine eklenen kolaylaştırıcı faktörlerle hastalık meydana gelir.

Metabolik hastalıklar: Vücûdun biokimyâsal vazifelerini yapmasında, enerji îmâli veya protein sentezinde ortaya çıkan aksaklıkların hastalık olarak belirmesi durumlarıdır. Gut, vücutta çeşitli bozukluklar yapan ve purin metabolizmasının tam yapılamamasından husûle gelen bir hastalıktır. Keza ateroskleroz metabolik dengesizliklere bağlı olarak atardamarların kireçlenmesi (sertleşmesi)dir.

Neoplastik hastalıklar: Vücutta sonradan meydana gelen oluşumlar (kanserler ve selim urlar) bu grup içerisine girer. Neoplazi yâhut “yeni oluşum” vücut hücrelerinden bir çeşidinin kendi başına buyruk ve diğer hücreler zararına aşırı üremesidir. Bu hastalıkların sebepleri, ortaya çıkmasında etkili yardımcı faktörler ve kesin tedâvileri henüz açıklık kazanmamıştır.

Psikosomatik ve mental hastalıklar:

Psikosomatik hastalıklar: Son yıllardaki gözlemler, mide-oniki  parmak barsağı ülserleri, yüksek tansiyon, astım gibi rahatsızlıkların rûhî faktörlerle ortaya çıkabildiği veya arttıklarını ortaya koymuştur. Histeride ortaya çıkan felçler, körlük gibi durumlar da psikosomatik bozukluklar sınıfına girer.

Mental (zihnî) hastalıklar: “Psikozlar” ve “nevrozlar” adı altında iki kısımda toplanan bu hastalıklar çok karmaşıktır ve belirtileri çok değişiklik gösterir. Psikotik kişi, gerçekle ilişkisini tamamen kaybetmiştir. Nörotik kişi ise, çevrede olanların farkındadır ancak kuvvetli şuuraltı tesirler onun hareketlerini etkilemektedir. Mental hastalıkların sebepleri hakkındaki bilgilerimiz çok mahduttur. Ayrıca bir hastalığın zihnî mi yoksa vücutta mevcut olan bir hastalıktan mı olduğunu anlamak da çok güçtür.

Yukarıda yapılan hastalık sınıflaması anlatma kolaylığı sağlamak amacıyla ortaya konmuştur. Bu tabloya tamâmen uymayan karmaşık hastalıklar da vardır. Bâzı metabolik hastalıklar aynı zamanda irsî hastalıklar grubuna girebilir. Birden fazla grubun özelliğini aynı hastalık bulundurabilir. Tıp ilmi ilerledikçe hastalıkların sınıflandırılmaları ve anlaşılarak tedâvi edilmeleri daha kolay bir hâle gelecektir.

İslâmiyette hastalıkların umumî sebepleri ve bâzılarının şifâları hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir. Bunlardan bâzıları şunlardır:

Her hastalığın ilâcı vardır. Yalnız ölüme çâre yoktur.

Allah, hiçbir hastalık indirmemiştir ki, şifâsını indirmemiş olsun.

Şüphesiz ki Allahü teâlâ, her hastalık için bir ilâç yaratmıştır. O halde ilâç kullanın, hastalıklarınızı tedâvi edin! Ancak haram olan bir şey ile tedâvi etmeyin!

Muhakkak ki Allahü teâlâ, haram kıldığı şeylerde sizin için şifâ yaratmamıştır.

Her hastalık için bir ilâç vardır. İlâç o hastalığa yetiştirildiği vakit, Allah’ın izniyle ondan kurtuluş hâsıl olur.

Üç şeyde şifâ vardır: 1) Hacâmat etmekte (kan aldırmakta); 2) Bal şerbetinde; 3) Ateşle dağlamakta. Ben ümmetimi dağlanmaktan men ederim.

Bütün hastalıkların başı çok yemektir.

Eshâbım hasta olmaz. Çünkü acıkmadan bir şey yemezler ve yemekten tam doymadan kalkarlar.

HASTÂNE

Alm. krankenhaus (n), Spita (n), Klinik (f), Lazarett (n), Fr. Hopital (m), infirmerie (f), clinique (f), lazeret (m), İng. Hospital infirmary, lazaret.Hastaların yatarak veya ayakta muâyene ve tedâvi edildiği gerekli sıhhî ve fennî şartları hâiz kuruluşlar. Yatak sayısı ve tedâvi imkânları ile baktığı hastalıklar yönünden çeşitli tipleri vardır.

İlk hastâneler hemen hemen insanlık târihi kadar eskidir. Eski çağlarda bâtıl dinlerin tapınakları hastâneler olarak kabul edilebilir. Hastalar tapınaklara gelirler ve geceyi burada toplu halde geçirirler, bu şekilde ilâhî kuvvetlerle yakın temas kurarak şifâya kavuşacaklarına inanırlardı.

Mîlâttan önce, Hint, İran ve Mısır’da hastânelere rastlanmaktadır. Yunan ve Roma medeniyetlerinde de tapınakların yanında sağlık tesisi gibi kullanılan kuruluşlar bulunmaktaydı. Bunların en meşhurları Anadolu’da idi. Eski Yunanlılar hastalar için yaptıkları tapınaklara sağlık tanrısı Asklepios’un adını vermişlerdir. Çeşitli Asklepios tapınaklarından bâzıları, devirlerinde çok meşhur olmuştur. Tıp ilminin sayılı bilginlerinden Hippokrates’in hastaları tedâvi ettiği Ege’deki Kos tapınağı bunlardan biridir.

Hastalar bu tapınaklara mermer sütunlarla süslü birkaç kilometre uzunluğundaki mermer yoldan ilâhî söyleyerek gelirler, duvarların alt kenarlarından su akan ve tavanlarında gizli gözetleme delikleri bulunan dehlizlere alınarak buradaki bu gizli deliklerden telkinler yapılarak şifâlı sular içerler, afyonlu ilâçlar verilerek tedâvi edilirlerdi, daha sonra Hıristiyanlıkla berâber kiliselerin himâyesinde, fakir halkın ve yolcuların tedâvileri için hayrat hastâneleri kuruldu.

Ortaçağda hastalık veya başka bir zor durum karşısında toplumun insanlara yardımcı olması gerektiği düşüncesi Müslümanlarda oldukça yayılmıştı. Müslüman memleketlerinde hastâneler, yöneticiler ve devlet memurları tarafından şehir merkezlerinde kurulurdu. Dokuzuncu yüzyılda Halîfe Hârûn Reşîd zamânında Bağdat’ta bir hastâne yapılmıştı. Yüz yıl sonra Bağdat’ta bu defâ Halîfe el-Muktedir tarafından ikinci bir hastâne açıldı. Yine Bağdat’ta 970’te açılan üçüncü bir hastânenin 25 doktoru vardı ve tıp öğrencileri eğitimlerini burada yaparlardı. Ortaçağda İslâmiyetin hüküm sürdüğü ülkelerde 34 hastâne bulunuyordu. Bu hastâneler genellikle iyi teşkilâtlanmıştı ve Müslüman ülkelerde tıbba verilen yüksek değeri ortaya koyuyorlardı. Meselâ 1285’te Kâhire’de kurulan bir hastânede ateşli hastalar, yaralılar, göz hastaları ve kadınlar için ayrı ayrı kısımlar vardı.

Anadolu’da Türklere âit ilk hastâneler, Selçuklular devrinde meydana getirildi. Bunlar, yalnız hasta bakım yeri değil, aynı zamanda hekim yetiştirmek üzere eğitim yapan tıp mektepleri olarak kullanılırdı. Bu sebeple birçok Selçuklu eseri gibi hastâneler de medrese tarzındaydı. Hastâneler, düşman hücûmuna karşı şehir surları içinde yapılır, medrese, câmi, hamam ve çoğunda mevcut kaplıca ve ılıca gibi sağlık tesisleriyle bir bütün hâlinde olurdu.

Selçuklular devrinde hastânelere bimarhâne, dârüşşifâ veya mâristân adı verilirdi. Buralarda her çeşit hasta tedâvi görürdü. Ancak Amasya dârüşşifâsı gibi bâzı hastânelerde ruh hastalarına daha çok sayıda yer verildiği ve bunların tedâvilerinde özel bâzı metodların uygulandığı bilinmektedir. Anadolu’daki ilk önemli hastâne Mardin’de Artukoğullarından Necmeddîn İlgâzi’nin kardeşi Eminüddîn tarafından yaptırılmıştır (1108-1132). Medrese, câmi ve hamamıyla bir külliye olan bu hastâne, mâristân olarak anılmaktaydı. İkinci önemli hastâne Selçuklu hükümdârı Kılıç Arslan’ın oğlu Gıyâsüddîn Keyhüsrev’in ikinci saltanatı zamânında, kızkardeşi Gevher Nesibe tarafından Kayseri’de yaptırılan Gevher Nesibe Hastânesidir (1205). “Şifâiye” adıyle anılan bu hastâneye, tıp eğitimi yapan medresesi ile birlikte “Çifteler” denmiştir. Bugün Kayseri’de Gevher Nesibe Tıp Fakültesi adıyla bir tıp fakültesi vardır. Selçuklu hükümdârı Birinci İzzeddîn Keyhüsrev tarafından yapılan Sivas Hastânesi de önemli bir kuruluştur (1210-1219). Burası hastâne olarak kullanıldığı gibi, tıp eğitimi de yapılan bir müessese idi. Gene Selçuklular zamânında yapılan Konya Dârüşşifâsı (1219-1236), Çankırı’da Selçuklu askeri emirlerinden Atabey Cemâleddîn Ferruh tarafından yaptırılan Dârülâfiye (1235), Kastamonu’da Ali bin Pervâne Hastânesi(1272), Tokat’taki Pervâne Bey Dârüşşifası (1277) Anadolu’nun ilk önemli hastânelerindendir. Anadolu beylikleri devrinde bâzı yeni hastâneler yapıldı. Bu dönemde Dulkadiroğulları Kayseri’de bir Cüzzamhâne, Saruhanoğulları Manisa’da bir Körhâne yaptırdılar.

Osmanlılar, Selçuklu devrindeki vakfiyeleri değiştirmediler ve özellikle Selçuklular zamânında hastâne yapılmayan yerlerde bu nitelikte kuruluşlar yaptırdılar.

Bu devirde hizmete giren ilk sağlık tesisi, 1399’da Yıldırım Bâyezîd Hanın açtırdığı Bursa Dârüttıbbı’dır. Avrupa kıtasındaki ilk tıp müessesesi de Edirne Cüzzamhânesi oldu (1421-1451). Daha sonra 1470’te Fâtih Dârüşşifâsı, 1458’de Edirne Bimaristânı, 1514’te Üsküdar Cüzzamhânesi, 1539’da Kânûnî Sultan Süleymân Hanın annesinin yaptırdığı Hafsa Sultan Hastânesi, 1555’te Süleymâniye Dârüşşifası, 1616’da Süleymâniye Dârüttıbbı, 1583’te Sultan Üçüncü Murâd’ın annesi Nuruban Sultan’ın Üsküdar Toptaşı Bimarhânesi, 1772’de EskiSaray Hastalar Dâiresi, Galatasaray Hastalar Dâiresi, İbrâhim Paşa HastalarDâiresi, Topkapı Sarayındaki Eski Enderun Hastânesi, 1769’da Yeni Saray Hastâneler Ocağı, Topkapı Sarayı Değirmenkapıdaki hastâne, Hastabahçe’de Hastalar Ocağı ve Bîmârhâne gibi hizmete giren tesisler, altı yüz yıllık Osmanlı hânedânının ıslâhat dönemi süresine kadar yaptırdıkları hastâne ve diğer sağlık kurumlarının sâdece bir bölümüdür. On dokuzuncu yüzyılda da özellikle İstanbul’da pekçok hastâne yapıldı. Bugün de kullanılmakta olan Sultan Abdülmecîd Hanın annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan tarafından 1843’te Şehremini’de açılan Gurebâ Hastânesi, Gümüşsuyu Hastânesi, Zeynepkâmil Hastânesi, Gülhane Askerî Hastâneleri bu yüzyılda hizmete açıldı.

Cumhûriyetin îlânından sonra, önceleri umum müdürlük, daha sonra da bakanlık seviyesine çıkarılan sağlık teşkilâtının ana siyâsetine daha çok koruyucu hekimliğe yönelen bir anlayış hâkim oldu. Hastânelerin yapım ve idâresi ise belediyenin, özel idâreler ve vakıflar gibi mahallî teşkilâta bırakıldı. Sâdece hastâne tedâvisini teşvik bakımından 1924 yılında alınan bir kararla, Ankara, İstanbul-Sivas, Trabzon, Erzurum ve Diyarbakır illerinde birer örnek (numûne) hastâne yaptırıldı ve o ilin veya yerin adı ile anılmak üzere numûne hastâneleri hizmete açıldı.

Cumhûriyetin îlânında yurdumuzda çeşitli hastânelerde 3035 yatak mevcuttu. Bunun 950 yatağı, Şişli Etfal Hastânesi, Bakırköy Akliye Hastânesi ileZonguldak Devlet Hastânesi olarak Sağlık Bakanlığına; 635 yatağı İstanbul ve İzmir’deki Belediye Hastânelerine ve 45 yatağı da özel idâreye bağlı hastânelere âitti. 1923’te veremliler için 150 yatak ihtivâ eden 3 müessese, 1926’da Ankara ve Konya’da birer doğum ve çocuk bakım evi bulunmakta idi.

1954 yılında çıkarılan yeni bir kânunla yataklı tedâvi kurumlarının büyük çoğunluğu Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına devredildi; Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük illerde belediyeler, özel idâreler, vakıflar ve üniversiteler gibi, bâzı kuruluşlara bağlı az sayıda hastâne, bu uygulama dışında bırakıldı.

1992 yılında yapılan istatistiklere göre yurdumuzda askerî hastâneler hâriç 956 hastâne, 3829 sağlık ocağı, 11.427 sağlık evi, 247 verem savaş dispanseri, 255 kamu sağlığı dispanseri bulunmaktadır. Bu arada hükûmet tabipliği adı altında faaliyetlerini sürdüren sağlık merkezleri, sağlık ocağı olarak isim değiştirerek Türkiye genelinde 3829 yerde bu isim altında sağlık hizmeti verilmektedir. Hastâne ve sağlık merkezleri yatak sayısı 144.280’dir.

Devlet hastâneleri yanında, son senelerde özel hastaneler de rağbet görmüştür. 1991 yılında açılan 60 yataklı Türkiye Gazetesi Hastanesi özel hastânelerden birisi olarak sağlık hizmeti vermektedir.

Hastânelerin büyüklüğüne, küçüklüğüne, muâyene ve tedâvî ettikleri hasta ve hastalık çeşidine göre hizmet çapları ve niteliği değişir. Genel olarak, her hastaya bakan, ilk tedâvileri uygulayan küçük hastâneler, güçleri dışındaki hastalıkların teşhis ve tedâvisini daha büyük çaptaki, uzmanlık sâhibi büyük hastânelere gönderirler. Meselâ verem, frengi, sıtma gibi bir tek hastalıkla ilgilenen hastânelerin yanında, deri hastalıkları, üreme yolları hastalıkları, göğüs cerrâhisi, kadın-doğum, fizik tedâvi, ruh hastalıkları gibi bir hastalık topluluğu ile uğraşan hastâneler de vardır. Bir tek hastalık veya bir hastalık topluluğu ile uğraşan hastâneler, ayrıca, bağlı oldukları idârelere, muâyene ve tedâvi ettikleri hastaların mesleklerine göre de özellikler taşırlar. Bu arada sigorta hastâneleri iş kânunu çerçevesi içine giren iş yerlerinde çalışanların hastalıklarını tedâvi ettiği gibi bunların eşlerinin doğumlarında da vazîfe yaparlar. Devlet hastâneleri bütün yurt çapında hasta tedâvisiyle uğraşır; bunlardan bir kısmı geniş kadroludur. Eskiden bulunan memleket hastânelerine örnek ve yardımcı olmak üzere kurulmuştur; bunun için bir kısmı nümûne hastânesi adını taşır.

Hastânelerde hastaların yatarak tedâvi gördükleri yerlere “klinik” denir. Bununla birlikte, bir hastânenin tamâmına, bir hastalık topluluğu ile uğraşan hastânelere veya ayrıca bâzı özel hastânelere de “klinik” denmektedir. Hastânelerin yataklı kısımları dışında, ayakta yapılan muâyenelerle uğraşan şûbeleri ise “poliklinik” diye anılır. Burada hemen her çeşit hastalığın muâyenesi yapılır. Hastanın yatması gerekiyorsa, hastalığın cinsine göre, bir kliniğe gönderilir.

Hastânelerde eskiden dâhiliye, cerrahî, kadın-doğum ve çocuk hastalıkları servisleri mevcuttu. Bu kollar bugün özel ihtisas dallarına ayrılmış bulunmaktadır. Meselâ: Dâhiliye kısmı; hemotoloji, gastroenteroloji, kardiyoloji, romatoloji, allerji, metabolizma, intani hastalıklar, nefroloji, endokrinoloji, göğüs hastalıkları dallarına ayrılmıştır.

Cerrahî de genel cerrahî, kadın-doğum cerrahîsi, ortopedi, bevliye, nöroşirurji, göğüs ve kalp-damar cerrahîsi, kulak-burun-boğaz cerrahîsi ile göz cerrahîsi, plâstik (estetik) cerrahî bölümlerine ayrılmıştır.

Bugün röntgen (normal röntgen, bilgisayarlı tomografiler ve magnetik rezonons) cihazları, ultrasonografi, elektrokardiyograf, elektroensefalograf, elektromiyograf, elektronik laboratuvar âletleri, endoskopik tetkik cihazları, hastalıkların teşhis ve tedâvîsinde hastânelerin vazgeçilmez cihâzları olmuştur.

Radyografi servisleri mîde, barsak, akciğer, kemik kırıkları ve tümörlerin teşhisinde büyük bir önem taşır. Radyoterapi servislerinde ise kanserli hastalar şualarla tedâvi edilir. Fizikoterapi servisi ültraviyole, diyatermi gibi özel âletlerle romatizmalı ve felçli hastaların tedâvîsinde yardımcı olur.

Rehabilitasyon servisleri ise sakat hastaları bir an önce ayağa kaldırarak yürür hâle getirmeye çalışır. Laboratuvarlar kan, idrar, dışkı(gaita) muâyeneleriyle hastalıkların teşhisinde doktora büyük yardımlarda bulunur. Modern elektronik âletlerle tahlillerin sınırı daha genişlemiştir. Bakteriyoloji laboratuvarları mikropların ayırımı ve tesirli antibiyotiği seçmek husûsunda doktora yardım eder; pataloji ve sitoloji laboratuvarları ise tümörlerin habis veya selîm olduğunu meydana koyarak tedâviye yön verdirir.

Veremli hastaların iyi edilmesi için kurulmuş hastânelere “sanatoryum” denir. Buralarda tedâvi daha çok kür, iklim, beslenme, dinlenme esâsına dayanır. Prevantoryum ise, verem başta olmak üzere, bâzı hastalıklara istidatlı kimselerin kuvvetlenip hastalığı yenmeleri, eskiden geçirdikleri bir hastalığın yeniden ortaya çıkmasını önlemeleri için kurulmuştur.

Hastânenin önemli bir vazîfesi de âcil vak’alara bakmak ve gerekli müdâhale ve tedâvîleri sür’atle yapmaktır. Bunun için hastânelerde doktor, hemşire, sağlık personeli gece-gündüz devamlı nöbet tutar. Ufak hastânelerde servis ve poliklinik nöbetleri müşterek tutulur.

Trafik kazâlarının gittikçe artmasıyla âcil vak’alar da çoğalmaktadır. Büyük şehirlerde devamlı olarak çalışan ve yalnız âcil vak’aları kabul edip, onların tedâvisiyle uğraşan ilk yardım hastâneleri kurulmuştur.

Modern hastânelerin yapımı da, toplumun ve tıbbın ilerlemesi ile değişmektedir. Eski hastâneler ayrı ayrı pavyonlar şeklinde ve 10-15 yataklı büyük hasta koğuşları tarzında inşâ edilmekteydi. Yeni hastâne mîmârisinde, büyük koğuşların yerini bir veya iki yataklı odalar almıştır. Yeni hastâneler çok temiz, sevimli otellere benzetilmeye çalışılmakta ve bir ev havasını verecek tarzda dekore edilmektedir.

HAŞHAŞ

Alm. Schlafmohn (m), Fr. Pavot (m) somnifère, İng. Poppy. Familyası: Gelincikgiller (Papaveraceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.

Yüzyıllardan beri ekilmekte olan bir kültür bitkisi. Haşhaş ziraatinin ilk defa nerede başlamış olduğu kesin olarak belli değildir. Bâzı yazarlara göre Akdeniz havzası, Anadolu ve Mezopotamya’dır. Türklerin eski anayurtları olan Orta Asya’da haşhaş ziraatını yapmakta oldukları ve göçler ile bu kültürü etrafa yaydıkları düşünülmektedir. Etiler zamanında Anadolu’da haşhaş ekimi yapıldığı arkeolojik kazılarla ortaya çıkmıştır.

Anadolu birçok coğrafik ve ekolojik haşhaş gruplarının toplandığı bir yerdir. Bu sebeple Anadolu’da çok çeşitli haşhaş gruplarına rastlanır. Memleketimizde yetiştirilen haşhaş iki alt türe ayrılmaktadır:

1. Papaver somniferum alt tür anatolicum (Körhaşhaş):

Bitki 50-120 cm boyunda, az veya orta dallı, kapsülleri büyük (5 cm çaplı), kalın kabuklu, konik, yuvarlak, olgunlaşınca delikleri açılmayan türdür.

Bu alt türün de beyaz ve mor çiçekli olan varyeteleri (çeşit) vardır.

Varyete albescens (Akhaşhaş): Çiçekler saf beyaz, tohumlar beyaz veya devetüyü renklidir. Ekilmekte olan haşhaşların % 60-70’ini bu varyete teşkil etmektedir. Bilhassa soft bölgede (Amasya, Tokat, Çorum, Malatya) ekilmektedir.

Varyete violascens (Karahaşhaş, Gökhaşhaş): Çiçekler açık veya koyu mor, tohumlar gri veya kahverengidir. Yukarıdaki varyeteye göre daha az ve genellikle onunla birlikte ekilmektedir.

2) Papaver somniferum alttür spontaneum (Açıkhaşhaş):

Bitki 60-100 cm boyunda, kapsülleri küçük (2,5 cm çaplı), çok ve nadiren orta dallı, ince kabuklu olup olgunlaşınca kapsül meyvede delikler açılır. Bu alt türün de varyeteleri vardır. Ekimi körhaşhaş alt türünün varyetelerine göre az olmakla beraber Bilecik, Kütahya, Uşak, Afyon, Burdur, Isparta, Denizli ve haşhaş zirâati yapılan hemen her mıntıkada bulunur. Varyete violaceum’un çiçekleri açık mordan koyu mora kadar değişen renkli, dip kısımları koyu mor renklidir. Tohumlar mavimsi-gri veya kahverengidir. Anadolu’da açık haşhaşın ençok rastlanan varyetesidir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları ham meyvelerinin çizilmesi ile elde edilen afyon(Bkz. Afyon), kurutulmuş ham meyveler, yapraklar, tohumları ve tohumlarından elde edilen yağıdır. Haşhaş yaprağı elde edildiği alt türe ve gövdedeki yerine göre şekli az çok değişir. Bilhassa hâricen kullanılan bâzı merhemlerin bileşimine girer ve ağrı dindiricidir. Haşhaşbaşı, haşhaşın olgunlaşmasından, sütlüyken toplanan ve kurutulan, tohumları çıkarılan kapsül meyveleridir. Bileşiminde toplanma zamanına göre değişen afyon alkoloitleri vardır. Dıştan ağrı dindirici olarak, özellikle diş hekimliğinde kullanılır. Tohumlarının yağı ise, tohumları soğukta tazyik edilmesi sûretiyle elde edilen yağdır. Soğukta elde edilen yağın bileşiminde asitler az, sıcakta elde edilen yağın ise asitleri fazladır. Soğukta elde edilen yağ, bâzı merhemlerin bileşimine girer. Sıcakta elde edilen yağ, yemek yağı ve sanayide sabun yapımında kullanılır. Yağ çıkarıldıktan sonra geri kalan küspeden hayvan yemi olarak istifâde edilir.

HÂŞİMÎLER

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin dedesinin babası olan Hâşim’in neslinden olanlar. Benî Hâşim de denir. Hâşimoğulları demektir. Peygamberimizin babasının ismiAbdullah, dedesinin ismi Abdülmuttalib’dir. Sonra ceddi sıra ile; Hâşim (Amr), Abdü-Menâf (Mugire), Kuseyy (Zeyd), Kilâb, Mürre, Ka’b, Lüveyy, Gâlip, Fihr (Kureyş), Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Âmir), İlyas, Mudar, Nizâr, Me’add ve Adnân’dır. Peygamberimizin soyu İsmâil ve İbrâhim peygamberlere dayanır. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan beri peygamberimizin dedelerinin hepsi temiz kimselerdi.

Üçüncü nesilden dedesi olan Hâşim, Kureyş Kabîlesine mensuptur. Bu kabîle; Emevî, Nevfel, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzûm, Adiy, Cumah ve Sehm adında on kola ayrılmıştır. Mekke’de her kol ayrı bir hizmeti yapıyordu. Hâşimîler de, Kâbe kapısını açmak vazîfesini yürütüyorlardı. Hâşim, Kureyşlilerin Şam’da ticâret yapmaları için Bizans imparatoru Kayzer’den izin almıştı. Kendi de ticâretle meşgul oluyordu. Çok cömert bir zâttı. Kıtlık zamânı Mekke halkına Şam’dan getirdiği has buğdaydan yaptırdığı beyaz ve nefis ekmekleri et suyu ile tirit yaptırıp ziyâfet vermişti. Onun için kendisine “Hâşim” denilmiştir. Asıl ismi Amr’dır. Şam’da Gazze’de vefât etmişti. Abdülmuttalib ve Esed adlarında iki oğlu vardı. Esed’in Huney isminde bir oğlu olmuş, fakat nesli devâm etmemiştir. Abdülmuttalib’in ise on oğlu ve beş kızı vardı. İşte Peygamberimizin babası Abdullah, Abdülmuttalib’in on oğlundan birisidir.

Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem), amcalarının kıyâmete kadar gelecek oğullarına “Hâşimî” veya “Benî Hâşim” denir. Peygamberimizin soyu, kızı Fâtıma’nın iki oğlu hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin’in çocuklarıyla bugüne kadar devâm edegelmiştir. Hazret-i Hasan’ın evlatlarına “şerîf” ve hazret-i Hüseyin’in evlatlarına “seyyid” denir. Bunların babası hazret-i Ali, Resûlullah’ın amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Seyyidler şerîflerden üstündür. Peygamberimizi ve akrabâsını sevmek, İslâm dîninde ibâdet sayıldığı için, Müslümanlar şerîflere ve seyyidlere dâimâ hürmet ve saygı göstermişlerdir. Ebû Leheb gibi îmân etmeyen akrabâsı sevilmez. Bilhassa Osmanlılar zamânında Peygamberimizin soyunu devâm ettiren ve O’nun torunları olan seyyidleri ve şerîfleri tanımak ve onlara gerekli hürmeti göstermek için görevli memurlar tarafından ayrı nüfus kütükleri düzenlenmiş ve bunlara mahsus mahkemeler kurulmuştur. Bütün evlatları orada kayıtlı olduğundan, yalancılar seyyidlik iddiâ edemezdi. Bugün de, çeşitli İslâm ülkelerinde ve Türkiye’de Eshâb-ı kirâmın evlâdı ve Peygamberimizin torunları olan seyyidler ve şerîfler vardır. Onların kıymetini bilenler hürmette kusur etmezler.

Hazret-i Ali’nin ve oğlu hazret-i Hasan’ın halîfeliğinden sonra, hilâfet (İslâm devlet başkanlığı) hazret-i Muâviye’nin halîfe seçilmesiyle Emevîlere geçmiş ve 750 senesine kadar devâm etmiştir. Bu târihten sonra, Peygamberimizin amcası olan hazret-i Abbâs’ın soyundan gelen Hâşimîler halîfe olmuşlar ve “Abbâsîler” adı ile şöhret bulmuşlardır. İlk Abbâsî halîfesi Ebü’l-Abbâs Abdullah’tır (Bkz. Abbâsîler). Bunların Bağdat’taki hilâfetleri 1258 yılına kadar devâm etmiştir. Hülâgu’nun Bağdat’ı yıkıp yakmasından sonra, Mısır’a yerleşen Abbâsî halîfelerinin sonuncusu Yâkûb bin Müstemsikbillah hilâfeti kendi arzusu ile Mısır ve Hicaz fâtihi Yavuz Sultan Selim Hana teslim etti.

Osmanlılar, Hicaz, Mekke ve Medîne emirliklerini (vâlilerini) ekseriyâ şerîf veya seyyidlerden seçerlerdi. Mekke’nin son Osmanlı emîri Şerif Hüseyin’di. Şimdiki Ürdün Devletinin başkanı da hazret-i Peygamber’in soyundan olan Şerif Hüseyin’dir.

HAŞİR VE NEŞİR

Toplanma ve bir araya gelme ve dağılma. Kıyâmet koptuktan sonra diriltilen bütün varlıkların, dünyâda yaptıklarından hesap vermek üzere sevk olunacakları mahşer yerinde toplanmasına “haşir” ve hesaptan sonra Cennet’e veya Cehennem’e dağılmaya “neşir” denir. Âhirette haşir ve neşirin olacağına inanmak, îmânın şartlarındandır. Hiç şüphe etmeden inanmak İslâm dîninin emridir.

Melekler, insanlar ve cinler, Allahü teâlâya îmân edip, ona ibâdet etmek için yaratılmıştır. Dünyâ, âhiretin tarlası gibi olup, burada yapılan bütün amellerin (işlerin) hesâbı, âhirette sorulacaktır. Allahü teâlâ kullarını, hangisinin daha güzel iş, kulluk ve ibâdet yapacağını imtihan etmek, denemek için yarattığını, Kur’ân-ı kerîmde Mülk sûresi ikinci âyet-i kerîmede bildiriyor. Âhiret hayâtı sonsuzdur. Orada Cennet ve Cehennem’den başka bir yer de yoktur. Îmân edip Allahü teâlânın rızâsını kazanacak işleri yapanlar Cennet’e, hiç inanmayanlar da Cehennem’e gönderilecektir. Îmânı olup da günâh işleyenler, Cehennem’de cezâlarını çekip tekrar Cennet’e gönderilecektir. Bunların Cennet’e gönderilmeleri îmânlarından dolayıdır. Herşeyin sonu gelip kıyâmet kopunca, diriltilerek mezarlarından kalkan bütün canlılar, yaptıklarından Allahü teâlâya hesap vermek için mahşerde toplanır. Mîzan (terâzi) kurulur. Ameller tartılır. İyiliği, sevapları ağır gelenler Cennet’e, kötülüğü, günahları ağır gelenler de Cehennem’e sevk olunurlar. (Bkz. Âhiret, Kıyâmet)

HAT

Alm. Schönschriff (f), Fr. Calligraphie (f), İng. Calligraphy. Çizgi, yazı. Hat kelimesinin ondan fazla mânâsı vardır. Genel olarak hat denince Kur’ân-ı kerîm harfleri ile yazılmış yazı akla gelir. Sanat yazıları için “hüsn-i hat” (güzel yazı) tâbiri daha uygun düşmektedir. Hattın diğer bir özelliği de el ve kalemle yazılmış olmasıdır ki, buna “elyazması” yahut “orijinal yazı” da denir. Diğer mecâzî mânâda meselâ, çizme yazı, yapma yazı, kopye yazı, basma yazı, işleme yazı gibi ifâdelerde yazılan yazılar asıl hat yazısından ayırt edilmiş olurlar.

Yazı, dilin eli, elin dilidir. Gönlün tercümanı, irâdenin ölçüsü, rûhun aynasıdır. Akıllara elçi, mârifetlere silâh, ilimlere hüccet, medeniyetlere senettir. Yazı, hâfızanın yükünü hafifletir. Güzel yazı, bunu daha da azaltır. Gözü ve zihni erken yorulmaktan korur. Fikrin işlemesine, olgunlaşmasına yarar. Sözü düzenler, ifâdeyi kuvvetlendirir, dili dizginler, düşünmeye zaman, düzeltmeye imkân verir.

Hüsn-i hat yazarlarına “kâtip” denir. Çoğulu küttâb’dır. Daha sonraları “hattat” denilmiştir. Osmanlılar zamanında hattatlara “hoş-nüvist” (güzel yazı yazan) veya “hûb-nüvist” de denilmiştir. Yazı çeşitlerine göre de “ta’lik-nüvist” (ta’lik yazan), “celî-nüvist” (celî yazan) gibi isimler verilmiştir.

Yazının Târihi

Bugün târihte kaybolmuş veya hâlen devâm eden milletlere âit yazıların nerede, nasıl zuhur ettiği ve ne kadar çeşidinin bulunduğu tam olarak bilinmemektedir. Bununla beraber bilinen kesin bir gerçek, Kur’ân-ı kerîm harf ve yazılarının estetik ve güzellik bakımından beşer yazılarının hiçbirisi ile kıyas kabul etmeyecek kadar fevkalâde bir kıymet ve müstakil bir varlık göstermiş olmasıdır. Muteber din kitaplarında Âdem aleyhisselâmın Cennetteyken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde bu harflerle “Kelime-i tevhîd” yazısını gördüğünü; İslâmî yazının vaz’-ı ilâhîye dayandığını, o harflerin insan yapısı olmadığını, dünyâ ve Âdem yokken o harflerin olduğunu yazmaktadır.

İslâmî yazının tekâmülü, İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere iki safhaya ayrılmaktadır. Hicretten önceki dönemde Mîladî 512 senesine ait bâzı kitâbelere rastlanmışsa da bilgi bakımından karanlıkta kalmıştır. İslâmiyetin ilk yıllarında, kullanılan yazı çeşidi hakkında muhtelif rivâyetler varsa da 5. asrın ikinci yarısında dik ve köşeli“Ma’kilî” yazısı ile yuvarlağımsı “Şâmî” yazısının Mekke’de kullanılmakta olduğu bilinmektedir.

İslâmiyetin zuhûru ile Peygamberimizin yakın sahâbelerinden hazret-i Ali, hazret-i Ömer, Talha, Eban bin Said, Osman bin Said, Yezid bin Ebû Süfyan, Hatib bin Ömer, A’lâ bin Harezmî, Ebû Selman bin Adüleşhel, Abdullah bin Said, Hüsreyt bin Abdülazzâ, Muâviye radıyallahü anhüm, vahiy kâtipiliği yaparak İslâm âleminin ilk yazı yazanları olmuşlardır.

Ma’kilî olan ilk İslâm yazısı kısa zaman içinde “Kûfi” yazısı ile tekâmül etmiştir. Hazret-i Ali bu sâhada çok güzel örnekler vermiştir. Türklerin ve bilhassa Osmanlıların İslâmiyete yaptıkları hizmet sırasında, İslâmî sanatlar arasında en ziyade ileri götürdüğü sanat, hüsn-i hat olmuştur.

Son Abbasî Halîfesi Musta’sım-billah’ın kölesi olduğunu söyleyen “Yâkut-ı Musta’sımî” kaleminin ucunu eğri kesmek sûretiyle hat sanatında “aklâm-i sitte=altı kalem” denilen yazı çeşitlerinin tekamülüne yeni bir çehre kazandırmış, bu sebeple de kendisine yenilik yapan mânâsına da gelen “Hattât” ünvanı verilmiştir.

Hüsn-i Hat Yazılarının Çeşitleri

1. Ma’kilî yazısı: Bu yazı çeşidinde harflerin hepsi düz, köşeli, hendesî ve donuktur. Bu sebepten sertlik ve kat’îlik ifâde eder. Her harf değilse de çoğu dört hareketle meydana gelir. Bu sebepten ma’kilî’ye “hatt-ı satrancılî” de denilmiştir. Bu yazı İslâmiyetten önce âbide yazısı olarak kullanılmış, fakat el ve kalemle yazarak değil, hendese ve nakış âletleriyle çizerek vücûda getirilmiştir. İslâmiyetten sonra da çizme usulü ile âbide yazısı olarak kullanılmıştır. Bunlarda el ve kalemle yazmak bulunmadığından, hakîkî değil mecazî yazılardan sayılırlar. Estetikleri de ancak resmedilme bakımından mütâala olunur. Kalın ve ince olmak üzere başlıca iki çeşidi vardır.

2. Kûfî yazı: Bu yazıda, ma’kilî’den farklı olarak düzlük ve yuvarlaklık muayyen nisbetler altında karıştırılmış ve kalemin tabiatı ona göre ayarlanarak yazışta hareket hâkim kılınmıştır. Gözlü ve başlı harflerin hareketleri ma’kilîde (dört) iken kûfî’de üçe indirilmiş olduğundan, kûfî’nin her çeşidinde başlı ve gözlü harfler üçgenimsi (müselles) veya yuvarlağımsı(tedvîri) durum alırlar.

El ve kalemle yazılarak vücuda getirilen kûfî hattı zor bir sanat ve meleke işidir. Bu hususta hazret-i Ali çok güzel kûfî örnekleri vermiştir.

Kûfî yazısında yazının fıtrî ve bediî zevki hâkim olduğundan ma’kılî de görülen donuk hendese, rûhî ve akıcı bin hendeseye dönüşmüştür. Bu da yazıya ve yazanlara geniş bir inkişâf ve imkân sağlamıştır. Bu bakımlardan kûfî yazısına “ümmü’l hutût=yazıların anası” denmiştir. Yazma kûfî ve yapma kûfî (=celî kûfî) diye çeşitleri vardır.

Bâzı üstad ve hattatlar, ma’kilî ve kûfî yazılarının karışımı ile “aklâm-ı sitte=altı kalem” denilen altı cins yazı çeşidi bulunmuştur demişlerse de, yazıların anası kabul edilen kûfî yazısından kaynaklanan ve aşağıda şematik olarak gösterildiği üzere bir şecerenin mevcud olduğu kabul edilmektedir.

 

ŞEKİL VAR!!

 

Bu duruma göre “aklâm-ı sitte (altı kalem); sülüs, nesih, muhakkak, reyhânî, tevkî ve rik’a olarak çeşitlere ayrılmış, ayrıca bir yedincisi olarak da “ta’lik” ilâve edilmiştir.

3. Sülüs kalemi:Sülüste her harfin altıda dört (4/6) parçası düzümsü, altıda ikisi (2/6) de yuvarlağımsı olmaktadır. 24 kıl kalınlığına “tomar” adı verilmiş, hâsıl olan kalınlığın sülüsüne (1/3) “sülüs” ismi verilmiştir. Yâni sekiz kıl kalınlığı sülüs kalemi kalınlığını meydana getirmiştir. Hat üstatları sülüs kalemini birinci derecede göstermiş, hat sanatında kûfîden sonra başlı başına bir başlangıç, bir kaynak ve hat tâliminde bir esas ve ölçü almışlardır. Bu bakımdan da kûfîden üstün bir mevki verilmiştir. Bu imtiyazlı karakteriyle“mikyâsü’l-hat, mizânü’l-hat” diye şöhret bulmuştur.

Sülüs daha çok hat öğrenmek için kullanılır. Her yazının temelidir. Sülüs’ün metânet ve kemâli diğer hat cinslerine yayılmış olmakla beraber asıl istenilen husus bu olmamaktadır. Aklâm-ı sitte’de sülüs ile nesih birinci gelmektedir.

4. Nesih kalemi:Sülüs’e tâbi olup kalınlığı sülüs kaleminin üçte biri (1/3) kadardır. Bu yazı, teknik bakımdan sülüsün üçte ikisini (2/3) nesh etmiş ve üçte biriyle de sülüse tâbi olmuştur. Bu bakımdan nesih yazısının sülüsü andıran bir husûsiyeti vardır. Kur’ân-ı kerîm’i kûfî hattıyla yazılmak mevkiinden resmen kaldırıp onun yerine geçmiş olması mânâsına “nesh” etmesi sebebiyle de nesih denilmiştir.

Aklâm-ı sitte’den sülüs ile nesih, güzellikte birinci gelir. Nesih hattı daha çok mushaf, tefsir, hadis ve benzeri eserlerin yazılmasında kullanılmıştır.

5. Muhakkak kalemi: Her harfin bir buçuk hissesi düz, kalanı yuvarlağımsı, kalınlığı sülüs kalemi kadar olan hüsn-i hat şeklidir.

6. Reyhânî kalemi: Nesih hattının sülüse bağlı olduğu gibi reyhânî kalemi de muhakkak kalemine tâbidir. Kalınlığı nesih kalemi kadardır.

7. Tevkî kalemi: Yarısı düzümsü, yarısı yuvarlağımsı, diye târif olunup, kalem kalınlığı sülüse pek yakındır.

8. Rik’a (rikaa) kalemi:Düzlüğü ve yuvarlaklığı değişik, çoğu harfleri bitişiktir. Kalem kalınlığı değişebildiği gibi belirli bir haddi de yoktur. Gâyet sür’atle yazıldığı, seyyal ve stenoğrafik bir mâhiyette olduğu için harfler, tabîatıyla birbirine bitişiktir. Osmanlılar bu yazıya “hatt-ı icâze” de demişlerdir. Diğer yazı nev’îleriyle karışmaya son derece elverişli olduğundan birçok yazı çeşidinde rol aldığı görülmektedir.

Tevkî ile rik’a kalemleri daha ziyâde sür’atle yazmak içindir. Dolayısıyla bunlar amelî bakımından birinci, estetik yönden ikinci ve üçüncü ve hattâ biraz daha geride kalırlar. Bu gibi yazılara ince kalemlerde umûmiyetle “Kırma” veya “Hurde” denilmektedir.

9. Ta’lik kalemi: Her harfi tedvîrî “yuvarlağımsı” olup düz harfi yoktur. Dolayısıyla ma’kilînin tam aksi durumundadır. Ta’lik kaleminin kalınlığı sülüs kalemi kadar olup, “Meşk Kalemi” diye mârûftur.

Celisine, yâni kalınına “kamış kalem” ismi verilmiştir. Ta’lik’e, Acem yazısı da denilmektedir.İncesine “hâfî” veya “ince ta’lik” yahut “hurde ta’lik”; kalınlarına da “celi ta’lik” veya “ta’lik celisi” denmektedir. Sülüs ve nesihten sonra gelmektedir. Bu sebeple hat üstatları talebelerine sülüs ve nesihten sonra ta’lik öğretmeyi tercih etmişlerdir. Çünkü bu üç yazıyı elde eden bir talebe, diğer yazıları da yazabilecek duruma gelmiş olur. Bundan sonra sülüs ve Ta’lik celîleri gelir ki, bunlar üzerinde ayrıca tâlim görmek îcâb eder.

10. Diğer ölçülü yazılar: “Altı kalem = aklâm-ı sitte”den her biri “hâfî” ve “celî” diye bölümlere ayrılmakta, bu sûretle ölçülü kalemler 12’ye yükselmektedir. Bâzıları bu 12 kaleme ilâveler yaparak 46, hattâ daha fazla sayıya çıkartmaktadırlar.

Bu yazı çeşitlerine “şikeste”, “sünbülî”, “şecerî” ile “celî”ler, “hurde”ler, “müsenna”lar, “melâsık”lar, “müşakkak”lar“rik’a ve kırma”lar ve 500 çeşidi geçen kûfîler ve “gubârî”ler de ilâve edilirse, hakîkî ve mecâzî yazı yekünü 1000’e yaklaşır.

Arapçada ta’lik ve bunun kolları; Farsçada divânî, divân-ı celî ve karma divânî, Osmanlıcada rik’a ve rik’a kırmaları daha güzel bir durum arz ederler. Bu îtibârla, lisan ve kavmiyet hususiyetinin bu yazılar üzerinde de az çok tesirli olduğu görülmektedir.

Bu bilgiler, İslâmda yazıya verilen ehemmiyetin, sarf olunan çalışma ve gayretin kısa bir bilançosu gibidir. Sanat âleminde ismen bile küçümsenmeyecek olan bu zenginlik, Rabbânî bir feyiz ve rahmet altında işleyen dimağ ve ellerin, îmân ve zevk dolu gönüllerin güzel ve muhteşem tezahürleridir.

Türk milleti ile Arap ve Acem milletleri hüsn-i hat sanatında hüner ve dehâ sâhibi nice insanlar yetiştirmişlerdir. Osmanlıların bu uğurdaki hizmeti öteki milletlerden çok daha ileri gitmiş, Arabın sülüsünü, Acemin ta’likini binbir incelik içinde tamamlamış ve ıslah etmiş, bir taraftan da yüzlerce Osmanlı hattatı yetiştirmiştir. Hattatların câhil olduklarına dâir var olan rivayetler gerçeğe dayanmamaktadır. Osmanlı Sultanlarının hemen hemen hepsi hat sanatında örnek olabilecek eserler vermişlerdir. Hat sanatı hakkında yazılmış Menakib-i Münevverân (Âlî), Gülzâr-ı Sevap (Nefeszâde), Devha-tül Küttâb (Soyulcuzâde) ve Tuhfe-i Hattâtîn (Müstekimzâde) gibi eserlerde şeyhülislâm olarak hizmette bulunmuş; Hoca Saadeddîn, Yahya, Feyzullah, Veliyyuddîn ve Çelebizâde Âsım efendilerin sadrâzam olarak hizmette bulunmuş; Hekimoğlu Ali Paşa, Koca Râgıp Paşaların aynı zamanda birer hattat olduklarını ve kâdı olarak vazife yapan kimselerin de muhakkak hüsn-i hat dersi aldıklarını yazmaktadır.

Hat hakkında yazılmış diğer bâzı, Tezkere-tül-Hattâtîn, Mecelle-tün Nisab, Devha-tül-Meşâyıh gibi eserlerde de geniş bilgi bulunmaktadır.

Hat Sanatında Kullanılan Malzemeler

Kalem, kâğıt ve mürekkeb esas malzemeyi teşkil eder. Bunlar da kendi içlerinde çeşitlere ayrılırlar.

Kalem: Kamış kalem, kargı kalem, tahta kalem, çifte kalem, demir kalem, kurşun ve renkli kalemler, tarama kalemi, cetvel kalemi, vs.

Mürekkep: Beyaz, siyah, lâl, gülyûnî, lâcivert, âsumânî, altın, zırnık, tashih mürekkepleri olarak kısımlara ayrılırlar.

Kâğıtlar: Renk ve kalite bakımından birçok çeşitlere ayrılırlar.

Mürekkep yapma usûlü başlı başına bir sanat kolu teşkil eder. Zamanımızda bu sanat kolu yok olma derecesinde unutulmuştur. Kâğıt bakımından da yine ihtisâs isteyen ve ustalığı gerektiren kâğıt boyama, ebrû kâğıdı yapma ve kâğıt âharlama işleri de bugün unutulmuş gibidir.

Meşhur Hattâtlar

İbn-i Mukle (885-949), Ya’kût-ı Musta’sımî (1204-1298), Şeyh Hamdullah (1437-1520), Ahmed Karahisarî (1468-1556), Hafız Osman bin Ali(1642-1698), Mehmed Es’ad Yesârî (1753-1798), Mustafa Râkım (1757-1828), Mahmûd Celâleddîn (? - 1849) ve hanımı Esmâ İbret (? - 1780), Mustafa İzzet (1770-1849), Şevkî Efendi (1829-1887), Hulûsî Efendi (1869-1940), İsmâil HakkıAltunbezer (1873-1946), Mustafa Halim Özyazıcı (1898-1964), Beşiktaşlı Hacı Nûri Efendi (1868-1951), Mahmud Yazır (1895-1952), Necmeddin Okyay (1883-1967), Hâfız Kemal Batanay (1891-1981), Hâmid Aytaç (1891-1982)...