HASAN HAYRİ AYTEPE
Türk askeri, emekli tümgeneral. 1894’te İstanbul’da doğdu. İlk öğreniminden sonra Mekteb-i Harbiye-i Şahâneye girdi. Buradan 1915’te Piyâde Zâbiti (Teğmen) olarak mezun oldu. 10 Ağustos 1929’da yetmiş üçüncü dönem olarak Harb Akademilerini bitirdi. Çeşitli askerî birliklerde vazife yaptı. Kara Kuvvetleri Personel Dâiresi Başkanlığında bulundu. 14 Temmuz 1957’de tümgeneral iken emekliye ayrıldı. 2 Eylül 1966 Cumartesi günü İstanbul’da vefât etti. Edirnekapı Kabristanına defnedildi.
Milletini, dînini ve vatanını seven Hasan Hayri Aytepe, hoş sohbetleri ve nasihatleriyle de insanlara faydalı olmaya çalıştı. Çocuklara dînî vazifelerini öğretmek husûsunda şunları söyledi: “Din âlimlerinin yazdıkları kitaplar varken, ayrıca bu mevzularda bir baba olarak çocuklara nasihat vermenin lüzumsuz olduğunu düşünmek doğru değildir. Çünkü çocuğunun saâdetini isteyen bir baba, yalnız dünyânın kısa saâdetini değil, âhiretin sonsuz saâdetini de çocuğuna bildirmekle vazifelidir. Babaya bu vazifeyi veren cenâb-ı Hak’tır.”
Hasan Hayri Aytepe’nin Allahü teâlâya yalvararak söylediği bir münâcatı şöyledir:
“Yâ Rabbî! Senin lütuf ve kerem ve inâyetinle, büyük sıkıntılar görmeden, uzun bir ömür yaşadım. Bu hayâtın içinde sana karşı pekçok günah işledim. İrâde-i cüz’iyyemi senin râzı olmadığın şeylere sarf ettim. Artık sana rücû etmek zamanım pek yakın. Bundan sonraki dünyâ ve âhiret hayâtımın safhaları şu olacak:Dünyâ elemleri, sekerâtü’l-mevt, kabir hayâtı, haşr âlemi, mükâfât ve mücâzât ihtimalleri... Büyük günahlarımla, bu tehlikeli geçitlerden nasıl geçeceğimi bilmiyorum. Affına kavuşmazsam hâlim ne olacak? İstiğfâr ve duâlarım kabule lâyık olacak mı bilmiyorum?Senin af ve mağfiret sıfatın, tek ümidim. Senden başka kime sığınabilirim. Yâ Rabbî! Sana inanıyorum.Kitabında bildirdiğin gibi inanıyorum. Kitabına ve Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) inanıyorum. Hudutsuz büyüklüğünü anlatan kâinâtı (evreni) gözlerimle görüyorum. Büyüklüğünü, bana ihsân ettiğin aklımla anlıyorum. Günahlarımın af ve mağfiret deryan içinde, bir damla bile olmadığını da biliyorum. İşlediğim günahlardan pişmanlık duyuyorum. Pişmanlık duygularımı eksiltme! Bu duygularımı elem derecesine çıkart yâ Rabbî!
Yâ Rabbî! Sen af etmeyi seviyorsun. Beni de affettiğin kulların içine al! Sen Gafûrurrahîmsin yâ Rabbî!”
Uşâkîlik tarîkatının kurucusu ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Hasan olup, lakabı Hüsâmeddîn’dir. 1475’te Buhârâ’da doğdu. Soyu Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Hacı Teberrük isminde bir tüccarın oğludur. Anadolu’ya gelip, Uşak’ta yerleştiği için “Uşâkî” denilmiştir.
Hüsâmeddîn Uşâkî, ilk tahsilini babasının nezâret ve himâyesinde tamamladı. Babasının vefâtı üzerine ticâretle meşgul olmaya başladı. Bir gece rüyâsında ona şöyle denildi: “Boş yere ticâretin zahmetini çekmek hakîkat ehli için zarar ve ziyândır. Arzun, âhiret ticâreti, yâni Allahü teâlâya kavuşmak olsun. Gâyen sonsuz sermâyeyi elde etmek ise, dünyâ mallarından yüz çevirip, Anadolu şehirlerinden Uşak’ta oturan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretlerine teslim ol. Uzlet köşesine çekilip, dâimâ Rabbin ile ol.” Bu mânevî işâretten sonra babasından kalan bütün mallarını ve kurulu ticâret düzenini kardeşine bırakıp, Buhâra’dan yola çıktı. Aylarca süren zahmetli yolculuktan sonra Erzincan’a gelen Hüsâmeddîn Uşâkî, o sırada bu şehirde bulunan Seyyîd Ahmed-i Semerkandî’ye bağlanarak talebe oldu. Kısa zamanda kemâle erip, evliyânın yüksek derecelerine kavuştu. Hocasının emri üzerine Uşak şehrine yerleşti.
Hüsâmeddîn Uşâkî hocasının vefâtından sonra talebe yetiştirmeye başladı. Sultan Üçüncü Murâd Han tahta geçtikten sonra, Hüsâmeddîn Uşâkî’yi İstanbul’a dâvet etti. Bu dâvet üzerine İstanbul’a gelen Hüsâmeddîn Uşâkî, pâdişâhın ricâları üzerine İstanbul’a yerleşerek adına Kasımpaşa’da yaptırılan dergâha yerleşti.
Hasan Uşâkî, İstanbul’a geldiğinde, evliyânın büyüklerinden Ümmi Sinân hazretleriyle görüştü. Bu zât ona Halvetîlik tarîkatında hilâfet verdi. Hocası ise ona Kübreviyye ve Nur-i Bahriyye yolunun hilâfetini vermişti. Hüsâmeddîn Uşâkî de bu yolları birleştirerek, Uşâkîlik tarîkatını kurdu.
Hüsâmeddîn Uşâkî hac farîzasını yerine getirmek için gittiği Mekke’den dönüşünde Konya’da rahatsızlanarak vefât etti. Vasiyeti üzerine İstanbul’a getirilerek dergâhının bahçesine defnedildi. Dergah ve türbe, Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından tâmir ettirilerek şimdiki hâline getirildi.
Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî, çeşitli eserler yazdı. Bunlardan bazıları şunlardır: 1) Evrâd-ı Kebir, 2) Hizb-üt-Tesbîh, 3) Ahzâb-ı Usbûiyye, 4) Şerh u Vird-i Settâr.
Şöyle anlatılır:
Kasımpaşa’da Uşâkî hazretlerinin dergâhı yakınlarında Ali Efendi isminde bir zât vardı. Ali Efendi misk satıcısıydı. Bir şey tartarken, hak geçmesin diye çok dikkat ederdi. Ali Efendi Hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitmişti. Haccını edâ ettikten sonra, Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmek istedi. Fakat ayaklarındaki bir hastalıktan dolayı gidemedi. Bu duruma çok üzüldü. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûl-i ekrem ona; “Ağlama! Kasımpaşa’da evlâdım Hüsâmeddîn-i Uşâkî’nin kabrini ziyâret et, onu ziyâret etmek, beni ziyâret gibidir.” buyurdu. Sonra İstanbul’a dönen Ali Efendi, her gün işe giderken Uşâkî hazretlerinin kabrini ziyâret etmeyi kendisine vazîfe ve âdet edindi. Vefât ederken bunu çocuklarına vasiyet etti.”
Diyânet İşleri başkanlarından. 1889 târihinde Akseki’nin Sadıklar köyünde doğdu. Babası müderris Hacı Sâdık Efendi, annesi Hacı Bekir Ağanın kızıFatma Hâtundur.
İlk tahsilini doğduğu köyde yaptı. Arap dilinin gramerini ve mantık ilmini babasından okudu. Bir müddet Konya’da tahsile devâm ettikten sonra babasının izniyle İstanbul’a gitti. Burada Medresetü’l-mütehassısînin fıkıh ve usûl-i fıkıh şûbesinden pekiyi derece ile mezun oldu. 1920 târihinden îtibâren Antalya Dârü’l-Muallimîn ve Mekteb-i Sultâniyede din dersleri vermeye başladı. 1922’deAnkara Dârü’l-Hılâfe Medresesi fıkıh ve mecelle grubu müderrisliğine tâyin edildi. Bu müessesede gösterdiği başarıdan dolayı Umûr-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti Tedrisat Müdürlüğü âzâlığına getirildi.
Şer’iyye Vekâletinin kaldırılması üzerine Antalya İmam Hatip Mektebine tâyin olunan Hasan Hüsnü Erdem, burada din dersleri ile birlikte; pedegoji, psikoloji ve sosyoloji dersleri verdi. Buradan Isparta ortaokuluna tâyin edildi. Bu sırada ortaöğretimde din derslerinin de yasaklanması üzerine uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yaptı. 1944 yılında Diyânet İşleri Reisliği müşâvere heyeti âzâlığına tâyin olundu. 1952 yılında İlâhiyât Fakültesinde tefsir ve tefsir târihi dersleri verdi ve bu fakültede birçok değerli öğrenciler yetiştirdi.
5 Nisan 1961 târih ve 270 sayılı kararnâme ile Diyânet İşleri Reisliğine Hasan Hüsnü Erdem getirildi. Reisliği zamânında 1961 târihinde neşredilen Kur’ân-ı Kerîmin Türkçe Meâli adındaki tercümenin önsözünde yazdığı yazısında şöyle demektedir:
“Kur’ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve i’câzı hâiz bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyla çevrilemez. Eski tefsirlerin ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. Kur’ân’ın yalnız mânâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkıyla vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz.”
Hasan Hüsnü Erdem bu sözleri ile ilmî ve dînî bir gerçeği açıkça ifâde etmiş ve o devirde “Kur’ân-ı kerîmi öz dilimizle okuyalım.” diyenlere en güzel cevâbı vermiştir.
Diyânet İşleri Başkanlığı görevinde 3 sene 6 ay 7 gün kalan Hasan Hüsnü Erdem, 12 Ekim 1964 târihinde emekliye sevk edildi. 1974 yılında Ankara’da vefât etti.
Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Ebedî Risâlet, 2) Riyâzü’s-Sâlihîn, 3) İslâm Büyükleri, 4) 40 Kudsî Hadîs Tercümesi, 5) İlâhî Hadîsler Tercümesi, 6) 101 Hadîs Tercümesi, 7) Müslümanlıkta İlmin Değeri.
Büyük Türk amirali. Barbaros Hayreddîn Paşanın evlatlığı ve Cezâyir Beylerbeyi. Küçük yaşta Barbaros’un teveccühünü kazandı ve evlat edinildi. Barbaros’un yanında iyi bir denizci olarak yetişti. Barbaros 1533’te İstanbul’a dâvet edildiği zaman, Cezâyir’de saltanat nâibi olarak kaldı. Preveze Deniz Savaşında (28 Eylül 1538) merkez filosunda görev yaptı.
Preveze Zaferinden üç yıl sonra Almanya İmparatoru ve İspanya Kralı Beşinci Karl, Cezâyir’i zaptetmek üzere büyük bir donanmayla harekete geçti. Andrea Doria’nın komutasındaki Haçlı donanması, 516 parça gemi ve 40 bin askerden müteşekkildi. İmparatorun asıl hedefi, Kuzey Afrika’daki Türk hâkimiyetini yıkmaktı. Gâfil avlanan Hasan Beyin kuvvetleri ise, 600 Türk levendi ile 2000 Arap gönüllüsünden meydana geliyordu. Buna rağmen Cezâyir’i terk etmeyi düşünmeyen Hasan Paşa, mücâdeleye karar verdi. Beşinci Karl şehre hâkim Küdyetü’s-Sabûn Tepesini ele geçirdiyse de ummadığı bir mukâvemetle karşılaştı. Geri çekilen kuvvetleri yağmur ve fırtına sebebiyle yumuşayan toprakta hareket edemez hâle düştü. Fırsatı kaçırmayan Hasan Paşanın üst üste vurduğu darbelerle imparatorun 20 bin askeri telef oldu. Bütün topları ve 130 harp gemisi ele geçirildi. Hasan Paşanın elinden güçlükle kurtulan imparator, tâcını denize fırlatırken, Barbaros Hayreddîn Paşanın amansız düşmanı Andrea Doria Preveze’den sonra yediği bu ikinci darbenin üzüntüsü içine düştü.
Bu sırada dokuzuncu sefer-i hümâyûnundan dönen Kânûnî Sultan Süleymân, Hasan Paşayı vekâleten baktığı Cezâyir Beylerbeyliğine asâleten tâyin etti. Hasan Paşa, bundan sonra Akdeniz’de İspanya’yı daha sıkı bir şekilde baskı altına aldı. Cezâyir’de bayındırlık işlerine önem verdi ve pekçok hayır eseri vücûda getirdi. Sağlığının bozulması sebebiyle, 1544’te görevinden ayrılan Hasan Paşa, 1549’da Cezâyir’de vefât etti. Bâbü’l-vâd’deki türbesine defnedildi. İspanyol târihçi Hedo, Hasan Paşa için; “Hiç bir paşa, Cezâyir’de onun kadar adâlet ve hakkâniyet göstermemiştir.” demektedir.
On sekizinci yüzyıl sadrâzamlarından. Mora’da devşirme olarak saraya alındı. Enderun’da tahsil ve terbiye gördükten sonra Sultan Dördüncü Mehmed Han zamanında Silahdâr oldu. İkinci Süleyman Hanın cülusu sırasında Mısır Vâliliği ile saraydan çıkarıldı (12 Kasım 1688). Çok geçmeden de Dördüncü Mehmed Hanın kızı Hatice Sultan ile evlendirildi. Bundan dolayı“Enişte” ve “Dâmât” lakaplarıyla da anıldı.
1691’de Sakız muhâfazasına tâyin oldu. Ancak Sakız’ın Venedikliler eline geçmesine mâni olamadı. Bu sebeple azlolunarak hapse atıldı. 1694’te affedilerek Azak Kalesi Muhâfızlığına getirildi. İkinci Mustafa Han zamanında, önce Rikâb-ı Hümâyûn Kaymakamlığına ve ardından Haleb Vâliliğine tâyin olundu. 1703’te Kavanoz AhmedPaşanın yerine sadârete getirildi. Üçüncü Ahmed Han kendisine sadâret mührünü verirken; “Bu vazîfe, Allah’ın kullarına hizmet işi ve Allahü teâlânın sana emânetidir. İhânetin zâhir olursa (görülürse) dâmâtlığın fâide vermez.” demiştir.
Sadrâzamlık zamanı, Edirne Vak’asından sonraki karışıklığın devam ettiği zamana rastladı. Azimli, işbilir ve kurnaz bir kimse olan Hasan Paşa on bir ay devam eden sadâretinde zorbaları temizleyerek istikrarı yeniden temin etti. 1704’te görevinden azledilmesi üzerine bir müddet İzmit’te oturdu. Daha sonra sırasıyla Mısır (1707), Trablusşam (1709) ve Anadolu (1712) vâliliklerinde bulundu. Rakka eyâleti vâlisiyken 1713 Mayısında tâûndan (vebâ) vefât etti.
Vefâtında altmış yaşında olan Hasan Paşanın akıllı, kâmil, cesur, tedbirli ve cömert bir vezir olduğunu devrin kaynakları kaydetmektedir. Üsküdar Doğancılar’da Nasûhî Tekkesi, eski tramvay yolu üzerinde bir çeşme, Antakya’da Bakras civarında câmi, imâret ve bir han Hasan Paşanın yaptırdığı hayır eserleridir.
On sekizinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamlarından. Reşâdiye kazâsına bağlı Kabalı köyünden Çardaklızâdelere mensup Mehmed Abdullah Ağanın oğludur. Gençliğinde İstanbul’a gelerek Yeniçeri Ocağına girdi. Karakullukçuluktan îtibâren sırasıyla yükseldi. Uzun süren seferlere katıldı. 1733’te Kul Kethüdâlığı ile İran Seferine gönderildi. 1738’de Yeniçeri Ağası oldu. Belgrad’ın fethinde gösterdiği gayret ve muvaffakiyet üzerine Vezirlik payesini aldı (1739).
1743’te Hekimoğlu Ali Paşanın yerine Sadrâzamlığa getirildi. 1746’da görevden alınarak Rodos’a gönderildi. 1747’de Diyarbekir Vâliliğine tâyin olundu ise de 1748 yılı ortalarında orada vefât etti.
Hasan Paşa, cömert, sâdık, hayırsever, açık kalpli ve doğru bir kimseydi. Bâyezîd’de şimdi İslâm Ansiklopedisi Merkezi bulunan medrese ile medreseye âit mescit, mektep, sebil ve çeşme Hasan Paşanın yaptırdığı 18. asırdaki mîmârî eserlerimizin en güzellerindendir.
Türk siyâset ve devlet adamı. 1915 yılında Eskişehir’de doğdu, 1960 İhtilâli sonrasında, 16 Eylül 1961’de İmralı Adasında asılarak îdâm edildi.
İlk ve orta öğrenimini Eskişehir’de yaptı. 1936’da Ankara Siyasal Bilgiler Okulunu (bugün Siyâsal Bilgiler Fakültesi) bitirip Zirâat Bankasında müfettiş yardımcısı olarak göreve başladı. 1939’da müfettiş oldu. 21 Temmuz 1946’da Demokrat Partiden Eskişehir milletvekili seçilerek meclise girdi. 14 Mayıs 1950’de ikinci defâ milletvekili seçildi ve Adnan Menderes’in 22 Mayısta kurduğu hükûmette Çalışma Bakanı olarak görev aldı. 14 Aralıkta Maliye Bakanlığına getirildi. Daha sonra kurulan dört Menderes hükûmetinde de 10 yıl boyunca bu görevini sürdürdü. 27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra Kütahya’da tutuklandı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, öteki hükûmet üyeleri ve DP milletvekilleriyle birlikte yargılandı ve îdâmına karar verilerek infaz yerine getirildi. Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ile berâber İmralı Adasına defnedilen naşı, hükûmetin çıkardığı bir kânunla îtibârları iâde edilerek 17 Eylül 1990’da İstanbul Topkapı’da yaptırılan Anıtmezar’a devlet töreniyle nakledildi.
Balkan Harbi sırasında İşkodra Savunma Kumandanlığı yapan Osmanlı paşası. Aslen Kastamonu vilâyetinin Tosya ilçesinden olan Hasan Rızâ, 1871’de doğdu. Bağdat ve Kastamonu vâliliklerinde bulunan Nâmık Paşanın oğludur.
İlk mektebi ve askerî rüşdiyeyi İstanbul’da, askerî idâdîyi Bursa’da tamamladı. 1889-1892 seneleri arasında Harb Okulunda okudu. 1895’te Kurmay Yüzbaşı olarak Mekteb-i Erkân-ı Harbiye-i Şâhâneden mezun oldu. Türk-Yunan Harbinde, isteği üzerine Alasonya Ordusu Erkân-ı Harbiye Riyâsetine tâyin edildi ve 7 Ekim 1897’de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. 21 Ağustos 1898’de Binbaşı, 18 Nisan 1899’da Kaymakamlığa (Yarbaylığa) terfi ettirildi. 1899 yılı Mayıs ayında staj yapmak ve askerî bilgisini geliştirmek üzere Almanya’ya gönderildi. Almanya’da iken 11 Aralık 1901’de rütbesi Miralaylığa yükseltildi. 1903’te Mirlivalığa ve 10 Aralık 1906’da Ferikliğe (Korgeneralliğe) terfi etti.
İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra Edirne’de İkinci Orduya mensub Yirminci Nizâmiye Fırkası Komutanlığına getirildi. 26 Eylülde aynı ordunun Erkân-ı Harbiyesine nakledildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı tahttan indirdikten sonra iktidâra gelen İttihat ve Terakki’nin orduyu gençleştirme ve modernleştirme adı altında devletine, milletine ve dînine bağlı subayları ordudan tasfiye ettiği sırada rütbesi Kaymakamlığa (Yarbaylığa) indirildi. 4 Ekim 1909’da Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Üçüncü Şûbesinde vazîfelendirildi. 21 Mart 1910’da yeniden Miralaylığa yükselerek 6. Ordu Erkân-ı Harbiyesine tâyin edildi.
1911 yılında Malisor Ayaklanmasında Garb Ordusu kumandanlığı ile İşkodra’ya giden Birinci Ferik Abdullah Paşanın Erkân-ı Harbiyesine tâyin edildiyse de, bu vazîfeden istifâ etti. 19 Temmuz 1911 târihinde müstakil 24. İşkodra Nizâmiye Fırka Kumandanlığına gönderildi. İşkodra Vâlisi Hayri Beyin vazîfeden alınması üzerine, 27 Mayıs 1912’de İşkodra Vâliliği vazîfesine de tâyin edildi.
Bu sırada İttihat ve Terakkî Hükümetinin basiretsiz uygulamaları sonucunda Balkanlarda Osmanlı Devletine karşı bir ittifak başgöstermiştir. Rusya’nın da tahrik ve teşvikleriyle Balkan milletleri 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devletine karşı harb ilân ettiler.
Bulgar birlikleri Batı Trakya üzerine hücuma geçerken Karadağlılar da İşkodra Gölünün güneyinden sınırı geçtiler.
24. Müstakil İşkodra Fırkası Kumandanı Miralay Hasan Rızâ Bey, müstahkem mevki kumandanlığını da eline aldı. Karadağ ordusu; kuzey, merkez ve güney olmak üzere üç yığınak grubuyla taarruza başladı. Hasan Rızâ Bey, idâresindeki fırka ile çok zahmet çekerek düşman taarruzlarını önledi. Bu sırada bâzı askerler terhis isteğiyle ayaklandılar. Hasan Rızâ Bey bu askerlere nasîhat ettiyse de netîce alamadı. Askerlerin bir kısmı, vaktiyle İstanbul’da 31 Mart Vak’asına iştirâk edenlerdendi. Bu ayaklanma bâzı taşkınlıklarla bir hafta kadar devâm etti. Çâresiz kalınınca silâh ve techizâtları alınarak terhis tezkereleri hazırlanıp verildi. Memleketlerine dönmek üzere ayrılan askerler kısa bir müddet sonra tekrar geri döndüler. Osmanlı askerinin böyle olduğu bir sırada taarruzlarını şiddetlendiren Karadağlılar Taşlıca, Akova, Gosina ve Berena’yı işgâl ettiler. Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlıların taarruzları neticesinde bütün Rumeli hemen hemen elden çıktı.
Yalnız İşkodra’da Hasan Rızâ Bey, bir türlü düşmana teslim olmayıp, kendisine verilen vazîfeyi cânı pahasına yürüttü. İşkodra savunmasındaki hizmetine mükâfât olarak Mirlivâlığa yükseltilmesi için pâdişâh irâdesi çıktı. Ne yazık ki terfiinden haberi olamadı.
Hasan Rızâ Paşa, Karadağlılar ve Sırplara karşı Arnavudları Osmanlılar tarafına çekmek için gayret sarfediyordu. Ancak Arnavudlarla yapılacak antlaşmanın ayrıntılarını görüşmek üzere Esad Paşanın evine giderken, 30 Ocak 1913 günü akşamı tertiplenen bir sûikasd neticesinde silâhlı üç kişi tarafından vurularak şehid edildi. Bu sûikasd, bilahare Sultan İkinci Abdülhamîd Hana hal’ini tebliğ edenler arasında bulunarak velînîmetine hıyânet eden Esad Toptanî adındaki eski Drac mebûsu tarafından tertiplenmişti. Hasan Rızâ Paşanın vefâtından sonra da İşkodra savunması devâm etti. Fakat İşkodra’da kumandayı ele alan Esad Paşa, derhâl Karadağ ordusuyla gizlice haberleşerek şehri düşmana teslim etti.
Kahraman ve cesûr bir asker olan Hasan Rızâ Paşa, gâyet ciddî ve sert bir kimseydi. Husûsî hayâtında latîfeyi seven ve teklifsizce konuşan Paşa, vazîfeyle ilgili konularda derhâl sesini ve tavrını değiştirirdi. Verdiği emirleri tâkib eder, gevşeklikleri affetmezdi. Açık sözlü bir kimse olup, birisi hakkında bildiğini yüzüne söylemekten çekinmezdi. Emrindeki birliklerin eğitimlerine ve bütün işlerine bizzat nezâret ederdi. En tehlikeli vazîfeye en sevdiği kimseleri memur ederdi. Üstüne aldığı vazifeyi nâmus meselesi addeder ve tam mânâsıyla yerine getirmeye çalışırdı. Üst ve âmirlerine, kânun ve nizâmlara çok saygılıydı.
Ordunun politikayla uğraşmasına karşıydı. Silâhlı kuvvetleri politikaya soktuğu için İttihat ve Terakki’yi tenkid ederdi. Pâdişâha ve hükûmete karşı olan ve kendi saflarında yer almasını isteyen kimselere karşı; “Ben bu hükûmetin vâliliğini ve kumandanlığını kabul ettim. Bunun için ahdettim ve yemin ettim. Verdiğim söze ters hareket etmek benim için nâmussuzluktur. Ben vâli ve kumandan iken hükûmet aleyhine en ufak bir teşebbüsü bile hoşgörü ile karşılamam, âzamî şiddetle hareket ederim.” derdi.
Emrindeki subay ve erlerin îtimâdını kazanmıştı. Kesin kararlı olup emirleri kat’î idi. Hatâsını anladığı konuda ısrâr etmeyen, fazîlet sâhibi bir komutandı.
İran’daki İsmâiliyye Devletinin kurucusu ve Bâtınîliğin bir kolu olan Haşşaşîn fırkasının reisi. İsmi, Hasan bin Ali bin Muhammed bin Ca’fer bin Hüseyin bin el-Sabbâh el-Himyerî’dir. Hasan Sabbâh veyâ Hasan bin Sabbâh diye şöhret bulmuştur. Kendi iddiâsına göre, Yemen emirlerinden Yûsuf Himyerî’nin soyundandır. Doğum târihi belli değildir. İran’ın Rey şehrinde doğdu. 1124 (H.518)te öldü.
Hasan bin Sabbâh, çocukluğundan itibâren düzenli bir eğitim ve öğretim gördü. Büyük Selçuklu vezîri Nizâmülmülk ve şâir ve matematikçi Ömer Hayyâm’la berâber İmâm Muvaffak Nişâpûrî’den ilim öğrendi. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın hâcibi yâni en yakın adamlarından oldu. İran’daki dâî-i a’zam İbn-i Attâş’ın telkînlerine kapıldı. Bu sırada ünlü Selçuklu vezîri Nizâmülmülk ile arası açıldı ve Mısır’a kaçtı. Eshâb-ı kirâm düşmanlığı üzerine kurulan Fâtımî Devleti hükümdârı Mustansır-billah’tan iltifât gördü. Bâtınîlik sapık fikirlerinin yayılması için çok gayret etti. İhtiyâr olan Mustansır’ın ölümünden sonra, yerine kimin geçeceği husûsunda oğlu Nizâr tarafını tuttu. Hâlbuki başkaları Mustansır’ın diğer oğlu Müstâlî tarafını tutuyorlardı.
Bu sebeple Mısır’dan ayrılan Hasan Sabbâh İran’a dönerek, Nizâr için propaganda yaptı. İlk zamanlar mûtedil bir Şiî gibi davranıp pekçok câhili aldattı. Sonraları fedâyîn diye bir teşkilât kurup, yol kesiciliğe, eşkıyâlığa, pusu kurup meşhur adamları öldürmeye başladı. 1081 (H. 473) de etrâfına topladığı kimselerle Selçuklulara karşı isyân edip birkaç kaleyi işgâl ederek, İsmâiliyye Devletini kurdu. Kazvin’in kuzey batısındaki Alamut Kalesini 1090 (H. 483)da eline geçirdi. Etrâfına topladığı kimseleri afyonkeş yapan Hasan Sabbâh’ı, Selçuklu Sultânı Melikşâh, nasîhat yoluyla itâate dâvet edip, sapık fikirlerinden vazgeçmesini istediyse de, o, buna aldırış etmeyip, bozuk fikirlerini yaymaya devâm etti.
Hasan Sabbâh ve adamlarının iyilikle yola gelmeyeceğini anlayan Sultan Melikşâh, 1092 (H. 485) de üzerlerine kuvvet gönderdi. Fakat sultanın vefâtı üzerine istenilen netice alınamadı. Fâtımî hükümdârının ölümünden sonra ikiye ayrılan Bâtınîlerin Nizârî koluna mensup kimselerin de gelip iltihâk etmesiyle kuvvetlenen Hasan Sabbâh ve taraftarları, fitne ve fesatlarına devâm ettiler. Mühim devlet adamlarını, kumandanları ve âlimleri öldürdüler. Büyük Selçuklu Vezîrî Nizâmülmülk’ü şehid ettiler. Ajanlarını devlet teşkilâtları içine, hattâ saraylara ve evlere kadar sızdırıp her tarafa şüphe ve korku yaydılar. Horasan ve Huzistan bölgesindeki bâzı kaleleri de ele geçirip, ticâret ve hac kâfilelerini soydular.
Hasan Sabbâh’ın fikirleri, Peygamber efendimizden önce, Sâsânîler zamânında İran’ı altüst eden Mejdek’in komünist fikirlerini andırıyordu. Pekçok haramları mübah sayıp, âhireti, Cennet’i ve Cehennem’i inkâr ediyordu. Kandırdığı câhil kimseleri afyonkeş yaparak, cinâyetler işletiyor, kurduğu terör teşkilâtıyla pekçok İslâm âlimini, mühim devlet adamlarını ve Ehl-i sünnet Müslümanları şehid ettiriyordu. Fakat dünyâ, Hasan bin Sabbâh’a da kalmadı. 1124 (H.518) senesinde öldü. Hasan Sabbâh’ın yazdığı birkaç Farsça eser, Moğolların Alamut Kalesini fethettikleri zaman imhâ edildi. Ölümü üzerine eski güçlerini kaybeden Alamut Bâtınîleri de 1256 (H.656)da Moğollar tarafından imhâ edilerek büyük bir fitne önlenmiş oldu. Moğollar bir müddet İslâm âleminin duraklamasına sebeb olurken, aynı zamanda İslâm âlemini Bâtınî sapıklarından temizliyorlardı.
Gazeteci. Asıl adı Osman Nevres’tir. 1888 yılında Selânik’te doğdu. Babası hapishâne başgardiyanı Hasan Tahsin Receb Ağadır. Liseye kadar Selânik’te okudu. Paris’te Sorbonne Üniversitesine girdi. Edebiyat bölümünü bitirdi. İttihat ve Terakkî Partisine üye oldu. Talat Paşanın muhâfızlığını yaptı. Türk düşmanı olarak bilinen İngiliz Buxton kardeşlere suikast yaparak yaraladı. On yıl ağır cezâya çarptırıldı. Birinci Dünyâ Harbinde kurtarılarak İstanbul’a döndü. Daha sonra tedâvî için İsviçre’ye gitti. Pasaportuna babasının adını yazdırdığı için Hasan Tahsin adıyla tanınmıştır.
1918’de yurda dönüp ittihatçı arkadaşlarıyla birlikte İzmir’de Hukûk-ı Beşer Gazetesi’ni çıkardı ve bu gazetenin baş yazarlığını yaptı. Yazılarıyla memleketi istilâ eden güçlere karşı sonuna kadar direnmeyi savunmuş, teslim olmayı reddetmiştir. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün önce arkadaşlarıyla birlikte Redd-i İlhâkbeyannâmesini hazırladı. 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusu İzmir’e girdiği gün Konak meydanında üzerlerine bomba atarak ilk hareketi başlattı. Yunanlılar tarafından kurşunlanarak şehid edildi. Aynı gün Yunanlılara karşı mücâdele ederken şehit edilenler hâtırasına, İzmir’de Konak Meydanı’nda bir anıt dikilmiştir.
Tâbiînin büyüklerinden. İsmi, Hasan bin Ebil-Hasan Yesâr olup, Basrî nisbetiyle şöhret bulmuştur. Babası, Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit el-Ensârî’nin kölesi, annesi ise, sevgili Peygamberimizin temiz zevcelerinden, Ümmü Seleme’nin câriyesiydi. 641 (H. 21) senesinde Medîne-i münevverede doğdu. 728 (H. 110) de Basra’da vefât etti.
Hazret-i Ömer’in halîfeliği zamânında dünyâya gelen Hasan-ı Basrî’nin annesi ve babası, oğulları doğunca âzâd edildiler. Annesi hizmetini görmeye gittiğinde, Ümmü Seleme vâlidemiz, onu kucağına alarak bağrına basıp, duâ etti. Çocukluğu Medîne-i münevverede geçen Hasan-ı Basrî, Arap lisânını iyice öğrendi. On iki-on üç yaşlarında Kur’ân-ı kerîm’i ezberledi. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden hazret-i Osman, hazret-i Ali, Abdullah bin Abbâs ve daha birçok Sahâbî radıyallahü anhüm ile görüştü. Yüz yirmi-yüz otuz civârında Sahâbe-i kirâmdan ilim ve feyz alıp hadîs-i şerîf rivâyet etti.
On beş yaşından sonra Medîne’den ayrılarak, önemli ilim merkezlerinden biri olan Basra’ya gitti. Orada; Abdullah bin Abbâs, Enes bin Mâlik, Abdurrahmân bin Semüre, Semüre bin Cündeb, Ma’kel bin Yesâr ve el-Esved bin Serî gibi büyüklerin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Abdurrahmân bin Semüre, komutasındaki orduyla berâber Sicistan’a gitti. Yine İbn-i Ziyâd Horasan’a vâli olunca, birlikte gitti. Bu zaman zarfında birçok Sahâbî ile görüşüp hadîs-i şerîf rivâyet etti ve onlardan ilim tahsil etti.
Daha sonra tekrar Basra’ya dönüp, oradaki Sahâbîlerden ve Tâbiînin büyüklerinden ders almaya devam etti. Böylece, Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimizden naklen bildirdikleri; îtikâd, îmân, zâhir ve bâtın ilimlerini öğrenip ilimde pek yüksek dereceye ulaştı ve en çok başvurulan âlimlerden oldu. İlim aldığı kaynağın sağlamlığı ile büyük bir şöhrete kavuştu. Fetvâ vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. İlimdeki şöhreti, güzel ahlâkı ve ilim öğretmedeki üstünlüğü her taraftan duyulup, derslerine, vâzlarına ve sohbetlerine gelenler çoğaldı. Evi, sohbetinden istifâde etmek için gelenlerle dolup taştı. Zamânının devlet adamlarının da ilminden istifâde ettiği Hasan-ı Basrî, bir müddet Basra kâdılığı yaptı. Pekçok büyük âlim onun tedris halkasında yetişti. Katâde, Hişâm bin Hasan, hadis ilminde huccet derecesine ulaşan Yûnus bin Ubeyd ve Eyyûb bin Ebî Temîme gibi büyük âlimler onun başlıca talebelerindendir.
Eshâb-ı kirâmın, Peygamber efendimizden bildirdiği din bilgilerini ve doğru inanış olan Ehl-i sünnet îtikâdını naklederek insanların hidâyete kavuşmasına hizmet eden Hasan-ı Basrî; ilmi, vekârı, sükûneti ve görünüşü itîbâriyle Resûlullah efendimize benzerdi. Hayâtını ilim öğrenmeye ve öğretmeye vakfeden Hasan-ı Basrî; “Bu ilmi kimden aldın?” diye soranlara; “Eshâb-ı kirâmdan olan Huzeyfet-ül-Yemânî’den.” diye cevap verdi. “O kimden aldı?” diye tekrar sorulunca; “Hazret-i Huzeyfe bana dedi ki: Bu ilim, Resûlullah efendimizin bana bir ikrâmıdır. Çünkü herkes Resûlullah’a hayırdan sorarlar, ben ise şerden sorardım. Çünkü kötülükleri yapmaya korkar ve kötü şeylerden sakınırsam, iyilikleri yapabileceğimi düşünürdüm, diye cevap vermişti.”
Ömrünün son yılları hastalık ile geçen Hasan-ı Basrî, ölüm döşeğindeyken devamlı; “Biz Allah’ın kuluyuz.(Öldükten sonra) yine ona döneceğiz derler.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okurdu. Vefât etmeden önce de; “İnsanoğlu sıhhatli ve hasta olduğu günlerde faydalı şeyleri yapsa ne iyi olur.” diyerek şu vasiyeti yazdırdı: “Hasan bin Ebi’l-Hasan şehâdet eder ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem O’nun Resûlüdür dedikten sonra, Muâz bin Cebel’in rivâyet ettiği; “Bir kimse ölüm ânında sıdk ile Kelime-i şehâdet getirerek ölürse, Cennet’e girer.” hadîs-i şerîfini okudu. Vefât etmeden az önce bir müddet kendinden geçip, tekrar kendine gelince; “Beni Cennetlerden, pınarlardan ve güzel konaklardan uyandırdınız.” buyurdu. 728 (H. 110) yılında 88 yaşındayken, bir Cumâ günü vefât etti.
Hasan-ı Basrî hazretlerinin güzel sözleri ve nasîhatleri meşhur olup, pek tesirlidir. Bu sözlerinden bir kısmı şunlardır:
“Sonsuz olan Cennet, dünyâda yapılan birkaç günlük amelin değil, hâlis bir niyetle yapılanların karşılığıdır.”
“Dışın içe, kalbin dile uygun olması lâzımdır. Böyle olmamak nifaktandır.”
“İnsan dünyâdan üç şeye hasretle gider: Topladığına doymaz. Umduğuna kavuşamaz. Önündeki âhiret yolculuğu için, iyi azık temin etmez.”
“Dünyânın senden sonra nasıl olduğunu görmek istersen, senden evvel ölenlerden sonra ne olduğuna bak!”
“Başkalarından sana söz getiren, senden de ona götürür. Onunla sohbet edilmez, arkadaşlık yapılmaz.”
Bir mecliste bir genç kahkahalarla katıla katıla gülerken, Hasan-ı Basrî oraya uğradı ve delikanlıyı çağırdı: “Oğlum! Sırat’ı geçtin mi?” deyince; “Hayır!” dedi. Hasan-ı Basrî; “Gideceğin yerin Cennet veya Cehennem olduğunu biliyor musun?” diye sorunca; “Hayır!” dedi. “O hâlde bu kahkaha nedir?” dedi. Gencin bu hâdiseden sonra bir daha güldüğü görülmedi.
“Âlimler, asırların ve devirlerin ışıklarıdır. Her âlim, zamânının insanlarını aydınlatan bir kandildir. Âlimler olmasa, insanlar karanlıkta kalır ve insanlığını kaybederler.”
“Kul bütün ilimleri elde etse, kuru ağaç gibi oluncaya kadar ibâdette bulunsa, fakat mîdesine giren şeyin haram olup olmadığına dikkat etmese, Allahü teâlâ onun hiçbir ibâdetini kabul etmez. Dünyânın fâniliğini, nîmetlerinin geçiciliğini ve ölümün mutlaka geleceğini unutmak, mümine yakışmaz.”
“Dünyâ üç gün gibidir. Geçen gün, geçip gitmiştir artık. Geri döndüremezsin. Ondan ümit kesilmiştir. İkinci gün, içinde bulunduğun gündür. Bunu ganîmet ve fırsat bil. Üçüncüsü ise gelecek olan gün ki, sen ona ulaşır mısın belli değil. Belki de gelecek olan güne kavuşamadan ölürsün.”
“Kalbin fesâda uğraması, bozulması altı şeyden olur: 1) Tövbe etmek ümidiyle günah işlemek, 2) İlim öğrenip onunla amel etmemek, 3) Amel ettiklerinde de ihlâsı gözetmemek, 4) Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmemek, 5) Allahü teâlânın taksim ettiği rızka râzı olmamak, 6) Ölüleri defnedip ibret almamak, öleceğini düşünmemek, âhiret için azık hazırlamamak.”
“Ey insan! İnsanların çokluğuna bakıp da aldanma! Çünkü sen yalnızsın, yalnız öleceksin, kabre yalnız gireceksin, yalnız kabirden kalkacaksın ve kendi hesâbını vereceksin.”
Birgün Hasan-ı Basrî hazretlerine birisi gelip: “Filan kimse, seni çekiştirdi, gıybet etti.” dedi. Buyurdu ki; “Sen o zâtın evine niçin gitmiştin.” Adam; “Misafir olarak dâvet etmişti.” dedi. “Sana ne ikrâm etti?” deyince; “Çeşitli yemekler ve meşrûbât.” diye cevap verdi. Hasan-ı Basrî hazretleri; “Bu kadar yemekleri, içinde sakladın da, bir çift sözü saklayamayıp bana mı getirdin!” buyurdu. Daha sonra kendisinin alehinde konuşan kimseye, bir tabak tâze hurma ile birlikte, özür dileyerek, şöyle haber gönderdi: “Duyduğuma göre sevaplarını, benim amel defterime geçirmişsin! İsterdim ki, karşılık vereyim! Kusura bakmayın! Bizim hediyemiz sizinki kadar çok olmadı.”
Hayâtı ilim öğrenmek ve öğretmekle geçen Hasan-ı Basrî’nin yazdığı kıymetli eserleri şunlardır:
1) Tefsîr-ul-Hasen-il Basrî: Bu kitabı, bir bütün olarak zamânımıza kadar ulaşmamış, kaynak tefsir kitaplarında rivâyetler hâlinde zikredilmiştir. 2) Kitâb-ül-Hasen İbn-i Ebi’l-Hasen fil-Aded: Kur’ân-ı kerîmin âyetlerinin adedi ile ilgilidir. 3) Risâle fî Fadli Haremi Mekket-il-Mükerreme: Mekke’nin fazîletine dâirdir. 4) Risâle Abd-il-Melik ibni Mervân ilâ Hasen-i Basrî ve Cevâbihî aleyhâ: Halîfe Abdül-Melik’e yazılmış bir risâledir. 5) Risâle Erbe’a ve Hamsîn Farîda: Elli dört farzı anlatan bir kitaptır. 6) Îmânda aranılacak elli fazîlet hakkında risâlesidir. 7) İstiğfârât-ül-Munkıze min-en-Nâr: Bu kitabın bir adı da Evrâd-ı Hıfziyye’dir. İstigfâr yâni tövbe hakkındadır. Bunlardan başka eserlerinin de olduğu, kaynak kitaplarda bildirilmektedir.
İstanbul’da Aksaray Fındıkzâde yolu üzerinde, sol taraftaki ağaçlık içinde İstanbul’un en eski hastânesi.
Kânûnî Sultan Süleymân’ın zevcesi Hurrem Haseki Sultan tarafından 1539’da Mîmâr Sinan’a yaptırılmıştır. Civardaki Haseki Câmii, büyük bir medrese, imârethâne ve sebil de Sinan’ın eseridir.
1844’teki adı Haseki Bîmârhânesi olan Haseki Hastânesi, 1868’de Haseki Zindanı, 1870’te HasekiNîsâ Hastânesi, 1879’da HasekiDâşüşşifâsı, 1881’de Haseki Sultan Nisâ Hastânesi, 1907’de Mecânin Müşâhedehânesi (Akıl Hastaları Tecrithânesi) adlarıyla sağlık hizmetinde bulunmuştur.
Hastânenin yönetimi 1878 yılına kadar Hurrem Haseki Sultanın tesis ettiği vakfa âit iken o yıldan sonra şehremânetine (belediyeye) geçmiştir.
Hurrem Sultan’ın yaptırdığı binâ hâlen hastane polikliniği olarak hizmet vermektedir. Diğer binâlar sonraki yıllarda yapılmıştır. Bugün Haseki Hastânesi 15 faal servisi ve 645 yatağı ile hizmet veren Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağlı, tam teşekküllü bir kuruluştur.
Alm. Akelei (f), Fr. Ancolie (f), İng. Columbine. Familyası: Düğünçiçeğigiller (Ranunculaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Kuzey Anadolu Dağları, Erciyes ve Binboğa Dağları.
Çiçek örtü yaprakları beş düz ve mahmuzlu taç yaprağından (tepal) meydana gelen, haziran ayında çiçek açan çok yıllık otlar. Türlerinin çoğu park ve bahçelerde, saksılarda süs bitkisi olarak yetiştirilir. Memleketimizde Aquilegia olympica türü bilhassa Kuzey Anadolu’da Ziganalarda tabiî bir bitki örtüsü meydana getirmektedirler. Boyları 30-60 cm kadar olup, mavi çiçeklidirler. Süs bitkisi olarak yetiştirilenlerin pembemsi-beyazımsı renkli çeşitleri bulunmaktadır. Aquilegia vulgaris türü Orta ve Güney Avrupa veAsya’nın dağlarında yetişir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kuru tohumları halk tıbbında sarılık hastalığına karşı, toprak üstü kısımları ise cilt hastalıklarına karşı kullanılmaktadır. Yüksek dozları zehirlidir.
Hükümdarların hizmetinde bulunan şahıslara verilen isim. Saray teşkilâtında haseki ismi verilen zümre, İslâm devletleri içinde yalnızca Memlûk ve Osmanlılarda mevcuttu. Memlûklarda sultanın birinci derecede kölelerinden teşkil edilen bu zümreye “el-cemâat’il-hasekiyye” ismi verilmişti. Hükümdârların her bulunduğu yere giderlerdi. Bunlar emirliğe namzet olup, sayıları ilk zamanlar 20’yi geçmezken sonradan 1000’i aşmıştır. Hasekiler maaşlarından başka sultandan hediye alırlar, diğer hizmetkârlardan farklı olarak sırmalı elbise giyerler ve kılıç taşırlardı. Ayrıca yaptıkları hizmetler bakımından Osmanlı saray teşkilâtı içinde has oda gılmanlarına benzerlerdi.
Osmalı devlet teşkilâtında üç grup haseki vardı. Bunlar; harem-i hümâyûndaki kadınlardan, bostancı ocağından ve yeniçeri ortalarından alınırlardı.
Harem-i hümâyûnda pâdişâhın yakın hizmetindeki kadınlara “hünkâr hasekisi” denilirdi. Hünkar hasekilerinden eğer erkek çocuğu doğan olursa, bunlar Haseki Sultan ismini alırlardı. Hasekilerden en seçkinine Kadın Efendi ünvanı verilirdi.
On sekizinci asırda sayısı 300’ü bulan, küçük bostancı zâbiti rütbesinde ve haseki ismi verilen bir sınıf mevcuttu. Bunlar kırmızı çuhadan elbise giyerler, bellerinde “gaddâre” denilen gümüşlü bıçak taşırlar, yaka ve kemerleri ile diğer bostancılardan ayırt edilirlerdi. Bostancılardan haseki tâyin edildiği zaman merâsim yapılır, asâsı verilir, o da kendi eliyle kurban keserdi. Bostancı hasekilerinin 60’ı pâdişâhın gerilerinde (yanında) bulunurdu. Paşa kapısı ile saray arasında telhiscilik yaparlar, ayrıca sadrâzamın yanında dâimî bostancı hasekisi bulunurdu. Pâdişâh kayıkla gezintiye çıktığında kayığın baş tarafında haseki ağa otururdu. İstanbul’dan taşraya gidecek gizli haberleri bostancı hasekileri götürürlerdi.
Hasekiler, merâsimlerde başlarına mahturî külah, arkalarına kırmızı çuhadan dolama (kaput) ve bellerine “gaddâre” denilen hançer sokarlardı. Merasim hâricinde başlarına barata isimli kırmızı külâh giyerlerdi.
Bostancı hasekilerinin on ikisi “tebdil hasekisi” ismini alır ve pâdişâh tebdîl-i kıyâfet ederek saray dışına çıktığında beraberinde bulunurdu. Bostancı hasekileri 1829’da kaldırıldı ve ihtiyarları emekli edilip, gençleri rikâb-ı hümâyûn hademesi olacak şekilde tâlim ve terbiye edildi.
Yeniçeri hasekileri: Ocağın 14, 49, 66 ve 67. ortalarına mensup yeniçerilere verilen isimdir. Aynı zamanda bu ortalara “haseki ortaları” adı verilirdi. Bu orta mensupları, yeniçeriler arasında ağa ünvanını hâiz îtibârlı askerlerdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde kurulan yeniçeri hasekiliğinin vazifeleri şunlardı: Pâdişâhla ava giderler ve av köpeği beslerlerdi. Pâdişâh saray dışına çıktığında 4 haseki kumandanı pâdişâhın atının, ikisi sağında ikisi solunda dururlardı. Haseki ortalarının en kıdemli kumandanına, baş haseki denir ve terfi ettiğinde “turnacıbaşı” olurdu. Haseki bölükleri yaya ve atlı olmak üzere iki sınıftı.
Alm. Strohmatte (f), Fr. Natt (f), İng. Rush mat; matting. Sazdan veya kabuk, yaprak gibi bitki kısımlarıyla örülmüş, taban döşemesi, duvar ve tavan kaplaması gibi çeşitli yerlerde kullanılan bir cins kilim.
Kurutulmuş veya kurumuş bitkilerin sap, kabuk veya yapraklarından yapıldığı gibi, saz gövdelerinden yâhut rafyadan örülen türleri de vardır. Daha çok hasır otu adı verilen ve bataklıklarda yetişen bir sazdan örülür. Hasır otu, hasır kilim örmek maksadıyla kullanıldığı gibi çeşitli şekillerde örülerek çok değişik yerlerde de kullanılabilir. Genellikle alta serilmek üzere yapılan “kaba hasır” denilen bir hasır türü Anadolu’da çok yaygındır. Kalın sazlardan yapılan bu hasır, kır kahvelerinde, evlerde ve câmilerde yaygı olarak kullanılır.
Hasır, eski Türk evlerinde çok kullanılan yaygılardandır. Türklerde taş veya toprak odaların tahta zemin üzerlerine hasır serilirdi. Hasırcılık 17. asırda Osmanlılarda önemli sanat kollarından biri durumundaydı. Yapıldıkları sazların incelik ve kalınlık durumlarına göre Trablus hasırı, Mısır hasırı, kaba hasır gibi isimler alırdı. İstanbul’da ayrı bir Hasırcılar Çarşısı vardı.
Ayrıca, hindistancevizi elyafından veya abak denilen bir çeşit ottan yapılan hasır, denizcilikte halat olarak kullanılır.
Hasırdan yapılan çanta, sofra örtüsü, zembil ve şişe koruyucuları günümüzde de kullanılmaktadır. Günümüzde hasırcılıkta bitki lifleri yerine sunî elyaftan istifâde edilmektedir. Koltuk, tabure, sandalye ve iskemlelerin oturulacak yerlerinde, sun’i elyaftan yapılan hasır örgüler kullanılmaktadır.
Hasır örgüsü, boydan boya gerilmiş ipler arasından ince sazlardan yapılmış her lif, ya bir alttan, bir üstten veya iki alttan bir üstten geçirilerek tezgâhlarda örülür. Küçük eşyâlar ve koltuk, sandalye için kullanılacak hasırlar elde örülür.
Hasır, dürülerek ve yuvarlanarak kaldırıldığı için kullanılması kolaydır. Halıların altında, duvar ve tavanda kullanılırken, rutûbet geçirmemesi, havayı tutması, ucuz ve kolay bir dokuma şekli olması yüzünden asırlardır Türkler tarafından çok kullanılan bir yaygı türü olarak bilinmektedir.
Alm. Leibwache (f), des Sultans, Fr. La garde (f), du corps du Sultan, İng. the royal ward of the Sultan’s palace. Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, Enderûndaki altı koğuşun en îtibârlı ve en ehemmiyetli kısmı. Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) tarafından kurulan Hasoda, Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) veSultan Dördüncü Murâd (1625-1640) devirlerinde bir takım değişikliklere uğramıştır.
Hasodanın kuruluşunda hizmetli mevcudu otuz iki kişi idi. Yavuz Sultan Selim Han devrinde Hırka-i Şerîf Dâiresinin inşâatından sonra, mevcûdu kırk kişiye çıkarıldı. Hasodanın 16 ve 17. asır sonuna kadar en büyük zâbitleri sırasıyla hasodabaşı, silahdâr, çuhadâr, rikabdâr, tülbend gulamı ve miftah gulamı idi. İlk dört ağa pâdişâha bir konuda arz sunma yetkisine sâhip “arz ağaları” idi. Hasodabaşı, 18. asır başına kadar, diğer ağalar hâriç, bütün oda mensuplarını cezâlandırma ve pâdişâha haklarında arz verme yetkisine de sâhipti.
Hasodanın asıl vazîfeleri, Hırka-i Şerîf Dâiresinin temizliğini yapmak, oradaki Kur’ân-ı kerîm ve diğer kitapların tozlarını almak, muayyen ve mübârek gecelerde öd ağacı yakmak, gülsuyu serpmek, buradaki mâdenî eşyâları parlatmak gibi işlerdi. Hasodada bulunan mukaddes emânetlerin bulunduğu bölümün muhâfazası için nöbet tutulması işini de birinci koğuş ağaları yerine getirirdi. Nöbet yirmi dört saatte değişirdi. Bu ağaların odaları Hırka-i Şerîf Dâiresinin çevresinde bulunurdu.
Yukarıda yazılan ağalardan başka, hasodada peşkir gulâmı, ibrik gulâmı gibi ağalar ve odanın inzibâtını temin eden köşebaşılar vardı. Hünkâr müezzini, sır kâtibi, baş çuhadar, sarıkcıbaşı, kahvecibaşı, tüfenkçibaşı, berberbaşı gibi bizzat pâdişâhın hizmetini gören görevliler de mevcuttu.
Hasodalılara, her sene biri rebîülevvel ayında, diğeri bayramda olmak üzere iki defâ bahşiş verilirdi. Bunların aldıkları bahşişlerin miktârı 17. asır başlarında şöyleydi: Hasodabaşı dört yüz, silahdâr yüz yetmiş, çuhadar yüz yetmiş, rîkâbdâr yüz elli, doğancıbaşı yüz yirmi, tülbent gulâmı yüz yirmi, miftah gulâmı yüz on, peşkir gulâmı, ibrik gulâmı, mastçı (yoğurtçu) ve mastçı şâkirdi yüz altın alırdı. Bunların altında bulunan hasodalılara seksen altın verilirdi.
Hasoda içoğlanlarının yevmiyeleri de yirmi akçe idi. Ayrıca altı ayda bir serâserden dolama ve yılda bir defâ çatma kadife üst elbisesi ve birer tülbent verilmekte idi.
Hasodalılardan çıkma yapıldığında eskiler müteferrikalıkla, acemiler de çâşnigîrlikle tâyinleri yapılırdı. Ancak hasodalılardan sancakbeyliği ile çıkanların olduğu da görülmüştür.
Hasoda ve diğer enderûn odalarının nizamnâmeleri vardı ve bu harfiyen tatbik edilirdi. Yatma ve kalkma saatleri, istirâhat saatleri, muayyendi. Bunlar yatsı namazından sonra yatarlardı. Odalarda ders okutmak üzere birer hoca ve her odanın bir imâmı ile müezzini bulunurdu. Her perşembe günü akşamı yatsı namazından sonra pâdişâhın sıhhati, devletin selâmeti din ve devlet düşmanlarının kahrolması için duâ edilirdi. Oda zâbitleri, burada yaşayan içoğlanlarının tahsil ve terbiyelerine çok büyük bir îtinâ gösterirlerdi. Zâbitleri kontrol için silahdâr ağa arada bir kıyafet değiştirerek bunları teftiş ederdi.
Hasoda ve diğer enderûn odalarında mükemmel bir tahsil ve terbiye verilirdi. Buradan yetişen devlet adamları arasında mükemmel eserler vücuda getirenlerin sayısı az değildir. Hattâ bâzıları sanatlarındaki şöhretleri dolayısıyla o sanatlarla anılmışlardır. Nakkaş Hasan Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Hattat Hasan Paşa, Kavukçu Mustafa Paşa gibi.
Hasoda, hazîne, kiler ve seferli odalarının hizmetleri 1833 yılında lağv edildikten sonra yeni bir enderûn teşkilâtına yer verildi.
Peygamber efendimizin şâiri. Ensârdan yâni Medîneli Müslümanlardandır. Künyesi Ebû Velid’dir. Ebû Abdurrahmân veEbû Hüsâm da denilmiştir. Aslen Yemenli olup, soyu Benî Neccâr Kabîlesinden Hazrec Kabîlesine, bunlardan da Kahtan Kabîlesine ulaşır. Annesi Füri’ate binti Hâlid de Hazrec Kabîlesindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Kendisinden nakledildiğine göre, Peygamber efendimizden 7 veya 8 sene önce doğmuştur. 682 (H.62) senesinde 120 yaşında Medîne-i münevverede vefât etti.
Şam ve civârında hüküm süren Gassânî hükümdârları sarayına mensup olan Hassân bin Sâbit; Müslüman olmadan önce de meşhur şâirlerdendi.
Resûl-i ekrem efendimizin peygamberliğini açıklayıp, İslâm dînine dâvete başlaması ile Hazrec Kabîlesi de İslâmiyetle şereflenmişti. Bu sırada Medîne’ye gelen Hassân bin Sâbit Müslüman olmuştu. Müslüman olduğunda 60 yaşındaydı.
Hassân bin Sâbit Müslüman olduktan sonra, Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı. Resûlullah efendimizi medh eden pekçok şiir söyledi. İbn-i Abbâs onun, Peygamberimizin yaptığı savaşlara katıldığını rivâyet etmiştir. Bedr Savaşında Medîne’de kalmakla vazifelendirilmişti. Yaşlı ve bedenen zayıf olduğu için bizzât savaşa katılamadı. Bu sırada, Müslümanları medh eden ve cihâda teşvik eden şiirler yazdı. Müşrik şâirlerinin Müslümanlara karşı yazılan şiirlerine cevaplar verip, onları hicvetti. Peygamber efendimiz, onun İslâm düşmanlarına karşı yazdığı şiirlerle cihâd ettiğini ve bu şiirlerin her bir kelimesine verilen sevâbın çok olduğunu bildirmiş; “Hassân’ın beyitleri düşmana ok darbesinden daha tesirlidir.” buyurmuştur.
Bedir Savaşından sonra, Ka’b bin Eşref adlı bir Yahûdî şâiri, Bedr’de ölen Mekkeli müşrikler için bir şiir söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiire karşı sevgili Peygamberimiz, Hassân bin Sâbit’e, bir şiir yazmasını emredince, o, bu Yahûdî şâire karşı bir şiir yazdı. Bu şiiri o derece tesirli oldu ki, Mekkeli müşriklerden hiçbiri, o Yahûdî şâiri evinde misâfir etmeye cesâret edemedi.
Hassân bin Sâbit, Peygamber efendimizin vefâtında çok üzülüp, bu üzüntülerini bildiren uzun mersiyeler yazmıştır. Hazret-i Ömer devrinde gözleri görmez olan Hassân bin Sâbit, hazret-i Muâviye’nin halîfeliği sırasında vefât etti.
Peygamber efendimiz; “Muhakkak ki, Allahü teâlâ Resûlünü övmek ve müdâfaa etmek husûsunda, Hassân’ı, Rûh-ul-kudüs (Cebrâil aleyhisselâm) ile takviye etmektedir.” buyurmuştur.
Hassân bin Sâbit, Peygamber efendimizden bizzât işiterek hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Berâ bin Âzib, Sa’îd bin Müseyyeb, Ebû Seleme bin Abdurrahmân, Ebü’l-Hasan (Nevfel’in âzâdlı kölesi), Abdurrahmân bin Hassân, Hârice-tübnü-Zeyd bin Sâbit, Yahyâ bin Abdurrahmân gibi hadîs âlimleri Hassân bin Sâbit’ten hadîs rivâyetinde bulunmuştur.
Hassân bin Sâbit buyurdu ki:
Kötü bir söz işittiğin zaman göz yum, af ile karşıla, onu dinlememiş gibi ol.
Kalplerinde buğz ve husûmet taşıyan insanların işi, altında ateş yanarak kaynayan tencereler gibi devamlı kaynar. Buğz ve düşmanlık sebebiyle içlerinden ateş saçılır.
Hassân bin Sâbit’in Dîvân’ı, Beyrut’ta basılmıştır.