HARP OKULLARI
Türk Silahlı Kuvvetlerine muvazzaf subay yetiştiren okullar.Kara, Deniz ve Hava Harp Okulları olmak üzere üç harp okulu vardır.
Kara Harp Okulu:
Kara Kuvvetlerinin bütün sınıfları dâhil,Jandarma ile Hava ve Deniz Kuvvetlerinde İstihkâm, Deniz Piyadesinde de muvazzaf subay ihtiyacını karşılar.Öğrenim süresi dört yıldır.Öğrenci ihtiyacını askerî ve sivil liselerden karşılar.Çeşitli sınıf ve bölümlerde teorik ve pratik öğretim ve eğitim yapılır.
Osmanlılarda subaylar Enderun adı verilen okullarda yetiştirilirdi. Bundan ayrı olarak Harp Okulunun temeli,Osmanlı Sultanı İkinci Mahmûd Han (1808-1839) devrinde, 1831 yılında Sıbyan Bölüklerinin kurulmasıyla atıldı. Müşir Ahmed Fevzi Paşanın Selimiye’de Hassa Ordusunda bulunan erlerin genç ve kâbiliyetli olanlarından kurduğu Sıbyan Bölükleri, 1834’te Maçka Kışlasına taşındı.Sultan İkinci Mahmûd Han, 1 Temmuz 1835’te Harp Okulunu öğrenim ve eğitime açtı. Okula “Mekteb-i Hâssa” ve “Mekteb-i Harbiye”nin sekiz sınıflık ilk kısmına “Birinci Okul”, dokuzuncu sınıfa da “İkinci Okul” denirdi. Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde 1844’te kabul edilen kanunla Harp Okuluna dört yıl daha ilâve edilerek, öğrenim lise seviyesinin üzerine çıkarıldı. Sonraki yıllarda okulun harp bilgisi veren dört yıllık bir meslek okulu hâline getirilmesi kararlaştırıldı. Burada imtihandan geçirilen öğrencilerden üstün başarılı olanlar “Mekteb-i Umûm-ı Harbi”ye, orta derecede başarılı olanlar ise “Mekteb-i Fünûn-i İdâdî” öğrencisi kabul edildiler. 1845’te Harbiye öğrencileri Küçük Taksim’de yapılan binada, İdâdî öğrencileri de Maçka Kışlasında geçici olarak öğrenime devam ettiler.Her iki okul kendi binalarında, Abdülmecîd Hân tarafından, 10 Ekim 1846’da resmen açıldı.
Gâlib Paşanın Harp Okulu kumandanı olduğu 1873-1875 yılları döneminde öğrenim üç yıla indirildi.Sultan İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) devrinde, uzun zaman okul kumandanlığı yapan Mustafa Zeki Paşa (1804-1908) öğrencilerin iyi yetiştirilmesine itinâ gösterip,Trablusgarp(1911-1912),Balkan(1911-1913), Birinci Dünyâ (1914-1918),İstiklâl (1919-1922) savaşlarına katılan kıymetli subayların yetişmesinde büyük rol oynadı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han,İstanbul’dan başka Bağdat, Edirne,Erzincan, Manastır,Şam illerinde de Harp Okulları açtırdı. Harp Okullarına kıymetli ilim adamları ve öğretim üyeleri tâyin edildi. Ders âlet ve edevâtları ile laboratuvar, kütüphane, spor salonu, manej (süvari sınıfı için at eğitim alanı) ihtiyaçları lâyıkıyle temin edildi. Avrupa’dan kitaplar getirtilip, tercüme edildi.İttihat ve Terakkî Cemiyetinin bu okullarda yürüttüğü siyâsî faaliyetleri neticesinde 1907-1908 yıllarında Bağdat, Edirne, Erzincan, Manastır,Şam Harp Okulları kapatıldı.İstanbul Harp Okulu, öğretim ve eğitime devâm etti. 1914’de Birinci Dünyâ Savaşının çıkmasıyla; HarpOkulu ikinci sınıf öğrencileri kıdemsiz asteğmen olarak kıtaya katıldı. 1913 ve 1914’te mezun olan ve staj için birliklere gönderilen öğrenciler birleştirildiler. 9 Ağustos 1914-5 Nisan 1915 târihleri arasında İstanbul Pangaltı’ndaki binada öğrenim gördükten sonra Kartal Maltepe’de Endaht Okuluna taşındılar.
Kartal’daki Endaht Okuluna “Maltepe İhtiyat Zabit Namzetleri Tâlimgâhı” adı verildi. 30Ekim 1918 Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra bu okul kaldırıldı ve yerine “Muvazzaf Zâbit Namzetleri Tâlimgâhı” kuruldu.Okul 12 Ekim 1918’de itilâf devletlerince işgâl edilince tâlimgâh Bostancı’ya taşındı ise de, 5 Ağustos 1919’da lağvedildi. Aynı târihte Bostancı’da Edirne ve Kuleli Askeri Lisesinden gelen öğrencilerden iki bölüklü Harp Okulu Taburu kuruldu. 20 Aralık 1919’da Topçu Harbiyesi ile birleştirilerek Halıcıoğlu’na taşındı. Burası da İngilizler tarafından işgâl edilince 20 Nisan 1920’de yine kapatıldı. Dağıtılmış olan öğrenciler Kuleli’de toplandılar. 5 Temmuz 1920’de Kuleli’nin işgâlinden sonra öğrenciler Kâğıthâne’deki Çadırlı Ordugâha, buradan Eyüp’teki İplikhâne’ye, Maçka Kışlasına, sonunda da Zeytinburnu Kışlasına taşındılar.Okul, Eylül 1921-Ağustos 1922 târihleri arasında burada kaldı ve bir süre sonra da lağvedildi.
Harp Okulu öğrencilerinden bir kısmı Millî Mücâdelede Anadolu’ya geçip, Ankar’da Âbidîn Paşa Köşkünde şimdiki Cumhûriyet devri Harp Okulunun temeli olan “Ankara Tâlimgâhında” bir araya geldi.1 Nisan 1923’te Muhtelife Zâbit Namzetleri Talimgâhı “Harp Okulu” adını aldı.İstanbul’un geri alınmasından sonra 25 Eylül 1923’te İstanbul Pangaltı’ndaki eski binasına taşındı. 13 yıl sonra da 7 Eylül 1936’da tekrar Ankara’ya alındı. Eskiden yalnız piyade ve süvari sınıfı yetiştirilen Harp Okulu daha sonra bütün sınıfları, hatta 1951’de Hava Harp Okulu açılıncaya kadar havacıları da yetiştiren bir kuruluş hâline geldi.
1945’te Genel Kurmay Başkanlığınca verilen bir emirle Harp Okulunun iki sınıflı öğretim yapacağı sınıf ayrımının iki yıllık öğrenim sonunda tesbit edileceği, sınıflara ayrılmış öğrencilerin subay olarak kendi sınıf okullarına gönderileceği ve sınıf okullarında öğrenim, eğitim süresinin iki yıl olacağı bildirildi. Nisan 1947’de Harp Okulu alay kuruluşundan tümen kuruluşuna çıkarıldı.
2 Ekim 1948’de Harp Okulunun eğitim ve öğretim süresi biri meslek hazırlama sınıfı olmak üzere üç yıla çıkarıldı. 1957 yılından îtibâren yıl içi eğitim ve öğretimlerden sonra atış ve tatbikât için ilk defa Eğridir’e gidildi. Daha sonra bu eğitim kampı İzmir Menteş’e alındı. 1963’te Meslek Hazırlama sınıfı kaldırılarak HarpOkulunda öğretim iki yıla indirildi.
27 Mayıs 1960 Devrim Hareketine ve 22 Şubat ile 20/21 Mayıs 1963 hareketlerine katılan Harp Okulu, 1963 ve 1964 yıllarında mezun veremedi.
10 Şubat 1970 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanlığınca verilen emirle 1971-1972 ders yılında Harp Okulu üç yıla çıkarıldığından 1971’de mezun veremedi. Yüksek Askerî Şûrânın 20 Şubat 1972 günkü toplantısında eğitim ve öğretim dört yıla çıkarılmış, bundan dolayı da 30 Ağustos 1977’de mezun verilememişti.
Harp Okulunun lisans düzeyinde öğrenime başlamasıyla açılan elektrik-elektronik inşâat, ekonomi, işletme bölümlerine ek olarak 1977’de makina ve harita bölümleri de ilâve edildi.
Harp Okulunun dört seneye çıkarılmasıyla ihtiyaç duyulan öğretim üyelerini yetiştirmek için 1978 yılından itibaren Boğaziçi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesinin bölümlerinden mezun olan teğmenler gönderilmeye başlandı.
Harp Okulu, 30 Ağustos 1975 târihine kadar dördüncü Kolordu Komutanlığına bağlıyken, bu târihten sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığına bağlandı.
1990 yılında Yüz kırk birinci Dönem mezunlarını verenHarp Okulu, Türk Milletinin, devletinin ve ülkesinin gurur ve güven kaynağıdır.
Deniz Harp Okulu: Türk ordusunun ayrılmaz bir parçası olan Deniz Kuvvetlerine subay yetiştiren okul.Çaka Beyden îtibâren denizlere inen Türklerin buralarda gelişmesi ve hakimiyetlerinin sağlanması uzun sürmedi.Cengaverlikleri inançları ile beraber olunca, Akdeniz, Karadeniz,Eğe, Marmara ve Adriyatik denizlerinde hâkim olmadıkları yer bırakmadılar. Atlas,Hind Okyanuslarına,Kızıl, Umman denizlerine ve Basra Körfezine kadar açıldılar. Barbaroslar,Kılıç Ali’ler, Kemal Reisler yetiştiren denizcilerimiz 18. asır sonlarına doğru gemilerde olan gelişmeleri sevki ve idâredeki yenilikleri bilen komutanları yetiştirmenin yollarını aramaya başladılar.Sultan Üçüncü Ahmed (1703-1730) ve Sultan Birinci Mahmûd(1730-1754) zamanlarında bu ihtiyacı karşılamak için okul açıldı. Fakat yeniçerilerin saldırıları sonucunda kaldırıldı. Bunlardan sonra Sultan Üçüncü Mustafa (1757-1774) okul için tekrar teşebbüse geçti ve o sırada Osmanlı hizmetinde olan Baron de Tott’a bu görevi verdi. Kurs mâhiyetinde çok az bir öğrenci ile başlayan teşebbüs, Kasım 1776 yılında okul açılmasına sebeb oldu. 1784 yılında Fransa’dan öğretmenler getirilerek eğitime ehemmiyet verildi.
Sultan Üçüncü Selim (1789-1807) zamanında,Eyüp’te “Mühendishâne-i Sultânî adı ile yeni bir mekteb açıldı ve çıkarılan bir fermanla okulun kadro, yönetim, öğretim ve kıyafeti yanında okunacak dersleri tesbit edildi. Fransa’dan tekrar gemi inşâ mühendisleri getirilerek tersanelerdeki çalışmalara önem verildi. Aynı zamanda hocalık yapan bu mühendislerin çalışmaları ve devletin hiçbir fedekârlıktan kaçmaması neticesinde kâbiliyetli gemi mühendisleri yetiştirildi.Üçüncü Sultan Selim Hanın tahttan indirilmesi neticesinde iç karışıklıklar Tersane Mühendishânesini bir müddet ihmâle uğrattı. Fakat Sultan İkinci Mahmûd zamanında tekrar eski önemini kazanarak öğretime başladı. Bir ara Heybeliada’ya sonra Kasımpaşa’ya nakledilen okul tekrar Heybeliada’ya nakledildi. Her sınıfta 100 kişi olan okul, dört sınıflı idi. 1848 yılında yapılan bir değişikle bütün okulun mevcûdu 120’ye indirildi. İngilizce mecbûrî, Fransızca ise seçmeli yapıldı, ayrıca her sınıf için imtihan kondu.
Sultan Abdülaziz Han deniz kuvvetlerine çok önem vermiş ve Bahriye Mektebi; 4 yıl İdâdi, 2 yıl Harbiye, 2 yıl da denizde, eğitim gemisinde geçmek üzere 8 yıllık teorik ve pratik eğitim veren müessese hâline geldi. Daha sonraki seneler İngiliz Bahriye Mektebine eşit hâle getirildi.İngiltere ve Amerika’ya gönderilen subaylar buralardan elde ettikleri bilgilerle okula döndüler.
Birinci Dünyâ Savaşını tâkiben İstiklâl savaşı başlangıcında Bahriye Mektebi öğretime devam etti. 1920-1923 yılları arasında okula yeni öğrenci alınmadı. 1925 yılında çıkarılan yönetmenliğe göre Bahriye Mektebine gireceklerin durumları tekrar tesbit edildi. 1928 senesinde ise Heybeliada Bahriye Mektebi Deniz Lisesi adını aldı. Deniz Harp Okulu Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasında öğretime başlamıştı.İki sene burada kalan okul daha sonra Heybeliada’ya taşındı.
Deniz Harp Okulunun öğretim sistemi 1942 de çıkarılan yönetmelikle değiştirildi. İkinci Dünyâ Harbi dolayısıyla İskenderun’a (1942) nakledilen okul tekrar Heybeliada’daki târihi yuvasına döndü (1946). Buradan 1985’te Tuzla’daki modern tesislerine taşındı.Öğretim burada devam etmektedir.
1954-1955 öğretim yılından îtibâren iki yılı öğrenci, iki yılı subay olmak üzere dört yıllık sisteme geçildi. 1971 yılında Harp Okullarının süresi üç yıla çıkarılınca Deniz Harp Okulu da ilk üç yılı öğrenci, bir yılı temel eğitim adı altında tekrar düzenlendi. Harp Okulları 1974-1975 döneminde 4 yıla çıkarılınca Deniz Harp Okulu da eğitimde dört yıla çıkmış oldu. Dört yıllık eğitim sonunda teğmen rütbesi ile mezun olanlar, bahriyede hizmete başlamaktadır.
Hava Harp Okulu:Hava Kuvvetlerine muvazzaf subay yetiştiren okul.İkinci Dünyâ Savaşından sonra önemi daha da artan askerî havacılığa ayak uydurmak için,Türk Silahlı Kuvvetleri elindeki uçak ve techizâtı modern hâle getirdiği gibi, teşkilâtında da değişiklikler yaptı. Bu değişikliklerin en önemlilerinden biri de Hava Harp Okulunun kurulmasıdır.Hava Harp Okulu kurulana kadar Hava Kuvvetlerinin ihtiyacı olan uçucu ve uçucu olmayan hava subayları Kara ve Deniz Kuvvetleri kaynaklarından sağlanmaktaydı. Silahlı Kuvvetlerin kadro ve teşkilâtlarındaki gelişmeler neticesinde bu kaynaklar mevcut hava subayı ihtiyacını karşılayamaz duruma geldiğinden, 1 Ekim 1951 günü Eskişehir’de iki yıllık Hava Harp Okulu açılarak eğitim ve öğretime başladı.
Okul, teşkilât olarak alay yetkisine sâhib olup iki yıllık eğitimi bitirenler asteğmen olarak nasbolunmaktaydı. Uçuş Okulu, Makinist Okulu gibi eğitimle ilgili bâzı kuruluşlar bu okula bağlandı. Okula girmek için belirli yaş hadlerini aşmamak, lise olgunluk imtihanını vermek ve sağlık muâyenelerini kazanmak gerekiyordu. Sonra İnönü Planör Kampında 45 günlük planör ve paraşüt eğitimine tâbi tutulan öğrencilerden başarı sağlayanların okula kesin kayıtları yapılıyordu. 1952’de planör ve paraşüt kampı kaldırıldı. 1953’te Hava Harp Okulunun ilk mezunları 56 Hava Asteğmen idi. Bu subaylardan 48 kişi pilotaj eğitimi için Amerika’ya gönderildi. Aynı sene Hava Harp Okulu bünyesinde,hava kuvvetlerinin subay ihtiyaçlarını kısa yoldan temin edebilmek gâyesiyle Yedeksubay Talimgâh Komutanlığı kuruldu. Altı aylık eğitimler neticesinde mukâveleli subay mezun eden bu komutanlık üç devre mezun verdikten sonra kapatıldı.
Eskişehir garnizonunun yetersiz olmasından dolayı Hava Harp Okulu 1954’de İzmir-Güzelyalı’ya nakledildi. Okul burada gelişmeye devam etti. 1958’e kadar jet pilotaj eğitimi için Amerika ve Kanada gibi dış ülkelere öğrenci gönderildi. 1960’dan sonra Hava Harp Okulunun ihtiyacı olan öğrencileri büyük ölçüde, 1957’de kurulan Askerî Hava Lisesi karşılamaya başladı. Eksik kontenjanlar yine sivil liselerden doldurulmaktaydı.
1961-1962 yıllarında Hava Harp Okulunun yeniden organize edilmesi için, çalışmalar yapıldı.Neticede askerî, fen ve sosyal dersler olmak üzere 4 yıllık akademik öğretim esâsına göre bir müfredat tesbit edildi. Fakat bu hemen uygulamaya konulmadı.
1967’de okul, İstanbul-Yeşilyurt’taki tesislerine taşındı. 1969’da diğer Harp okullarıyla birlikte öğretim süresi üç yıla çıkarıldı. 1969’da okula giriş için İnönü Kampında uçuş ve paraşütle atlama mecbûriyeti yeniden kondu. 1970’de müfredât programı geliştirilerek meslek ve kültür dersleri olmak üzere gruplandırıldı.Öğretim süresi iki yıldan üç yıla çıktığı için, 1971’de diğer Harp okulları gibi mezun vermedi. 1972’de ise üç yıllık öğretimi tamamlayan öğrencileri ilk defa teğmen olarak mezun etti. Son olarak da lisans seviyesinde öğretim yapmak üzere 1974-1975 döneminden îtibâren 4 yıla çıkarıldı.Üniversitelerle temas kurularak yapılan çalışmalar neticesinde Hava Harp Okulunda uçak, elektrik ve işletme bölümlerinin kurulması kararlaştırıldı. Okuldan mezun olanlardan pilot olabilme vasfı taşıyanlar bir sene İzmir-Çiğli’de uçuş eğitimine tâbi tutulmakta, burada başarı gösterenler pilot olmakta, başarısız olanlar ise yer sınıfına ayrılmaktadır.
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden.Hazret-i Mûsâ’nın ana-baba bir büyük kardeşidir. Babasının ismi, İmrân bin Yasher’dir.Soy îtibâriyle Yâkûb aleyhisselâmın oğullarındanLâvî’ye dayanır.Mısır’da doğdu. Mûsâ aleyhisselâmdan üç sene önce Tûr-i Sinâ’da vefât etti.
Hârûn aleyhisselâm,İsrâiloğulları üzerine Firavun’un ve kıbtîlerin zulüm ve baskılarının arttığı sırada doğdu. Çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçti. Mûsâ aleyhisselâma peygamberlik emri bildirildikten sonra, Hârûn aleyhisselâma da peygamberlik emri bildirildi. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Firavun’a gitmeleri, onu ve avânesini Allahü teâlâya îmâna dâvet etmeleri emredildi. Hârûn aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Firavun’u ve adamlarını hak dîne inanmaya dâvet ettiler. Kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve insanların kendisine secde etmelerini isteyen Firavun, Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmın dâvetini ve îzâhlarını kabul etmedi.İlk önce alay edip hakâret dolu sözler sarf etti. Mûsâ aleyhisselâma inananlara ve İsrâiloğullarına korkunç zulümler yaptırdı.İsrâiloğulları durumlarını Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâma bildirip, duâ istediler. Allahü teâlâ, Firavun ve kavmine îkâz olarak musîbetler gönderdi. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm, Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını Mısır’dan çıkarıp, Kızıldeniz’den yürüyerek Sina Yarımadasına geçtiler. Firavun ve ordusu da geçmek için denize yürüyünce, küfür ve azgınlıklarının cezâsı olarak, boğulup helâk oldular.
Mûsâ aleyhisselâm, kavmiyle berâber Tih Sahrasındayken Allahü teâlâdan gelen vahiyle Tevrât-ı şerîf’i almak üzere Tûr Dağına gittiği sırada Hârûn aleyhisselâmı yerine vekil bıraktı. Mûsâ aleyhisselâm Tûr Dağındayken, İsrâiloğulları Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyip Sâmirî adında bir münâfığın hîlelerine kapılarak, yaptıkları altın buzağı heykeline taptılar.Hârûn aleyhisselâm kavminin bu câhilce ve azgınca hareketi karşısında onlara nasîhatlerde bulundu.Onları bu inanış ve hareketlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.Onun nasîhat ve uyarılarını bir kısmı kabul ettiyse de bir kısmı kabul etmedi.Hârûn aleyhisselâmı tehdid ettiler.Hârûn aleyhisselâm, kendisine tâbi olan 12.000 kişiyle birlikte onların içinden ayrılmak veya onlarla sert bir şekilde mücâdele etmek istedi. Fakat Mûsâ aleyhisselâmın, “İsrâiloğullarını parçaladın, birbirinden ayırdın!” diyeceğini düşünerek, bu işten vazgeçti. Mûsâ aleyhisselâmın Tûr’dan dönmesini bekledi.
Mûsâ aleyhisselâm, Tûr Dağından dönüşünde kavminin altın buzağı heykeline taptığını görünce çok üzüldü. Bu hâlin sebebini Hârûn aleyhisselâma sordu. Hârûn aleyhisselâm da İsrâiloğullarının kendisini dinlemediklerini ve kendisini ölümle tehdid ettiklerini, Sâmirî adında bir münâfığa uyarak bu yola saptıklarını bildirdi.Mûsâ aleyhisselâm Sâmirî’ye bedduâ etti ve İsrâiloğullarının tövbe etmelerini bildirdi.İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmın dediklerini kabul ettiler ve tövbe ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmla birlikte gayret etti. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma kavmini toplayıp, Arz-ı Mev’ût denilen bölgeye (Filistin ve Şam bölgesi) götürmesini ve puta tapan Amâlika kavmiyle harb etmesini emretti.İsrâiloğulları, o beldelerde zâlim ve kuvvetli hükümdârların bulunduğunu ileri sürerek harbe gitmediler. Allahü teâlâ bu isyânları sebebiyle İsrâiloğullarına kırk yıl müddetle Arz-ı Mev’ûd’a girmeyi haram kıldı.İsrâiloğulları bu kırk sene içinde Tih Sahrâsında şaşkın ve perişan şekilde dolaştılar. Bu sırada Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının sıkıntılarına sabretti.
Hârûn aleyhisselâm, İsrâiloğullarının nankörlükleri üzerine, cenâb-ı Hakk’ın kendilerini Tih Çölünde kalmaya mahkûm ettiği kırk senenin sonlarına doğru, hazret-i Mûsâ’dan birkaç sene veya bir rivâyete göre üç sene evvel vefât etti.Kabrinin nerede olduğu husûsunda çeşitli rivâyetler vardır.
Hârûn aleyhisselâmla ilgili olarakKur’ân-ı kerîm’in Mâide,A’râf, Yûnus, Tâha, Furkan, Şuarâ, Kasas, Saffât sûrelerinde bilgi verilmektedir.
Beşinci Abbâsî halîfesi. MuhammedMehdî’nin oğlu. Cafer-i Mansûr’un torunuydu. 764 (H. 148)te Rey’de doğdu. Hilâfeti (M. 775-785) yılları arasında olan Mehdî, oğlu Hârûn Reşîd’in eğitim ve öğretimini Abbâsîlerde ilk vezir Hâlid bin Bermek’in oğlu Yahyâ’ya bırakmıştı. Hârûn Reşîd din ve fen ilimleri ile devlet idâresinde iyi bir eğitim görmüş, olgun ve kuvvetli bir kişilik kazanmıştı. 780 senesinde Bizans üzerine gönderilen orduya komutan tâyin edildi. 781 yılında bütün batı eyâletlerinin idâresine memur edildi. Hâdî’nin 786’da ölümünden sonra hilâfete geçti. Halîfelik dönemi Abbâsî Devletinin en parlak devrini teşkil eder.
Hârûn Reşîd, ilk önemli iş olarak, hocası Yahyâ Bermekî’yi tam bir selâhiyetle kendisine vezir tâyin etti. Bu âile mensupları uzun zaman Abbâsî Devletinin fiilî idârecileri olarak devlet hizmetinde bulunmuşlardır. Hârûn Reşîd, İslâm devletinin en büyük rakibi olan Bizans Devleti üzerine seferler yaptı ve buna çok önem verdi. Bu seferler sırasında Niğde ve Aksaray bölgelerini fethederek Ankara’ya kadar ilerledi. Donanmayı kuvvetlendirerek Kıbrıs’a akınlar yaptı. Pekçok esir ve ganîmet elde edildi. Hazar cephesinde Ermenilerin çıkardığı karışıklıkları önledi. Horasan’da ayaklanan Râfî bin Leys’i ortadan kaldırmak için çıktığı seferde hastalanarak 24 Mart 809 târihinde vefât etti.
Hârûn Reşîd devrinde Abbâsî Devleti çok kuvvetlendi. İçte ve dışta îtibârı arttı. Bütün komşu devletler tarafından üstünlüğü tartışılmaz bir şekilde kabul edildi. Devlet muazzam bir istikrâra kavuştu. Adâlet ve medeniyet yaygınlaştı. Halk refaha ve huzûra kavuştu.
Hârûn Reşîd ilim sâhibi ve cömert olup güzel konuşurdu. Halifeliği müddetince, bir sene hacca, bir sene de cihada giderdi. Günde yüz rekat namaz kılardı. Hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmazdı. Misâfirlerin eline su dökecek kadar mütevâziydi. İlim ve sanatı severdi. Edebiyâta meraklı olup, âlimlere, ediblere ve fakirlere yardımda bulunurdu. Sarayı ilim ve fikir adamları ile sanatkarlar ile doluydu. Bunlar zaman zaman halifenin huzurunda toplanır ve karşılıklı müzâkerelerde bulunurlardı. Bunlar arasında büyük İslâm âlimi İmâm-ı A’zâm’ın talebesi Ebû Yûsuf şâir Ebû Nüvâs, dil âlimi Ebû Ubeyde, târihçi Vâkidî, nahiv âlimi Sibeveyh, kırâat âlimi Selim el Mukrî ile evliyânın büyüklerinden Fudayl bin Iyâd başta gelmektedir. İmâm-ı Ebû Yûsuf Kitâb-ül-Harâc adlı kitâbını Hârûn Reşîd için yazmıştır. Halîfe Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik’e; “Senin kitaplarını çoğaltıp her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emredeceğim.” deyince; “Yâ Halîfe! Böyle yapma, âlimler arasındaki fark, Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her Müslüman, dinde söz sâhibi, dilediği âlime uyar.” buyurmuştur. Hârûn Reşîd zamanında fevkalâde tercüme faaliyetleri olmuştur.
Devletin idârî teşkilâtında değişiklikler yapan Hârûn Reşîd vilâyetleri küçülterek daha kolay idâre edilir bir hâle getirdi. Merkez teşkilâtında bazı dîvânlar kurarak bunları vezire bağladı. Daha önce vâlilere bağlı olan başkadıya hesap verme mecburiyetini getirdi. Devrin baş kâdısı İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleriydi.
Hârûn Reşîd döneminde ticârî faâliyetler de gelişip Müslüman tüccarlar Çin ve İskandinavya’ya kadar giderek ticâret yaptılar. Bu sâyede devlet hazinesinin geliri görülmemiş bir derecede arttı. Abbâsî şehirleri câmi, mescid, ribat ve sebillerle süslendi. Hârûn Reşîd’in yanısıra hanımı Zübeyde de cömert olup, hayır işlerini severdi. Yaptırdığı pekçok hayır işlerinden biri Mekke’ye 40 km uzaklıktan getirttiği sudur.
Vücuttaki kan devrini inceleyen 1578-1657 yılları arasında yaşamış bir İngiliz hekimi. Cambridge’de ve sonra 1602 yılında Padua’da tahsil gördü.
İlk defa Royal College’de kan devriyle ilgili konuşması ile kendini kabul ettirdi. Kalbin girişinden vücuttaki damarlara geçişini görerek kanın yiyeceklerden karaciğerde üretildiğini düşündü. Köpekler, domuzlar ve balıklarda ve diğer bâzı hayvanlar üzerindeki deney ve müşâhadeleriyle kan dolaşımı üzerinde 1628 yılında küçük bir bölüm neşretti. Bu çalışması tıpta büyük bir inceleme sayıldı. Halbuki bundan üç yüz sene önce Türkistanlı İbn-i Nefîs Ali bin Ebü’l-Hazm (1210-1290) akciğerlerdeki kan dolaşımının şemasını çizmişti. Harvey kan devrini, kılcal damarlardan toplar damarlara geçerek kalbin sağ tarafına ve ciğerlerdeki kanın kalbin sol tarafına geçişini teferruâtlı olarak anlatmıştır. Kanın atardamarlardan kılcal damarlara geçişini tam olarak açıklığa kavuştururken, kılcal damarlardan toplar damarlara geçişini mikroskopla inceleyemedi. Aristotelés (Aristo) ile Galen (Calinos) ve diğer tanınmış bilginlerin fikirlerinden istifâde ederek batıda kan devrini açıklığa kavuşturdu. Tâze kanın devamlı olarak yapılmadığını, fakat devamlı vücutta dolaştığnı söyledi. Kalp kuvvetli olarak pompalarken kanın vücutta dolaştığını ve kalp atışıyla nabzın aynı anda olduğunu açıkladı.
Harvey son çalışmasını 1651’de hayvanlarda üreme ile ilgili olarak yaptı.
Osmanlı Devleti toprak rejiminde, yıllık geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler için kullanılan tâbir. Bu tâbire, Harezmşahlar, Memlûkler ve Anadolu Selçuklu devletlerinde de rastlanır.
Osmanlılarda yeni fethedilen yerlerin tahriri yapılırken arâzi; timar, zeâmet ve has olarak üç kısma ayrılırdı. Fâtih Kânunnâmesi’ne göre yıllık vergi geliri 100.000 akçeyi geçen mîrî topraklar has statüsündeydi. Bu arâzilerden pâdişâha ayrılanlar için “Hass-ı Hümâyûn” tâbiri kullanılırdı. Hass-ı Hümâyûn gelirinin bir kısmı devlet hazînesine girerken bir kısmı ise pâdişâha âit olurdu. Vâlide ve hanım sultanlar ile pâdişâhların kızlarına ve kızkardeşlerine âit olan haslara “paşmaklık” denilirdi. Beylerbeyi, sancakbeyleri ve vezirlere tahsis olunan haslara ise “havâss-ı vüzerâ” adı verilirdi. Bu hasların yıllık gelirleri bir milyonla bir buçuk milyon akçe arasında değişirdi. Has sâhiplerinin vergilerini toplamak üzere “voyvoda” denilen görevliler tâyin edilir, bunlar haraççılar ve cizyedârlarla birlikte has gelirlerini tahsil ederlerdi. Has sâhibi, arâzisini kullanan köylü iyi işleyemezse elinden alıp başkasına verebilirdi.
Sefer vukûunda bütün has sâhibi paşalar ve sancak beyleri, hassının miktârına göre, Anadolu’da her 3000 akçesi için, Rumeli’nde 5000 akçesi için tam teçhizâtlı ve savaşmaya kâdir bir atlı askeri savaşa götürmeye mecburdular. Sulh zamânında bu paşaların ve sancak beylerinin maiyetinde “dâire halkı” denilen bir kısım kuvvet bulunurdu. Bunlar çevrelerinde âsâyişi temin ederlerdi. Kısaca jandarma ve polis görevini yerine getirirlerdi.
Has, zeâmet ve timar arasındaki tek fark; has memuriyetin bitmesiyle sâhibinin elinden alınır, fakat zeâmet ve timar evlâda intikâl edebilirdi. Diğer hukûkî menfaatler bakımından haslarla; zeâmet ve timarın bir farklılığı yoktur. (Bkz. Timar)
Cumhûriyet dönemi eğitimci, yazar ve devlet adamlarından. 16 Aralık 1897’de İstanbul’da doğdu. İlk tahsilden sora orta öğrenimini İstanbul’da Vefa Lisesinde gördü. İstanbul Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) Edebiyât Fakültesi Felsefe bölümünü 1921’de bitirdi.
1922’de İstanbul Erkek Öğretmen Okuluna edebiyat öğretmeni olarak tâyin edildi. Daha sonra Kuleli Askeri Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi ve Galatasaray Lisesinde felsefe, sosyoloji, Türkçe ve edebiyat dersleri okuttu. 1927’de Maârif Müfettişi olarak vazife aldı. Fransız eğitim sistemini incelemek üzere bir yıllığına Paris’e gönderildi. 1932’de Gâzi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü, 1933-35 seneleri arasında Ortaöğretim Genel Müdürlüğü vazifelerinde bulundu. 1935’te İzmir’den milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. 1938’de Celâl Bayar başkanlığındaki hükûmette Millî Eğitim Bakanı olarak vazifelendirildi. 1939’da 1. Eğitim Şûrâsını toplayarak bir eğitim planı hazırlattı. Ankara Fen ve Tıp Fakültelerini, İzmir Yüksek Ticâret ve İktisat Okulunu ve Edirne Öğretmen Okulunu açtı.
Refik Saydam ve Şükrü Saraçoğlu hükümetlerinde de Millî Eğitim Bakanlığı vazifesini yürüten Hasan Ali Yücel, Yüksek Mühendis Mektebini İstanbul Teknik Üniversitesi hâline getirdi. Üniversiteler kânununun çıkarılması, tiyatro ve operanın devlet hizmetleri arasına katılması Türk Ansiklopedisi ve İslâm Ansiklopedisi’nin yayımına başlamak gibi faaliyetlerde bulundu.
Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde kurduğu tercüme bürosunda dünyâ klasiklerinden 496 kitabı Türkçeye tercüme ettirerek bastırdı. Bunu yapmakla kendi millî kültürümüzden uzak, yabancı kültürlere hayran bir okumuş kitle meydana getirmeyi hedef aldı. Uzun zaman içinde uygulanan bu program neticesinde kendi târihine ve millî kültürüne yabancı bir nesil ortaya çıktı.
Cumhûriyet târihinde Millî Şeflik dönemi olarak bilinen her türlü dînî ve millî değerin tahrib edilmeye çalışıldığı bir devirde uzun müddet Millî Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Ali Yücel, Köy Enstitülerinin açılmasına önderlik etti. Din düşmanlığının millî ideoloji olarak kabul edildiği bir dönemde Köy Enstitülerinden yetiştirdiği kimselerle millî târihine ve kültürüne yabancı bir nesil yetiştirmeye çalıştı. Şehirlerden uzak ıssız dağ başlarında ve köylerde ideal hedefler ortaya atarak kurduğu Köy Enstitülerini marksist ve materyalist fikirlerin körpe dimağlara yerleştirildiği merkezler hâline getirdi. Köy Enstitülerinde tertemiz köy çocuklarının beyinleri yıkanmaya çalışıldı. Kültürel ve sosyal faaliyet adı altında kızlı-erkekli olarak düzenlenen eğlence proğramlarında gençlerin ahlâksız hâle getirilmesine önayak olundu. Kız-erkek karma eğitim gören yatılı Köy Enstitülerinde her türlü ahlâk dışı harekete göz yumuldu. Kız çocuklarının nâmus ve iffetine el uzatıldı. Köy Enstitülerinde; köylü-şehirli ayırımı ile sınıf düşmanlığını körükleyecek, her türlü millî ve mânevî değeri hiçe sayacak ve çevresine bu şeyleri telkin edebilecek şartlandırılmış öğretmenler yetiştirilmeye çalışıldı. Bu okullarda olanlara göz yuman veya teşvik eden Hasan Ali Yücel, Millî Eğitim Bakanlığı teşkilâtında vazife yapan az sayıda milliyetçi ve vatanperver kimselere karşı sindirme politikası tâkib etti. Bakanlık teşkilâtındaki belli noktalara komünist fikirleri savunan kimseleri yerleştirdi. (Bkz. Köy Enstitüleri)
1946 senesinde memleketsever ve komünizm düşmanı bâzı CHP’liler tarafından hakikatler anlaşılınca hâdiselerin sorumlusu olan Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel vazifeden uzaklaştırıldı. Daha sonra Köy Enstitülerinde meydana gelen hâdiselerle ilgili olarak yürütülen soruşturma neticesinde geniş ve resmî bir rapor hazırlandı. Bu gelişmelerden sonra karşılıklı ithamlar üzerine Demokrat Partiİstanbul İl Başkanı Avukat Profesör Kenan Öner ile Hasan Ali Yücel arasında “Öner-Yücel Dâvâsı” olarak bilinen dâva ortaya çıktı. Kenan Öner, Hasan Ali Yücel’in bakanlığı sırasında komünistleri desteklediğini iddia etti. Bunun üzerine HasanAli Yücel, Öner hakkında hakâret dâvâsı açtı. Geniş yankılar uyandıran ve siyâsî bir hüviyet kazanan yargılama neticesinde, mahkeme Öner’in Yücel’le ilgili iddialarının doğru olduğuna ve Öner hakkında açılan dâvânın düşmesine karar verdi. Bu karar, HasanAli Yücel’i ve CHP hükümetini siyâsî yönden çok zor duruma düşürdü.
Hasan Ali Yücel, 1950 genel seçimlerinde milletvekili seçilemeyince İstanbul’a yerleşti. Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde kültür sanat ve felsefe konularında makâleler yazdı. 1955-60 yılları arasında İş Bankası Kültür Yayınlarını idâre etti. 1958’de UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Genel Kurulu üyeliğine, 1961’de Kurucu Meclis üyeliğine getirildi. 26 Şubat 1961’deİstanbul’da öldü.
Eğitimciliği, yazarlığı ve devlet adamlığının yanında şâirliği de bulunan Hasan Ali Yücel’in birçok eseri vardır. Şiirlerini, Dergah, Yarın, Yeni Mecmua ve Hayat Dergisi’nde, kültürel ve sosyal konulardaki makâle ve denemelerini Akşam, Cumhuriyet veDünya gazetelerinde yayımladı.
Başlıca eserleri şunlardır: Türk Edebiyatı Nümûneleri, Mantık ve Metodoloji, Goethe, Bir Dehânın Romanı, Pazartesi Konuşmaları, İçten Dıştan, Türkiye’de Orta Öğretim, Dâvâm, Dâvâlar ve Neticeleri, Hürriyete Doğru, İyi Vatandaş İyi İnsan, Kıbrıs Mektupları, Edebiyat Târihimizden, İngiltere Mektupları, Türkiye’de Maârif, Hürriyet Gene Hürriyet, Dönen Ses(Şiirler), Sizin İçin (Çocuk Şiirleri), Dinle Benden (Şiir), Allah Bir(Şiirler).
Son devir din adamlarından. Öğretmen, gazeteci, politikacı ve fikir adamı. Babası, Balıkesirli tüccâr Halil Cenâbî Efendi, annesi Balıkesir Kepsut’tan Hadîce Hanımdır. 1887 (H.1305) senesinde Balıkesir’de doğdu. 1964 (H.1384) senesinde Balıkesir’de vefât etti.
İlk tahsîlini Arap Hoca ve İbtidâî-i Kebîr Mekteplerinde gördükten sonra Balıkesir İdâdîsine girdi. Dördüncü sınıftayken babası ölünce okulu terk etmek zorunda kaldı. Zelzeleden yıkılıp yeniden yapılan Zağanos Paşa Câmii için yazdığı elli beyitlik târihi sebebiyle Mutasarrıf Adanalı Paşabeyzâde Ömer Beyin takdîrini kazandı. Halil Edîb’in bir şiirine nazîre yazdığı için Mehmed Ali Aynî Beyin dikkatini çekti. Nâfiâ dâiresi, tahrîrât kalemine memur oldu. Aynı zamanda Mevlevîhâne medresesinde, Ahmed Nâci Dededen ve Hacı Ahmed Efendiden Arapça ve Farsça öğrendi.
İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra yayınlanan Nasihat ve Balıkesirgazetelerinde yazı yazdı. Mutasarrıf Mümtâz Beyden hukuk, iktisât ve mâliye okudu. İttihat ve Terakkî Cemiyetinin Balıkesir’deki yayın organı Yıldırım Gazetesi’ni çıkardı. Özel İdâre Encümeni Başkâtibiyken, 1913 senesinde Karesi Gazetesi’ni çıkardı. Lise seviyesinde bir mektep olan Dâr-ül-Hilâfe’de, Türkçe, yazı, edebiyât ve Arapça öğretmenliği yaptı. Genel Meclis ve Dâimî Encümen üyeliklerinde bulundu. Birinci Dünyâ Savaşı sonlarına doğru Ses Gazetesi’ni çıkardı.Mütâreke yıllarında pâdişâh Sultan Vahîdeddîn Hana açıktan hücûm eden yazılar yayınladı. Ses Gazetesi kapatıldıktan sonra Balıkesir’den ayrılarak sekiz-dokuz ay Burhâniye, Kepsut ve Dursunbey’de kaldı. Birinci Büyük Millet Meclisine Balıkesir Milletvekili olarak katıldı. M. Akif Ersoy ile yakın arkadaşlık kurdu. Büyük Millet Meclisinin birinci dönemi sonunda tekrar Balıkesir’e dönen Hasan Basri Çantay, okullarda edebiyât öğretmenliği ve Çocuk Yuvası Müdürlüğü yaptı. Mahallî gazetelerde yazı yazdı. 1928 senesinde rahatsızlığı sebebiyle emekliye ayrıldı. Mûsiki ile de ilgilenmiş olan Hasan Basri Çantay’ın çeşitli besteleri vardır. Şiirlerinde, Basrî, Hüznî, Serserî, Âşık Hasan ad ve mahlaslarını kullandı. Ömrünün son yıllarını dînî, ilmî, edebî araştırmalara veren Hasan Basri Çantay 1964 (H. 1384) senesinde Balıkesir’de öldü.
Eserleri:
1) Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm: Üç ciltlik Kur’ân-ı kerîm meâlidir. 2)Mektebli Yavrularıma, 3)Müslümanlıkta Himâye-i Etfâl, 4) Ülkü Edebiyâtı, 5)Kara Günler ve İbret Levhaları, 6)Zekâ Demetleri, 7)Babamın Şiirleri, 8)Âkifnâme, 9)Fıkh-ı Ekber Tercümesi.
Osmanlı devlet adamı, târihçi. Doğum târihi bilinmemektedir. Reîsülküttâp Küçük Han Beyin oğludur. İstanbul’da tahsîlini tamamladıktan sonra, Dîvân-ı Hümâyûna girdi. Üçüncü Mehmed Hanın Eğri Seferinde bulundu (1595). Daha sonra Varad ve Uyvar seferlerine katıldı. Baştezkirecilik, defterdârlık, beylerbeyliği görevlerinde bulundu. Kefe surunu tâmir ettirirken, Rus kazaklarının hücumlarını bastırdı. 1636 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Eserleri:
1. Tevârih-i Âl-i Osman:Hasan Beyzâde’ye asıl şöhretini kazandıran eseridir. Genellikle Hasan Beyzâde Târihi olarak bilinen eser iki kısımda incelenir. Birinci kısım, Hoca Sâdeddîn Efendinin Tâcü’t-Tevârih adlı eserinin özeti mâhiyetindedir. İkinci kısım ise Kânûnî Sultan Süleymân’dan Sultan Dördüncü Murâd’a kadarki Osmanlı târihidir. Eserin tamâmen orjinal kısmı Sultan Üçüncü Mehmed devrinden îtibâren olan ve tamâmen yazarın müşâhadelerine dayanan bölümüdür.
2. Kanije Fetihnâmeleri:Bir mecmuada toplanmış üç Kanije Fetihnâmesi vardır.Kanije’nin İbrâhim Paşa tarafından fethini anlatan fetihnâme en kıymetlisidir.
3. Usûlü’l-Hikem fî Nizâmi’l-Âlem:İbn-i Hatîb Kâsım’ın Ravdatü’l-Ahyâr isimli siyâsetnâmesinden hülâsa edilen bu eserin kıymeti, sonda bulunan ve Hasan Beyzâde’nin kendi hayâtını yazdığı bölümdür.
4. Mecmua:Hasan Beyzâde henüz hayattayken bir yakını tarafından müellifin yirmi kadar mektubunu ve muhtelif nesirlerini topladığı eserdir. Aynı mecmuada Hasan Beyzâde’nin kaleminden çıkmış bir vakfiye ile çeşitli fıkralar da mevcuttur.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin torunu, İslâm halîfelerinin beşincisi. Ehl-i Beytin dördüncüsü, on iki imâmın ikincisidir. Babası hazret-i Ali, annesi ise Resûlullah efendimizin kızı Fâtımat-üz-Zehrâ’dır. Künyesi Ebû Muhammed olup, lakabı Müctebâ’dır. 625 (H. 3) senesinde Medîne-i münevverede doğdu. 669 (H.49) da Medîne’de zehirlenerek şehid oldu.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin; “Cennet gençlerinin seyyidi, efendisidir” buyurduğu Hasan radıyallahü anh, 625 (H.3) senesinin Ramazan ayı ortasında doğdu. Peygamber efendimiz, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, ismini Hasan koydu. Doğumunun yedinci günü akîka olarak iki tâne koç kesti. Saçını da kestirip ağırlığınca gümüş sadaka verdi.
Âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberemizin terbiyesiyle yetişip büyüyen hazret-i Hasan, mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Resûlullah’ın pekçok hadîs-i şerîfi ile taltif edildi. Peygamberimiz hazret-i Hasan’ı çok sever, ona şefkatle muâmele ederdi. Bir defâsında hazret-i Hasan, kardeşi hazret-i Hüseyin ile Resûlullah’ın huzûrunda güreşiyorlardı. Resûlullah efendimiz, Hasan’ı (radıyallahü anh), teşvik buyurdular. Fâtıma-tüz-Zehrâ, babasına; “Yâ Resûlallah! Hasan büyüktür, hep onun tarafını tutuyorsunuz. Hâlbuki küçüğe yardımcı olmak daha uygun değil midir?” deyince; “Yâ Fâtıma! Cebrâil (aleyhisselâm), Hüseyin’e yardım ediyor.” buyurdular.
Ebû Eyyûb-el-Ensârî, Hasan ile Hüseyin’in (radıyallahü anhüm), Resûlullah’ın huzûrunda oynadıkları sırada huzurlarına girince; “Yâ Resûlallah! Sen bunları çok mu seviyorsun?” diye sordu. Peygamber efendimiz de; “Nasıl sevmem. Bunlar benim dünyâda öpüp, kokladığım iki reyhânımdır.” buyurdu. Ebû Hureyre’nin naklettiğine göre bir gün Resûlullah efendimiz hazret-i Hasan’ı kucağına oturtmuştu. O da mübârek sakallarıyla oynuyordu. Resûlullah efendimiz üç defâ; “Ben bunu çok seviyorum. Sen de sev. Onu sevenleri de sev.”buyurdu.
Hazret-i Hasan henüz âkil ve bâliğ olmadan Resûlullah’a bîat eden çocuklardandı. Sekiz yaşına geldiği zaman 632 (H. 11)de önce dedesi, sonra da annesi Fâtıma-tüz-Zehrâ vefât edince, yetim kaldı. Bundan sonra da babası hazret-i Ali’nin terbiyesinde büyüdü. Abdullah bin Sebe taraftarları fitne çıkarıp hazret-i Osman’ın evini sardıkları zaman, onun imdâdına gitti. Babası hazret-i Ali 661 (H. 40) senesi Ramazan ayı sonunda şehid edilince, halîfe oldu. Kendisine 40.000 kişi bîat etti. Basra, Hicaz, Horasan, Irak, İran, Kûfe, Mekke, Medîne ve Yemen ahâlisi ona bîat etti. Fakat Mısır ve Şam ahâlisi hazret-i Muâviye’ye bîat etti. Hilâfetin yedinci ayında, Bağdat yanında Enbar denilen yerde iki tarafın ordusu hazır iken, fitne çıkıp Müslüman kanı dökülmemesi için halîfeliği hazret-i Muâviye’ye bıraktı. Hazret-i Hasan daha küçük yaştayken, Resûlullah efendimiz ona işâret ederek; “Bu oğlum seyyiddir. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ onun vâsıtasıyla iki tarafın arasını bulur.” hadîs-i şerîfi, Peygamber efendimizin mûcizesi olarak tecelli etti.
Hazret-i Hasan’ın hilâfetten çekilmesiyle Müslüman kanı dökülmedi. Hazret-iMuâviye ile anlaştıktan sonra, Medîne-i münevvereye geldi. Rivâyete göre hazret-i Muâviye kendisinden sonra hazret-i Hasan’ın halîfe olmasına karar verdi. Hazret-i Muâviye’nin oğlu Yezîd, babasının Hasan’ı halef göstermesi üzerine, hazret-i Hasan’ın zevcesi olan Ca’de binti Eş’as’a parlak vaadlerde bulunarak Şam’dan zehir gönderdi. Ca’de, onun vaadlerine aldanıp, 669 (H.49) senesinde Hasan’ı (radıyallahü anh), zehirledi. Ölüm hastalığındayken, Resûlullah’ın yanına defnedilmesi için hazret-i Âişe’den izin istedi. Âişe radıyallahü anhâ izin verdiyse de, fitne korkusundan Mervân bin Hakem izin vermedi. Hazret-i Hüseyin, onu Bakî Kabristanına götürdü. Cenâze namazını Sa’îd bin Âs kıldırdı. Medîne-i münevveredeki Bakî Kabristanlığına defnedildi.
On beş erkek ve sekiz kız evlâdı olan hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere Şerîf denir. Peygamber efendimiz bir gün Hasan, Hüseyin, Fâtıma ve Ali’yi (radıyallahü anhüm), abâsı altına alıp, Ahzâb sûresinin 33. âyetini okuyup; “Ey Ehl-i Beytim! Allahü teâlâ sizlerden ricsi, her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir tahâret ile temizlemek irâde ediyor.” sonra; “Allah’ım! Benim Ehl-i Beytim bunlardır.” buyurdu.
Her Müslümanın sevmesi lâzım gelen Ehl-i Beytten olan Hasan, beyaz ve güzel yüzlü olup, yüzü Resûlullah’a çok benzeyen yedi kişiden biridir. Resûlullah efendimize ondan daha çok benzeyen kimse yoktu. Hilm (yumuşaklık), rızâ, sabır ve kerem (cömertlik) sâhibiydi. İki defâ her şeyini Allah rızâsı için dağıttı. Bir kişinin, münâcâtında; “Yâ Rabbî! Bana on bin altın ihsân eyle!” dediğini işitince, aceleyle evine gitti ve adamın münâcâtında istediğini gönderdi.
Bol sadaka verirdi. Alışverişlerinde pazarlık eder, ucuz almaya çalışırdı. Kendisine; “Bir günde binlerce dirhem sadaka veriyorsun da bir şey satın alırken niçin uzun uzun pazarlık edip yoruluyorsun?” dediklerinde; “Verdiklerimi Allah rızâsı için veriyorum. Ne kadar versem yine azdır. Fakat alışverişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır.” buyurdu. Aldığı bir hediyeye değerinden fazla karşılık verirdi. Yirmi beş kere yaya olarak hacca gitti. Bir gün Abdullah bin Zübeyr ile yola çıkmıştı. Bir hurmalıkta dinlendiler. Abdullah bin Zübeyr; “Ağaçta hurma olsaydı iyi olurdu.” dedi. Hasan radıyallahü anh, sessizce duâ etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. Orada bulunanlar; “Bu sihirdir!” dediler. Hazret-i Hasan; “Hayır, sihir değil, Resûlullah’ın torununun kabul olan duâsı ile cenâb-ı Hak yaratmıştır.” buyurdu.
Kızına ve yeğenlerine nasîhat eder; “İlme çalışınız. Ezber zorunuza gidiyorsa yazınız ve evlerinize götürünüz.” buyururdu.
Hazret-i Hasan hakkında sevgili Peygamberimiz; “Hasan ile Hüseyin, Cennet gençlerinin büyüğüdür. Babaları onlardan efdâldir.”buyurdu.
On iki imâmın on birincisi. İsmi Hasan olup, künyesi Ebû Muhammed’dir. İmâm-ı Ali Nakî’nin oğludur. Zekî, Hâlis ve Sirâc lakablarıyla bilinir. Samarra’da oturduğu El-Asker mahallesine izâfeten, El-Askerî nisbetiyle meşhur olmuştur. 846 (H.232)da Medîne’de doğdu.
Babasının ikâmete mecbur tutulduğu Samarra’ya iki yaşındayken gelen Hasan el-Askerî orada büyüdü. Zamânının âlimlerinden ilim tahsil etti. Fars, Hint ve Türk dillerini öğrendi. Cesur, cömert, kerîm ve âlim bir zât olan Hasan bin Ali el-Askerî’nin on iki imâmın on ikincisi ve sonuncusu olan Muhammed Mehdî adında bir oğlu vardı. Abbâsî Halîfesi El-Mu’temid zamânında, 875 (H.261)te vefât eden Hasan bin Ali el-Askerî, Bağdat yakınındaki Samarra’da babasının yanına defnedildi.
Güzel ahlâk sâhibi ve velî bir zât olup, kerâmet ehliydi. Kerâmetlerinden biri şudur:
İmâm’ı sevenlerden biri, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:
İmâm-ı Askerî hazretlerine bir mektup yazarak bâzı şeyler sordum. Bahar hummasından da soracaktım. Fakat unutmuştum. Daha sonra suâllerimin cevâbı geldi. Suâllerin cevâbından sonra şöyle yazmışlar: “Bu suâllerle berâber bahar hummasını da soracaktın, fakat unuttun. Onun cevâbını da verelim. «Ey ateş! İbrâhim’in üzerine soğuk ve emin ol.» meâlindeki âyet-i kerîmeyi yazıp, hummalı hastanın boynuna asılırsa şifâ bulur.” buyurdu. Dedikleri gibi yaptım. Hasta şifâ buldu.
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin yetiştirdiği müctehidlerdendir. İsmi; Hasan bin Ziyâd olup, künyesi Ebû Ali’dir. İnci sattığı için El-Lü’lü’î lakabıyla bilinir. Aslen Medîneli olup, Ensâr’ın soyundandır. 734 (H. 116)te Kûfe’de doğdu, 819 (H. 204)da da vefât etti.
Küçüklükten ilim tahsiline başlayan Hasan bin Ziyâd, uzun seneler İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin tedris halkasına devâm edip, ilim öğrendi. İbn-i Cüreyc’den hadîs-i şerîf dinleyip rivâyet etti. Bütün aklî ve naklî ilimleri tahsil edip, müctehidlik derecesine ulaştı. İmâm-ı A’zam gibi mutlak müctehid olmayıp, onun koyduğu esaslara göre hareket eden mezhepte müctehiddi. Gâyet zekî olan Hasan bin Ziyâd, bütün Rey eshâbının (Irak âlimlerinin) sözlerini ezberledi. Uzun zaman ilim öğretip talebe yetiştirdi. Muhammed bin Semûa el-Kâdî, Muhammed bin Şücâ’ es-Selcî, Şuayb bin Eyyûb gibi âlimler, yetiştirdiği talebelerdendir. Uzun müddet Kûfe’de bulunduktan sonra, Bağdat’a geldi. Hafs bin Gıyas’ın yerine kâdılığa tâyin edildi. Fakat sonra bu vazifeden istifâ etti. Ömrünü İslâmiyete hizmet için harcadı.
Gâyet güzel huylu olan Hasan bin Ziyâd; ibâdet yapmakta, haramlardan sakınmakta ve İslâmiyetin emirlerine uymakta çok gayretliydi. Yediği yemeklerden hizmetçilerine yedirir, giydiği elbiselerden de giydirirdi.
Hanefî mezhebinde olan müftî; ilk önce Ebû Hanîfe’nin sözlerine bakar, ona uygun fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf’un sözünü alır, onun sözlerinde de bulamazsa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin sözünü alır. Ondan sonra İmâm-ı Züfer’in sözünü alır, onda da bulamazsa, Hasan bin Ziyâd’ın bildirdiklerine göre fetvâ verir.
Eserleri: İctihâd derecesinde âlim ve güzel ahlâk sâhibi, ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirmiş olan Hasan bin Ziyâd’ın yazdığı birçok kıymetli eserleri vardır: 1) Edeb’ül-Kâdî, 2) Muharrer, 3) Meân-il-Eymân, 4) El-Harac, 5) El-Ferâid, 6) En-Nefekât, eserlerinden bâzılarıdır.
Yavuz Sultan Selim Hanın musâhibi, yakın arkadaşı. İsfehanlı müezzin Hâfız Mehmed Efendinin oğlu, Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendinin babasıdır.
1514’te Çaldıran Zaferinden sonra Tebriz’e giren Yavuz Sultan Selim Han, Hasan Can Çelebi’yi maiyetine aldı ve daha sonra onu yanında İstanbul’a götürdü. Babası hâfız, kendisi de Sultân’ın nedîmi yâni en yakınlarından oldu. Selim Han, Hasan Can’ı dâimâ yanında ve sohbetlerinde bulundururdu. Pâdişâh’la birlikte Mısır Seferine katıldı.
Mısır Seferinden döndükten sonra, Edirne’ye hareket etmek üzere olan Yavuz Sultan Selim, nedîmi Hasan Can’la saray bahçesini gezerken sırtına batan bir şeyden şikâyet eder. Sultân’ın düğmelerini çözüp sırtında henüz baş vermiş, etrâfı kızıl, olmamış katı bir çıban gören Hasan Can; “Pâdişâhım büyük bir çıbandır, henüz hamdır, zorlamak uygun değildir, bir münâsip merhem koyalım.” deyince, Yavuz; “Biz çelebi değiliz ki, bir çıban için cerrahlara mürâcaat edelim.” der. Daha sonra hamamda çıbanı oğduran Sultan, yaranın büyümesi üzerine Hasan Can’a; “Seni dinlememekle kendimizi telef ettik.” demiştir.
Hastalığının ağırlaşmasına rağmen Edirne’ye doğru yola çıkan Yavuz’un hedefi Macaristan’dı. Ancak Sırt köyüne gelindiğinde Pâdişâh hareket edemeyecek kadar tâkâtsiz düştü. Yattığı yerden bir ara nedîmine dönen Sultan; “Hasan Can, bu ne hâldir?” buyurunca, Hasan Can; “Sultânım Allahü teâlâ ile olacak zamandır.” der. Yavuz ise; “Hasan Can bizi bunca zamandan beri kiminle bilirdin? Cenâb-ı Hakk’a teveccühümüzde kusur mu gördün?” dedikten sonra ondan Yâsîn sûresini okumasını ister. Hasan Can, Yâsîn sûresini okurken Pâdişâh da kendisine iştirâk eder. İkinci defâ okurlarken, “Selâmün kavlen min Rabbirrahîm” âyetini okuduktan sonra Kelîme-i şehâdet getiren Yavuz, rûhunu teslim eder.
Hasan Can, Sultân’a karşı son vazîfelerini şöyle anlatmaktadır: “Hastalığı sırasında, ona hizmet etmek şerefinden bir an mahrum kalmadım. Geceleri sabahlara kadar mum gibi için için yanarak, karşılarında dururdum. Bir hizmeti olmadığı zaman, emr-i âlîleri ile döşekleri yanında oturur idim. Cerrahlar ilâca giriştikleri sırada kâh omuzuma dayanır, kâh cerrahların yaptıklarına bakmaya memur eder, ancak bana îtimâd buyururlardı. Son nefeslerine kadar bir an yanından ayrılmadım. Vefâtında, Kur’ân-ı kerîm okumak ve telkînde bulunmak vazîfesini yalnız ben gördüm.”
Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından da büyük bir sevgi gören Hasan Can, Enderunda hocalık yaptı. 1567’de Bursa’da vefât eden Hasan Can’ın oğulları ve torunları arasında pekçok şeyhülislâm, kazasker ve devlet adamı yetişmiştir. Kabri Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed’in türbesi önündedir.
Son devir Osmanlı âlimlerinden. Osmanlı Devletinin yüz onuncu şeyhülislâmıdır. İsmi Hasan Fehmi olup, babasıOsman Efendidir. 1795 (H. 1210) senesinde Konya’nın Ilgın ilçesinde doğdu. 1881 (H. 1298) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Cennet-ül-Bakî’ Kabristanındadır.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline ilgi duyup, Konyaya giden Hasan Fehmi Efendi, tahsilini Konya’da yaptı. Devâm ettiği okulun derslerini başarıyla bitirip, icâzet (diploma) aldıktan sonra, Amasya’dan Konya’ya gelen Kara Halil Efendi ile birlikte İstanbul’a geldi. Vidinli Mustafa Efendinin derslerine devâm etti. Açılan rüûs (diploma) imtihânını birincilikle kazandı. Ayasofya Câmiinde ders vermeye başladı. 1847 (H. 1263) senesinde Hâric rütbesiyle Feth-ul-Gâzî Medresesine müderris tâyin edildi. Çeşitli medreselerde de müderrislik yapıp, ilim öğrettikten sonra, Sahn-ı Semân (Fâtih) Medreselerinde müderris oldu. Birçok talebe yetiştirdi. Vakfiyesinde sâdece şeyhülislâmların ders okutabileceği şart koşulmuş olan Bâyezîd Medresesinde ders vekîli olarak vazîfe aldı. 1861 (H. 1277) senesinde Sultan Abdülazîz Hanın pâdişâh olmasından sonra Pâdişâh’a hoca olup, “Câmiurriyâseteyn” ünvânına sâhib oldu. Sultan Abdülazîz Hanın Mısır seyâhatine katıldı. Câmi-ül-Ezher’in (Ezher Üniversitesinin) meşhur âlimi Şeyh Saka hazretleriyle görüşüp sohbet etti. Mısır âlimleri onun ilimdeki yüksekliğini takdir ettiler. 1867 senesinde Anadolu, arkasından da Rumeli kazaskeri oldu. Şeyhülislâm El-Hâc Mehmed Refik Efendinin şeyhülislâmlıktan ayrılması üzerine, 1868 senesinde şeyhülislâmlık makâmına getirildi.
Şeyhülislâmlığı sırasında çeşitli kılıklara girerek İslâmiyeti içerden yıkmaya ve Müslümanları doğru yoldan ayırmaya çalışan din düşmanlarına karşı mücâdele verdi. Zamânın sadrâzamı (başbakanı) Âlî Paşa tarafından İstanbul’a getirilerek vazîfe verilen, Dârülfünûn’un (İstanbul Üniversitesi) açılışında ve başka zamanlarda verdiği konferanslarda İslâmiyete saldıran ve din düşmanlığını ortaya koyan Cemâleddîn-i Efgânî’ye cevaplar verdi. Verdiği fetvâ ile Cemâleddîn-i Efgânî’nin doğru yoldan ayrıldığını ve küfre gittiğini ortaya koydu. Âlî Paşa, Efgânî’yi İstanbul’dan çıkarmaya mecbur kaldı.
Beş yıl 2 ay 10 gün şeyhülislâmlık vazîfesini yürüten Hasan Fehmi Efendi, 1871 senesinde şeyhülislâmlıktan ayrıldı. 1874 senesinde ikinci defâ şeyhülislâmlığa getirildi. 1876 senesinde bu vazîfeden tekrar ayrılarak Medîne-i münevvereye gitti. Mekke-i mükerremeye giderek hac vazîfesini îfâ ettikten sonra, Medîne-i münevvereye dönüp, orada ibâdet ve tâatla meşgulken, 1881 (H. 1298) senesinde vefât etti. Cennet-ül-Bakî’ Kabristanına defnedildi.
Murassa-i Osmânî ve Birinci Mecîdî nişanlarına sâhib olan Hasan Fehmi Efendi, zamânının âlimlerindendi. Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim, fıkıh ilminde mütehassıstı. Arapça ve Farsçaya hâkimdi. Fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi olup, birçok talebe yetiştirmiştir.
Eserleri:
1) Riyâz-ı Hâkâniyye: Edebî ilimlerden bahseden bir eserdir. 2) Resâil-i İmtihâniyye: Birçok âlet ilimlerinden bahseder. 3) Ahkâm-ı Meriyye; 4) Azîziyye ve Şerh-i Yûsufiyye: Mantık ilminden bahseden manzum bir eserdir. 5) Şerh-i Salâit-ı Feyziyye liş-Şeyh-i Ekber, 6) Risâle fî Keyfiyyet-i Îmân-ı Firavn, 7) Yûsufiyye: Mantıktan kıyâs bahsini anlatır. 8) Şerh-i Akâid ve Siyâlkûtî üzerine ta’likâtı (açıklamaları). 9) Arabî Dîvânçe. Bu eserlerinden başka Arapça ve Farsça risâleleri de vardır.