HARBİ
Alm. 1. Lade,od. Putztock (m), 2.Kriegsgegner (m), Fr. 1. Baguette (f), 2. Guerrier (m) ennemi, İng. 1. Ramrod, 2. enemy non-Müslim. Namlulu silâhları temizlemeye yarayan mâdenî veya plâstik çubuk. Dâr-ül-harbde bulunan ve Müslüman olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman. (Bkz. Gayri Müslim)
Barutun ateşli silahlarda kullanılmasından 19. yüzyıla kadar ağızdan dolma tüfek ve tabancalara konacak barut miktârını ölçen âlete harbî denirdi. On dokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar ise namluları temizlemek için kullanılan âlete harbi denilmektedir. Bunlar çelik, pirinçten yapıldığı gibi son zamanlarda plâstikten olanları da kullanılmaya başlandı. Önceleri silâhların üzerinde özel yerlerinde muhâfaza edilen harbilerin parça halinde olup birbirine eklenip kullanılan cinsleri de vardı. Zamanımızda, silâhların mümkün olduğu kadar kullanışlı ve hafif hâle gelmesi prensibi esas alındığından harbiler, avadanlık çantalarında taşınmaktadır.
Namluda rahatça hareket edebilecek mâdenî ve plâstikten yapılan harbilerin uç kısımlarında bez takılması için delik bulunur. Namlu içindeki karıncalanma tâbir edilen paslanmayı ve barut artıklarını tamâmen almak için harbinin ucuna takılan sert fırçalar da kullanılır.
Alm. Kriegsminister (m), Fr. Ministre (m) de la guerre, İng. Minister of War. Askerlik işleriyle alâkalı dâirenin başı. “Millî Müdâfaa Vekili” ve şimdi de “Millî Savunma Bakanı” isimleriyle karşılanan bu ünvan, Osmanlı hükümetine 1908 Temmuzunda kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel bu görevi yapana “Serasker” denilirdi. İlk Harbiye Nâzırı Ömer Rüşdü Paşadır.
Harbiye Nâzırlığına, askerliğin en yüksek rütbesi olan müşirler (orgeneral) tâyin olurlarken 1908 inkılâbından sonra feriklerden (korgenerallerden) Harbiye Nâzırı olanlar olduğu gibi orduyu gençleştirmek fikriyle bir aralık rütbesi livâ olan Enver Paşa bu göreve getirilmiştir. Harbiye Nâzırının başında bulunduğu dâireye “Harbiye Nezareti” denilirdi.
Harbiye Nâzırlığı Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiştir.
Alm. Reisekosten, Fr. Frais de déplacement, İng. Travel Allowance. Başkası adına iş yapanların bu işleri sırasında yapmak durumunda oldukları harcamaları karşılamak için düşünülen ve uygulanan kâideler ve prensipler. Kelime mânâsı “yol harcı”, “yol parası”, “yolda harcanmak üzere verilen” demektir. Türk hukuk sisteminde ise, Harcırah Kânunu’nda ifâdesini bulmuştur.
1954 târihinde çıkarılan ilgili kanuna göre, harcırah, “Bu kânuna göre ödenmesi gereken yol masrafı, gündelik, âile masrafı ve yer değiştirme masrafından birini, birkaçını veya tamâmını” ifâde etmektedir.
Genel ve katma bütçeli kuruluşlar ile döner sermâyeli kuruluşlarda çalışan personele, personel kânununa göre aylık alan kimselere, özel kânunlarla kurulmuş banka ve teşekküllerde çalışan ve harcırah kânununda zikredilen personele hangi şartlarda verileceği, miktârının nasıl hesaplanacağı ve diğer özellikleri kânunla düzenlenmiştir.
Harcırah, yol masrafı, yevmiye, âile masrafı ve yer değiştirme gibi masraflardan birinin, bir kaçının veya tamâmının ödenmesini öngörür. Harcırah miktarları, her yıl bütçe kânunları ile yeniden belirlenerek, verilecek paraların genel fiyat artışlarını tâkip etmesi sağlanmaya çalışılmaktadır.
Özel müessese ve şirketler de, personelinin harcamalarını karşılamak için ücret ve personel yönetimi kâideleri dâhilinde kendilerine has özel harcırah sistemleri geliştirirler. Genel olarak harcamalar için önceden belli bir miktarın topluca verildiği ve sonradan getirilecek belgelerde bunun hesabının tutulduğu avans sistemleri, harcamalar için belli bir miktârın tâyin edilip, bunu aşan kısımlarının personelin kendisi tarafından karşılandığı sâbit harcama sistemleri görülebilir. Tabiatiyle, her şirket, hangi tür harcamaların karşılanacağına dair kâideler ve prensipler de tâyin etmiştir. Bu hususta firmalar, diğer firmalardaki uygulamaları takip ettiği görülmektedir.
Alm. Mörtel m, Fr. Mortier m, İng. Mortar. Silisli bir kumla bağlayıcı madde olan çimento veya sönmüş kirecin karıştırılması ve buna su ilâvesiyle elde edilen karışım. Bu karışım önce plâstik özelliğe sâhib olup, sonra sertleşir. Harç, inşâat sanâyiinde, tuğla, taş gibi elemanların birleştirilerek tek bir parça elde edilmesinde kullanılır. Harcın esas görevi, yapıya gelen yüklerin yapı parçalarında birinden diğerine geçerken düzgün yayılmasını sağlamaktır. Ayrıca hava şartlarına dayanıklı bir bağlayıcı olan harç, bütün yapının beraber çalışmasında yardımcı olur. Harcın yapılmasında, plâstik özelliğinin yerleştirme yönünde kâfi derecede olmasına dikkat etmelidir. Çimento miktârı, en pahalı bileşen olması yönünden, mümkün olduğu kadar düşük tutulmalıdır.
Harçta bağlayıcı madde olarak, yapının yer ve durumuna göre, söndürülmüş kireç, tabiî çimento, çuruf çimentosu veya normal portland çimentosu kullanılabilir. Sulu ortamda sertleşme kâbiliyetine sâhip çimentolara hidrolik çimentolar denir. Su altı veya yer altı inşaatlarda bu tür çimentolardan yapılmış harçlar kullanılmalıdır. Söndürülmüş kireç harçları daha çok su üstü yapılarda kullanıldığı halde, portland çimentoları su altı yapılarında ve daha çok zorlanan yapı kısımlarında kullanılır. Harçta, çimento yanında kum, kırma taş, kırılmış tuğla ve çuruf gibi maddeler de kullanılır. Bu tür maddelerin en önemli özelliği, yalnız çimento kullanıldığında ortaya çıkabilecek büzülme veya genişlemeyi önlemek yanında, mâliyeti de azaltmaktır. Bunların temiz, hava şartlarına dayanıklı, sağlam olması, tane çaplarının düzgün dağılmış bulunması arzu edilir. En büyük tane çapı genellikle 1/2 cm civârındadır. Yapılan çeşitli deneyler göstermiştir ki, harçların suyu dayanıklılığı, mukâvemeti ihtivâ ettiği çimento miktârıyla alâkalıdır. Aynı çimento miktârı ve işlenebilme özelliğine sâhip harçlarda, mukâvemet ve suya dayanıklılık yoğunlukla artar. Bu sebepten iyi düzenlenmiş bir harcın yoğun olacak şekilde yapılması gerekir. Harç için uygun bileşim hacim olarak çimento, kireç, kum oranının 1/0/3; 1/0, 25/3; 1/3/12 sağlanması ile mümkün olur. Bu oranlar harcın kullanılacağı yere bağlı olarak değişirken sıva olarak kullanılmasında ise bu oran 1/2/9 ile 1/1/6 arasındadır.
Alm. Gebühr (f), Fr. Taxe (f), İng. Tax. Sınâî ve ticârî bir karakter taşımayan kamu hizmetlerinden faydalananların, bu hizmetler karşılığı olarak ödedikleri paraları ifâde eden bir terim. Harc’ı idârî harçlar ve vergi benzeri harçlar olarak ikiye ayırmak mümkündür.
İdârî harçlar: Kamu idârelerince yapılan belli hizmetler karşılığında alınan paralardır. İdârî harçlar iki bakımdan vergiden ayrılır: Birincisi, alınan harç karşılığında bu harcı ödeyenin şahsına mutlaka bir hizmet yapılmıştır. Halbuki vergide böyle bir karşılık yoktur. İkincisi ise, genellikle harçların ödenmesi ihtiyârîdir. Verginin ödenmesi ise cebrîdir. Harcı vergiden ayıran ihtiyârîlik kıstasında istisnalar olabilir. Öyle harçlar vardır ki, ödenmesi vergi gibi mecburîdir. Bu sebeble de bu ikinci kıstas tam ve kesin olarak vergi-harç ayırımını yapmaya yeterli değildir. Bu sebeptendir ki, ancak birinci kıstasa göre ayırım yapmak mümkündür.
Vergi benzeri harçlar: Resmî veya yarı resmî nitelikteki ekonomik, sosyal ve meslekî kuruluşların, yaptıkları hizmetler karşılığında, bu hizmetlerden faydalananlardan çeşitli isimler altında alınan paralardır. İdârî harçlar sâdece devlet, vilâyet ve belediye gibi kamu idareleri tarafından alınmasına rağmen, vergiye benzer harçlar kamu idâresi dışındaki hükmî şahıslar, ekonomik, sosyal ve meslekî teşekküller tarafından tahsil edilmektedir. Bu tür harçların vergiye benzerliği cebrîlik karakterinden, harç ile ilişkisi ise bir karşılığının olmasındandır. Bunların vergiye ve harca benzemeyen yönü ise devletin veya mahallî idârelerin bütçelerinde yer almayışlarındandır. Meselâ Sosyal Sigortalar Kurumu ve Sosyal Güvenlik Teşkilâtının bütün üyeleri, yıllık kânunî âidâtını ödemekle mükelleftir. Müşterek hizmetlerden faydalanma derecesi ne olursa olsun muayyen miktarlarda bu âidâtın zamanında ödenmesi mecburîdir. Ancak ödenen para ile sağlanan fayda arasında hiç bir münasebet gözetilmemesi ve bu nevi harçların devlet tarafından tahsil edilip ilgili kuruma verilmesi, bu paraların harçtan ziyade vergiye yaklaştığını göstermektedir.
Alm. Senf (m), Fr. Moutarde (f), İng. Mustard. Familyası: Turpgiller (Cruciferae). Türkiye’de yetişdiği yerler: Anadolu. 0,2-1,5 m boylarında beyaz veya sarı çiçekli, yıllık otsu bitkiler. 10 kadar türü vardır. Türlerinin çoğu Akdeniz çevresi memleketlerinde yetişir. Hardalın beyaz hardal otu, siyah hardal otu, yabanî hardal olmak üzere değişik türleri vardır.
a) Siyah hardal otu (Sinapis nigra): 1-1,5 m boyunda, bir yıllık sarı çiçekli otsu bir bitkidir. Yaprakları saplıdır. Meyveleri 1-3 cm uzunlukta 2-3 mm genişlikte, sap üzerine yatık, tüysüz, hemen hemen dört köşeli, kısa sivri uçludur. Yassı ve köşeli olan meyvelerinde tohumların bulunduğu yerler şişkindir. Tohumlar kırmızımsı siyah renktedir. Bitkinin Orta Avrupa, Anadolu ve İran’da kültürü yapılır.
Kullanıldığı yerler: Kullanılan kısımları tohumları ve tohumlarından elde edilen yağıdır. Bitkinin yaprakları dökülmeye başladığında meyve salkımları toplanır. Bunlar 15 gün kadar gölgede kurutulduktan sonra tohumları alınır. Hardal tohumlarında müsilaj, yağ, sinapin, sinigrin isimli glikozit ve mirozinaz fermenti vardır. Çok eskiden beri tıpta kullanılmaktadır. Dâhilen hardal tohumu unu az dozlarda midevî, yatıştırıcı ve tarçınla karıştırılırsa iyi bir iştah açıcıdır. Hâricen yakı, lapa veya banyo hâlinde romatizma ve bronşitte mevzii tahriş yapmak için kullanılır. Hardal yağı cildi tahriş eder, onun için sürüldüğü yer kızarır. Hafif antiseptiktir. Dumanı öksürük ve gözyaşı getirir. En fazla baharat olarak kullanılır. Deriyi tahriş edip, kızarttığından iç organlardaki kanı dışarıya toplar. Zehirlenmelerde kusturucu etkisinden faydalanılır. Hardal yakıları bir saatten fazla tutulmamalıdır. Aksi halde yılancığa benzer büyük şişler meydana gelir. Yakılar ılık suda ısıtılır. Sıcak su fermentleri tahrip eder. Hardal yakısı, hardal tozunun kâğıt üzerine yapıştırılması suretiyle elde olunur. Kullanılacağı zaman ılık suda ıslatılarak hardallı tarafı deriye gelecek şekilde kullanılır.
b) Beyaz hardal otu (Sinapis alba): Beyaz çiçekli hardal otudur. Vatanı Akdeniz çevresi memleketleridir. Orta Avrupa ve Kuzey Amerika’da da kültürü yapılır. Önemli bir yağ bitkisidir.
Kullanıldığı yerler: Beyaz hardal otunun sarı-kırmızı veya beyaz renkteki olgun tohumlarından hardal yağı elde edilir. Kullanılışı siyah hardal otu ile aynıdır.
c) Yabânî hardal (Sinapis arvensis): 20-60 cm yüksekliğinde, memleketimizde tarla ve nadaslarda, yol kenarlarında yetişen bir tarla otudur.
Alm. Bewegung (f), Aktion (m), Fr. Mouvement; action (m), İng. Motion, Move (ment), act. Konumda meydana gelen değişiklik. Yer değiştirme. Bir cisim, hareketsiz olduğu farz edilen bir noktaya göre bulunduğu yeri değiştiriyorsa, bu cisim hareket hâlindedir. Bütün hareketler, böyle hareketsiz olduğu kabul edilen sâbit bir referans sistemine göre incelenir. Birçok problem için dünyâ, sâbit (hareketsiz) bir referans sistemi olarak kabul edilir. Misal olarak bir otomobilin hareketi ve hızı, hareketsiz olduğu kabul edilen dünyâya göre ifâde edilir. Astronomi problemlerinde ise güneş yâhut galaksi merkezi, hareketsiz bir referans sistemi kabul edilir.
Cismin, birim zamandaki yer değiştirme miktarına hız denir. Hızın zamâna göre değişmesi hâlinde, birim zamandaki hız değişim miktarına ivme denir. Hareket doğrusal, yâni bir düz çizgi üstünde yâhut dâiresel, bir tekerleğin dönüşü gibi olabilir. Dâiresel harekette, birim zamanda yapılan açısal değişikliğe açısal hız denir. Birim zamanda meydana gelen açısal hız değişikliğine ise açısal ivme denir. Daha karışık hareketler ise doğrusal ve dâiresel hareket ve hızların bileşimi şeklinde ifâde edilebilir.
Hareket problemleri, İngiliz fizikçisi Newton’a atfedilen hareket kânunları ile incelenir. Aslında, meşhûr üç hareket kânunundan birincisi İslâm âleminde yetişen âlimlerden İbn-i Sinâ’nın, üçüncüsü ise İbn-i Mülka’nın keşfidir. Birinci ve üçüncü hareket kânunları, Fahrüddîn-i Râzî tarafından da gâyet açık bir şekilde ifâde edilmiş olup, bu âlim, hareket-hız-zaman ve enerji kânunlarını da derinlemesine araştırarak aralarında sıkı bir münâsebet bulunduğunu ortaya koymuştur. Modern astronominin kurucularından Batrûcî de, hareketi hız ve enerjinin bir fonksiyonu olarak ifâde etmiştir.
Birinci hareket kânununa göre, dış bir kuvvet tesir etmedikçe veya tesir eden kuvvetlerin bileşkesi sıfır olduğu müddetçe, hareketsiz bir cismin hareketsizliği devâm eder. Doğrusal harekette ise sabit bir hızla doğrusal hareketine, dâiresel harekette ise sabit açısal hızla dâiresel hareketine devâm eder. Bu kânuna aynı zamanda Newton’un atalet (eylemsizlik) kânunu da denir. Kütlenin, mevcut hareketini yâhut hareketsizlik hâlini koruma eğilimini gösterir.
Newton’un ikinci kânunu, kütle ve kuvvet arasındaki bağıntıyı açıklar. Buna göre sâbit bir kuvvetin tesir ettiği bir kütle, sâbit bir ivme kazanır.
Newton’un üçüncü hareket kânunu, hem dâiresel hem doğrusal hareket için her aksiyonun, bir eşit reaksiyonu olduğunu bildirir (etki-tepki prensibi). Meselâ, masa üzerinde duran bir kitap yer çekimi etkisiyle, kütlesiyle orantılı olarak aşağıya çekilir. Bu kuvvete eş bir kuvvet masa tarafından ters istikâmette kitaba uygulanır. İki kuvvet dengede olduğu için hareket hâsıl olmaz. Şimdi de kitabı elimizle, masa düzlemi üzerinde yatay olarak ittiğimizi farz edelim, kitap üzerine bir kuvvet tatbik ettiğimizi, buna mukâbil kitabın da elimizle hissettiğimiz ve ölçebileceğimiz bir reaksiyon gösterdiğini görürüz. Bu iki kuvvet birbirine eşit değerde ve zıt yöndedir, fakat aynı cisim üzerine tesir etmediği için hareket meydana gelir.
Uygulamalar:
Genel olarak ikinci hareket kânunu, F = ma olarak ifâde edilir. Burada F = kuvvet, m = kütle, a=ivmedir. Bu denklemden, belli bir kütlenin istenilen ivmeye erişmesi için gerekli olan kuvvet kolayca hesaplanabilir.
Bu kânun, tatbikatı daha geniş olacak şekilde aşağıdaki gibi ifâde edilebilir. Kuvvet, momentumun birim zamandaki değişimine eşittir. Momentum, kütle ile hızın çarpımına eşit olduğu için
F=d(mv)/dt
şeklinde yazılabilir. Kütle sâbit kalıyorsa F=ma elde edilir. Meselâ, kütlesinin büyük bir kısmını yakıt meydana getiren bir roketi düşünelim, bu hâlde dışarı çıkan gazlar sebebiyle kütle sürekli azaldığı için ivmesi dâimâ artar.
Yabancının girmesine izin verilmeyen yer. Müslümanların evlerinde kadınlara ayrılan kısım. Osmanlı sarayında, pâdişâhın annesinin nezâretinde, sarayın hanım, çocuk ve hizmetçilerinin kaldığı bölüm.
İslâmiyetin tesettür emriyle sistemleşen harem, Müslümanların evlerinin en ferah ve güzel bölümlerini işgâl etmiş, erkekler için de selâmlık kısmı inşâ edilmişti. Bütün Müslüman devlet başkanlarının evlerinde bulunan harem, Resûlullah efendimiz ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ile diğer İslâm devletleri ve nihâyet Osmanlı saraylarında daha teferruâtlı ve teşkîlatlı bir hâle geldi. Osmanlılarda pâdişâh haremine “Harem-i Hümâyûn” adı verilmişti. Osmanlı Devletinin gelişmesine paralel olarak, pâdişâhların oturduğu saraylar da büyümüştü. Bursa’daki mütevâzî Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapılmıştı. Fâtih’in İstanbul’u fethinden sonra ise bugünkü Bâyezîd’de üniversitenin bulunduğu sâhada bir saray yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı îmâr edildi. Fetihten sonra harem, Üçüncü Murâd’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayında idi.
Saraylarda pâdişâhın yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarını geçirdiği kısım olan harem, gâyet îtinâlı bir şekilde inşâ, tezyin ve tefriş edilirdi.İki bölümden meydana gelen haremin birinci kısmına bâzı görevliler, şehzâdelere ders veren hocalar girip çıkabiliyordu. İkinci kısmı sâdece kadınlara mahsustu. Buraya pâdişâha haram olan kadınlar giremediği gibi, yabancı hiçbir erkek de giremezdi. O yüzden Osmanlı haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayâl mahsulü uydurmalardan ibâret kalmıştır.
Topkapı Sarayında Harem-i Hümâyûnun girişkapısı, etrâfı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır, buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılırdı. Avlunun sağında kulekapısı, solunda ise perde kapısı vardı. Perde kapısından sonra dar sokağa benzeyen bir geçit başlar. İki kısımdan meydana gelen haremin birinci bölümü ve haremağalarına mahsus hamam ile kızlarağası köşkü burada idi. Daha ileride harem ağalarına mahsus dâireler, şehzâdeler mektebi, baş muhâsip ağa ve baş hazînedâr ağa dâireleri yer alırdı. Haremağaları dâiresi bir çok oda ve koğuştan meydana gelirdi.
Şehzâdeler mektebinde pâdişâhın çocukları, yeğenleri ve amca oğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dâirelerine giderek özel ders verirlerdi.
Şehzâdeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhâne kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altınyoldenilirdi. Burası Hırka-i Saâdet dâiresine kadar uzardı. Ortadaki kapı, Vâlide Sultan taşlığına açılırdı. Solda câriyeler dâiresine âid olan üçüncü bir kapı daha vardı. Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. Burada harem ağaları sıra ile nöbet tutarlardı. Harem-i hümâyûn ağalarının en büyüğü “kızlar ağası” da denilen “dârüssaâde ağası” idi (Bkz. Dârüssaâde Ağası). Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlardı. Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı. Harem-i hümâyûnun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, vâlide sultan dâiresi, asmabahçe ve daha birkaç tâne pâdişâh odası yer alırdı. Harem-i hümâyûnda ayrıca birkaç tâne de mescid vardı.
Harem-i hümâyûnda pâdişâh, pâdişâh zevceleri, çocukları, hânedân üyelerinden bâzı akrabâları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı.
Osmanlı hareminin en yüksek makâmı vâlide sultanlıktı. Dolayısıyla haremin fahrî başı pâdişâhın annesiydi. Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş dâire de vâlide sultanınkiydi. Vâlide sultanın geniş bir câriye (hizmetçi) kadrosu vardı. Haremi, hazînedâr usta vâsıtasıyla idâre ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.
Haremde vâlide sultandan sonra söz sâhibi kadın efendiydi. Osmanlı pâdişâhlarının hanımlarına kadın, kadın efendi denilirdi. Pâdişâhın ilk hanımına başkadın denirdi. Başkadın diğerlerine göre üstündü. Dâiresinde hizmet eden câriyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu. Pâdişâhın hanımlarına 16. yüzyıldan îtibâren haseki de denilmeye başlanmıştır.
Başlangıcından îtibâren pâdişâhların evlilikleri husûsiyet arz eder. İlk Osmanlı pâdişâhları, 16. asır başlarına kadar, etrâfındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatorunun, Sırp ve Bulgar krallarının kızlariyle evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissî olmayıp, akrabâlık yoluyla kuvvetlenmek veya mîras yoluyla toprak elde etmek gibi siyâsî maksatlıydı. Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım Bâyezîd Hana gelin gelen Devlet Hâtun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti. Yıldırım’ın ve İkinci Murâd’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhurdur. Bunların Sırbistan’daki Osmanlı siyâsetinin desteklenmesi husûsunda büyük rolleri olmuştur. Hattâ, Fâtih Sultan Mehmed Han, vâlidem diye hitâb ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki siyâsî meselelerde çok faydalanmıştır.
Bununla berâber 16. yüzyıl ortalarına kadar pâdişâhların bu hanımları yanında câriyelerden de zevceleri vardı. Ancak Kânûnî’den îtibâren etrafta pâdişâhların evleneceği hükümdâr ve krallık âileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bâzı istisnâları dışında artık dâimî olarak câriyelerle evlenme usûlü devâm etti. İslâm hukûkuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdid, câriyelerle evlilikte konulmamıştır. Buna rağmen pâdişâhların câriyelerle evliliği de hep belli sayıdadır. Söylendiği gibi pâdişâhların yüzlerce câriye ile evlilik yaptığı doğru değildir. Hattâ 16. yüzyıl sonuna kadar ömürleri seferlerde geçen pâdişâhların, normal hayatlarını yaşayabildikleri bile söylenemez.
Bunlardan başka pâdişâhlar, tanınmış ve asîl bir âilenin kızıyla evlenme imkânları olduğu hâlde, bâzı mahzurlarından dolayı bu evliliği tercih etmemişlerdir. Pâdişâhın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabâsının bulunması mahzurluydu. Zamanla ana tarafından akrabâlar saraya dolacak, şahsî ve siyâsî birtakım isteklerde bulunacaklar, arzûları yerine getirilmeyenler, pâdişâh ile akrabâlığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, netîcede, o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hâdiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti.
Pâdişâhların haremdeki diğer âile ferdleri şunlardır:
Sultanlar: Osmanlıların ilk devirlerinde, pâdişâh kızlarına Selçuklularda olduğu gibi, “hâtun” deniliyordu. Fâtih devrinden sonra sultan denildi. Osmanlı pâdişâhları kızlarına daha çok Ayşe, Hadîce, Fatma, Esmâ, Emine gibi isimler veriyorlardı. Erkek evlâda sultan tâbiri isimden önce söylendiği hâlde, kızlarda, isimden sonra söyleniyordu. Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi. Sultan tâbiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlâd anlaşılmaktaydı.
Sultanlar doğar doğmaz kendisine bir dâire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve câriyeler verilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar okuma çağına gelince, derse merâsimle başlarlardı. Ekseriyetle merâsimlere pâdişâh da katılır ve “Besmele”yi bizzât kendisi çektirirdi. Bundan sonra husûsî hocalar tarafından okutulurlardı. Sultanların Kur’ân-ı kerîmi doğru okumaları husûsunda titizlikle durulurdu. Sultanlara Kur’ân-ı kerîmden sonra lüzumlu din ve dünyâ bilgileri de öğretilirdi. (Bkz. Sultan)
Şehzâdeler:Osmanlı hânedânının erkek çocuklarına şehzâde denirdi. 5-6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tâyin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislâm verirdi. Sonra husûsî hocalar okuturdu. (Bkz. Şehzâde)
İslâm dininin doğup yayılmaya başladığı, Hicaz’da bulunan Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere şehirlerinin ikisine birden verilen ad. Bu iki şehrin çevresinde belli bir sınıra kadar olan yerlere “Harem” denildiği için bu şehirlere iki harem bölgesi anlamında “Haremeyn” veya “Haremeyni’ş-Şerîfeyn” denilmiştir.
Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş, sınırları Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesiyle İbrâhim aleyhisselâm tarafından çizilmiş ve yine onun tarafından dikilen taşlarla gösterilmiş olan alana “Mekke Haremi” veya “Haremü’ş-Şerif” adı verilmiştir. Hacda ihrama girme yerleri olan ve mikat denilen yerlerle Mekke şehri yani Harem arasındaki alana da “Hill” denilmiştir. Harem bölgesi; Medine tarafından üç mil, Yemen tarafından yedi mil, Irak tarafından yedi mil, Taif ve Arafat yolu üzerindeki Nemire Vâdisinden yedi mil, Cirane yolundan dokuz mil, Cidde tarafından on mil uzaklıktaki sınırların çevrelediği alanı içine alır. (Bir mil 1895 m olarak hesaplanmaktadır.)
İbrahim aleyhisselam tarafından işâretlenen Haremü’ş-Şerîf sınırları, Resûlullah efendimiz tarafından yenilenmiş, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Muâviye bu sınırları belli eden noktaların günümüze ulaşmasında büyük hizmet görmüşlerdir. Harem denilen bu geniş alanın ortasında Kâbe-i Muazzama ve etrafındaki Mescid-i Haram yer almaktadır. Peygamber efendimiz Mekke-i mükerremenin fethi sırasında Harem hakkında; “Şüphesiz burası Allahü teâlânın gökleri ve yeri yarattığı günde haram kıldığı bir beldedir. Burası kıyamet gününe kadar, Allah’ın haram kılmasıyla haramdır.” buyurmuştur.
Haremde işlenecek iyilik ve kötülüklere, diğer yerlerde işlenenlere göre kat kat karşılık verileceği bildirilmiştir. Hac, umre veya ticâret gibi çeşitli maksatlarla Mekke’ye gelmek isteyen Müslümanlar “mikat” denilen yerlerde ihrama girmek zorundadırlar. İhram giyerek Hareme giren kimselere normal zamanlarda helal ve mübah olan bâzı işleri yapmak haram olur. Ayrıca“Harem” sınırları içine Müslüman olmayan kimselerin girmesi de dînimizce yasaklanmıştır.
Peygamber efendimizin Mekke’den hicret ederek yerleştiği, İslâm devletini kurduğu ve kabr-i şerîfinin bulunduğu Medine-i münevvere şehrinin etrafında da harem bölgesi vardır. Bu bölge Medîne’nin güney ve kuzeyinde Ayr Dağı ile Sevr Dağı arasındaki alanla, doğu ve batıdaki kara taşlık alanı içine alır. Buharî, Müslim ve Tirmizî’de bildirilen; “Medîne Ayr’dan Sevr’e kadar haremdir.”hadîs-i şerîfi ve “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medîne’nin doğu ve batısındaki kara taşlık arasındaki alanları harem kıldı.” şeklindeki rivâyet bunun delilidir.
Peygamber efendimizin tâyin ettiği Medîne-i münevvere harem bölgesinin genişliği on iki mil kadardır. Bu haremin ortasında Peygamber efendimizin Eshab-ı kirâmıyla birlikte binâ ettiği, içerisinde kabr-i şerîfinin ve Ravda-i Mutahharanın yer aldığı Mescid-i Nebî vardır. Medine’deki harem bölgesi de mukaddes olup, orada yapılan iyilikler ve kötülüklere diğer yerlere göre kat kat karşılık verilir. Medine-i münevvere haremi, Mekke-i mükerreme hareminden farklı özelliklere sâhiptir. Mekke-i mükerreme haremine ihramsız girilemediği halde, Medine-i münevvere haremine girmek için böyle bir şart yoktur.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra dört halîfe devrinde, Emevîler, Abbâsîler, Memlûkler zamanlarında Haremeyn’e özel önem verildi. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebinin îmârı ve diğer mukaddes makamların korunması için gerekli çalışmalar yapıldı. Kendisine “Seyyidü’l-Haremeyn (Haremeyn’in Efendisi)” diye iltifat edilince; “Ben Seyyidü’l-Haremeyn değil, Hâdimü’l-Haremeynim (Haremeyn’in hizmetçisiyim).” diyen Yavuz Sultan Selim Han zamanında Osmanlı hâkimiyetine giren Haremeyn’e Osmanlı sultanlarının hepsi büyük hizmetlerde bulundular. Mekke ve Medine’nin îmârıyla, buralardaki mukaddes makamların korunması için “Haremeyn Evkafı” adı verilen bir vakıf teşkilâtı ve Haremeyn Evkafı Nezâreti kurdular. Bu teşkilâtı 1586 senesine kadar kapıağaları idâre etti. 1586 senesinden sonra Darü’s-Seâde Ağasının idâre ettiği Haremeyn Evkafı Nezâretinin gelirleri devamlı arttı. Elde edilen bu gelirlerle Haremeyn’deki câmi, mescit ve medrese gibi hayır kurumlarının inşâsı ve tâmiri yapıldı. Ayrıca Haremeyn’de bulunan fakir kimselerin ihtiyaçları karşılandı. Haremeyn Evkafının gelirleri 18. yüzyılda 1.300.000 kuruş, giderleri 1.250.000 kuruşa ulaştı. Bu kuruluşun Haremeyn Hazinesi adı verilen bütçesinin hesaplarını Haremeyn Muhâsebeciliği, denetimini Haremeyn Müfettişliği yaptı. Gelir kaynaklarını Haremeyn Mukâtaacılığı işletti. Haremeyn Evkafının düzenli gelirleri dışında, saray mensuplarından mirascı bırakmadan ölenlerin mal varlığı Haremeyn Evkafına kalır, sivil ve asker vazifelilerin aylıklarının 25 liranın üstündeki tutarının yüzde 10’u Haremeyn İkrâmiyesi adıyla mâliyece kesilerek hazineye aktarılırdı. 1826 senesinde Evkaf-ı Hümâyun nezâreti kurulunca Haremeyn Nezâreti bu kuruluşa bağlanmaksızın idâre edildi. 1834senesinde Haremeyn işleri için bir müdürlük kuruldu. Daha sonra bu vazife Haremeyn Evkafı Nezâretince yürütüldü. 1838’de Haremeyn Evkafı nezâreti kaldırılarak, Haremeyn Evkafıyla ilgili hizmetler Evkaf Nezâreti tarafından yürütüldü.
Osmanlılar zamanında Haremeyn’le ilgili vakıflar kurularak gelirleriyle Haremeyn’e hizmet götürüldüğü gibi, her yıl hac mevsiminde düzenlenen Surre Alaylarıyla devlet adamlarının ihsanları ve halkın hediyeleri Haremeyn’e gönderildi (Bkz. Surre Alayları). Bu ihsan ve hediyelerle Haremeyn’deki eserler tâmir edildi, ihtiyaç sâhiplerinin ihtiyaçları giderildi.
Ayrıca Mekke ve Medîne’de vazife yapan ilmiye sınıfı mensuplarına veya diğer devlet vazifelilerine başka yerlerde çalışanlara göre daha yüksek derece veya pâyeler verildi.
Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra Suudoğullarının idâresine geçen Haremeyn’de çevre düzenlemesi ve genişletme bahânesiyle yapılan çalışmalar sırasında pekçok Osmanlı eseri yıkılmıştır. İngilizlerin geleneksel İslâm ve Osmanlı düşmanlığı sebebiyle yaptıkları telkinler neticesinde, asırlar boyunca Haremeyn’de meydana getirilen Osmanlı eserleri tahrip edilerek yok edildiğinden bunlardan günümüze pek azı kalmıştır.
Dokuzuncu yüzyılda yetişen cebir alanında ilk defâ eser yazan Müslüman-Türk matematik, coğrafya ve astronomi âlimi. İsmi Muhammed bin Mûsâ el-Harezmî, künyesi Ebû Abdullah’tır. Adı Lâtinceye Alkhorizmi, Fransızcaya Algorithme, İngilizceye ise Augrim şeklinde geçmiştir. 780 (H.164) senesinde Harezm’de doğduğu kabul edilir. 850 (H.236) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Üç oğlu olup, hepsi de matematik ilmi üzerinde ciddî çalışmalarıyla tanınır.
Harezmî, Hire bölgesinde bir Türk şehri olan Harezm’den ilim öğrenmek için ayrıldı ve zamânın ilim merkezi olan Bağdat’a gitti. Burada kıymetli İslâm âlimlerinden ders aldı ve kendini yetiştirdi. Zamânın Abbâsî halîfesi Me’mûn’dan (813-833) büyük yardım ve destek gördü. Me’mûn kurduğu kütüphânenin idâresini Harezmî’ye verdi. Böylece o zamâna kadar gelebilen matematik ve astronomi kaynaklarını inceleme imkânı bulan Harezmî, Bağdat’taki ilimler akademisi olan Dârülhikme’de vazîfe aldı.
Bütün ihtiyaçları Halîfe tarafından karşılanan Harezmî, Bağdat’ta ve seyâhatlerinde matematik, astronomi ve coğrafya alanında kıymetli araştırmalar yaptı. 830 senesinde heyet başkanı olarak ilmî araştırmalar yapmak için Afganistan yoluyla Hindistan’a gitti. Halîfenin isteğiyle Bağdat’taki Şamasiye ve Şam’daki Kâsiyûn rasathânelerindeki rasat heyetiyle, yeryüzünün bir derecelik meridyen yayının uzunluğunu ölçmek için Sincar Ovasına gönderildi. Harezmî, ilk defâ birinci ve ikinci dereceden denklemleri analitik metodlarla, bir bilinmeyenli denklemleri de cebirsel ve geometrik metodlarla çözmenin kurallarını ve usûllerini tesbit etti. Matematikte ilk defâ sıfır rakamını kullandı. Cebir ilmini, metodik ve sistematik olarak, ilk defâ kendisi ortaya koydu. Harezmî’ye gelinceye kadar cebir adı altında olmamakla berâber, cebire âit birçok mevzular yer almıştır. Harezmî, bunları yeni usûl ve keşifleriyle sistematik bir duruma getirerek cebir ismi altında toplayıp aşağıdaki kare ve dikdörtgenden ibâret misalde açıklanan geometrik isbât yolunu kullandı.
Harezmî, verilen bir denklemin çözümünü sağlamak maksadıyla genel ikinci dereceden denklemleri şu beş duruma ayırmıştır:
1) İkinci ve birinci derece terimleri birbirine eşittir: ax2 = bx; 2) ikinci derece terimi bir sâbit sayıya eşittir: ax2 b; 3) İkinci ve birinci derece terimleri toplamı sâbit sayıya eşittir: ax2 + bx = c; 4)İkinci derece terimi ile sâbit sayı toplamı birinci derece terimine eşittir: ax2 + c= bx; 5) İkinci derece terimi birinci derece terimi ile sâbit sayı toplamına eşittir: ax2 bx+c.
Harezmî, her durumda a,b,c, rakamlarını pozitif tam sayı kabul etmiştir. O sâdece pozitif gerçek köklerle ilgilenmiş, daha önce hiç düşünülmemiş olan ikinci kökün farkına varmıştır. Yukarıdaki üçüncü duruma örnek olarak Harezmi; x2+10x = 39 kökü ifâde eden (x) denklemindeki bilinmeyenini şu metodla buluyordu:
ŞEKİL!!
(x2 + 10x) ifâdesini ihtivâ edecek tarzda düzenlenen karenin alanı:
(x+5)2 = x2 + 10 x 25 ve buradan x2 + 10 x = 39 olduğundan
(x+5)2 = 25 + 39 = 64 yazıyor ve sonuçta (x+5)2 = 64 veya (x + 5) = 8 ve buradan da x=3’ü elde ediyordu. Burada (x’in kat sayısı olan 10 sayısının yanısıra (5)e kök diyor ve kareyi tamamlamak için “kök”ün karesini sâbit terim olarak yazıyordu. Bugün de aynı işlem “Kareye tamamlamak” olarak bilinmekte ve kullanılmaktadır.
Harezmî, matematik ilminin yanında astronomi ve coğrafya ilimlerinde de söz sâhibiydi. O, yeryüzünün yapısını inceleyerek, kendi buluşu olan bilgileri ortaya koydu. O zamanlar bilinen; şehir, dağ, nehir ve adaları inceledi. Yeryüzünün çapını hesaplamak için Halîfe tarafından bir heyetle vazifelendirildi. Kitâbu-Sûret-il-Arz adlı enlem ve boylam kitâbını, heyetin hazırladığı esere ilâve etti. Bu eserinde Nil Nehrinin kaynağını açıkladı. Mâlvâ’nın merkezi olan ve Hindistan’ın Gwalyar eyâletinin Ujjain şehrinden geçen boylam dâiresini başlangıç meridyeni olarak almıştır. Batlemyüs’ün astronomik cetvellerini tashih etti.Onun hazırladığı astronomi tabloları asırlarca ilim dünyâsına rehberlik etti. Bu tablolar 16. asır Avrupalı bilginlere rehber olmakla kalmayarak, başta Endülüs âlimleri olmak üzere bütün Müslüman fen âlimleri tarafından icelendi. Güneş ve Ay tutulmaları ile, paralaksa dâir incelemelerinin bulunduğu Zîc-ül-Harezmî adlı eserinde, astronomi için lüzûmlu trigonometri bilgisi ve trigonometri cetvelleri de vardır:
Eserleri: Harezmî’nin matematik, astronomi ve coğrafya alanında yazdığı birçok eserinden bâzıları şunlardır:
1. Kitâb fil-Hisâb: Bu eserde Harezmî, bugün kullanılan sıfırlı Arap rakamlarını, ondalık sistemi îzâh ediyor. Eser Adelhard Bath tarafından Latinceye tercüme edilmiş ve yayınlanmıştır.
2. Kitâbu Cedâvil-in-Nücûm ve Harekâtihâ: İki cilt hâlindeki bu eser astronomiye dâir olup, yıldızlar, gezegenler ve bunların, hareket ve faaliyetlerini incelemektedir.
3. Kitâb-ul-Muhtasar fil-Hisâb-il-Hindî: Günümüzde Arapça bir nüshası elde edilmiş olan bu eser, Harezmî’nin ikinci önemli eseridir. Hint matematiğine dâir olan bu eserin, Cambridge Üniversitesi Kütüphânesinde Algorithmi’de Numero İndorum isimli Lâtince tercümesi mevcuttur. Bu tercüme, Adelhard tarafından 12. asırda Kurtuba’da bulunan bir nüshasından yapılmıştır.
4. Kitâb-ül-Muhtasar fî Hisâb-il-Cebri vel-Mukâbele:Harezmî’nin en önemli eseridir. Aslı İngiltere Oxford, Bodlyn Kütüphânesindedir. Bu eser cebir ilmine adını veren ve bu alanda yazılan ilk eserdir. Günümüzden on bir asır önce yazılan eserde cebir sistemlerine âid kâide ve teoremler ile yeni çözüm yolları anlatılmaktadır. Eserde birinci ve ikinci derecede denklemlerin çözüm şekilleri, bilinmiyenleri, çeşitli cebir hesaplarını misâllerle açıkladıktan sonra; nazarî ve tatbikî hesaplama şekilleri, zamânın hükûmet işlerine âit hesapların yapılması, kanalların açılması, binâ yapımı; esnâf, tüccâr ve ölçme memurları için sayı işâretlerini, mîras taksim memurları ve Müslümanlar için elzem olan Kur’ân-ı kerîm’de bulunan mîrasa âit hükümler ve ferâiz bilgisi hesaplarını hem aritmetik hem de cebir yoluyla çözümleyerek misâllerle gösterir.
Eser, bir önsöz ve birkaç bölümden meydana gelmiştir. Müşerrefe ve Ahmed’in 1968 Kâhire baskılı kitabına göre birinci bölüm, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözümünü gösterir.
Ayrıca bu bölümde, ikinci dereceden tam olmayan denklemlerin geometrik çözümü konu edilir. Her tip denklem için ayrı çözüm yolu gösterilmiştir. Bugünkü cebirde Harezmî’nin kullandığı bu geometrik çözüm metodu matematikte cebir ile geometri arasında bağlantı kuran ilk çözüm yoludur. Matematik târihi bakımından pek orijinal olan bu bölüm, analitik geometrinin ilk öncüsü olması bakımından son derece önemlidir.
Yine bu bölümde, bir bilinmeyenli ve iki terimli bir çarpanın netîcesinin nasıl bulunacağı gösterilmektedir. Burada çarpanlara ayırma ve özdeşlik türünden özellikler görülür.
Kitabın ikinci bölümünde kare, dikdörtgen, üçgen, eşkenar dörtgen, dâire, dâire parçası gibi düzlem, geometrik şekillerin alanları verilmiştir. Alanın ikinci dereceden veya lineer bir ifâde ile verilmesi hâlinde ve cebrik çözüm usüllerinin geometrik isbatında bu bölüm birinci bölüm ile irtibâtlıdır. Harezmî ve kendinden sonra gelenler bu geometrik isbat yolunu çok kullanmıştır.
Kitabın üçüncü bölümünde ferâiz (İslâm hukûkuna göre mîras taksimi) hesapları anlatılmıştır. Bu bölüm, mahkemeler için çok faydalı olmuştur. Mîras, meyyite yakınlık derecesine göre oğul, kız, zevce, ebeveyn, amca, büyük ebeveyn, torunlar vs. arasında Kur’ân-ı kerîm’de belirtilmiş muayyen hisseler hâlinde dağıtılır. Bu işi aritmetikle çözmek zor olmaktaydı. Harezmî, minimum hisseyi bilinmeyen kabul edip, her durum için bir bilinmiyenli denklemler kullanmıştır.
Matematiğin, ilimler içinde oynadığı rol ve taşıdığı kıymet göz önüne alınınca, Harezmî’nin bu sâhadaki çalışma ve başarılarının ne ölçüde köklü, derin ve etkili olduğu anlaşılabilir. Allahü teâlânın çeşitli hikmet ve intizâm içinde yarattığı kâinâttaki kânun ve incelikleri, belli ölçüde anlamaya büyük yardımı olan bu ilmin, bir Müslüman-Türk bilim adamı tarafından sağlam esaslar üzerine oturtulup geliştirilmesi, büyük bir iftihâr vesîlesi ve ilmî çalışma için köklü bir teşvik kaynağıdır.
Harezmî’nin diğer eserleri şunlardır:
5) Kitâbun fil Coğrafya, 6) Kitâbün fil-Hisâb vel-Hendese vel-Mûsikî, 7) Kitâbun fit-Tarîkati Mârifet-il-Vakt bi Vesatât-iş-Şems, 8) Sun-il-Usturlâb, 9) Kitâbun fil-Cem’i vet-Tarh, 10) Kitâb-ut-Târih, 11) Kitâbu-Sûret-il-Erdi ve Coğrafiyyetihâ, 12) Kitâb-ül-Mâcistî, 13) Kitâbu Zîc-il-Harezmî, 14) Kitâbu Takvîm-il-Büldân.