HANBELÎ MEZHEBİ

İslâmiyette Ehl-i sünnet îtikâdı üzerine olan ameldeki dört hak mezhebden biri. Diğerleri; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî mezhebleridir. (Bkz. İlgili maddeler)

Allahü teâlâ, bütün Müslümanlardan aynı îmânı istemektedir. İslâmiyette îmânda, îtikâdda tefrikaya (ayrılığa) kesinlikle izin verilmemiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin inandığı ve bildirdiği ve Eshâb-ı kirâmın naklettiği gibi îmân eden Müslümanlara Ehl-i sünnet ve’l-cemâat veya kısaca “Sünnî” denir (Bkz. Ehl-i Sünnet).

Sünnî büyük İslâm müctehidleri tarafından Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde hükmü açıkça bildirilmemiş olan ibâdetlerin ve günlük muâmelelerin târifinde ve yapılışında her bir müctehid tarafından farklı ictihadlarla gösterilen ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yollara “amelî mezhebler”, bu yolu gösteren İslâm âlimine de “mezheb imâmı” denilmiştir. Mezheb imâmı olan büyük İslâm âlimlerinin aralarındaki böyle ictihâd ayrılıklarına dînin sâhibi izin vermiş ve bu hâl her zaman ve her yerde Müslümanların İslâmiyete dosdoğru uymalarını temin ederek, Müslümanlar için rahmet olmuştur (Bkz. Mezheb, İctihad). Nitekim hadîs-i şerîfte; “Âlimlerin (müctehidlerin) mezheblere ayrılması rahmettir.” buyrulmuştur.

Hanbelî mezhebi, büyük İslâm âlimi ve mezheb imâmı olan Ahmed bin Hanbel’in yoludur (Bkz. Ahmed bin Hanbel). Ehl-i sünnet îtikâdında olan Müslümanlardan amellerini, ibâdetlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara “Hanbelî” denir.

Hanbelî mezhebinin kurucusu: Bu mezhebin kurucusu, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’dir. 780 (H. 164) de Bağdat’ta doğmuş, 855 (H.241) te orada vefât etmiştir. Hadis ve fıkıh ilimlerinde zamânının bir tânesiydi. İlmi ve kemâli çok yüksekti. Üç yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilirdi. Öldüğü zaman cenâze namazını yüz kırk bin kişi kıldı.

Hanbelî mezhebinde tâkib edilen usûl: Ahmed bin Hanbel’in talebelerinin ve kendisine suâl soranların müşkillerini hallederken, ortaya koyduğu ve tâkib ettiği usûller, Hanbelî mezhebinin temel kâideleri olmuştur. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, rahmetullahi aleyh, dînî müşkillerin hallinde sırasıyla şu kaynaklara başvurmuştur:

1. Kitap ve sünnet: Bütün müctehidler gibi Ahmed bin Hanbel de bir işin nasıl yapılacağını Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bulamazsa, hadîs-i şerîflere bakar, bunlarda bulabilirse ona göre hüküm verirdi.

2. İcmâ ve sahâbe kavli: Hadîs-i şerîflerde de açıkça bulamadığı bir iş için, icmâ var ise, öyle yapılmasını bildirirdi. İcmâ, Eshâb-ı kirâmın hepsinin aynı sûretle yapması veya söylemesi demektir. İcmâya “sözbirliği” de denir. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen Tâbiînin de icmâsını delil, senet kabûl etmiştir. Sahâbe kavli (sözü, ictihâdı) bulunan bir meselede, kendi ictihâdına göre hüküm vermezdi. Sahâbenin sözüne göre hüküm verirdi. Hattâ, sahâbe sözü bulamadığı husûslarda, Tâbiînin büyüklerinden olan müctehidlerin ictihâdını, kendi re’yine tercih ederdi.

3. Bir mesele hakında, Sahâbe veya Tâbiîne âit bir re’y (ictihad) bulamazsa, zayıf ve mürsel hadislerle amel eder, ona göre hüküm verirdi. Zayıf hadisin de, sahîh hadisin bir çeşidi olduğunu göz önünde tutardı. (Bkz. Hadis)

4. Kıyâs: İmâm-ı Mâlik’in “Rivâyet yolu”nu ve İmâm-ı A’zam’ın “Rey ve Kıyas yolu”nu almış ise de, pekçok hadîs-i şerîf ezberlediğinden, önce hadîs-i şerîflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak ictihad etmiştir (Bkz. Kıyas, İctihad). İctihadda bu usûl, sâdece Ahmed bin Hanbel’e âittir.

Hanbelî mezhebinin âlimleri ve yazılan eserleri:Hanbelî mezhebinde birçok âlim yetişmiştir. Bu âlimlerin başında, Ahmed bin Hanbel’in kendi oğulları Sâlih ve Abdullah gelmektedir. Ebû Bekir el-Esrem, Abdülmelik el-Meymûnî, Ebû Bekir el-Mervezî, Harb bin İsmâil, İbrâhim bin İshak el-Harbî gibi âlimler, Ahmed bin Hanbel’in bizzât kendisinden fıkıh ilmini öğrenmişlerdir. Bu mezhebin esâsını yaymak husûsunda üstün gayret gösteren âlimlerden biri de Ebû Bekir el-Hallâl (ölm. 311 H.)dir. Seyyid Abdülkâdir Geylânî de, Hanbelî mezhebinin esaslarını yayan âlimlerdendir.

Ahmed bin Hanbel’in El-Müsned’i en meşhur eseridir. Oğlu Sâlih, çeşitli kimselere yazdığı (Mektuplar)la babasının mezhebini yaymıştır. Abdülkâdir Geylânî Futûhul Gayb ve Günyetüt-Tâlibînkitapları ile, Abdurrahmân el-Cezerî’nin Kitabül-Fıkhı alel Mezâhibil-Erbaa’sında, bu mezhebin esasları en geniş şekilde açıklanmaktadır. El-Mugnî, El-İknâ, Bülûgul-Emânî adındaki eserler de Hanbelî fıkhı üzere yazılmıştır.

Hanbelî mezhebinin yayılması: Bu mezhep, Şam ve Bağdat taraflarında çok yayılmıştı. Şimdi azalmıştır. Arabistan’da da mensupları vardı.

Bugün Arabistan Yarımadasında bulunan Vehhâbilerin bir kısmı kendilerine Hanbelî demektedirler. Vehhâbiliğin bozuk inanışlarının kaynağı olan İbn-i Teymiyye ve bunun yolunda yürüyen İbn-i Cevziyye’nin de Hanbelî olduğu iddia edilirse de gerek İbn-i Teymiyye ve İbn-i Cevziyye, gerekse Vehhâbilerin inançları, amelleri incelendiğinde, Hanbelî mezhebinden ayrıldıkları ve bu mezheble bir bağlılıkları olmadığı görülmektedir. Bu bakımdan “Hanbelî mezhebindeyiz” diyen Vehhâbilerin bu mezheple alâkalarının olmadığı açıkça ortadadır. Vehhâbilik, Ehl-i sünnete uymayan bozuk yollardan biridir. (Bkz. Vehhâbilik)

HANÇER

Alm. Kurzer, Gebogener Dolch; Handschar (m), Fr. Poignard (m), court et courbé, İng. Short, curved dagger, khanjar. Ucu eğri ve sivri, yanları keskin, silâh olarak kullanılabilen kamadan küçük bıçak. Hançerler şekil olarak düz veya tırtıllı olurlar. Bulunan ilk hançer boyutlu bıçaklar, çok eski çağlara âittir. Bu hançerlerde kabz, sap gibi ayrıntılar kullanılmakla birlikte, yekpâre olarak yapılmışlardı. Eski târihlerde yapılmış bu tip hançerlere çakmaktaşı, bronz ve demir olanları misâl verilebilir. Çakmaktaşı ve bronzdan yapılmış hançerler, ince, iki yüzü keskin, demir hançerler ise bunlardan daha geniş ve sağlamdır.

Daha sonra dünyânın çeşitli yerlerinde değişik hançer tipleri ortaya çıktı. Osmanlı Devleti zamânında kullanılan hançerler genellikle demirden, bu tip hançerlere uygun şekilde îmâl edilirlerdi. Tanzimât dönemine kadar hançer, hemen ekseri erkeğin taşıdığı, mertlik, cengâverlik timsâli bir nesne olarak görülürdü. Hançerin Osmanlılarda îtibâr görmesi, kabza ve kınların süslemesinin kuyumculuğun bir dalı hâline gelerek, bu dalda en güzel örneklerin verilmesine sebeb oldu. Yâkut, elmas, pırlanta, zümrüt gibi kıymetli taşlarla süslenmiş hançerler, pâdişâhlara verilen hediyelerin belli başlılarından olmuştur. Topkapı Sarayı Müzesinde Osmanlı döneminden kalma kıymet biçilmez hançerler vardır. Yavuz Sultan Selim Hanın sapı neceften yapılmış hançeri bunların en ünlüsüdür.

Yirminci yüzyılın başlarında hançerler önemlerini kaybetti ise de Birinci Dünyâ Savaşında elde edilen tecrübeler bunların hâlâ yakın mücâdele için kullanışlı ve geçerli silâh olduklarını ortaya koymuştur. İkinci Dünyâ Savaşında ise, zamânın en modern ordusu olan ABD askerlerinin tamâmına hançer dağıtılmıştır. Günümüzde de hemen hemen bütün ordularda hançer (kasatura) kullanılmaktadır. Bu silâhlar kasatura, kama gibi özel isimler almakta, ancak ölçü ve biçim olarak yine hançer sınıfına girmektedir.

Hançerler genellikle iki yüzlü olmakla berâber, ince üçgen prizma şeklinde yapılanları da vardır. Bâzı hançerlerin bir ağzı keskin diğer ağzı kör olabilir. Uzunlukları 10-15 cm arasında değişir. Bu boyutları aşan bıçaklar değişik isimler alırlar. Hançerler asıl olarak düzdürler. Fransız, Alman, Malezyalılara mahsus hançerler ile Çinlilerin Kore Savaşında kullandığı gibi; kavisli, tırtıllı olanları da vardır.

HANEFÎ MEZHEBİ

İslâmiyette Ehl-i sünnet îtikâdındaki dört hak mezhepten birincisi. Diğerleri Mâlikî, Hanbelî ve Şâfiî mezhebleridir. (Bkz. İlgili maddeler)

Allahü teâlâ, bütün Müslümanlardan aynı îmânı istemektedir. İslâmiyette, îmânda, îtikâtta tefrikaya, ayrılığa izin verilmemiştir. Resûlullah efendimizin inandığı ve bildirdiği ve Eshâb-ı kirâmın naklettiği gibi îmân eden Müslümanlara “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat” veya kısaca “Sünnî” denir (Bkz. Ehl-i Sünnet). Sünnî büyük İslâm müctehidleri tarafından Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde hükmü açıkça bildirilmemiş olan ibâdetlerin ve günlük muâmelelerin târifinde ve yapılışında, her bir müctehid tarafından farklı ictihadlarla gösterilen ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yollara “amelî mezhepler, bu yolu gösteren İslâm âlimine de mezheb imâmı” denilmiştir. Mezheb imâmı olan büyük İslâm âlimlerinin aralarındaki böyle ictihad ayrılıklarına dînin sâhibi izin vermiş ve bu hâl her zaman ve her yerde Müslümanların İslâmiyete dosdoğru uymalarını temin ederek Müslümanlar için rahmet olmuştur (Bkz. Mezheb, İctihad). Nitekim hadîs-i şerîfte; “Âlimlerin mezheblere ayrılması rahmettir.” buyrulmuştur.

Hanefî mezhebi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanife’nin yoludur. Ehl-i sünnet îtikadında olan Müslümanlardan, amellerini, ibâdetlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlarına “Hanefî” denilir. “Hanîf”, doğru yolda olanlar; “Ebû” da, baba demektir. “Ebû Hanîfe”, doğru yolda olanların babası, reisi mânâsına kullanılmıştır. (Bkz. İmâm-ı A’zam)

Hanefî mezhebinin kurucusu: İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir. İmâm-ı A’zam 699 (H.80) târihinde doğup, 767 (H.150) târihinde vefât etmiştir. Din bilgilerini, hocası Hammâd bin Ebî Süleymân’dan öğrendi. Hammâd’ın hocası İbrâhim Nehâî idi. O da Alkame bin Kays’tan öğrendi. Alkame’nin hocası Abdullah ibni Mes’ûd’dur (radıyallahü anh). Bu zât, Eshâb-ı kirâmdan olup, din bilgilerini Peygamber efendimizden öğrenmiştir.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, 4000 kişiden ilim öğrenmiştir. Fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi Resûlullah’ın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikad, îmân bilgilerini de topladı, yüzlerce talebesine bildirdi ve Ehl-i sünnetin reisi oldu. Fıkıhta beş yüz binden fazla mesele çözdü, kâideler ve usûller koydu. Bütün dünyâda tatbik olunan İslâmî hükümlerin dörtte üçü İmâm-ı A’zam’ındır. Kalan dörtte birinde de ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reisi odur. Diğer bütün müctehidler (mezheb âlimleri), onun çocukları gibidir.

Hanefî mezhebindeki usûl: İmâm-ı A’zam’ın, talebelerinin ve kendisine sual soranların dînî müşküllerini hallederken ortaya koyduğu ve takib ettiği usûller, Hanefî mezhebinin temel kâideleri olmuştur. İmâm-ı A’zam, dînî müşküllerin hallinde sırasıyla şu kaynaklara, yollara başvurmuştur:

1. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler: İmâm-ı A’zam da, diğer müctehidler gibi, bir işin nasıl yapılacağını, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsa, hadis-i şeriflere bakardı. İctihadlarında Peygamberimizin sünnetine tâbi olmakta, herkesten ileri gitmiş, mürsel hadisleri bile müsned hadisler gibi sened olarak almıştır. (Bkz. Hadis)

2. İcmâ ve Sahâbe kavli: Bir iş hakkında hadîs-i şerîflerde de açıkça hüküm bulunmazsa, bu iş için (icmâ) var ise, öyle yapılmasını emrederdi. İcmâ, sözbirliği demek olup, bir işi, Eshâb-ı kirâmın hepsinin aynı sûretle yapması veya söylemesi demektir. İmâm-ı A’zam, Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi kavillerinin üstünde tutmuştur. Onların, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında, sohbetinde bulunmak şerefiyle kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır. (Bkz. İcmâ)

3. Kıyas: Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ ile veya Sahâbe sözü ile de bilinemezse, kendisi kıyas yaparak hüküm verirdi. Onun bu kıyas yoluna, “re’y yolu” veya “ictihad” da denir (Bkz. İctihad). Kıyas, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde hakkında açık hüküm bulunmayan bir işi, hakkında açık hüküm bulunan bir diğer işe benzeterek hükme bağlamaktır. (Bkz. Kıyas)

4. İmâm-ı A’zam, nasslardan (âyet ve hadislerden), icmâ ve kıyastan başka istihsan ve örfler ile de hüküm verirdi. Bu kadar var ki, örfün, İslâmiyette yasak olduğu açıkça bildirilen bir hükme aykırı olmaması lâzımdır.

İstihsan: Daha kuvvetli görülen bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerinin hükmünden başka bir hükme dönmektir. Yâni dînen mûteber olan bir tercih sebebine dayanarak, bir delîli buna aykırı düşen başka bir delilden üstün tutup, buna göre hüküm vermektir.

İmâm-ı A’zam’ın talebeleri ve mezhebinin yayılması: İmâm-ı A’zam’ın yetiştirdiği talebelerin sayısı yaklaşık 730 civârındadır. Bunların birçoğu, din bilgilerinde ictihâd derecesine yükselmiştir. Oğlu Hammâd, talebelerinin ileri gelenlerindendir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî, iki yüksek talebesi olup “İmâmeyn” lakabı ile meşhur olmuşlardı. Bir dînî meselede İmâmeynin ictihâdı, İmâm-ı A’zam’ın ictihâdı ile eşit tutulurdu. Hanefî mezhebindeki bir müftî, İmâm-ı A’zam’ın sözüne uygun fetvâ verir. Aradığını onun sözünde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf’un sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin sözlerini alır. Ondan sonra İmâm-ı Züfer, daha sonra Hasan bin Ziyâd’ın sözünü alır. Her asırda Hanefî mezhebinde çok yüksek âlimler yetişmiştir. Evliyânın büyüklerinden Muhammed Şâziliyye, İmâm-ı Rabbanî gibi zatlar bu mezhebe bağlıydılar. Osmanlılar zamânında yetişen âlimlerin çoğu Hanefî mezhebindendi. Molla Fenârî, Molla Gürânî, Ahmed ibni Kemâl Paşa, Ebussuud Efendi, İmâm-ı Birgivî, İbn-i Âbidîn bu âlimlerden bâzılarıdır.

Hanefî mezhebinin bilgileri, sonraki âlimlere şu üç yoldan gelmiştir.

1. Usûl haberleri: Bunlara zâhir haberler de denir. Hanefî mezhebinin imâmı olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’den ve talebelerinden gelen haberlerdir. Bu haberler, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin altı kitabı ile bildirilmiştir. Bu altı kitap; El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-Sagîr, El-Câmi-ul-Kebîr, Es-Siyer-üs-Sagîr, Es-Siyer-ül-Kebîr’dir. Usûl haberlerini toplayan, Hâkim Şehid Muhammed Tirmizî’dir. Bunun Kâfî kitabı meşhûrdur. Pekçok şerhi olan bu kitabın en meşhur şerhi İmâm-ı Serahsî hazretlerinin yazdığı otuz ciltlik Mebsût’tur.

2. Nevâdir haberleri: Yine bu imâmlardan gelen haberlerdir. Fakat, bu haberler, o altı kitapta bulunmayıp, ya İmâm-ı Muhammed’in El-Kîsâniyât, El-Hârûniyât, El-Cürcâniyât, Er-Rukiyyâtadındaki başka kitapları ile bildirilmiştir. Bu dört kitap, yukarıdaki altı kitap gibi, açıkça ve sağlam gelmiş olmadığından, bu haberlere “zâhir olmayan haberler” de denir. Yâhut, başkalarının kitabları ile bildirilmişlerdir. Meselâ, İmâm-ı A’zam’ın talebesinden Hasan bin Ziyâd’ın Muharrer ve İmâm-ı Ebû Yûsuf’un Emâlîadındaki kitapları ile bildirilmiştir.

3. Vâkı’ât haberleri: Üç imâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve onların talebelerinin ictihâd ettikleri meselelerdir. Böyle haberleri, ilk toplayan Ebülleys-i Semerkandî olup, Nevâzil kitabını yazmıştır.

Osmanlı âlimlerinden Şeyhulislâm olanların hazırladığı ve sonradan derlenmiş Fetvâlar, Hindistan âlimleri tarafından hazırlanan Fetâvâ-yı Hindiyye (Fetâvâ-ı Âlemgiriyye), ayrıca bir kânun metni şeklinde tedvin edilmiş olan ve Ahmed Cevdet Paşanın başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan Mecelle de Hanefî mezhebinin fıkhî hükümlerini bildirmektedir. Osmanlı Devleti zamânında yetişen büyük fıkıh âlimlerinden İbn-i Âbidîn Seyyid Muhammed Emin Efendinin hazırladığı ve kendi zamânına kadar yazılmış en mûteber fıkıh kitaplarının bir hülâsasını, özünü teşkil eden beş ciltlik Reddül-Muhtâr kitabı da Hanefî mezhebini bildiren en kıymetli kaynaklardandır.

Ayrıca günümüz Türkçesi ile kaleme alınmış ve yüzlerce eserin incelenmesi ile meydana getirilmiş olan Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabı da, Hanefî mezhebinin esaslarını bildiren çok geniş ve en kıymetli bir eserdir. Bu kitap İhlâs A.Ş. tarafından neşredilmiş ve İngilizceye de tercüme edilmiştir.

Hanefî mezhebi, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin hâkim olduğu bütün ülkelere yayılmıştır. Bugün dünyâ yüzünde bulunan Müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir.

Âlimlerin çoğu, diğer mezheplerin de hak olduğunu, fakat Hanefî mezhebinin hükümlerinin daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Bunun için İslâm memleketlerinin çoğunda Hanefî mezhebi yerleşmiştir. Türkistan ve Hindistan’ın ve Anadolu’nun hemen hemen hepsi Hanefîdir.

HANIMBÖCEĞİ

(Bkz. Uğurböceği)

HANIMELİ (Lonicera)

Alm. Geissblatt, Jelängerjelieber (n), Fr. Chevrefeuillie (m), İng. Honeysuckle. Familyası: Hanımeligiller (Caprifoliaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Batı ve Güney Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu.

Mayıs ve temmuz aylarında pembemsi beyazımtrak-sarı renkli çiçekler açan, 1-3 m yükseklikte, tüysüz veya az tüylü tırmanıcı bir bitki.

Yapraklar gövde üzerinde karşılıklı-çapraz, derimsi, tüysüz ve alt yüzü az tüylüdür. Aşağıdaki yapraklar kısa saplı ve yumurtamsı şekilde olup, yukardakiler ise gövdeyi saracak şekilde tabanlarıyla birleşmiş durumdadır. Güzel kokulu olan çiçekler, tepedeki yaprakların koltuğunda, genellikle üç demet hâlinde, oldukça uzun saplı, başçık tipinde çiçek yaparlar. Çiçekler uzun tüpsü ve sarkık dudaklıdır. Olgunlukta kırmızı renkli üzümsü meyveler verir.

Kullanıldığı yerler: Park ve bahçelerde çiçeklerinin güzel kokusundan dolayı süs bitkisi olarak yetiştirilir. Tıpta yaprakları gargara yapmak için, çiçekleri antispazmodik olarak, meyveleri de idrar söktürücü ve kusturucu olarak kullanılır.

HANİ BALIĞI (Serranus cabrilla)

Alm. Sögebarsch, (m), Fr. Serran cabrille, İng. comber. Familyası: Hanigiller (Serranidae), Yaşadığı yerler: Marmara, Akdeniz ve Atlas Okyanusu kıyılarının kayalık diplerinde. Özellikleri: 25 cm boyunda 500 gr kadar ağırlıkta, çift cinsiyetli (hermofrodit) balıklar. Ömrü: 20 yıl kadar. Çeşitleri: Asıl hani, benekli hani, yazılı hani, sarı hani, berberbalığı, iskorpit hanisi gibi türleri vardır.

Kemikli balıklar takımının, Serranidae âilesinden deniz diplerinde yaşayan etçil ve yırtıcı bir balık. Yalnız veya küçük sürüler hâlinde yaşar. Bizde Marmara ve Akdeniz’de bulunur. Boyu 25 cm kadar olup, 500 gr ağırlığı aşanları vardır. Çoğunlukla Akdeniz’de rastlanan “yazılı hani” 30 santimetreye ulaşır. Renkleri mevsim ve yaşına göre değişirse de çoğunlukla alaca kırmızı veya sarımtrak olurlar. İki sırt yüzgeci birleşerek tek yüzgeç hâlinde uzanır. Alt çene üst çeneden uzundur.

Çift cinsiyet özelliğine (erdişi) sâhip balıklardır. Aynı birey, hem erkek hem dişilik görevi yapabilir. Eti çok lezzetli ve hazmı kolaydır. Değerli bir besin kaynağı olduğundan ticârî açıdan kıymetlidir.

Her mevsimde avlanır. Kayalık diplerde yaşadığından ağla yakalanması zordur. Olta veya patlayıcı maddelerle avlanır. Patlayıcılarla yapılan avlanmalar sonucu, soyları tükenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Karadeniz’de bulunmaz. Nisan ve mayıs aylarında yumurtlar. Yazın kıyılara yaklaşır, kışın ise daha derinlere inerler.

HANÎFLİK

İbrâhim aleyhisselâmın dînine verilen ad. Hanîf kelimesinin sözlük mânâsı istikâmet (doğruluk) demektir. Dînî terim olarak; İslâmiyetten önce putlara tapmayan ve İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzere bulunan kimselerdir. Hanîflik, müşrikliğin (Allahü teâlâya ortak koşmanın) zıddıdır. İslâmiyetten önce Arabistan’daki hatiplerin meşhûrlarından olan ve herkesi İbrâhim aleyhisselâmın dînine çağıran Kus bin Sâide ve yine Peygamber efendimizin bütün baba ve dedeleri hanîf dîninde idiler.

Kur’ân-ı kerîmde hanîf kelimesi zikredilmiş olup, İbrâhim aleyhisselâm için hanîf buyurulması, onun Hakk’a yönelmesi sebebiyledir. Zîrâ İbrâhim aleyhisselâm, Keldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları tahkir edip (aşağı tutup), sâdece Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmiştir. Dinde istikâmet (doğru yol) üzere olup bu yolda yürümüştür.

Bundan başka hanîf kelimesi, Kur’ân-ı kerîmde; tek başına söylendiğinde “müslüman olan” müslim kelimesi ile berâber geçtiğinde “hac yapan”, bâzan da dinde istikâmet (dosdoğru) üzere olmayı kuvvetlendirmek için zikredilmiştir.

Hanîflik İbrâhim aleyhisselâmın dîninin esas vasfı olmakla birlikte yalnız ona mahsus değildir. Bütün peygamberlerin bildirdikleri tek bir îmânın yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdetin adı da “hanîflik” tir. Hanîf ise, şirk olan bütün bâtıl (bozuk) inanışlardan uzak durmayı şiâr edinen sâdece Allahü teâlâya imân ve ibâdete çağıran kimsedir.

HANZALA BİN EBÎ ÂMİR

Eshâb-ı kirâmdan. Ensârın yâni Medîneli Müslümanların ileri gelenlerindendir. İsmi, Hanzala bin Âmir bin Sâfi bin Mâlik’tir. Tâkî ve Gâsil-ül-Melâike lakaplarıyla meşhurdur. Medîne’deki büyük kabîlelerden Evs kabîlesine mensuptur. Doğum târihi bilinmemektedir. 624 (H.3) senesinde Uhud’da şehid oldu.

Hanzala radıyallahü anh, Peygamber efendimize, peygamberlik bildirilmeden önce de îmân sâhibi olup, Allah’ın birliğine inanır, putlara tapmazdı. Hanîf yâni İbrâhim aleyhisselâmın dînindeydi. Peyamber efendimizin dâveti üzerine hemen Müslüman oldu. Bedir Savaşında bulunup, büyük kahramanlıklar gösterdi. Bedir Savaşından bir müddet sonra, Abdullah bin Übey’in kızı Cemile ile nikâhlandı. Ertesi gün de Kureyş müşrikleriyle savaş yapacaktı. Hanzala radıyallahü anh, geceyi hanımının yanında geçirmek üzere Resûlullah efendimizden müsâde aldı. Medîne’ye geldi. O gece hanımıyla berâber kaldı. Ertesi sabah Uhud’a yetişmek için çok acele yola çıktı. Peygamber efendimiz Uhud’da harb için safları düzeltirken Hanzala yetişti. Harb başladıktan sonra kahramanca çarpıştı. Daha sonra müşrikler bozularak kaçmaya başladılar. Hanzala, Ebû Süfyân’ın yolunu kesip, atının bacaklarını kılıcıyla uçurdu. Bu sırada Ebû Süfyân yere düştü. Hanzala Ebû Süfyân’a hücûm etmekteyken arkadan yaklaşan Şeddad bin Esved, Hanzala’yı sırtından mızrakladı. Müşrik ikinci bir darbe daha vurup Hanzala’yı şehid etti.

Hanzala radıyallahü anh, şehid olunca, Peygamber efendimiz; “Ben Hanzala’yı meleklerin gökle yer arasında gümüş bir leğen içinde yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm.” buyurdu.

Ebû Useyd Sa’îd radıyallahü anh diyor ki: “Gidip Hanzala’ya baktım, başından yağmur suyu akıyordu. Döndüm bunu Resûlullah’a haber verdim.” Peygamber efendimiz hanımına haber gönderip bunun sebebini sordu. Hanımı da, Hanzala’nın Uhud’a çıktığında gusül abdestine muhtâc olduğunu, Uhud’a yetişmek için, acele ile gusül etmeyi unuttuğunu, bildirdi. Bundan sonra Hanzala’nın adı “Gasîl-ül-Melâike” yâni melekler tarafından yıkanmış kimse olarak anıldı. Hanzala’nın şehid olmasından sonra Abdullah isminde bir oğlu dünyâya geldi.

HAPİS

Alm. Einsperren (n), Fr. Emprisonnement (m), İng. Confinement, imprisonment. Suçluyu bir yerde gözaltında bulundurma, bir yerde kalmaya mahkûm etme. Toplu halde yaşamak mecbûriyetinde olan insanlar, bu hayatın bir gereği olarak bir takım kaide ve usûllere uymakla mükelleftirler. Bu husus, insanların kendi huzurları ve bekâları için zarûrîdir. İşte insanlar, birlikte yaşamanın gereği olan kurallara uymayanları bu kurallara uymadıkları için, uymamaya meyilli olanları bu fikirlerinden vazgeçirmek ve böylece toplumun huzurunu temin etmek için bir takım cezâlar uygulamışlardır. Bu cezâlardan ilk çağlardan beri kullanılmakta olanı ve en meşhuru hapis cezâsıdır.

Hapis, suçlu olduğuna mahkemece karar verilen kimseleri, belli bir süre toplumdan ayrı bulundurmak üzere cezâevinde (hapishânede) kalmak zorunda bırakan, hürriyeti bağlayıcı bir cezâdır. Hapis, suçluyu bir süre toplumdan uzak tutmaktır. Toplumu da onun zararlarından korumaktır. Hapis, suçluyu topluma kazandırmada eğiticilik ve onun suç işlemesinde caydırıcılık rolü de oynar.

Suçlara verilecek cezâlar, insanların yaratılıştan bu yana Allahü teâlâ tarafından peygamberlerine bildirilmiştir. Peygamberlere gönderilen her dinde, cezâyı gerektiren suçlar ve cezâ miktârları açıklanmıştır. Sonradan târih boyunca bir takım devletler bu kânunları değiştirerek, yeni bir takım kânunlar ortaya koymuşlar, adâlet yaptıklarını zannederek, zulme varan çeşitli cezâlar tatbik etmişler veya insanlık duyguları adı altında cezâları çok hafifleterek suçluların çoğalmasına ve mazlûm haklarının gasbına sebeb olmuşlardır.

Eski devletlerin kânunlarında hapis cezâları belirtilmişti. Asurlular, Etiler, Mezopotamyalılar, Romalılar, Moğollar, Çinliler, Yunanlıların da kendilerine göre bir hukuk sistemi ve hapis cezâları vardı.

Daha sonraları Avrupa’da hukuka sistemli bir şekil verilmeye başlanmış, klasik, neoklasik ve modern dedikleri bâzı devrelerde kânunlar hazırlanmış ve cezâ sistemleri konmuştur. Son gelişmelerle modern dünyâ hukukunda iki prensip yer almıştır. Bunlardan birincisi, kânunsuz suç ve cezâ olmaz; ikincisi ise, cezâların şahsîliği prensibidir.

Bugün dünyâ devletlerinin bir çoğu belli bir hukuk sistemine sâhiptir. İngiltere ve bâzı devletlerde örf, âdet ve gelenekler hukuku geçerlidir.

Türklerde, İslâmiyetin kabulünden önceki dönemlerde örf, âdet hukuku geçerli olduğu için çok farklı cezâ şekilleri, buna bağlı olarak da hapis çeşitleri vardı. İslâmiyetin kabulünden sonra İslâm cezâ hukuku uygulanmaya başlamış ve bu sistem cumhuriyet devrine kadar devam etmiştir. İslâm cezâ hukukunda da suçluyu hapis ile cezalandırmak vardır. Kur’ân-ı kerîm’de altı suçun cezâ miktârları açıkça bildirilmiştir. Bunların cezâsına “had” denir. Had cezâları hâkimin takdirine bırakılmamıştır. Fakat tâziri gerektiren suçların cezâları çok çeşitlidir. Bunlardan biri de hapis ve sürgündür. Tâzir, suçluyu edeplendirmek, terbiye etmek, hatâsını düzeltmesi için gerekli ikâzda bulunmak demektir. Tâzir, had’den daha hafif cezâ ile cezâlandırmaktır. Tâzirin cinsini ve cezânın miktârını hâkim takdir eder. Suçluyu gerekli gördüğü hallerde, işlenen suça ve şahsa uygun olan cezâ ile cezâlandırır. Bu cezâlardan birisi de hapis olabilir.

Cumhûriyet devrinde İtalyan cezâ hukukundan istifâde edilerek yeni Türk Cezâ Kânunu kabul edilmiş ve böylece yeni bir cezâ hukuku sistemi getirilmiştir. Kânuna göre hapis cezâsının verilebilmesi için suçun kânunlarda belirtilip, cezânın hapis olması, suçun işlendiğinin sâbit olması, suç zamanına riâyet edilmesi, incelenmesi ve mahkeme kararıyla cezâ verilip bu cezânın da hapis olması lâzımdır.

Türk Cezâ Kânunu’nda üç türlü hapis cezâsı vardır. Bunlar; ağır hapis, hapis ve hafif (kısa) hapis cezâlarıdır.

Ağır hapis: Müebbet veya muvakkat olur. Müebbet ağır hapse mahkûm olan ölünceye kadar hapishanede (cezâevinde) tutulur. Muvakkat ağır hapiste ise, bir yıldan 24 yıla kadar hapsedilir. Ağır hapis için dört devre kabul edilmiştir. Birincisi geceli gündüzlü hücrede tecrit devresidir. İkincisi geceli gündüzlü diğer mahkûmlarla birarada bulunma devresidir. Bu devrede ancak çalışma teşkilâtı olan hapishânelerde çalışma mecburiyeti vardır. Üçüncü devrede cezâ, iş esâsı üzerine kurulu hapishânelerde yine birarada fakat hep çalıştırılmak sûretiyle çektirilir. Dördüncü devre ise şartla salıverme devresidir. Cezânın belli bir kısmını iyi hal ile geçiren mahkûmların serbest hayata alışmalarını temin ve ıslâh oluşlarını kolaylaştırmak maksatlarıyla tecrübe mâhiyetinde olmak üzere salıverirler. Suçlu bu müddeti iyi geçirirse artık hakîkaten iyi olmuş demektir. Cezâsının geri kalan kısmını da böyle çekmiş sayılır.

Hapis cezâsı: Yedi günden 20 seneye kadardır. Kânunla açıklanmayan yerlerde yukarı haddi beş senedir. Ağır hapisten farkı, bunda hücre cezâsı yoktur. Hapiste de devre sistemi vardır.

Hafif hapis: Hafif hapiste cezâ bir günden iki seneye kadardır. Bunda da devre sistemi vardır. Hücre sistemi hafif hapiste yoktur. Ayrıca şartlı salıverme de yoktur. Kanunun tâyin ettiği hallerde hafif hapis cezâsı, bâzı imâlathânelerde veya nâfia ve belediye işlerinde çalıştırılmak sûretiyle icrâ ettirilebilir. Eğer mahkûm cezâsının icrâsı için hazır bulunmaz veya hizmetten kaçınırsa hafif hapis cezâsı, bulunduğu hizmet mahallinde de tamamlattırılır.

Türk Cezâ Kânunu’na göre cezânın vasıf ve özellikeri şunlardır: a) Cezâ, suçluyu mahrumiyetlere tâbi kılarak ona ızdırap verici, acı çektirici nitelik gösterir. b) Cezâ, kânun tarafından tesbit olunur. c) Cezâ, fiilin ağırlığı ve suçlunun sorumluluk derecesi ile orantılı olarak tesbit edilen ve uygulanan bir müeyyidedir. d) Cezâ, esâsında korkutuculuk vasfı taşıması gereken bir müeyyidedir. e) Cezâ, muhâkeme sonunda verilen bir kararla tâyin ve tesbit edilip, tatbik edilir.

Hapis cezâsının maksadı kişiyi edeplendirmektir. Hapis cezâsı ve bütün cezâlar verilirken işlenen suçların cezâsız (karşılıksız) kalmadığını göstermek, başkalarının bu suçu işlemesini önlemek, toplumda huzûru, emniyet içinde yaşamayı sağlamak için verilir.

HAPİSHÂNE

Alm. Gefängnis (n), Kerker (m), Justizvollzugsanstaltı (f), Fr. Prison, pénitencier (m), maison d’arrêt (f), İng. Prison, jail. Mahkûm ve tutukluların hapis cezâlarını çekmek üzere bulundukları yer, cezâevi. Hapishânelerde cezâlılar dış dünyâdan tecrit edilir. Eski çağlarda hapishâne sayılabilecek yerler cezâsı verilecek kişinin mahkemesinin yapılacağı zamana kadar kaldıkları yerlerdi. Suçluların hapis cezâsına çarptırıldığı ilk hapishaneler, değişik gâyelere hizmet etmekte, hattâ suçlulara zulüm ve işkence yeri olarak kullanılmaktaydı.

Mevcut kayıtlara göre, Avrupa’daki ilk hapishaneler Bizans İmparatorluğunun dünyâca meşhur zulüm yerleri olan Bizans zindanlarıydı. Buraları kralların ve yakınlarının hoşlarına gitmeyen kimselerin hiçbir hak, istek ve ihtiyacı karşılanmaksızın atılıp, ölümü bekledikleri yerlerdi. Avrupa’da resmî mânâda ilk hapishâne İngiltere’de 1582’de yapıldı. Bundan sonra 1596’da Hollanda’da 1667’de İtalya’da, 1703’te yine İtalya’da bir çocuk ıslahevi ve kadın hapishânesi inşâ edildi. Amerika’da 1773 yılında Filedelfiya hapishânesi kurulmuştur. Burası zamanının en modern hapishanesiydi. Fransa’da ise 18. yüzyılın ikinci yarısında kral aleyhinde suç işleyenlerin konulduğu meşhur Bastille hapishaneleri birer işkence yerleriydi. Bu dönemlerde Müslüman devletler ile Osmanlılardaki hapishaneler, çok daha insânî yönde ve merhamet esasına dayanıyordu. Zulüm ve işkence yasaktı.

Devletlerarası, hapishânelerin durumunu ele alan ilk toplantılar 1846’da Frankfurt’ta, 1847’de Brufelles’te yapılarak cezâ ve infâz şekilleri sistemleştirilmeye çalışıldı. Sonradan kurulan hapishâneler ve eskileri bu toplantılarda alınan kararlara uydurulmaya çalışıldı. Bizde ise 1878 târihinde iki kânun ile yeni düzenlemeler yapıldı. 14 Haziran 1930’da hapishane ve tevkifhâne idâresi hakkında kânun çıkarıldı. Bu 1941, 1943 ve 1951 târihlerinde bâzı değişikliklere uğratılmıştır. Yürürlükteki cezâ kânununa göre her mahkeme bulunan yerde bir hapishâne, bakanlık emri ile bölge hapishâneleri kuruldu. Kadın hükümlüler için hapishânelerde bölmeler ayrılarak 11-16 yaş arası suçlular için çocuk ıslahevleri açıldı.

Bugün hapishânelerde mahkûmları çalıştırma esası uygulanmaktadır. Çalıştırılma şekil ve şartları ayrıca kânunla tespit edilmiştir. Ülkemizde mevcut 600 kadar hapishâne ve ıslahevinin büyük bir bölümünde mahkûmlara çalışacakları iş verilmekte ve istekli olanlar çalıştırılmaktadır. Bâzı yerlerde ise mecbûrî olarak ağır işler yaptırılmaktadır. Bütün bu çalışmalarda belirli ücret ödenmektedir.

Hapishânelerde idâre, nezâret, terbiye ve sağlık servisi ile muhâfaza servisleri vardır. Hapishâneler bütün dünyâ ülkelerinde modernleşmeye yüz tutmuştur. Bu îtibârla modernleşmede dünyâda başlıca beş sistem benimsenmiştir: Bunlar sırasıyla: 1) Hücre sistemi, 2) Auburun sistemi, 3) İrlanda sistemi, 4) Topluluk sistemi 5) Yeni sistemler.

Bu beş sistemden ilk ikisi suçlunun hücrede eğitilmesini öngörmektedir. Bunlardan birincisi 1913 yılına kadar, diğeri ise İkinci Dünyâ Savaşına kadar benimsendi. Üçüncü İrlanda sistemi iyi hal gösterme esas tutulmak üzere mahkûmlara not vermek ve bu notlara göre mahkûmun cezâ süresini ayarlamak esâsına dayanmaktadır. Topluluk sistemi, bütün hapishânelerin gündüz ve gece iş başında ve istirâhat esnâsında beraberce bulundukları sistemdir. Bu sistemde hapishâne bir suç okulu hâline gelir. Yeni sistem ise, günümüzde uygulanan sistemdir. Bu sisteme göre, hapishânelerin mimârî bakımdan yapısı son derece moderndir. Ayrıca mahkûmlar, önce incelemeye tâbi tutulup, objektif kriterlere göre tasnifi yapılıp gruplandırılır, sonra bu mahkûmlar, güvenlik bakımından tam, orta ve en az güvenlik şartlarına tâbi müesseseler olmak üzere, açık, yarı açık ve kapalı hapishânelere gönderilirler.

Hapishânelere gönderilen mahkûmlara şu program uygulanır:

1. Disiplin: Disiplin her hapishanede uygulanması zarûrî bir şarttır. Yalnız disiplinin tatlı sert nevinden olması lâzımdır.

2. Eğitim ve öğretim: Hapishânelerde her mahkûma okuma yazma ve belli bir sanat öğretilir.

3. Çalıştırma: Mahkûmların çalıştırılması hapis cezâsının tabiî şartıdır. Çalışmanın esas îtibâriyle eğitici ve uslandırıcı yönü vardır.

4. Eğlence: Mahkûmun kafasından kötü düşünceleri silmek gâyesiyle yapılır. Jimnastik, her türlü sporlar, temsiller, eğitici televizyon programları, kitap vs. bu sayılanların her biri eğitici amaçla yapılır.

5. Hapishâne dışı ile olan ilişkiler: Dış dünyâ ile mahkûmların ilişkisinde mektup yazma, telefonla konuşma, ziyâret edilme, izinli olarak hapishâneden çıkma başta gelir. Bunların eğitici vasfı çok büyüktür. Aslında hapishânede hapsedilmekten maksat da mahkûmu uslanmış olarak topluma iâde etmektir. Hapishânelerin bütün personeli ile amme menfaati gereği mahkûmların her bakımdan eğitilerek topluma kazandırılması için canla başla çalışmaları lâzımdır. Bu çalışmayı başaran milletler, huzurlu bir topluma, çalışkan bir millete, disiplinli bir devlete sâhib olurlar. Zâten insanların bir gâyesi de birbirlerine doğru yolu göstermeleridir. Bu bakımdan her cemiyet, kendisini daha iyi müdâfaa edebilmek için, suçlu ile meşgul olmak zorundadır. Fakat acaba her vatandaşı suça karşı derhal koruyabilecek, yâni suçu önleyebilecek imkânlara sâhip midir? Bu olmadığına göre her vatandaşı, devlet himâyesi yetişinceye kadar kendisini koruyabilecek şekilde terbiye etmek ve buna göre dünyâda en doğru hukuk nizâmını benimseyip uygulamak her devletin en önemli vazifesi olmalıdır. Çünkü doğru olan hukuk nizâmı ve bâtıl olmayan dînî inançlar, insanı terbiye eder, suçlu yetişmesine önceden engel olur.

HAPŞIRMA

Alm. Niesen (n), Fr. Eternuement (m), İng. Sneeze, sneezing. Burun iç yüzeyinin uyarılmasıyla, havanın gürültülü ve hızlı bir şekilde burun ve ağızdan çıkarılması. Burun iç yüzeyinde (mukozasında) sonlanan beşinci kafa siniri yoluyla gelişen bir refleks olan hapşırma, toz, kir gibi tahriş edici maddelerin üst solunum yollarından uzaklaştırılmalarını sağlar.

Hapşırmanın en sık görüldüğü durum nezledir. Başlayacak bir gripin ilk habercileri arasında da hapşırma başta gelir. Burun allerjisi olan şahıslarda, ortaya çıkan saman nezlesi durumunda, sulu burun akıntısı, gözlerde sulanma-kızarıklık ve peşpeşe hapşırmalar vardır. Kızamık ve su çiçeği hastalıklarının başlangıcında da sık ve şiddetli hapşırmalar olur. Burunda yaprak tozları, talaş gibi yabancı cisimlerin bulunması da hapşırmalara sebeb olur.

Nezlede ortaya çıkan hâdise burun mukozasının şişmesidir. Burun mukozası şişince burundan boğaza olan ifrâzât geçişi durur. Biriken ifrâzâtın burnu uyarması sonucu hapşırmalar ortaya çıkar.

Hapşırma, Allahü teâlânın insana bir rahmeti, iyiliğidir. İhtiyaç duyduğu zaman hapşıramayan kimse, bu ihtiyacı daha iyi anlar. Hapşırma esnâsında kalp bir an için durup hemen ardından çalışmasına devam etmektedir. Aynı zamanda tahriş edici maddelerin atılması da insana büyük ferahlık sağlar. Bu nimetleri yaratan Allahü teâlâya bir şükrün ifâdesi olarak hapşıran bir Müslümanın “Elhamdülillah” demesi sünnettir. Böyle diyeni işitenlerin de “yerhamükallah” demesi farz-ı kifâyedir. Hiç olmazsa birisinin demesi lâzım olur.

HARA

Alm. Gestüt n; (Zucht) stall m, Fr. Haras m, (Zucht) stall m, İng. Stud/farm stock/farm, haras. At üretilen çiftlik. Islah etmek ve yavru yetiştirmek için bir araya toplanmış aygır ve kısrakların bulunduğu yer.

Son zamanlara kadar yalnız at neslinin ıslâhı için uğraşılan haralarda günümüzde atın yanında koyun, sığır, tiftik keçisi gibi hayvan cinslerinin ıslâhı da yapılmaktadır.

Haracılığın dünyâ zootekni târihinde çok eski bir mâzisi vardır. Hara eskiden Arabistan, Ukrayna ve Türkistan’da kullanılıyordu. İlk modern hara Fransa’da kurulmuş, buradan da, diğer Avrupa devletlerine yayılmış ve dünyaca meşhur haralar meydana gelmiştir. Türkiye’de modern ve ilmî metodlarla çalışan hara, Aziziye’de (Mahmûdiye-Eskişehir) 1913 senesinde kurulmuştur. Fakat Birinci Dünyâ Savaşının başlaması ve Yunanlıların Eskişehir bölgesini işgal etmeleri yüzünden bu hara istenilen gelişmeyi gösterememiş, göç yüzünden hayvanların büyük bır kısmı telef olmuş ve damızlık at bakımından büyük zararlara uğramıştır. İstiklâl Savaşının sona ermesi ile tekrar faaliyete başlamış ve Türkiye haracılığının esâsını teşkil etmiştir (1923).

Daha sonra Karacabey’de Türkiye Cumhuriyetinin ilk modern harası kurulmuştur. Bu haranın çalışmaları diğer haraların kurulmasında faydalı olmuştur. Burada at, sığır, koyun türünün ilmi çalışmalarla ıslâhı yapılırken, aynı zamanda çayır ve mer’alar, ilmî metodlarla daha iyi hâle getirilmiştir.

Bugün devlet haralarında yetiştirilen Arap atları, sür’at, mukâvemet, zarâfet ve asâlet gibi ideal bir hayvanda bulunması gereken özellikleri taşımaktadır. Karacabey harasında yetiştirilen merinos koyunu ise yapağı, et ve süt bakımından yetiştirilen en iyi koyun ırkıdır.

Günümüzde başta Karacabey olmak üzere, Çifteler, Karaköy, Sultansuyu, Çukurova, Konya ve Altındere haraları kurulmuştur.

Çıkarılan 867 sayılı kânunla kurulmuş olan devlet haraları, ilmî metodlarla çalışan döner sermayeli ıslah ve yetiştirme kurumlarıdır.

HARAÇ

Alm. Tribut (m), Kopfsteur (f), Fr. Tribut (f), capitation (f), İng. Tribut, land tax. İslâm hukûkunda, zorla alınıp gayri müslimlere bırakılan veya sulh ile alınıp, gayri müslimlere âit olan toprakların mahsûlünden alınan vergi. Lügatte haraç, “darlık, sıkıntı, meşakkat veya bir yerden, bir kimseden zorbalıkla alınan para” mânâlarına kullanılmaktadır.

Haraçlı toprağın sâhibinden mahsûlün vergisi olarak beşte bir, dörtte bir, üçte bir ve yarısı kadar miktârlar alınabilir. Bunlardan birini takdîr yetkisi devlet başkanına âittir.

İslâm toprak hukûkunda şahıs mülkü olan arâziler öşürlü ve haraçlı arâziler olmak üzere iki kısma ayrılır. Zorla alınıp da, kâfirlere bırakılan sulh ile alınan kâfir topraklarından haraç alınır. Haraçlı toprağı, sâhibi, Müslümana vakfetse veya satsa yine haraç verilir. Kâfir ölürse, vârisleri haraç vermek zorundadır. Vârisi kalmazsa Beytülmâlın (devlet hazinesinin) olup haraç düşer, yâni verilmez. Hükûmet bu mîrî (devletin olan) toprağı satar veya vakfederse, alan haraç vermez, öşür verir (Bkz. Öşür). Beytülmâlın toprağını, hükûmet kirâya verirse, her sene alınan kirâ haraç yerine geçer. Ayrıca öşür de alınmaz. Çünkü, haraç alınan yerden öşür alınmaz. Beytülmâla âit toprağı, devlet başkanından başka kimse satamaz. Haraçlı toprak sâhibi Müslüman olsa veya bu toprağı vakfetse, yine haracı verilir. Osmanlıların son zamanlarında, Beytülmâla âit mîrî toprakların çoğu devlet tarafından vakfedilmiş veya millete satılmış, her iki şekilde de öşürlü olmuştur. Böylece, Anadolu ve Trakya’daki toprakların hemen hepsi öşürlü olmuştur. Öşürlü olmayan toprak, haraçlı olur.

Müslümanların savaş, istilâ ve barış yoluyla düşman ülkesini ele geçirip, arâzisinin mülkiyet ve tasarruf hakkını Müslüman olmayan vatandaşlara bıraktığı topraktan veya mahsûlünden alınan haraç miktârını tesbit ve takdir yetkisi devlet başkanına âittir. Haraç miktârını devlet başkanı, tâyin ettiği memurları vâsıtasıyla da yaptırabilir. Haraç, mahsûlün beşte biri, dörtte biri, üçte biri, yarısı kadar olabiliyordu. Haracın bu miktarları arâzinin verimlilik derecesi, ekilip dikilen ürünün cinsi ve sulama şekline göre değişirdi.

Şehirlerin topraklarına, maktu (kesin) bir mikdâr ücret takdir edilip, bunun üzerinden senede bir defâ haraç alınırdı. Buna “Harâc-ı muvazzaf” denir. Muvazzaf, muayyen, belli edilmiş demektir. Arâzi mahsûlünün en az beşte biri ve en çok yarısı kadar alınan haraca da “Harâc-ı mukâseme” denir. Topraktan yılda kaç defâ mahsûl elde edilirse, her hâsılattan, tâyin edilen miktarda haraç alınır. Toprak sâhibi, haraçlı arâzisini istemeyerek ekmez veya terk ederse yine haraç alınır. Bir özür sebebiyle ekmemiş, terk etmişse haraç alınmazdı. Haraçlı arâzi kirâya verilirse, haracı toprak sâhibi verir. Âriyette ise, âriyet alana âit olurdu.

Haraç da, cizye gibi bütün Müslümanların umûmî menfaatı için harcanan fey mallarındandır. “Fey” savaştan sonra, Müslüman olmayı kabul etmeyenlerden zorla alınan mallardır (Bkz. Fey). Bunlar, yol, köprü, han, okul, câmi, mahkeme gibi umûmî ihtiyaçlara ve millî savunmaya, devlet ve milleti yaşatmak için çalışan vazîfelilere harcanırdı. Başka yerlere harcanmamasına çok dikkat edilirdi. Beytülmâlın dört hazînesinden birinde mal tükenir ise, diğer üç hazînesinde bulunan maldan buraya ödünç olarak aktarılırdı. Ancak haraç ve cizyenin bulunduğu kısımdan alınan mallar ödünç olmaz ve geri iâde edilmezdi. Zîrâ bu bölüm umum masraflara harcanırdı.

HARAKİRİ

Alm. Harakiri (n), Fr. Hara kiri (m), İng. Harakiri. Japonya’da eskiden, bilhassa Samuraylar zamânında tatbik edilen bir intihar metodu. Harakiri terimi genellikle Japonya dışındaki ülkelerde yaygındır. Japonlar ise “seppuki” terimini kullanırlar.

Harakiri gönüllü ve mecbûrî yapılanlar olarak ikiye ayrılır. Cezâî olarak yapılanı, Japonya’da derebeylikler zamânında suçlu ve asîler tarafından şerefli bir ölüm kabul edilerek uygulanırdı. Resmî bir törenden sonra, suçlu, halkın önünde suçunu îtirâf eder, daha sonra da hançeri karnının soluna saplayarak sağa doğru çekerdi. Harakiri gönüllü olarak ise asiller tarafından tatbik edilirdi. Asiller düşmana esir olmamak, şerefini veya nâmusunu korumak için harakiri yaparlardı. Bu şekilde intihâr bir samuray, savaşçı veya asil tarafından en şerefli yol kabul edilirdi. Gönüllü olarak yapılan harakiride intihâr eden, karnını hançer ile kendisi keser, başı ise başkası tarafından kılıçla kesilirdi. Böyle ölen bir kimse mallarını yakınlarına bırakabilirdi.

Cezâî olarak yapılan harakiri 1868 yılında kaldırıldı. Gönüllü olarak yapılan ise bu târihten sonraki zaman zarfında da millî buhrân, felâket gibi özel zamanlar ve çeşitli hâdiseleri protesto etmek, lidere bağlılık belirtmek îcâb etmesi gibi özel durumlarda tatbik edilmiştir. 1912 senesinde Kont Maresuke Nogi ve karısı, İmparator, Nleipi’nin ölümünden dolayı duydukları üzüntüyü ifâde etmek gâyesi ile harakiri yaparak intihâr ettiler. Rus-Japon Savaşı ve İkinci Dünyâ Savaşı sırasında çok sayıda Japon subayı esir olmak yerine harakiri ile intihâr yolunu seçtiler. 1977 yılından îtibâren gönüllü olarak yapılan harakiri de kânun ile yasaklandı.

HARÂM VE HELÂL

Allahü teâlânın açıkça yasak ettiği, kullanmamıza izin vermediği zararlı çirkin iş veya davranışlar (haram); izin verdiği şeyler (helâl).

Her şeyi yaratan ve her şeyin sâhibi, mâliki olan Allahü teâlâdır. O, çeşitli hikmetlerle, yarattığı bâzı şeyleri kullarına yasak etmiştir. Bu yasakların her birinin ayrı bir hikmeti ve sebebi vardır. Mülk sâhibi o olduğu için dilediği gibi tasarruf etmektedir. Kul bu yasaklarla imtihan edilir, denenir. Haramlar çok azdır. Helaller ise pek çoktur. Her dinde îmân bilgileri aynı ise de, emir ve yasaklar, haram ve helâller başka başka olmuştur. Kıyâmete kadar değişmeyecek en son din olarak gelen İslâmiyette haramlar Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerle açıkça bildirilmiştir.

Dünyâda haram işleyen bir kimse, âhirette ondan mahrum kalır. İslâmiyetin haram ettiği şeylerden kaçınmak, her Müslüman için lâzımdır. Haramlar, herkes tarafından kullanılıp, âdet hâline gelse de helâl olmaz. Allahü teâlâ haramları işleyenleri sevmez. İslâm dîninde haramlardan kaçınmak, farzları yapmakdan daha sevaptır. Îmândan sonra en mühim emirdir.

Haramları terk etmekte birçok faydalar vardır. İnsanların sıhhati, cemiyetlerin nizâm ve intizâmı, kardeşlik bağlarının kuvvetlenmesi, haramları işlememeye bağlıdır. İslâmiyette haramı helâl, helâlı haram kabul eden dinden çıkar.

Doğru olarak yazılan ilmihal kitapları, insanlara îmânı, îtikâdı, ibâdet ve diğer lüzumlu olan bilgileri, verdikleri gibi, helâl ve haramları da geniş olarak izah etmektedir. Herkesin bilmesi mecbûrî olan haramları öğrenmemek, bilmemek İslâm dininde özür kabul edilmemektedir. Allaha şirk (ortak) koşmak, haksız yere adam öldürmek, alkollü olan içki içmek, kumar oynamak, zinâ etmek, İslâmın emrettiği şekilde giyinmeyip açık saçık gezmek, fâiz vermek ve almak, yalan söylemek, iftirâ ve gıybet etmek, alışverişte hile yapmak, herkesin bildiği meşhur olmuş haramların bâzılarıdır.

Haramlar, mecburiyet yâni başka çâre bulunmaması hâlinde işlendiğinde suç kabul edilmemektedir. Ancak bu mecbûriyet veya zarûret, herkesin kendi anlayışına göre olmayıp, İslâm dîninin bildirdiklerine uygun olunca, kabul edilir. Meselâ yalan söylemek haram olduğu halde, düşman karşısında ve dargın olan iki Müslümanın barıştırılmasında söylenilen yalana izin verilmiştir. Ayrıca, kesin olarak yasak olan şarabı ve her türlü alkollü içkiyi, susuzluktan ölecek bir kimsenin son çâre olarak ve ölmeyecek kadar içmesine izin verilmektedir. Bunun gibi din kitaplarında sayılan başka zarûret ve mecbûriyetler de bâzı haramları, helâl hâle getirmektedir. Haramlar ikiye ayrılır:

1. Haram li-aynihî: Bizzat kendisi haram edilen şeylerdir. Meselâ, şarap, domuz eti, besmelesiz kesilen veya kendiliğinden ölen ve böylece leş olan hayvanların eti gibi haramlar böyledir.

2. Haram li-gayrihî: Bizzat ve mutlak olarak kendisi yasaklanmayıp başka bir sebepten dolayı haram olan şeylerdir. Meselâ, başkasının malının kendisinin izni olmaksızın yenmesi, yetim malını yemek ve kullanmak böyle olan haramlardandır.

Haram ve helâl hakkında hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:

Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nur ile doldurur, kalbine nehirler gibi hikmet(faydalı bilgi) akıtır. Dünyâ sevgisini, kalbinden giderir.

Helâla, harama dikkat ederek çalışıp kazanan kimseyi, Allahü teâlâ çok sever.

Bir zaman gelecek ki, insanlar yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp helâlini, harâmını düşünmeyecekler.

Allahü teâlâ buyuruyor ki, haramlardan kaçınanlara, hesap sormaya utanırım.

Haram maldan verilen sadaka kabul olmaz. Saklanırsa Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur.

Bir kimsenin üzerindeki elbisesinde haram bir tel iplik olsa, o elbise ile kılınan namaz ve yapılan duâ kabul olmaz (sevap verilmez).

Haram ile beslenen vücudun, ateşte yanması daha iyidir.

Allahü teâlâ haram olan şeylerde, size şifâ yaratmamıştır.

HARBAK

(Bkz. Bohçaotu)