HÂMİD AYTAÇ

Son hat üstâdı. 1881’de Diyarbakır eski adı ile Âmid’de doğmuştur. Bâzı zamanlar imzâlarında “Âmidî” ibâresine yer vermesi bu yüzdendir. Asıl ismi Şeyh Mûsâ Azmi’dir. Dedeleri arasında da hattatlar bulunan Hâmid Aytaç sıbyan mektebinden sonra askerî rüşdiyeye devâm ederken gizlice hat dersleri almaya başlamıştır. Genç yaşlarda yazdığı bir levhanın mükâfât görmesi üzerine hatla meşgûliyeti artmış ve yavaş yavaş tanınmaya başlamıştır.

1908’de İstanbul’a gelerek bir yıl Hukuk Fakültesinde ve daha sonra Sanâyi-i Nefise mektebinde derslere devâm etmiş, babasının vefâtı üzerine geçimini temin için çalışmaya başlamıştır. Bir taraftan da Mekteb-i Harbiyede hat dersleri almaya devâm etti. Daha sonra Rüşdiye Mektebinde Hoca Vâhid Efendiden “rik’a”, jandarma kolağalarından ( ön yüzbaşı) Ahmed Hilmi Efendiden “sülüs”, Mehmed Nazîf Efendiden “sülüs celîsi”, Hacı Kâmil Efendiden “nesih ve sülüs”, Hulûsî Efendiden de “ta’lîk” dersleri aldı.

Hattat Hâmid Bey, Türk matbaacılığına da bir yenilik olarak “Çinkografi” çelik üzerine resim ve yazı hakketme (yontarak yazma), gravür, kabartma ve lüks baskı tekniğini ilk getiren hattattır.

1913 yılında Erkân-ı Harbiye Umûmî Matbaasına hattat olarak girip, bir müddet çalışmış, sonra Almanya’ya gönderilerek haritacılık üstüne ihtisâs yapmıştır. İstanbul’a geri döndüğünde geçim sıkıntısına düşerek “Hâmid” müstear adıyla yazılar yazmış ve nihâyet 1920 yılında Hattat Hâmid Yazı Yurdu’nu açmıştır.

Hâmid adını seçişini, “Mûsâ Azmi olarak azmedip hattı öğrendim. Netîcesinde Allah’a hamd ederek Hâmid adını aldım.” diyerek açıklayan Hattat Hâmid Bey, hat sanatını klasik usûlde bir üstattan öğrenmiş değildir. Hâcı Kâmil Efendi, Tuğrakeş, Hakkı Bey ve Hulûsî Efendi gibi hatla ilgilenen şahıslardan istifâdesi sâdece müzâkere usûlü ile pek az sürmüştür. Fakat Allahü teâlânın, gözünü ve elini üstün kâbiliyetle yaratmış olması ayrıca tükenmez azmi sâyesinde hat üstâdı olarak kendisini kabul ettirmiş, devirlerinde yetiştiği hat üstatlarının teşvik ve takdirlerini kazanmıştır.

Hattat Hâmid Bey, hat yazılarının her dalında güzel eserler vermiştir. Harf inkılâbından evvelki yıllarda, Bâbıâli’nin kitap, gazete, mecmua ve bunun gibi her türlü neşriyâtında emeği geçmiştir. Serlevhâ (başlık), ilân gibi yazılarda o devir îtibâriyle imzâsına sık sık rastlamak mümkündür. 1928 yılında yapılan harf inkılabından sonra, İslâm ülkelerinden gelen sipârişlerle, hat meraklılarının sınırlı sipârişleri üzerine elden kalemi düşürmemiştir. 1945-1947 yılları arasında Şişli Câmiine (celî sülüs) ile ilk âbidevî yazısını yazmıştır. Bunu Fındıklı, Eyüp Sultan, Kartal, Pendik, Söğütlüçeşme gibi câmilerin hatları tâkib etmiştir. Üstün kâbiliyeti sâyesinde bütün yazı çeşitlerini mahâretle yazmıştır. Uzun ve verimli bir ömür geçiren Üstad Hâmid Beyin dünyânın her yerinde imzâsını taşıyan binlerce nefis yazısı vardır. Hâmid Aytaç, 29 Mayıs 1982’de İstanbul’da vefât etti. Vasiyeti üzerine Karacaahmet Mezarlığının Hattatlar bölümüne bir mîrac kandili günü defnedildi.

HÂMİD-İ VELÎ

(Bkz. Somuncu Baba)

HAMÎDİYE ALAYLARI

Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Doğu Anadolu ile Filistin ve diğer bölgelerin sosyal, siyâsî ve iktisâdî hayâtını düzenlemek için kurulan teşkilât.

Pâdişâh İkinci Abdülhamîd Han; Şark meselesi adı altında, Avrupalı devletler tarafından istenilen reformların, Hıristiyan tebea için önce muhtâriyet sonra istiklâl; Osmanlı Devleti için de zayıflama ve parçalanma anlamına geldiğini, yaşanan târihî tecrübeler vâsıtasıyla gâyet iyi biliyordu. Bu yüzdendir ki, bütün gücü ve mahâretiyle Doğu Anadolu’yu kurtarmaya, orada bir Ermenistan devletinin kuruluşunu engellemeye, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kâbiliyetini azaltmaya çalıştı. Bunun için tâkib ettiği politikanın esâsı şunlardır:

1. Devletin askerî ve mülkî otoritesini maddeten ve mânen Doğu Anadolu’da tesis etmek.

2. Bütün Anadolu halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, sâdece Ermeniler lehine yapılacak olanları reddetmek.

3. Resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde, mahallî kuvvet ve otoritelerden faydalanmak.

4. Doğu Anadolu’ya batı tarâftarı ve hayrânı memurları yollamamak.

5. Büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak.

6. Ermenilerin olup bittileri karşısında kalmamak için Müslüman halkı, özellikle aşîretleri silâhlandırmak ve onları müteyakkız hâle getirip uyandırmak.

7. Avrupalı misyonerlerin faâliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak.

8. Ermenilerin çıkaracağı her türlü hâdiseye zamânında müdâhale etmek veya ettirmek.

9. Aşîretlerden askerî birlikler teşkil etmek.

Sultan Abdülhamîd, bilhassa bu son madde ile doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümid etmekteydi. Doğu Anadolu’da âsâyişin bozulmasına sebeb olan aşîretler bu olaylar sâyesinde hem inzibât altına alınmış, hem de Ermeniler karşısında teşkîlâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşîretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.

Bu sırada Doğu Anadolu aşîretleri 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ortaya çıkardığı otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücâdeleye girişmişlerdi. Ayrıca merkezî otoritenin temsilcileri olan mahallî otoriteyi de dinlemez bir hâle gelmişlerdi. Bölgede tampon bir Ermeni devletinin kurulmasını isteyen İngiltere de aşîretlerin bu tutumunu teşvik ederek onları tahrike başladı ve her türlü desteği vâdetti. Bu tahrik ve destekler netîcesinde bâzı aşîret reîsleri Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başladılar.

Tehlikeyi sezen İkinci Abdülhamîd Han, hiçbir devlet nizâmı tanımayan aşîretleri medenîleştirmek, disiplin altına alarak eğitmek ve aralarındaki kavgalara son vererek bu yöndeki aksiyonu devlet menfaatine kullanmak üzere Hamîdiye alaylarının kurulmasını emretti (1890).

Dördüncü ordu kumandanı Müşir Zeki Paşanın da desteklediği bu projeye, paşaların büyük bir kısmı karşı çıktı. Buna rağmen Abdülhamîd Han, Zeki Paşayı bu işle görevlendirdi. Kendisine Erzincan’ı merkez seçen Müşir Zeki Paşa 1891 ilkbaharında faaliyete geçti. İlk iş olarak Mirlivâ Mahmûd Paşayı Van, Malazgirt, Hınıs taraflarına gönderip aşîretlerden Hamîdiye Alaylarının teşkilini başlattı. Bu faaliyet beş yıl sürdü. 1896’da Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbakır, Van, Malazgirt, Urfa ve doğuda daha birçok yerde Hamîdiye Süvâri Alayı meydana getirildi. Bu dönemde sâdece Erzurum vilâyeti dâhilinde 8 alay kuruldu.

1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddelik nizamnâmede Hamîdiye Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri Hamîdiye Süvârî Alayları’dır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşîretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu kumandanlarının emri ile sâdece savaş zamânında birleştirilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip mekteb alayında eğitime tâbi tutulacaktı. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti.

Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye Alaylarına katılmak için her aşîret severek mürâcât ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arap kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı. Hattâ 17 ve 18. asırlarda devlete karşı isyân eden ve zarar veren, Haleb civârındaki Şummar Arap Kabîlesi de Hamîdiye Alayları teşkil etmişti. Hamîdiye Alaylarına katıldıktan sonra zararlı durumdan çıkmış, Birinci Dünyâ Savaşında güneydeki cephede büyük faydalar sağlamışlardı. Libya’da kurulan Hamîdiye Alayları da 1930’lara kadar İtalyanlara karşı mücâdele ettiler.

Söz konusu nizâmnâmenin hazırlanıp kabul edilmesiyle, Müşir Zeki Paşanın nezâretinde Hamîdiye Alayları kuruldu. 1891’de pekçok aşîret reisi İstanbul’a gelerek Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ziyâret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan muntazam askerî birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen Sultan İkinci Abdülhamîd Han, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hattâ irâdelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sâyede disiplin altına alınmış ve netîcede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi.

Askerî yönden stratejik önemi hâiz yerlerde teşkil edilen Hamîdiye Alaylarının her birine, bir tarafında Kur’ân-ı kerîmden bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek Müşir Zeki Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret reisleri, 1893’te kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek Pâdişâh tarafından kabul edildiler.

Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe girdi. Birinciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşîret çocuklarına açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşîret mektebi açıldı ve pekçok aşîret çocuğu yetiştirildi.

Hamîdiye Alaylarının kurulmasıyla Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın aşîret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı münâsebetleri netîcesinde, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusyasının Türkiye üzerindeki emelleri, İngilizler ve Fransızların, Ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan dâvâsı ve aşîret kavgalarının önüne geçildi. İmâr faâliyetleri hızlanarak yeni tesisler kurulup sosyal ve iktisâdî gelişmelere sebeb olundu. İstanbul ile Diyarbekir arasında ve bölgede telgraf hatlarıyla diğer muhâbere vâsıtaları Hamîdiye Alayları sâyesinde gelişti.

O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdî meselelerinin hâllinde çok büyük rolü olan Hamîdiye Alayları, siyâsî bakımdan emperyalist devletlerin ve azınlıkların hedefi hâline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar gâyelerine ulaşabilmek yolunda Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ve Hamîdiye Alaylarını en büyük mâni görüyorlardı. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra, iktidâra yerleşen İttihad ve Terakkî, Hamîdiye Alaylarının teşkilâtını lağvetti. Aşîret hafif süvâri alayları adıyla yeniden düzenlendi ve sayıları da azaltılarak 24’e indirildi. Doğuda meydana gelen Ermeni isyânlarında önemli faydası görülen bu alaylar, Balkan Savaşında yerinden oynatılmadı.

1913 yılında, alaylar yeni bir teşkilâtlanma içerisine sokularak ihtiyat süvârî alayları adı altında, iki fırka hâlinde, merkezi Erzurum olan dokuzuncu kolorduya bağlandılar. Birinci Dünyâ Harbinde doğuda dinç ve zinde olarak Ruslara karşı kahramanca çarpışan bu alaylar, pek çok kahramanlık gösterdiler ve Rus birliklerini ric’ate zorladılar. İran, Rus, İngiliz, Fransız ve Ermeni saldırılarına karşı devletin yanında mücâdele veren bu alayların pekçok neferi, çarpışmalar esnâsında şehid düştü.

HAMİDİYE ETFAL HASTÂNESİ

Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın İstanbul Şişli semtinde yaptırdığı hastâne. İkinci Abdülhamîd Hân, kızı Hadîce Sultan vefât edince bir çocuk hastânesi kurulmasını istedi. İtalyan mîmârı M.Valeuri tarafından plânları hazırlanan hastâne Dr. İbrâhim Beyin kontrolü altında saray mîmarlarından Neverman tarafından bitirildi. Haziran 1899’da tamamlanan hastâne, Şehzâde Abdurrahîm Efendinin ve 671 çocuğun sünneti ile hizmete açıldı. Kapısı üstündeki kitâbede güzel bir tâlik yazı ile “Firdevs-i âşiyân merhûme Hadîce Sultan hazretleri nâmına” yazılıdır.

Hastânenin bütün masraflarını İkinci Abdülhamîd Han kendi malından karşıladı. Başlangıçta sâdece çocuk hastalara bakılırdı. 1903 senesinde Bulgar eşkıyâları ile çarpışmalarda yaralananlar da burada tedâvi edildi. 120 yataklı olup; müslim, gayri müslim herkese bakılır ve bütün masrafları için para alınmazdı. Sonra bir araştırma merkezi hâlinde çalışmaya başladı. Kapasitesi genişletildi. 1907 senesinde içine 150 metrekarelik bir yere mescid ve minâre vazîfesi de gören 20 m yüksekliğinde saat kulesi ilâve edildi.

O zamanlar her sene ağustos ayında sünnet merâsimleri düzenlenir, yüzlerce çocuk bir anda sünnet ettirilir, çeşitli eğlenceler tertîb edilir, yemekler yedirilir, velîlere, çocuklara, çeşitli hediyeler dağıtılırdı. Bütün masraflar İkinci Abdülhamîd Hanın kendi malından karşılanırdı.

Kuruluşundan bugüne kadar yüzbinlerce hastanın şifâ bulduğu, on binlerce doktor ve hemşirenin staj yaptığı Hamidiye Etfâl Hastânesinin kapasitesi bugün iyice genişletilmiştir. 400 civârında doktor çalışmakta olup, yatak kapasitesi 1000 adettir.

HAMİDOĞULLARI BEYLİĞİ

Isparta ve Eğridir havâlisinde kurulan Türk beyliği. Türkiye Selçuklu Devleti, 13. asır sonlarında iyice zaafa uğrayıp, İlhanlıların nüfûzu altına girdikten sonra batı hududundaki Türk aşîretleri de kendi başlarının çâresine bakarak toplanmaya ve bir idâre kurmaya başlamışlardı.

Aynı târihlerde Isparta, Eğridir ve havâlisinde bulunan Hamid aşîreti de başlarında bulunan İlyas bin Hamid Beyin oğlu Feleküddîn Dündar Beyin reisliği altında merkezleri Uluborlu ve sonra eski adı Prostana olan Eğridir olmak üzere Hamidoğulları Beyliğini kurdu. Beyliğin kuruluşu on üçüncü asrın son çeyreği içindedir. Hamid Bey ile oğlu İlyas Bey Selçukîlerin uç beylerinden ve Selçuk emirlerinden idiler. Feleküddîn Dündar Bey, kurduğu beyliğe büyük babası Hamid Beyin ismini verdi.

Faal bir emir olan Dündar Bey, beyliğinin hududunu güneye doğru genişleterek Gölhisar, Korkuteli ve Antalya’yı ele geçirdikten sonra, ülkesini Germiyan ve Denizli hudutlarına kadar büyüttü. Eğridir’i pekçok eserlerle îmâr eden Feleküddîn Dündar Bey, buraya kendi künyesine nisbetle Felekâbâd adını verdi. 1301 yılında Antalya’yı fethettikten sonra buranın idâresini kardeşi Yûnus Beye havâle etti (Bkz. Tekeoğulları Beyliği). 1314’te Anadolu’ya gelen İlhanlı Beylerbeyi Emir Çoban’a itâat edenler arasında Dündar Bey de bulunuyordu. Hattâ Dündar Bey, İlhanlılara sadâkatini göstermek üzere aynı senede “Sultan-ı âzam Gıyâsüddünyâ ve’d-Dîn Hudâbende Mehmed” klişeli, İlhan Olcayto adına gümüş sikke kestirdi.

1316’da İlhan Olcayto’nun vefâtı ve küçük yaştaki oğlu Ebû Saîd’in cülûsundan sonra ortaya çıkan karışıklıklar esnâsında bu durumu fırsat bilen Dündâr Bey, istiklâlini îlân ederek Sultan ünvânını aldı ve hudud komşuları beyler (Aydın, Saruhan, Menteşe vs.) üzerinde Hâkimiyet tesis etti. Anadolu beyliklerinin İlhânilerin merkezindeki zaaftan istifâde ile bağlılıklarını çözmeye başlamaları üzerine, Anadolu İlhanlı vâlisi Tîmûrtaş, Konya’yı işgâl etti. 1324 senesinde Eşrefoğlu Süleymân Beyi öldürttü ve arkasından Hamid iline yürüyerek Antalya’ya kaçan Dündar Beyi de yakalayarak katlettirdi. Ancak çok geçmeden, İlhanlı hükümdârına isyân eden Tîmûrtaş’ın üzerine kuvvet gönderilmesi ve Mısır’da yakalanarak katledilmesi netîcesinde, Dündar Beyin üç oğlundan büyük oğlu Hızır Bey, Hamideli idâresini eline aldı. Hızır Beyin ne kadar beylik yaptığı belli değildir. Yaklaşık olarak 1330’da vefât etmiştir.

Seyyah İbn-i Battûta 1333 yılında Anadolu’yu gezerken Hamidoğulları Beyliğine de uğramış, Gölhisar’da Dündar Beyin oğlu Mehmet ve Eğridir’de diğer oğlu Necmeddîn İshak Beyin hükümdâr bulunduklarını bildirmiştir. İshak Beyin hangi târihte vefât ettiği belli değildir.

İshak Beyden sonra birâderi Mehmed Beyin oğlu Muzafferüddîn Mustafa Bey, onun ölümü ile de, oğlu Hüsâmeddîn İlyas Bey Hamidoğulları Beyliğinin başına geçti. Hüsâmeddîn İlyas Bey, komşusu olan Karamanoğlu Alâeddîn Bey ile yaptığı savaşı kaybederek Germiyanoğlu Süleymân Şâha sığındı. Ondan aldığı yardımlarla kaybettiği yerlere yeniden sâhib oldu. İlyas Beyin de vefât târihi belli değildir. İlyas Beyden sonra yerine Kemâleddîn Hüseyin Bey geçti. Bu zâd da Karamanoğullarının tecâvüzlerinden bıkarak, Eşrefoğullarından almış oldukları Beyşehri, Seydişehri, Akşehir, Yalvaç ve Ş. Karaağaç’ı 1374’te 80 bin altın mukâbilinde Osmanlı hükümdârı Sultan Birinci Murâd Hana sattı. Yine Kosova savaşına giden Sultan Murâd’a, oğlu Mustafa idâresinde yardımcı kuvvet gönderdi. Okçulardan müteşekkil bu kuvvet, muhârebe esnâsında Osmanlı ordusunun ön safında bulunmuştur. Kemâleddîn Hüseyin Bey, 1391 yılında vefât etti. Hamidoğullarının bu şûbesinin toprakları Osmanlılar ile Karamanoğulları tarafından paylaşıldı.

Hamidoğullarında devlet işlerinin görüldüğü bir dîvân mevcuttu. Bu dîvânın, Türkiye Selçuklularınınkine benzer şekilde olduğu anlaşılmaktadır. Hamidoğullarında beylik, eski Türk geleneğine uyularak evlatlar arasında pay edilmekteydi.

Hamidoğullarından Hüsâmeddîn İlyas Beyin Felekâbâd’da kesilmiş Hüsâmî ibâreli gümüş sikkesinden başka hiç biririsinin sikkesi görülmemiştir.

Hamidoğulları hükümdârları bilhassa Eğridir ve Burdur’da pekçok îmâr faaliyetlerinde bulundular. Bunlardan Eğridir’de Hızır Bey Câmii, Burdur’da Mustafa Bey Medresesi ve Şuhud kasabasında İbrâhim bin Hızır’a âit olan mescid en önemlileridir.

Hamidoğulları Beyleri

Hamidoğlu İlyas Bey

 1280

Feleküddîn Dündar Bey

 1300

Hızır Bey

 1327

Necmeddîn İshak Bey

 1330

Muzafferrüddîn Mustafa Bey

 1340

Hüsâmeddîn İlyas Bey

 1355

Kemâleddîn Hüseyin Bey

 1370

HAMİDULLAH

Paris “CNRS” ilmî araştırma üyelerinden. 1908’de Hindistan’ın güneyinde Haydarâbâd’da doğdu. Orada Osmâniye Üniversitesinde okudu. Devletler hukûku üzerine doktora yaptı. 1947 yılında Hindistan hükûmeti,siyâsî sebeplerle kendisini vatandaşlıktan çıkardı. Fransa’ya gidip Paris’te ilmî araştırma âzâlığına girdi. Birçok memleket gezdi. Konferanslar sebebiyle Türkiye’ye de geldi. Son olarak Paris’te yerleşti. Kitapları çeşitli dillere çevrilmiştir.

Hamidullah, bir hukuk doktoru ve târihçidir. Daha ziyâde İslâmiyet hakkında yazdığı kitaplar ve verdiği konferanslarla tanınmıştır. Bu kitaplarında ve konferanslarında öne sürdüğü fikir ve görüşlerin bâriz vasfı, şahsî düşünceleri olmasıdır. İstanbul ve Erzurum’daki konferanslarında ileri sürdüğü fikir ve görüşlerde İslâm âlimlerine, Selef-i sâlihîne güvenmediğini, Haydarâbâd’daki hocasının sözlerine uymayan bilgilere inanmadığını, kabul etmediğini bildirdi.

O, İslâm dîni hakkındaki sözlerinde bütün İslâm âlimlerinin asırlardır uyduğu yol ve usûlden ayrılarak kendine göre bir yol tutmuş ve düşüncelerinin şahsîliği ile batı filozoflarını hatırlatan bir vasfa bürünmüştür. Hamidullah’ın bütün fikir ve görüşleri, daha önceki târihlerde meydana çıkmış bozuk fırkalardan biri olan Şiilerin İsmâiliye kolunun sözlerinin aynısı veya benzeridir. Bu bakımdan İsmâiliyeye mensub olduğu kanâati hâkimdir. Kitaplarında ve konferanslarında gerek dînî ve gerekse târihî birçok hatâlı, yanlış, bozuk görüşleri olup, çeşitli İslâm ülkelerinde pekçok tenkide uğramıştır. Onun görüşleri ayrıca İslâm dîninde bütün dünyâca meşhur Ehl-i sünnet îtikâdında olan hakîkî İslâm âlimlerinin kitaplarında yazılı olanlarla da zıddıyet veya ayrılık göstermektedir. Bu bakımdan İslâm dîninde vazgeçilmez usûl olan nakil esâsından uzaktır.

Fikir ve görüşleri içinde en çok tenkid toplayanları ve İslâm âlimlerinin kitaplarında yazılı olanlara uymayanları diğer eserlerinin yanı sıra bilhassa İslâm Peygamberi, İslâm’a Giriş, Resûlullah Muhammed isimli kitaplarında bulunmaktadır.

İslâm îtikâdında (inancında) Peygamberliğin çalışmakla, okumakla, ibâdetle, tecrübeyle ve iyi işleri yapmakla olmayıp ancak vahiyle, yâni Allahü teâlânın göndermesi ile olduğu Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Hal böyleyken, Hamidullah, Peygamberimiz hakkında mâcerâcı, doktrinci, ıslahatcı gibi sıfat ve ifâdeler kullanmakta; Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Ümmî olduğu (birinden okuma yazma öğrenmediği) Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği halde “Hıristiyan papazlarından ilim almış kırkındaki tecrübeli adam, kavmini ıslaha kalkıştı” gibi gerçeklere uymayan fikirler ileri sürmektedir. (İslâm Peygamberi, sayfa: 34). Bu durum, Kur’ân-ı kerîm’in: “O, boşuna konuşmaz. Hep, vahy olunanı söylemektedir.”meâlindeki (Necm sûresi: 3-5) hükmüne de tamâmen ters düşmektedir.

Allahü teâlânın bütün peygamberlerine vermiş olduğu mûcizelerini aslında olduğu gibi olağanüstü ve fizik ötesi hâdiseler olarak değil de, fizikî hâdiseler şeklinde ele almaktadır. Meselâ; Peygamberimizin bir işâreti ile ayın ikiye bölünmesi ve tekrar birleşmesi mûcizesini kendine göre yorumlayarak tesâdüf ile açıklamak istemektedir. Mîrac hakkında da, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve İslâm âlimlerinin bildirdiklerine uymayan görüşler öne sürerek, mîracı, bir rüyâ ve hal gibi anlatmak istemektedir. (İslâm Peygamberi, sayfa 92-93). Bu düşünceleri, mîracın ruh ve beden ile birlikte ve uyanıkkken olduğunu bildiren âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ters düşmektedir. (Bkz. Mîrac)

Hamidullah’ın kitaplarında, İslâmiyeti târihlere ve kendi anlayışına göre ayrı ayrı iki açıdan açıklamaya özendiği görülmektedir. Târih kitaplarından alarak bildirdiklerinin bir kısmı doğru olmakla berâber, bu bilgiler arasına katmış olduğu kendi görüşleri ve bozuk inanışları reddedilmiştir.

Meselâ; kıblenin değişmesini bildiren âyet-i kerîme vahy edilinceye kadar, Müslümanların namaz kılarken yönlerini döndükleri ilk kıbleleri Kudüs’teki Mescid-i Aksâ idi. Hamidullah’ın mîrac hakkında kendi şahsî görüşlerini anlatırken, mîracın vukû bulduğu yıllarda Mescid-i Aksâ’nın mevcûd olmadığını iddiâ etmesi, buranın Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılıp, o zamândan beri devamlı var olduğunu bilen herkes tarafından hayret ve üzüntü ile karşılanmıştır.

İslâm dîninin temel kitaplarında, peygamberlik, vahy, mûcize, mîrac gibi îtikâdî, yâni îmân ile ilgili konularda Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan kimselerin, doğru yoldan ayrıldıkları söz birliği hâlinde yazılıdır.

HÂMİLELİK

(Bkz. Gebelik)

HAMLAÇ

Alm. Düse Geblaese, Lötröhrchen, Fr. soufflet, chalumeau, İng. blowpipe, torch, gas burner. Gaz yakarak sıcak bir alev elde etmeye ve bu alevi istenilen istikamete vermeye yarayan cihaz. Şalümo veya üfleç olarak da bilinir. Hava veya oksijen, çapı ayarlanabilen memelerden püskürtülerek ve çeşitli süpap veya musluklardan faydalanarak, çok ince veya kalın, keskin alevler elde edilebilir.

Hamlaçlar başlıca kaynak ve ısıtma hamlaçları, kesme hamlaçları olmak üzere iki gruba ayrılır:

Kaynak hamlaçları, gerek şekil, gerek güç ve gerek özellikler bakımından, asetilen (yanıcı gaz) ve oksijen karışımı sağlayarak kararlı alev veren cihazlardır. İyi bir kaynak yapabilmek için lüzumlu bütün vasıfları ihtiva ederler.

Bir kaynak hamlacı genellikle şu unsurlardan müteşekkildir: Gaz çıkışı ile ayarlama musluklarının bulunduğu bir gövde; bir karıştırma tertibatı; gaz karışımını püskürtmeye yarayan bir boru ve çaplanmış çıkış deliğini sağlayan meme.

Isıtma hamlacı, yapı bakımından kaynak hamlacına benzer, fakat genel olarak daha yüksek bir gaz debisiyle (2-10 m3/saat asetilen) çalışır ve yapılacak işe göre ayarlanabilen özel memeler ihtivâ eder.

Kesme hamlacı, genel olarak püskürtülen oksijen ile sıcak alevin tesirini birleştirir. Elle kullanılan, sâbit veya taşınabilir makinelere takılan çeşitli biçimlerde kesme hamlaçları vardır.

Kaynak ve ısıtma hamlaçları ile kesme hamlaçları, kullanılan gazlara, gaz giriş basınçlarına vs. özelliklere göre ayrıca çeşitli sınıflara ayrılırlar.

Hamlaçlar mineral analizleri maksadıyla mineraloji alanında da kullanılmaktadır. Bu gâyeyle madde nümunesi hamlaç alevinin altına yerleştirilir ve böylece geçirdiği dönüşümler izlenerek maddenin yapısına âit bilgiler edinilir. Ayrıca madde yandıktan sonra geriye kalan artığı çeşitli kimyâsal maddelerle işlenir ve yine hamlaç alevlerine tutularak ihtivâ ettiği çeşitli elementler analiz edilir.

HAMMÂD BİN EBÎ SÜLEYMÂN

Tâbiîn’in büyüklerinden. Meşhur fıkıh âlimi. İsmi, Hammâd bin Ebî Süleymân olup, künyesi Ebû İsmâil’dir. Doğum târihi belli değildir. Kûfe’de yaşamış ve 737 (H. 120) de vefât etmiştir.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân; Enes bin Mâlik, Zeyd bin Vehb, Sa’îd bin Müseyyib, Sa’îd bin Cübeyr, İkrime, Ebû Vâil ve İbrâhim Nehâî gibi zâtlardan hadîs-i şerîf dinleyip rivâyet etti.

Fıkıh ilmini, Enes bin Mâlik ile İbrâhim Nehâî’den öğrendi. İbrâhim Nehâî de Alkame bin Kays’tan, Alkame de Abdullah bin Mus’ûd’dan ilim tahsil etti. Bu da Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ilim öğrenmiştir. Hocalarının naklen bildirdikleri ilmi toplayıp, yüksek bir dereceye ulaşan Hammâd bin Ebî Süleymân, uzun müddet ders vererek kıymetli âlimler yetiştirdi.

Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir. Yirmi sekiz sene hocası Hammâd’ın derslerine devâm eden Ebû Hanîfe, ilimde çok az kimsenin ulaşabileceği dereceye ulaştı. Bütün İslâm âleminde, zamânında ve sonraki asırlarda Müslümanların îtikâd ve amel bilgilerini öğrenmeleri ve buna göre amel etmeleri husûsunda bir rahmet oldu. Hammâd bin Ebî Süleymân’dan; oğlu İsmâil, Âsım el-Ahvel, Şu’be, Süfyân-ı Sevrî, Hammâd bin Seleme, Mis’âr bin Kedâm, Hâkim bin Uteybe gibi âlimler de ilim öğrenip hâdis-i şerîf rivâyet ettiler.

İlimde pek yüksek ve güzel huy sâhibi olan Hammâd bin Ebî Süleymân ticâretle de uğraşırdı. Her gün kendine yetecek kadar para kazandıktan sonra, eşyâsını toplayıp pazarı terk ederdi. Kanâat sâhibi ve cömert idi. Ramazân-ı şerîfte elli fakîri besler, bayram günü yeni elbiseler giydirir, yüzer dirhem de ihsânda bulunurdu. Kur’ân-ı kerîm okurken ağlardı. Torunu; “Dedem Hammâd’ın odasında okuduğu Kur’ân-ı kerîm sayfalarının gözyaşlarıyla ıslandığını çok gördüm.” demiştir.

HAMMÂDÎLER

(Bkz. Zîrîler)

HAMMER, Purgstall Von

Avusturyalı tarihçi ve bilim adamı. Graz’da 1774 yılında doğdu. 1796’da Viyana Doğu Dilleri Akademisini bitirdi.

1799 yılında Papa’nın temsilcisi Baron Herbert’in maiyetinde elçilik tercümanı olarak İstanbul’a geldi. Bir müddet sonra Türk İngiliz askerî işbirliği çalışmalarına katılmak üzere Mısır’a gitti. 1802’de yeniden İstanbul’a elçi kâtibi olarak gelen Hammer, 1807’de Avusturya’ya döndü ve Dışişleri Bakanlığı müşâviri olarak uzun yıllar hizmet gördü. Burada bulunduğu müddetçe şark yazma eserlerini inceleyen Hammer, 1847 yılında kurulan Viyana İlimler Akademisinin ilk başkanı seçildi. Türkçe, Arapça, Farsça gibi dilleri öğrenerek otuz yıl Türk Târihi ve Edebiyatı üzerinde çalıştı ve birçok eserler verdi. 1856 yılında Viyana’da ölen Hammer’in on sekiz cilt hâlinde yazdığı Osmanlı Devleti Târihi, devletin kuruluşandan Kaynarca Antlaşmasına kadar geçen olayları ihtivâ etmektedir. Hammer, bu eseriyle Türkiye’de büyük bir üne sâhib olmuştur. Ancak eserlerinde bir Haçlı taassubu ile davranmış, tarafsızlığını koruyamamıştır.

Hammer’in Türk, İran ve Arap târihi ve kültürü üzerinde verdiği eserler pek çoktur. Eserlerinden bâzıları şunlardır: Doğu İlimlerine Ansiklopedik Bir Bakış, İran Hitâbet Sanâtı Târihi, Osmanlı Şiir Sanâtı Târihi, Müslüman Hükümdarların Resim Galerisi, İlhanlılar Târihi, Kırım Hanları Târihi, Deşt-i Kıpçak’ta Altınordu’nun Târihi, Osmanlı Devletinin Devlet Teşkilâtı ve Devlet İdâresi.

HAMMURABİ

Birinci Bâbil Hânedânının altıncı kralı. Hammurabi (M.Ö. 1728-1686), krallık vârisi olmak için mücâdele eden koalisyonlardan birinin lideridir. Zamanla hâkimiyeti eline alan Hammurabi, komşuları Larsa, Mâri ve Asur’a hâkimiyetini kabul ettirmek için uzun süre savaştı. M.Ö. 1770’te Bâbil ülkesinde birliği sağladı. Bütün Mezopotamya’da hâkim olup, Suriye ve Elâm bölgelerini içine alan bir imparatorluk kurdu. Hâkimiyeti altındaki Bâbilliler, Amurriler, Akkadlar ve Sümerlileri bir millet hâline getirmeye, dil, kültür ve hukuk birliği içinde yoğurmaya çalıştı.

Hammurabi, ülkede merkezî bir idâre kurmak için memur sayısını arttırıp, sürekli ve resmî yazışma usûlünü başlattı. Kendisini kutsallaştırıp, “Kralların tanrısı” ünvânını aldı. Hammurabi’nin asıl ünü devlet adamı ve teşkilâtçılığından ziyâde yaptığı kânunlardan gelir. Hammurabi Kânunları mülkiyet, sosyal sınıflar, âile ve cezâ hukûkundan bahseder. Akkad dilinde yazılıp, eski kânunların sistemleştirilip, yazılmasından meydana gelen Hammurabi Kânunları 1902 yılında Fransızlar tarafından Sus şehrinde bulunup, Loure Müzesine taşındı. Dikme taşın ön ve arka yüzlerine çivi yazısıyla yontulan Hammurabi Kânunları iki yüz seksen iki maddeden meydana gelmektedir.

Hammurabi, kânunları toplumun hakları ve sorumlulukları açısından üç sınıfa ayırmaktaydı. Bunlar avilum (üstün, asil insan), meşkenum (orta sıradan insan) ve vardum (köle) idi. Yaralama olaylarında şiddet avilum’a yönelikse suçlu daha sert bir biçimde, meşkenum’a yönelikse normal, vardum’a yönelikse çok hafif olarak cezâlandırılırdı. Suçu işleyen avilum ise daha çok ağır tazminât cezâlarına çarptırılır, meşkenum ve vardum ise îdam, hapis veya ağır dayak cezâlarına mâruz kalırdı.

HAMSİ (Engraulis encrasicholus)

Alm. Anschovis (f), Fr. Ancohis (m), İng. Anhovy, Familyası: Hamsigiller (Engraulidae) Yaşadığı yerler: Sıcak ve ılıman deniz sâhillerinde sürüler hâlinde yaşar.

Özellikleri: 7-15 cm boyunda, vücudu yandan basık, sırtı yeşilimtrak mavi, karın gümüşî beyaz renklidir. Üst çene alt çeneden uzundur. Sırtında tek yüzgeç bulunan çatal kuyruklu kemikli bir balık. Ömrü: 3-4 yıl. Çeşitleri: Denizlerimizde yaşayan türden başka Güney Amerika hamsisi (Engraulis ringens), Kaliforniya hamsisi (E. mordax), Japon hamsisi (E. japonicus) gibi değişik türler de vardır.

Büyük sürüler hâlinde ılık deniz sahillerinde pelajik (yüzeysel) yaşayan, kemikli balıklar (Teleostei) takımından bir tür. Çoğu 10-12 cm boyundadır ve vücudu küçük pullarla örtülüdür. Akdeniz, Karadeniz, Marmara ve Batı Avrupa kıyılarında boldur. Büyüklüğü en çok 20 cm’ye ulaşır. Özellikle Karadeniz’de Sinop ve Trabzon kıyılarında bol avlanır. Fakirin balığı olarak bilinir. Türkiye’de türkülere konu olmuştur. Karadeniz’de hamsi girmeyen ev yoktur. Başları atılmış ve karınları temizlenmiş iri hamsi tuzlamasına “ançuez”denir. Gübre ve balık unu olarak da kullanıldığından ticarî önemi büyüktür. Deniz kuşlarının ana besinidir. Bu kuşların adalardaki dışkıları birikerek kalın “guano gübresi” tabakaları meydana getirir. Bir ton “guano” için kuşların 20 ton hamsi yemesi gerekir. Güney Amerika’da Peru halkı bu gübreyi ihraç ederek ticâretini yapmaktadır.

Peru açıklarında Humboldt soğuk su akıntısı sebebiyle yüzeye bol miktarda plankton birikerek hamsi akınına sebeb olur. Yazın sâhil bölgelerde dolaşan hamsiler kışın uygun ısı bulmak için 100-200 m derine inerler. Göç edenleri de vardır.

Mayıs-eylül ayları arasında kıyılara yakın yumurtlarlar. Her dişi 40.000 kadar yumurta bırakır. Yavrular 17°C ısıda üç günde yumurtadan çıkar. Bir yılını dolduranlar yumurtlamaya başlar. Denizlerimizde; Azak hamsisi, Karadeniz hamsisi, Marmara hamsisi olmak üzere üç formu bulunur. Karadeniz’de Kırım ve Kafkas sâhillerinde yaşayanlarına Azak hamsisi denir. Yumurtlamak için Azak Denizine geçerler. Karadeniz’in her tarafında yaşayan ikinci form, kasımdan mart sonuna kadar göç ederek boğazdan Marmara’ya geçer. Burada kışlar. İlkbaharda sâhil boyunca yumurta bırakarak tekrar Karadeniz’e döner. Boyları 18 cm’ye ulaşanları vardır. 7 cm boyundaki Marmara hamsisi yalnız Marmara sularında yaşar, göç etmez. Hamsi balıklarının av mevsimi aralıktan mart sonuna kadardır. Aralık ortasından sonra tutulanların eti en lezzetlidir. 11-12 cm uzunluktakiler makbuldür. 100 gr hamsi etinde 115 kalorilik besin değeri bulunur. İlkbaharda tutulanlar zayıf olduğundan tarlalarda gübre olarak kullanılır. Tâze satıldığı gibi tuzlanarak salamurası da yapılır.

HAMUR

Alm. 1. Teig (m) 2. Sauerteig (m), Fr. 1. Pâte (f) 2. Levain (m), İng. 1. Dough 2. leaven 3.paper pulp. Toz hâline getirilmiş herhangi bir maddenin su veya başka bir sıvı ile karıştırılmasından meydana gelen yumuşak madde. Genel olarak ekmek îmâli sırasında yapılan un-su karışımı için kullanılır. Diğer alanlarda, meselâ kâğıt üretilirken yapılan odun ve bâzı maddelerin karışımına da hamur adı verilir. Fakat bu tip hamurların çoğu özel isimler alır.

Ekmek hamuru hazırlanırken umumiyetle su ile una, tuz, maya da ilâve edilir. Hamur işlerinde hamurun muhteviyâtı değişebilir. Hamur yapmak için kullanılacak unların temiz, has olmasına dikkat edilir. Aşırı yumuşak, kalın, kepekli, iyi öğütülmemiş ve bozulmuş unlar hamur yapımında iyi netice vermezler. Yine az glüten ihtivâ eden unlar da kalitesiz kabul edilir. Maya ve kabartma tozları ise hamurun kalitesini arttırır. Bunlar, genelde ekşi hamur mayası, ekmek mayası ve kabartma tozları olarak üçe ayrılır. Ekşi hamur daha önce yapılmış hamurun bir parçasıdır. Yeni hamura katıldığında, ihtivâ ettiği tesirli faktörler hamurdaki nişastayı kısmi olarak şekerleştirir. Bu maya meydana gelen şekerin karbondioksit ve süt asidine dönüşerek hamurun mayalanmasını temin eder. Pastör tarafından keşfedilen ve bugün de kullanılmakta olan ekmek mayası (presmayası) ile mayalanmada ise, ortamdaki şeker konsantrasyonu mayanın üremesine daha uygundur. Kabartma tozları da ekmek, bisküvi ve benzeri mâmullerin mayalanması sırasında çok küçük karbondioksit kabarcıkları teşekkül etmesini ve bu sâyede hamurun kabararak yumuşak olmasını, iyi pişmesini temin eder. Eskiden hamur yoğrulduktan sonra bir-iki saat dinlendirilir, böylece daha iyi netice alınırdı. Son yıllarda ise ekmek sanâyiinin gelişmesiyle birlikte bulunan bir metodla bu süre birkaç dakikaya indi. Bu metodda hamur, yapımından hemen sonra büyük kazanlara koyularak karıştırılmakta, bir dakika kadar bekletilip tekrar karıştırılmaktadır.

Hangi şekilde olursa olsun bu safhadan sonra hazırlanan hamurlar gâyeye göre şekillendirilip pişirilirler. Hamur işleri, tatlı ve tuzlu çeşitleri ile Türk mutfağında önemli bir yer tutar. En lezzetli yemeklerimizden olan hamur işleri, ustalık ve bilgi ister. Tatlı hamur işleri şekerin hamurun içine katılması veya üstüne serpilmesi ile yapılır. Baklava, kadayıf, revani, ballı börek, demir tatlısı, höşmerim gibi. Tuzlu olanları ise hamura tuz ve diğer maddeler ilâve edilerek yapılır. Bunlara, tatarböreği, poğaça, pufböreği, talaşböreği, tepsiböreği örnek verilebilir. Ayrıca tuzlu hamur işlerinde maydanoz, et, ıspanak; tatlılarda ise reçel ile meyve ezmeleri kullanılır.

HAMZA BİN ABDÜLMUTTALİB

Peygamber efendimizin amcası. İlk Müslümanlardandır. Künyesi, Ebû Ammâre (Umâre) ve Ebû Ya’lâ olup, lakabı Esedullah (Allah’ın Arslanı)dır. Aynı zamanda Peygamber efendimizin süt kardeşidir. Annesi Hâle, Peygamberimizin annesi hazret-i Âmine’nin amcasının kızıdır. Resûlullah efendimizden iki veya dört sene önce doğdu. Hicretten yedi sene önce 615’te Müslüman oldu. 626 (H.4) senesinde şehid edildi.

Bir gün Peygamber efendimiz Safâ Tepesinde Mekkeli müşrikleri (inanmıyanları) İslâmiyete dâvet ettiği sırada onlardan hakâret gördü. Başta Ebû Cehil olmak üzere müşrikler Peygamber efendimize saldırdılar. Mübârek saçları darmadağın oldu. Mübârek yüzü kana boyandı. Bu olanları orada bulunan bir hizmetçi kız gördü. Hizmetçi kız o sırada avda bulunan ve henüz Müslüman olmamış olan hazret-i Hamza’ya, akşam üzeri av dönüşünde, olanları anlattı: “Ebû Cehil, kardeşinin oğluna şöyle söyledi.” dedi. Hazret-i Hamza, Peygamber efendimize hakâret edildiğini işitince, akrabâlık damarları kabardı. Silâhını üzerine alarak Kureyş kâfirlerinin bulunduğu yere geldi. “Kardeşimin oğluna, kötü söz söyleyen, kalbini inciten sen misin?” diyerek, boynundaki yay ile Ebû Cehl’in başını yardı. Orada bulunan kâfirler, hazret-i Hamza’ya saldıracak oldular. Bu durumda büyük çarpışma olacaktı. Fakat, Ebû Cehl; “Dokunmayınız. Hamza haklıdır. Onun kardeşi oğluna bilerek kötü şeyler söyledim.” dedi. Hazret-i Hamza oradan ayrıldıktan sonra, Ebû Cehl, etrâfındakilere; “Aman, ona ilişmeyiniz! Bize kızar da Müslüman olur. Bununla Muhammed kuvvetlenir.” dedi. Hazret-i Hamza Müslüman olmasın diye kafasının yarılmasına râzı oldu. Çünkü Hamza, hatırı sayılır, kıymetli ve kuvvetli idi.

Hazret-i Hamza, Peygamber efendimizin yanına gelip; “Yâ Muhammed! Ebû Cehl’den intikâmını aldım. Onu kana boyadım üzülme, sevin!” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Ben böyle şeylere sevinmem.” buyurdu. Hamza; “Seni sevindirmek, üzüntüden kurtarmak için, ne istersen yapayım” dedi. O zaman Peygamber efendimiz; “Ben ancak senin îmân etmen ile, kıymetli bedenini Cehennem ateşinden kurtarman ile sevinirim.” buyurdu. Hamza hemen Müslüman oldu. Hakkında âyet-i kerîme geldi. Hazret-i Abdullah ibni Abbâs’a göre, Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi 122. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Diriltildiği ve nûra kavuşturulduğu.” anlatılan zâtın hazret-i Hamza ve aynı âyet-i kerîmede; “Karanlıklarda bocalayan” şeklinde anlatılanın da Ebû Cehl olduğu açıklandı.

Hazret-i Hamza, müşriklerin yanına gidip Müslüman olduğunu ve Allah’ın Peygamberini dâimâ koruyacağını bildirdi.

Hazret-i Hamza’nın Müslüman olması ile, Peygamber efendimiz çok sevindi. Müslümanlar, kuvvet buldu. Müşriklerin, Müslümanlara karşı davranışları değişti. Çünkü, bütün Mekkeliler biliyordu ki, Hamza, cengâver, cesûr, mert, pehlivan ve kahramandır. Bunun için, Kureyş müşrikleri artık Müslümanlara, hiçbir sebep yokken fenâ muâmele yapamadılar. Bilhassa hazret-i Hamza’nın kılıcının şiddetinden çekindiler.

Mekke’den Medîne’ye hicret ettikten sonra, Peygamber efendimiz hazret-i Hamza’yı Zeyd bin Hârise ile kardeş yaptı.

Hazret-i Hamza; Evbâ, Veddan ve Zül’uşeyre gazâlarında Peygamber efendimizin beyaz sancağını taşıdı. Bedr Gazâsında 313 Eshâb-ı kirâm, 1000 müşrikle karşı karşıya geldi. Bedr Savaşında iki elinde iki kılıçla kahramanca çarpışan hazret-i Hamza, Uhud Savaşına katıldı. Büyük kahramanlıklar gösterip, otuz bir müşrik öldürdü. O sırada, henüz Müslüman olmayan (daha sonra Müslüman oldu) Vahşî tarafından şehid edildi.

Hazret-i Hamza şehîd olduğunda, oruçlu idi. Sevgili Peygamberimiz, kendisi için “Seyyid-üş-Şühedâ=Şehîdlerin Efendisi” buyurdu ve cesedini meleklerin yıkadıklarını haber verdi. Savaş bitmişti. Şehitlerin yanlarına gidildi. Peygamber efendimiz, Hamza’nın mübârek cesedinin kesilip biçildiğini görünce dayanamayıp ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar akarak şöyle buyurdular:

“Ben, şu şehitlerin, Allahü teâlânın yolunda canlarını fedâ ettiklerine, kıyâmet günü şâhitlik edeceğim. Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, kıyâmet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi, kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır.

Bana Cebrâil (aleyhisselâm) gelip, Hamza bin Abdülmuttalib’in göktekiler katında “Allah’ın ve Resûlünün arslanıdır.” diye yazıldığını haber verdi.”

 Hazret-i Hamza’nın ve diğer şehitlerin cenâze namazları kılındı. Hazret-i Abdullah bin Cahş ile hazret-i Hamza’nın cenâzeleri aynı kabre kondu. Hazret-i Hamza, hazret-i Abdullah’ın dayısı idi.

Hazret-i Hamza orta boylu, heybetli, güçlü, kuvvetli, haysiyet ve şerefine bağlı, kahraman ve merhametliydi. Kılıcını çok iyi kullanır ve mükemmel ok atardı. Haksızlığa dayanamazdı. Pehlivan ve çok mert bir yiğitti. Peygamberimiz, kabrini ziyârete gider, selâm verir, mezârdan “Ve aleykümselâm yâ Resûlallah” diye cevap gelirdi.

Hazret-i Hamza’yı şehid eden Vahşî radıyallahü anh, bilâhare Müslüman oldu. Reslûlullah efendimiz; “Mîrac gecesi, Hamza ile Vahşî’yi Cennet’te kolkola giderken gördüm.”buyurmuştur.

HAN

(Bkz. Kervansaray)

HAN_

Alm. Khan, Chan (m), Fr. Khan (m), İng. Khan. Eski Türklerde hükümdârlık ünvânı. Osmanlılarda “pâdişâh” mânâsına gelmek üzere han ünvânı kullanılmıştır.

Han kelimesinin eski kullanılış şekli “hang” olup, en çok kullanılan mânâsı Fârisîde “şah” kelimesinin karşılığıdır. Eski Türklerin kendilerine büyük görünen her şeye “han” ünvânını verdikleri Orhan, Denizhan, Dağhan, Kamhan, Gökhan gibi kullandıkları isimlerden anlaşılmaktadır.

Kaşgarlı Mahmûd, Dîvânü Lügât-it-Türk’ ünde Uygur oymaklarının “kan” şeklinde kullandığını yazıyor. Zamanla, Oğuz Türkçesinde kaf’ın ha’ya dönüştüğünü belirtiyor. Bu durum katûn=hatûn, kangı=hangi gibi kelimelerde de görülür.

Türklerde Müslüman devletlerden ilk defâ Karahanlılar paralarında “Han” tâbirini kullandılar. Selçuklular ve Harezmşahlarda han, asîlliğin en yüksek ifâdesiydi. Moğollarda da Cengiz Han ve haleflerince kullanılan han tâbiri, eski Bozkır şehirlerinin isimlerinde de (Hanbalık ve Purshan gibi) geçerdi.

Orta Asya’da Hive Hanlığı, Buhara Hanlığı gibi küçük Türk devletlerinin hükümdârları ile Delhi Türk İmparatorluğunda hükümdâr, vezir ile ileri gelen devlet adamları bu ünvânı kullanmışlardır.

Osmanlı pâdişâhları ise Çelebi Sultan Mehmed’den îtibâren devletin yıkılışına kadar diğer hükümdarlık ünvanlarının yanında “Han” tâbirini de kullandılar. Osmanlılarda bu ünvân ayrıca Kırım giraylarına da veriliyordu.

HÂN-I HÂNÂN MİRZÂ ABDÜRRAHÎM HAN

Bâbürlü devlet adamı ve kumandanı. 16 Aralık 1556’da Lahor’da doğdu. Karakoyunlu oymaklarından Baharlu Türkmenlerine mensuptur. Ekber’in ilk vekîli Bayram Hanın oğludur. Annesi, Cemâl Han Merâtî’nin kızıdır. Dört yaşında babası vefât etti. Bundan sonra Bâbürlü sarayına gelip iyi bir tahsil ve terbiye görerek yetişti.

1572’de Ekber’in Gücerât Seferine katıldı ve Mirzâ Han lakabını aldı. 1576’da Gücerat’a vâli tâyin edildi. 1582’de Ekber Şahın oğlu Selim’e atalık (lâlâ) oldu. Aynı târihlerde Muzaffer Şah Guceratî’ye karşı kazandığı zaferler dolayısıyla hân-ı hânanlığa yükseltildi. 1593 yılında Veliaht Danyal’ın yardımcısı olarak Dekkan Seferine katılan Abdurrahîm Han, daha sonraki iki yıl içinde başkumandan olarak yaptığı savaşlarla Dekkan’ı fethetti. Abdurrahîm Hanın devlet içindeki etkili rolü Selim Cihângîr devrinde de devâm etti. 1612’de Dekkan’a vâli tâyin edildi. 1622’de Kandehar’ı fethetti. 1626’da ülke içinde isyâncı gruplara karşı savaşa hazırlanırken hastalandı ve Delhi’ye döndükten kısa bir süre sonra vefât etti (1627). Vefâtında 71 yaşında olan Hân-ı Hânan Abdürrahîm Hanın kabri Nizâmeddîn Evliyâ’nın türbesi yakınındadır.

Muktedir bir devlet adamı ve kumandan olan Abdürrahîm Han, aynı zamanda âlim ve şâir olup, Türkçeden başka, Arabî, Fârisî ve Hintçeyi çok iyi bilirdi. Dört dilde de şiirler yazan Abdürrahîm Han, Râhimî mahlasını kullanırdı. Nitekim şiirlerini Meâsir-i Râhimî adını verdiği eserinde toplamıştır. Abdürrahîm Han Ehl-i sünnet îtikâdında olup, devrinin büyük âlimi ve ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlıydı. Abdülhak Dehlevî ile de görüşürdü. İmâm-ı Rabbânî’nin kendisine yazdığı mektuplar İhlâs A.Ş. Yayınları arasında Müjdeci Mektublar isimli eserde mevcuttur.