HALTER

Alm. Stammgewicht (n), Kugelhantel, Scheibenhantel (f). Fr. Haltére (m). İng. Dumbbell. Barbell. Ağırlık kaldırma esâsına dayanan bir spor dalı. Demir veya tahta bir sapla birleştirilen yuvarlak veya yassı iki kütlenin meydana getirdiği âlet. Eski devirde atlayıcılara çeviklik kazandırmaya yarayan taştan veya kurşundan yapılma uzun kütle.

Birçok milletin bağlı olduğu Milletlerarası Haltercilik ve Beden Eğitimi Federasyonu (F.İ.H.C.) tarafından yarışmalar hakkında karar alınır. Halterde yalnız amatör lisans tanınmıştır. Atlet sâdece Halter Federasyonunun yönetmeliği altında düzenlenmiş bir yarışmaya katılabilir.

Halter müsâbakaları, eni ve boyu 4 m, yüksekliği 10 cm olan tahtadan bir ring üzerinde yapılır.

Halter yarışmalarında gâye, sporcunun yerde bulunan ağırlığı tek veya iki kolla baştan yukarı kaldırmasıdır. Hareketleri; baskılama (yerden kesme), koparma, omuzlama ve silkme (atma)dir. Sporcunun her harekete göre seçtiği ağırlık için üç deneme hakkı vardır.

Müsâbakaları, biri ring âmiri olan üç hakem ile, beş kişiden müteşekkil bir jüri ve bir spiker ile, sekreter idâre eder. Haltere takılan ağırlıklar demir levha şeklindedir ve bu ağırlıklar 2,5 kg ve katlarıdır. Yarışmalara katılacak ekiplerin her ağırlık sınıfından birer halterciden meydana gelmesi ve ekibin âzamî ağırlığının (7 halterci için) 550 kilogramı geçmemesi lâzımdır.

Halterciler kısa kollu bir fanila, şort, atlet suspansuarı veya tek parçalı bir mayo giyerler. Ayakkabılarının ökceleri ise 4 santimetreden yüksek olamaz. Eğer halterci kemer takarsa kemerin kalınlığı 10 santimetreyi geçemez. Halterciler müsâbakalardan 1 saat 15 dakika önce tartılırlar. Tartı esnâsında o katagori için tâyin edilmiş bütün hakemlerin orada bulunması lâzımdır.

Halter için vücut yapısı husûsiyeti mühimdir. Bu sebeple diğer spor branşlarıyla meşgul olan sporcular muayyen dozlarda halter yapmak sûretiyle fizikî yapı ve kuvvetlerini artırarak daha ileri rekorlara erişebilirler. Yarışmacıların kilolarına göre kategorileri şöyledir:

OLİMPİYAT ŞAMPİYONLARI

52 kg

1972

 Smalcerz

Polonya

337,5 kilo

1976

 Woronin

S S C B

243,5 kilo

1980

 Aliew

S S C B

243,0 kilo

1984

 Zeng

Çin Halk Cum.

235,0 kilo

1988

 Sevdalin Marino

Bulgaristan

270,0 kilo

1992

 İvan İvanov

Bulgaristan

265,0 kilo

 56 kg

1972

 Földi

 Macaristan

 377,5 kilo

1976

 Nourikian

 Bulgaristan

 262,5 kilo

1980

 Daniel Nunen

 Küba

 275,0 kilo

1984

 Wu

 Çin Halk Cum.

 267,5 kilo

1988

 Oxen Mirzoian

 SSCB

 292,5 kilo

1992

 Chun Byung Kwap

 Güney Kore

287,5 kilo,

 60 kg

1972

 Nourikian

Bulgaristan

402.5 kilo

1976

 Kolesnikov

S S C B

 285,5 kilo

1980

 Mezin

S S C B

 282,5 kilo

1984

 Chen

Çin Halk Cum.

 282,5 kilo

1988

 Naim Süleymanoğlu

Türkiye

 342,5 kilo

1992

 Naim Süleymanoğlu

Türkiye

 320,0 kilo

 67,5 kg

1972

 Kırshinow

 S S C B

 460,0 kilo

1976

 Korol

 S S C B

305,0 kilo

1980

 Roussev

 Bulgaristan

 342,5 kilo

1984

 Yao

 Çin Halk Cum.

320,0 kilo

1988

 Joachim Kunz

 Doğu Almanya

340,0 kilo

1992

 İsrael Mlitosion

 BDT

337,5 kilo

 75 kg

1972

 Bikow

Bulgaristan

485,0 kilo

1976

 Mitkoff

Bulgaristan

 335,0 kilo

1980

 Zaafet

Bulgaristan

 360,0 kilo

1984

 Radschnsky

Federal Almanya

 340,0 kilo

1988

 Borislav Gudikov

Bulgaristan

375,0 kilo

1992

 Fedor Kassapu

BDT

 357,5 kilo

 82,5 kg

1972

 Jennessen

 Norveç

507,5 kilo

1976

 Schari

 SSCB

365.0 kilo

1980

 Vardanyan

 SSCB

 400,0 kilo

1984

 Becheru

 Romanya

355,0 kilo

1988

 İsrail Arsamakow

 SSCB

377,5 kilo

1992

 Pirros Dimas

Yunanistan

370,0 kilo

 90 kg

1988

 Anatoly Khrapaty

SSCB

412,5 kilo

1992

 Kakhi Kakhi

BDT

412,5 kilo

 100 kg

1972

 Klikolov

 Bulgaristan

525,0 kilo

1976

 Rigert

 SSCB

 382,5 kilo

1980

 Zarambe

 Çekoslovakya

 395,0 kilo

1984

 Milser

 Federal Almanya

385,0 kilo

1988

 Pauel Kuznetsov

 SSCB

425,0 kilo

1992

 Viktor Tregubay

 BDT

 400,0 kilo

110 kg

1972

 Alxejew

 SSCB

640,0 kilo

1976

 Alexejew

 SSCB

 440,0 kilo

1980

 Rahmanov

 SSCB

440,0 kilo

1984

 Oberburger

 İtalya

 390,0 kilo

1988

 Yuri Zakharevitch

SSCB

 455,0 kilo

1992

 Ronny Weller

Birleşik Almanya

     417,5 kilo

1972 Olimpiyatlarına kadar koparma, silkme ve pres adları altında üç dalda yapılan halter müsabakaları bu târihten sonra sâdece koparma ve silkme dallarında yapılmaya başlandı. Toplam kilolarda 1972’den sonra görülen düşüşler bu sebepledir.

Târihçesi: Mîlattan önceki olimpiyatların programında da halter vardı. Yalnız, bu halter yarışmaları belirli bir ağırlığı kaldırmak şeklinde değildi. Ağır bir taşı kaldırmak, bu taşı belirli bir yere kadar taşımaktı. Bu spor M.S. özellikle Orta Avrupa’da yapıldı. Oradan Mısır’a, Türkiye’ye, Japonya’ya kadar gitti, daha sonraları göçmenler halteri Amerika’ya da götürdüler.

Türkiye’de modern anlamıyla halter sporunun yapılması 1900 yılında başlamıştır. Fakat Türklerde daha önceleri ağırlık kaldırma idmanları yapıldığı bilinmektedir. Ağırlık kaldırma sporuna Osmanlılar zamânında pâdişâhlar özel ilgi göstermişlerdir. Sultan Dördüncü Murâd Han, mermerden yapılma 102,56 kg ağırlığında bir gülleyi, her sabah Haremden Hasbahçeye ve Bağdat Köşküne kadar taşıdığı ve akşam dönüşünde tekrar Hareme kadar götürdüğü bilinmektedir.

Türkiye’de modern halter sporuna Galatasaray Lisesi Beden Eğitimi Öğretmeni Faik Üstün’ün şahsî gayretiyle başlandı. Faik Beyi Hakkı Köprülü, Filozof Rızâ Tevfik, İhsaniyeli Rıfat gibi amatör sporcular tâkib etti. Daha sonraları Türk halterciliğini milletlerarası müsâbakalarda başarıyla temsil eden halterciler yetişti.

Türkiye’nin ilk milletlerarası halter müsâbakalarına katılması 1924 Olimpiyatlarında oldu. Müstakil olarak Türkiye Halter Federasyonu 1960 yılında kurulmuş, bu yıldan sonra halter sporu yurdumuzda yaygınlaşmıştır. 1988 Seul Olimpiyatlarında Naim Süleymanoğlu’nun Olimpiyat şampiyonu olması ilgiyi daha çok arttırmıştır.

HALVET

Kapalı bir yerde yalnız kalma. Tenhâ, tenhâya çekilme, tenhâlık, yalnızlık. Kimsenin bulunmadığı kapalı yer. Hamamda ufak, ayrı yıkanılan küçük oda. Osmanlı Devletinde saray kadınlarının gezip dolaşması için yapılmış bahçeler.

Müsâdeleri olmaksızın başkalarının giremeyecekleri bir yerde, kadın ile kocasının, berâber bulunmalarına da “meşrû halvet” denir. Umûma açık olmayan yerlerde yabancı kadın ve erkeğin beraberce yalnız kalmaları da “haram halvet” olup, İslâm dîninin yasakladığı hususlardandır. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki;

Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytân olur.

Allah’a ve kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla yalnız kalıp halvet etmesin.

Bir erkeğin ebedî mahremi olan, yâni hiçbir zaman evlenemeyeceği 18 kadın vardır. Bunlardan 7’si zîrahm-ı mahrem, yâni kan ile olan nesebden, soydan akrabâdır. Bunlar; annesi, kızı, kızkardeşi, teyzesi, halası, kızkardeşinin kızları ve erkek kardeşinin kızlarıdır. Kadın için ise; babası, oğlu, kardeşi, amcası, dayısı, erkek kardeşinin oğlu ve kız kardeşinin oğludur. Bu yedi kadın veya erkeğin süt sebebiyle olması da aynıdır. Ayrıca nikâh sebebiyle sonradan olan dört kadın veya erkek daha vardır ki, bunlar da erkek için nikâhlandığı kızın annesi, üvey kızı, üvey annesi ve gelinidir. Kadın için ise üvey babası, üvey oğlu, kayınpederi ve dâmâdıdır. Bunların hepsi yedi kandan, yedi sütten, dört sonradan nikâh sebebi ile olmak üzere on sekiz erkek veya kadındır. Bunların dışındaki erkek ve kadınlar o kimse için yabancı sayılırlar. Bir erkeğin, böyle yabancı sayılan bir kadınla halvet etmesi çeşitli içtimâî ve âilevî mahsurları sebebiyle yasak edilmiştir.

Halvet, tasavvuf terminolojisinde, mürşidin emri ve uygun görmesi ile talebenin yalnız olarak karanlık ve dar bir yere çekilip ibâdetle vakit geçirmesi ve Allahü teâlâ ile bir olmasıdır. Halvet, kırk gün sürdüğü için buna “erbâin çıkarmak” da denir. Halvet, tekkelerdeki odalardan birinde olur. Mürşid duâ ederek talebeyi halvete sokar. Yemek ve su, halvette olan talebenin hâline ve tahammülüne göre azaltılır. Zarûret olmadıkça dışarı çıkamaz. Kimse ile görüşemez. Gece ve gündüz zikir ve tefekkür ile meşgul olur. Kırkıncı gün mürşid talebenin bulunduğu odaya gider ve onun bu müddet içinde gördüğü rüyâları dinler. Talebe halvethâneden çıkarılır. Yıkanır ve çamaşırı değiştirilir. Hayvanın baş suyu ile pişmiş olan çorba içirilir. O günün akşamı veya ertesi günü kesilen hayvanın etinden yenir. Ziyâfet verilir. Bu eskiden tarîkatte talebelerin yetiştirilmesi için uygulanan bir usuldü. Ancak uygulanması umûmî olmayıp tarîkatlara göre farklılık gösterirdi.

HALVETİYYE

Evliyânın büyüklerinden Sirâceddîn Ömer bin Ekmelüddîn Lâhicînîn tasavvufta tâkib ettiği yol, tarîkat. Sirâceddin Ömer Lâhicî’nin amcası ve hocası Muhammed bin Nur-ül-Halvetî’ye nisbetle bu yola Halvetiyye ismi verilmiştir. Abdullah Sirâceddîn Ömer Lâhicî’nin bir çınar ağacının kovuğunda halvet etmesinden, hattâ bu ibâdetini kırk gün hiç ara vermeden sürdürmesinden dolayı onun tasavvuftaki yoluna Halvetiyye adı verildiği de bildirilmiştir.

Halvetiyye yolunun kurucusu olan Sirâceddîn Ömer Lâhicî, Lâhican’da doğdu. Çocuk yaştan itibâren ilim tahsil etti. Genç yaşındaHarezm’e giderek amcası Ahî Muhammed bin Nur-ül-Halvetî’ye talebe oldu. Onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. 1317 senesinde amcası vefât edince, yerine geçerek talebelerine ders verdi, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onun tasavvufta tâkib ettiği yola Halvetiyye adı verildi.

Halvetiyye yolu kısa zamanda yayıldı. Sirâceddîn Ömer Halvetî bir müddet Hoy’da ve Mısır’da bulundu. Oradan Hicâz’a giderek hac vazîfesini yerine getirdi.Hac dönüşünde Sultan Uveys’in dâveti üzerine Herât’a geldi.Orada insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyada ve âhirette saâdete kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Hilâfet verdiği talebelerini de çeşitli memleketlere gönderdi. Vefâtından sonra yerine talebelerinin ve halifelerinin en önde geleni Seyyid Yahyâ Şirvânî geçti. Halvetiyye yolunun yayılması ve kollara ayrılması Seyyid Yahyâ Şirvânî hazretleri zamanında oldu.

Halvetiyye yolu dört kola ayrılmıştır. Bu kollardan da pekçok şubeler ortaya çıkmıştır.

Birinci kol; Ömer Rûşenî hazretleriyle başlayan Rûşeniyye koludur. Seyyid Yahyâ Şirvanî’nin halifesi olan Dede Ömer Ruşenî Aydınlıdır. Tahsilini Bursa’da yaptıktan sonra Bakü’ye giderek Seyyid Yahyâ Şirvânî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetinde olgunlaşıp, insanlara İslamiyeti anlattı. 1487 senesinde Tebrîz’de vefât etti. Rûşeniyye kolundan Diyarbakır’lı İbrâhim Gülşenî’nin kurduğu Gülşeniyye ile Sezâiyye ve Halvetiyye şûbeleri meydâna gelmiştir.

İkinci kol; Cemâliyye koludur. Çelebi Halîfe diye meşhur olan Cemâleddîn Aksarâyî hazretleri tarafından kurulmuştur. Merzifon ve Amasya’da yetişip İstanbul’a gelen Cemâleddîn Aksarâyî İstanbul’un Kocamustafapaşa semtinde câmi, medrese, dergâh ve imâret kurdu. Halvetiyye yolunu yaydı. Hac yolculuğu sırasında Şam’da vefât etti. Yerine halifesi ve damadı Sünbül Sinan Efendi geçti. Onun yoluna da Sünbüliyye adı verildi. Halvetiyye yolunun Cemâliyye kolundan Şâbâniyye, Nasûhiyye, İbrâhimiyye, Assâliyye, Bahşiyye, Karabâşiyye, Çerkeşiyye şûbeleri doğdu.

Üçüncü kol; Şemseddîn Ahmed Marmaravî’nin kurduğu Ahmediyye koludur. Bu koldan çıkan şûbelerin en önde gelenleri Nûreddîn Cerrâhi tarafından kurulan Cerrâhiyye ve Niyâzî-i Mısrî tarafından kurulan Mısriyye’dir. Ramazâniyye, Buhâriyye, Raûfiyye, Cihangiriyye, Sinâniyye, Uşşakiyye şubeleri de bu koldandır.

Dördüncü kol; Şemsiyyedir. Kurucusu Kara Şems diye meşhur olan Şemseddin Ahmed Sivâsî hazretleridir.

Halvetiyye yolunun kolları ve şûbeleri arasında büyük bir farklılık yoktur. Küçük farklılıklar ise daha çok giyimdedir. Anadolu ve Rumelide en çok dergâhı bulunan tarikatların başında Halvetiyye yolu gelir. Bu kolların ve şûbelerin şeyhi olan zâtların çoğunun kabri Anadolu’dadır.

Zikr-i Cehrî’yi (sesli zikri) esas alan Halvetiyye yolunda Esmâ-i Seba denilen Lâ ilahe illallâh, Allâh, Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhar isimleri anılırdı. Toplu zikirlerde Deverân, yâni ayakta halka teşkil edip dönerek zikretmek usûlü de vardı.

Halvetîler diz çöküp kıbleye karşı otururlar her türlü dünyevî düşünce ve şekilleri zihinlerinden silerler, sâdeceAllahü teâlâyı düşünürlerdi. Lâ ilahe illallah zikrini 33 ve 165 kere tekrar ederler, sonra Allah İsm-i Celâlini daha sonra da Esmâ-i Seba’dan Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr isimlerini zikrederlerdi. Hazret-i Ali vâsıtasıyle Peygamber efendimize ulaşan silsilesi şöyledir: Muhammed aleyhisselâm, hazret-i Ali radıyallahü anh, Hasan-ı Basrî, Habîb-i Acemî, Dâvud-i Tâî, Mârûf-ı Kerhî, Sırrî-yi Sekâtî, Cüneyd-i Bağdâdî, Mimşâd ed-Dîneverî, Muhammed Dîneverî, Ömer Bekrî, Abdülkâhir Bekrî, Kutbeddîn Ebherî, Muhammed Nehhâs Buhârî, Muhammed Tebrîzî, Cemâleddîn Şirâzî, İbrâhim Zâhid Gîlânî, Sâdeddin Fergânî, Kerimüddîn Muhammed bin Hür-ül-Halvetî, Sirâceddîn Ömer Halvetî.

Çeşitli kolları ve şûbeleri düşünülürse Halvetiyye yolunun Müslüman-Türk toplumu üzerinde en çok tesiri olan tarikatlerden olduğu görülür. Mensupları arasında her sınıftan ve her meslekten insanlar vardı. Sultan İkinci Bâyezid’in yanındaki Cemâl Halvetî, Yavuz Sultan Selim’in yanındaki Sünbül Sinan Efendi, Kanûnî Sultan Süleyman’ın yanındaki Merkez Efendi, Halvetiyye yoluna mensuptular. Sünbül Sinan Efendi ve Merkez Efendinin İstanbulda kendi adlarıyla anılan mahallelerdeki türbeleri, bugün bile büyük kitleler tarafından ziyâret edilmektedir.

HAMAM

Alm. Türk, Badehaus; Privatbad (n), Fr. Bain turc, bain (m), İng. Turkish bath, bathroom. Yıkanılacak sıhhî yerlere, genel olarak verilen ad. Hamam, özel bir düzenle ısıtılarak, sıcak ve soğuk suyu bulunan ve üzeri kubbeli, kâgir yapıdır. Şimdikiler ise genellikle betondur.

Hamamın çok eski bir târihi vardır. Hamam daha Romalılar zamanında biliniyordu. Vezüv Yanardağının patlamasından sonra küller altında kalan Pompei şehrinde yapılan kazılar, Romalıların kullandıkları hamamları ortaya çıkarmıştır. Bu hamamların yalnız temizlik için değil, zevk ve eğlence için de yapıldığı anlaşılmaktadır. Romalılarda sınıf farkı olduğu için, hamamlarda kölelerle asillerin giriş kapıları ve yıkandıkları yerler ayrılmıştı. Roma hamamlarında ayrıca buhar banyosu yeri, soğuk ve sıcak su havuzları da vardı.

Yalnız, Hıristiyanlığın bozulmuş şekli yayıldıktan sonra, batı dünyâsında hamam ve temizlenme yavaş yavaş unutuldu. Ortaçağda Hıristiyanlar, ilk doğdukları zaman papas tarafından vaftiz suyunda yıkandığı için, bundan sonra yıkanmak, taasuplarına göre yasak ve günâhtı. Yıkananların birçok hastalıklara yakalanacağı zannediliyordu. Bu sebeple kadınlar olsun, erkekler olsun, yıkanmadıklarından dolayı kirlenip pis kokarlardı. Kadın ve erkekler bu pis kokuyu önlemek için ağır kokular sürünürlerdi. On altıncı yüzyılın ünlü heykelcisi Michel Angleo’ya babası, yazdığı bir mektubunda; “Yıkanmaktan sakın, her türlü hastalık sudan gelir, bilirsin. Gerekirse adam tut, kirlerini kazıt ama, sakın yıkanma!” diyordu.

Türkler, târihî asâletleri ile temiz bir millettir. İslâmiyeti kabul etmeleri ve İslâmiyetin temizliğe ait hükümlerini büyük bir titizlikle uygulamaları neticesinde bilhassa, İstanbul’un fethinden sonra burada ve devletin dört bir yanında binlerce hamam yaptılar. Türklerde İslâmiyetin emirlerinin gereği olarak her evde hamam bulunurdu. On yedinci, yüzyılda, yalnız İstanbul’da 168 adet büyük çarşı hamamı vardı.

Türk hamamları ve özellikleri:

Türk hamamları başlıca üç kısma ayrılır: 1) Soyunma yerleri; 2) Yıkanma yerleri: a. Soğukluk, b. Hamam; 3) Isıtma yeri: Külhan.

1. Soyunma yerleri: Geniş bir sofa ve bunun çevresinde bölmeli sekiler bulunur. Yıkanan kimseler, bu sekilerde uzanıp dinlenirler.

2. Yıkanma yerleri: Soğukluktan geçilerek girilen hamam kısmına denir. Burası da bâzı bölümlere ayrılır: “Kurna başı” denilen herkesin teker teker yıkandığı yer, “halvet” adı verilen kapalı ve yalnız başına yıkanma hücreleri. Bir de üzerine uzanıp ter dökülen “göbek taşı” bulunur. Burası, hamamın mermer kaplı zemininden daha yüksek yapılmış ve çeşitli geometrik şekillerde olabilen yerdir.

3. Isıtma yeri-Külhan: Hamamın altında olup burada ateş yanar. Ateşten yükselen alev ve duman, mermer zeminin altındaki özel yollardan, duvar içlerinden geçer, “tüteklik” adı verilen bacadan çıkar.

Külhandaki ocağın üzerinde sıcak su kazanı, onun da üzerinde soğuk su deposu bulunur. Ocağın dip kısmındaki birkaç kanal, hamamın yıkanma yerinin ortasındaki göbek taşının altına kadar uzanır. Ocakta yanan odunların tesirli alev ve dumanları, bu kanallardan göbek taşının altına gider. Bu taşın altındaki karanlık yer çok ısındığından buraya “cehennem” denir.

Çarşı hamamları, haftanın belli günlerinde kadınlara, başka günlerde erkeklere açıktır. “Çifte hamam” olanlar ise birbirine bitişik iki hamam olup, biri kadınlara, diğeri erkeklere ayrılmıştır. Bu hamamlar hergün açıktır.

İstanbul’un hamamları bütün dünyâca tanınmıştır. Eski oluşu bakımından Bâyezit, Çemberlitaş, Hoca Paşa, Fındıklı hamamları, Fâtih’te Mehmedağa hamamı vs. vardır. Ayrıca zamanla tahribâta dayanamayıp yıkılmış hamamlar da bulunuyordu. Hele meşhur konak hamamlarından hemen hiçbiri bugün kalmamıştır. Yalnız Saray hamamları (Topkapı ve Dolmabahçe), ayrı devirlerin mimarlık âbidelerine örnek olarak, bugün İstanbul’u süslemektedir. Bunlardan başka, Bursa’nın tabiî sıcak ve kükürtlü sularıyla meşhur kaplıca hamamları, Gönen kaplıca hamamları ve Türkiye’nin dörtbir yanında serpiştirilmiş kaplıca ve normal hamamlar da vardır.

Türk hamamlarının bir değişik tarafı da, buhar banyosu esasına dayanan “Fin hamamı” oluşlarıdır. Finler, aslen Türk asıllıdırlar. Bugün dünyâ spor âleminde, çabuk terleyerek, çok kilo vermek için bu hamamlardan faydalanılmaktadır. Bu bakımdan Türk hamamlarından bütün sporcular istifâde ederler.

Hamamların sağlık bakımından faydaları:

Hamamlar, uzun müddet kalmamak şartıyla, sıcaksu ve sabunla yapılacak vücut temizliği için en iyi yıkanma ve temizlenme yerleridir. Hamamda terleyen vücudun, yumuşak bir bez veya süngerle ovularak yıkanması, vücutta kan dolaşımını kolaylaştırarak insana rahatlık verir. Vücudu sert keselerle ovmak, deride yara açabilir. Bundan sakınmak gerekir.

Bir de hamamlarda yıkananların âdâbı muâşeret kâidelerine uyması lâzımdır. Ayrıca hamamlarda fazla kalmak, sıcaktan soğuğa, soğuktan sıcağa zaman zaman çıkmak da vücuda zararlı olabilir. Kalp ve dolaşım sistemi bozuk olan, tansiyonu yükselen kimselerin, bir de akciğer veremine tutulmuş olanların çok sıcak suda yıkanmaları tehlikelidir. Zîrâ çok sıcak suda uzun süre kalmak, beyne kan hücum etmesine, veremlilerde de akciğer kanamasına sebeb olur. Ayrıca hamamdan sonra kendisini kollayamayıp üşütenler de zatürre hastalığına yakalanırlar. Dikkat edene hamamların bir zararı olmadığı gibi faydası çoktur.

HAMAMBÖCEĞİ (Blatta)

Alm. Küchenshabe (f), Fr. Cancrelat, cafard, İng. Cockroach. Familyası: Hamamböceğigiller (Blattidae). Yaşadığı yerler: Sıcak ve nemli yerlerde. Hamam, fırın, mutfak, orman ve çürümüş besin muhitlerinde bol rastlanır. Özellikleri: Basık ve oval vücutlu, ince uzun antenli, kanatlı veya kanatsız böcekler. Karanlıkta ortaya çıkar. Nebâti ve hayvânî çürümüş besinlerle beslenir. Dişi, yumurtalarını kapsül içinde bırakır. Ömrü: 5 yıl kadar. Çeşitleri: 3500 kadar türü vardır. En önemlileri; Amerikan hamamböceği (Periplaneta americana), Doğu hamamböceği (Blatta orientalis), Alman hamamböceği (Blattela germinica)dir.

Sıcak ve nemli bölgelerde yaşayan, gece faaliyet gösteren düz kanatlılar (Orthoptera) takımının, Blattidae familyası böcek türlerinin genel adı. Kuzey kutbundan güney kutbuna kadar insanların yaşadığı her yerde rastlanır. Kanatlı ve kanatsız türleri vardır. Basık vücutlu, uzun antenli, benzer bacaklıdırlar. Hızlı koşarlar. Kahverenginden gri ve siyaha kadar çeşitli renkte olanları vardır. Tropik türleri parlak yeşil, sarı kırmızı, portakal rengindedirler. Çizgili olanlarına da rastlanır. Başları, kalkan şeklini almış olan protoraks (ilk göğüs segmenti) ile kısmen veya tamâmen örtülüdür. Mağara ve karınca yuvalarında sürekli karanlıkta yaşayanlar gözsüzdür. Uzun antenleri yardımcı duyu kılları ile donanmıştır. Boyları 5 mm ile 7,5 cm arasında değişir.

Birçok türü orman ve tarlalarda insanlardan uzak, tabiatta serbest olarak yaşar. Bunlara örnek olarak tarla hamamböceği gösterilebilir. Tropik bölgelere gidildikçe boyları artar. Çürüyen nebatî ve hayvânî artık maddelerle beslenirler. Kuvvetli kesici ve çiğneyici ağız parçaları ile çok sert maddeleri bile kemirebilirler. Mutfakta yaşayanlar her türlü yiyecekle beslenir. Bâzan çorap, deri, kâğıt, tahta ve kumaşları dahi kemirirler. Birkaç türü canlı bitki yiyerek onlara zarar yapar. Yaygın türlerin erkeklerinde gelişkin iki çift kanat mevcuttur. Dişilerde kanatlar daha küçüktür. Bâzı türler ise tamâmen kanatsızdır. Kanatlar uçmaktan çok, karnı bir zar gibi korumaya yarar. Kanatları olanlar iyi uçucu değildir.

Büyük Amerikan böceği (P. americana) 5 cm boyunda, kızıl kahverenklidir. Sonradan Avrupa’ya da girmiştir. Evlerin iç ve dışında uçar. Yetiştirilmesi kolay ve vücudu büyük olduğundan biyoloji laboratuvarlarında deney hayvanı olarak da kullanılır. Yurdumuza gemilerle sonradan girmiştir. Fırın ve hamamlarda rastlanır. Anavatanı Kuzey Amerika olarak bilinirse de, Afrika menşelidir. Uygun şartlarda saatte 4-5 kilometre hızla koşabilir. Alman hamamböceği (Bjettela germinica) saman renginde, 11-13 mm boyunda küçük olup erkek ve dişileri kanatlıdır. Evlerde yaşar. Anayurdu Orta Avrupa’dır. Evlerimizde en çok rastlanan “Doğu hamamböceği” (Blatta orientalis) 2,5-3 cm uzunlukta parlak siyahımtrak renktedir. Dişilerde kanatlar gelişmemiş olduğundan uçamazlar.

İnsanların bulunduğu her tarafta hamamböceklerine rastlanır. Nemli yerleri sevdiğinden bilhassa mutfaklarda, duvar çatlakları arasında barınır. Geç saatlerde ışık yakıldığında kaçışarak saklanmaya çalıştıkları görülür. Dişi hamamböcekleri yumurtalarını kendileri tarafından meydana getirilen uzunca bir kapsül içinde çift sıra hâlinde koyarlar. Ergin dişi, yumurta paketini yavrular çıkıncaya kadar berâberinde taşır. Ancak bir tehlike karşısında yumurta kapsülünü bırakarak kaçar. Yumurta sayısı cinslere göre, genellikle 16-40 arasında değişir. Doğu hamamböceğinde 16, Alman hamamböceği kapsülünde 40 yumurta bulunur. Uygun şartlar altında (22°C’de) 2-3 ay zarfında nimfler (yavru) yumurtadan çıkar. Birinci gömleği kapsülde değiştirdikten sonra kapsülden çıkar. Nimfler ergine benzeseler de kanatsızdırlar. Büyümeleri sırasında birkaç kerre deri değiştirerek kanatlı şekle dönüşürler. Bâzı türlerin erginleri de kanatsızdır. Sıcak memleketlerde 9-12 ayda, soğuk yerlerde ise 3-4 senede erginleşirler. 5 sene kadar yaşar ve en çok 5 defâ gömlek değiştirirler. Çoğu türler genellikle nisan-mayıs aylarında çiftleşirler.

Pislikte ve daha sonra yiyecekler üzerinde gezindiklerinden bakteri ve sporozoaları bulaştırırlar. Gezdikleri yerlerde pis bir koku bırakırlar. Alışkanlıkları şaşırtıcı olduğundan umulmadık yerlerde rastlanırlar. Bu sebepten yok edilmeleri güçtür. Yassı vücutlu olduklarından rahatlıkla çatlaklar arasında gizlenirler. En iyi korunma çâresi temizliktir. Yiyecekler korunmalı ve evin içinde çöp bırakılmamalıdır. Gün ışığı ve elektrik ışığından hoşlanmadıklarından karanlıkta yuvalarından çıkarlar. Geceleri âniden gelen ışıkta bile çabuk kaybolurlar. Püskürtme ve serpme ilâçlarla yok edilmeleri çok güçtür. Gece besin ararken duyu organlarıyla ilâç serpilmiş kısımları keşfederek ilâç bulaşık olmayan kısımlarda dolaşırlar. Zamanla ilâçlara karşı bağışıklık kazandıkları ortaya çıkmıştır. Değişik bir ilâç bunları yok ederse de kapsüldeki yumurtalar ilâçtan etkilenmez ve 2-3 aylık kuluçka süresinden sonra evleri tekrar işgâl ederler. Pharao karıncalarının mücâdelesinde kullanılan yem şeklindeki insektisitler (böcek öldürücüler) kullanılması daha tesirli olmaktadır. Fakat hamamböcekleri yalnız dolaştıklarından bu zehirli yemlere rastlama ihtimâlleri kesin değildir ve komşu binâlardan her an tekrar bulaşabilirler. Mahallî bir mücâdele sistemi uygulanması gereklidir.

Hamamböcekleri çok eski devirlerden beri yaşamaktadır. En bol Karbon Devrinde (zamanımızdan tahminen 350 milyon sene önce) görülmüştür. 20 santimetrelik hamamböceği fosillerine rastlanmıştır. O devredeki hamamböcekleri şimdi dünyâda bulunanlardan çok daha fazlaydı. Çıkarılan fosiller, yapı bakımından zamanımız hamamböceklerine benzemektedir. Son zamanlarda “Blattaria” adlı bir alt takımda incelenmeye başlanmıştır. Dünyâda en çok rastlanan böceklerdir. Hamamböceksiz ev düşünülemez. En yüksek binâların çatı katlarında bile rastlanır.

HAMDÂNÎLER

Musul ve Haleb civârında hüküm sürmüş olan bir hânedân. Taglib kabîlesi mensubu Hamdân bin Hamdûn’un 885’te Hâricîlerle birlik olup, Mardin’i ele geçirmesi ile târih sahnesine çıktılar. Hâricî ve Karmatîlerle yaptıkları savaşlarda başarı gösterdiler. Abbâsî halîfelerinin hilâfet mücâdelelerine karıştılar. Zaman zaman Bağdat’a hâkim oldular. Büveyhîler, Ukaylîler, Mervânîler ve Fâtımîlerle münâsebetleri oldu. Hamdânîlerin Musul kolu, 980’li yıllarda Ukaylîler tarafından ortadan kaldırıldı.

944 yılında Sûriye’nin kuzey taraflarında Hamdânîlerin Haleb kolu kuruldu. Fâtimîler ve Bizanslılarla münâsebetleri oldu. Fâtımîler tarafından hâkimiyetlerine son verildi (1104).

Hamdânîler, Arab edebiyâtının hâmisi olarak şöhret kazandılar. Özellikle Haleb kolunun kurucusu Seyfüddevle, şâirlere ihsânlarda bulundu ve sarayında ağırladı. Hamdânîler, ticâret merkezlerine sâhib olan münbit bölgelerde hâkimiyet kurmalarına rağmen bedevîlere mahsus tahripçi huylarından ve sorumsuzluktan kurtulamamışlardır. Sorumsuzlukları ve tahripçilik özellikleri, birçok şehrin yapılan savaşlarda harâb olmasına yol açmıştır.

Musul Hamdânî Sultanları                                                                                            Tahta Geçişi

Ebü’l Heycâ Abdullah (Halîfenin Musul Vâlisi)

 905 (H.293)

Nâsıruddevle Hasan

 929 (H.317)

Uddetüddevle Ebû Tâlib

 969 (H.358)

Büveyhîlerin İşgâli

 979 (H.369)

İbrâhim Hüseyin (ortak hükümdar olarak

Büveyhîler tahta çıkardı)

989 (H.379)

Musul’un Ukaylîler ve Diyarbakır’ın Mervânîler tarafından işgâli

 999 (H.389)

Haleb Hamdânî Sultanları

Seyfüddevle Ali

 945 (H.334)

Sa’düddevle Şerîf

 967 (H.356)

Sa’îdüddevle Sa’îd

 991 (H.381)

Ali

 1002 (H.392)

İkinci Şerif

 1004 (H.394)

Lü’lü’nün iktidârı ele geçirmesi ve sonra Fâtimîlerin işgâli.

HAMDİ YAZIR (Elmalılı)

Osmanlıların son zamanlarında yetişen din adamlarından. 1878 yılında Antalya’nın Elmalı ilçesinde doğdu. Babası âlim bir kişi olan Nûmân Efendidir.

Hamdi Yazır okumaya kendi babasından başladı. İlk ve orta öğrenimini Elmalı’da tamamladı. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arapça ve fıkıh öğrendi. Medrese tahsiline İstanbul’da başladı. Bâyezîd Câmiinde Kayserili Mahmûd Hamdi Efendinin derslerine devâm ederek icâzet (diploma) aldı. Hocasıyla aynı adı taşıdıklarından isimlerini ayırmak için hocasına “Büyük Hamdi” kendisine de “Küçük Hamdi” ismi verilmiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır 1904 senesinde rüûs (ilmiye rütbesi, ilim adamlığı pâyesi) imtihanına girerek kazandı. Böylece Bâyezîd Câmii (dersiâmı) hocası olarak ders vermeye başladı. Bir taraftan da Mekteb-i Nüvvâb (kâdı, hâkim yetiştiren okul)a devâm ederek burayı da bitirdi. Matematik, felsefe, edebiyât sâhalarında incelemelerde bulundu. Arapça ve Farsça yanında Fransızcayı da öğrendi. Diğer taraftan devrin hattatlarından Sâmi ve Âkif Efendilerden hüsn-i hat (güzel yazı) dersleri alarak hat öğrendi. Yazı çeşitlerinden sülüs, nesih ve ta’likte güzel yazı örnekleri verdi.

1906 yılında meşîhat (Diyânet İşleri Dâiresi) kaleminde görev aldı. 1909’da Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hal’i (tahttan indirilmesi) için yazılan fetvânın müsveddesini hazırladı. Meşrûtiyetin îlânı üzerine Antalya’dan mebus (milletvekili) seçilip meclise girdi. Bu arada ders vermeye de devâm etti. Mülkiye-i Şâhâne (Siyâsal Bilgiler Fakültesi) de usûl-i fıkıh, Mekteb-i Nüvvâbda Dürer ve Ahkam-ı Evkâf ve Süleymaniye Medresesinde mantık derslerini okuttu. Dârül Hikmet-il-İslâmiye âzâlığında bulundu. 1919’da teşkilâta başkan seçildi. 1922 yılında Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla İstanbul’dan ayrıldı. Ankara’da faaliyete geçen Şer’iyye ve Evkâf Nâzırlığına (Başkanlığına) girdi. Bir müddet burada görev yaptı. Medreselerin kapatılmasıyla açıkta kaldı. Bundan sonra başka bir görev almadı.

Hayâtının sonuna kadar kendini ilmî çalışmalara verdi. Hasta olmasına rağmen, hayâtının son döneminde meşhur tefsiri Hak Dîni Kur’ân Dili adlı eserini yazdı. 27 Mayıs 1942’de vefât etti.

Eserleri:

1. Hak Dîni Kur’ân Dili: Dokuz ciltlik tefsir kitabıdır.

2. Metâlib ve Mezâhib: Felsefeye dâirdir. Fransızcadan tercümedir. Bu esere ilâve açıklamalar yapmıştır.

Beyânül Hak ve Sebîlürreşâd mecmualarında pekçok makâle yazmıştır.

HAMDULLAH HAMDİ

Osmanlı âlimlerinden. Hamdi Çelebi diye de bilinilir. İstanbul’un mânevî Fâtihi Akşemseddîn’in oğullarının en küçüğü olup, devrinin önde gelen âlim, edîb ve velîlerindendi. Soyu, babası Akşemseddîn’den, Şeyh Şihâbeddîn-i Sühreverdî’ye, ondan da hazret-i Ebû Bekr’e ulaşmaktadır. Adı Muhammed Hamdullah’tır. On beşinci asırda, ilim, irfan ve edebiyât dünyâsının en seçkin şahsiyetlerindendi. Özellikle edebî sâhâda ortaya koyduğu manzum eserleri ile tanındı. Zamânının İslâmî kültür ve irfânını pek samîmi bir üslupla aksettiren sayılı ve seçkin bir Osmanlı münevveriydi.

Hamdi Çelebi, 1449 (H.853) yılında Bolu’nun Göynük kazasında doğdu. Babası Akşemseddîn’in husûsî alâka ve teveccühleri altında ilk ve temel tahsilini yaptı. Babası vefât ettiği zaman henüz çocuk denecek, on veya on iki yaşlarında bulunuyordu. Âlim, ârif ve şâir olacağını, babası keşf yoluyla çok önceleri haber vermişti. Akşemseddîn’in vefâtından sonra bir hayli maddî mânevî güçlük ve zorluklarla karşı karşıya kalan Hamdi Çelebi, herşeye rağmen mükemmel bir tahsil yapmayı başardı.

Din ve fen ilimlerinde, şiir ve edebiyatta söz sâhibi oldu. Bir aralık Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed ve Yıldırım Bâyezîd medreselerinde müderrisliğe tâyin edildi ise de, bir müddet sonra kendi isteği ile bu mesleği bıraktı ve Göynük’e çekilerek kendini tamâmen tasavvuf yolunda yetişmeye ve mesnevîlerini hazırlamaya verdi. İnzivaya çekilmesine, bir gece rüyâsında babası Akşemseddîn’in kendisine yaptığı nasihatler sebeb olmuştu. Akşemseddîn ona, artık âhiret hazırlığına koyulmasını, bunun için de, Kayseri’de bulunan halifesi İbrâhim Tennûrî’ye varıp, teslim olmasını nasihat etmişti. Hamdi Çelebi bu rüyâsından uyandığında, gönlü yanmış, âdeta kendinden geçmişti. Kayseri’ye gitmek için hemen hazırlıklara başladı. Tam bu esnâda aniden Şeyh İbrâhim-i Tennûrî Bursa’ya geldi. Hamdi Çelebi, babasının nasihatine uyarak hemen sohbetine koşup teslim oldu. Görüştüklerinde, İbrâhim-i Tennûrî ona dönüp, “Seni bana gönderen, beni de sana gönderdi.” demişti.

Nihayet Hamdi Çelebi’ye hemen Kayseri’ye gitmesini, kısa bir müddet sonra kendisinin de oraya geleceğini ve orada beklemesini söyledi. Hamdi Çelebi hemen Kayseri’ye gitti, hocası gelince, hizmet ve sohbetini canına minnet bilerek çalıştı. İbrâhim Tennûrî’nin terbiye ve teveccühü ile olgunlaşarak halifesi oldu. Hocasının izni ile Göynük’e gelerek yerleşti.

Hamdi Çelebi, Türk edebiyâtında batı Türkçesiyle ilk Hamse, yâni beş mesnevî yazan şâirdir. Mesnevîleri arasında en çok Yûsüf ü Zelîha’sı ve Leylâ vü Mecnûn mesnevîleri beğenildi ve meşhur oldu. Bu ikisi ve diğer eserleri kendi zamanında ve sonraki asırlarda zevkle okundu. Özellikle Yûsüf ü Zelîha’sı dili ve üslûbu bakımından, o zamana kadar bu konuda yazılan eserlerin en güzeli olarak kabûl edildi. Bu eserinin önsözünde, Akşemseddîn ile ilgili bir menkıbeye şöyle işâret etmektedir.

Menkıbe şöyledir: Akşemseddîn hazretleri dâimâ derdi ki, “Şu küçük oğlum Muhammed Hamdi yetîm, zelîl kalmasa şu mihneti çok dünyâdan göçerdim”. Bir gün, Hamdi Çelebi’nin annesi, Akşemseddîn’e dönüp, “Göçerdim dersin durursun, ama yine de göçmezsin!” deyince, Akşemseddîn “Göçelim!” buyurdu. Göynük kasabasında yaptırmış olduğu mescide girip vasiyetini yaptı, yakınları ile helâllaştıktan sonra Yâsîn sûresini okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp mübârek rûhunu Hak teâlâya teslim eyledi. Yukarıda zikredilen manzûmenin ilk mısralarında Hamdi Çelebi mübârek babasının bu kerâmetine işâret etmektedir.

Hamdi Çelebi, hayâtının sonuna kadar münzevî yaşadı. Umûmiyetle, eserlerinden kazandığı para ile geçimini temin ediyordu. Bir ara Anadolu’ya gelen meşhur Abdürrahmân-ı Câmî ile de görüştü, sohbetinden istifâde etti. Eserlerinde de ondan aldığı feyzi aksettirmektedir. Câmî’yi taklit etmiştir diyerek tenkid edenler çıkmışsa da eserlerindeki üslûb ve tasvirler orjinâldir ve pek lezzetlidir. Almış olduğu derin ve geniş muhtevâlı din, fen, edebiyat ve tasavvuf kültürünün potasında tam pişmiş ve olgunlaşmış olarak eser telif etmiştir. Mesnevîlerinde, dînî, ahlâkî, tasavvufî konuları ve incelikleri pek güzel ve samîmi bir üslûpla, işlemiştir. Eserlerinde az da olsa tasannu (yapmacık) bir üslûb ve zorlanma göze çarpmaz. Pek kıymetli bir kültür yâdigârı bırakmıştır.

Hamdullah Hamdi Efendi 1503 (H.909)te Göynük’te vefât etti. Burada babası Akşemseddîn’in yanına defnedildi.

Eserleri:

Yûsüf ü Zelîha (mesnevî), Leylâ vü Mecnûn (mesnevî), Tuhfet’ül-Uşşâk (mesnevî), Kıyâfetnâme, Mevlîd-i Nebî, Ahmediyye, şiirlerini ihtivâ eden Divân’ı, tasavvuf ile ilgili Risâle, Mecâlis’üt-Tefâsir adlı tefsiri.

Hamdi Çelebi’nin Dîvân’ı ve mesnevîleri, yazma hâlinde olup, henüz basılmamıştır. Mesnevîleri gazel ve kasîdelerine tercih edilmekle beraber, sade ve güzeldir, zevkle okunabilir. Ayrıca menkıbe ve kerâmetleri de vardır.

Yûsüf ü Zalîha mesnevîsindeki bir gazeli:

GAZEL

Kâlû belâ’da ekdi çü tohum-i belâ-yı aşk

Bitürdi âb-i derd ile ben bî-nevâyi aşk

 

Çün hâsıl etti döğe döğe harmânımı derd

Bir demde hâsılım yele verdi hevâ-yi aşk

 

Gönlümü âşinâ edeli derd-i yâr ile

Bîgâne etti bana kamu âşinâyı aşk

 

Benden selâmı kesdi, selâmet çûn eyledi

Dest-i melâmetiyle bana merhabâ-yi aşk

 

Kalmadı gözde hâb eseri, doldu âb ile

Bilmem ki âkıbet nidiser mâcerâ-yi aşk