HALÎME HÂTUN

Peygamber efendimizin süt annesi. Mekke civârında yaşayan Benî Sâ’d Kabîlesindendir. Aynı kabîleden hâris’in zevcesi (hanımı) idi. Peygamber efendimiz dört yaşına kadar süt annesi Halîme Hâtun’un yanında kalmıştır.

O zamanlar Mekke halkı âdet olarak çocuklarını bir süt anneye verirlerdi. Havası iyi ve suyu tatlı olan civârdaki yaylalara gönderirlerdi. Buna Mekke’nin sıcak havası sebeb oluyordu. Her sene bu maksatla civâr kabîlelerden pekçok hanım gelir, emzirmek için birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince de pekçok ücret ve hediyeler alırlardı. Âdet olduğu üzere Peygamber efendimiz de Benî Sâ’d kabîlesinden Hâris’in hanımı Halîme Hâtun’a verildi.

Halîme Hâtun Peygamberimize süt annesi oluşunu şöyle anlatmıştır:

Kabîlemizdeki birkaç kadınla süt anneliği yapmak için Mekke’ye geldik. Kocam yanımdaydı. Bir zayıf merkebimiz ve sütü kesilmiş bir devemiz vardı. Benim de sütüm azdı. Süt anneliği için gelenler birer çocuk aldılar. Ben de Âmine Hâtun’un çocuğunu almak için onunla birlikte evine gittim.

Eve varınca, Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem) bir beyaz yünlü örtüye sarılmış, yeşil bir ipek üzerinde uyuyor gördüm. Yüzünden saâdet nûrları saçılıyor, misk kokusu odayı dolduruyordu. Yanına yaklaşınca mübârek gözlerini açtı. İki gözünden semâya kadar çıkan nûrları gördüm. Hemen yüzünü örterek, bu çocuğu bana vermez korkusuyla Âmine Hâtun’dan sakladım. Sağ mememi verdim, emdi. Sol mememden emmedi. Evime götürdüğümde de aynı hâl devâm etti. Diğer mememi kendi çocuğum emerdi. Sütüm çok fazlalaştı. Hiç süt vermeyen devemiz bol bol süt vermeye başladı. Evimiz son derece bereketlendi. Bu hâli gören kocam çok sevinirdi ve süt anneliği yapmaya gidenlerden bizden saâdetlisi yok derdi.

Muhammed aleyhisselâmın güzelliğine, hoş hâllerine ve bereketine o kadar alışmıştık ki, iki yaşına geldiğinde, annesi Âmine’ye teslim etmemiz gerektiği hâlde ona yalvararak; “Mekke’nin havası çok sıcak biraz daha yanımızda kalsın.” dedim. O da kabul edip beni kırmadı. Bir müddet daha yanımızda kaldı. O’nu yanımdan hiç ayırmaz, uzağa gitmesine müsâade etmezdim. Bir gün nasılsa süt kardeşi Şeymâ ile kuzuların arasına gitti. Yanımdan uzaklaştı. O gün hava çok sıcaktı. Sıcaktan rahatsız olacağını düşünerek çok üzüldüm. O’nu aradım buldum. Kızım Şeymâ, üzüntümü görünce; “Anneciğim hiç üzülme Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem), bir bulut gölgeliyor. O nereye giderse bulut da üzerinde berâber gidiyor.” dedi. Daha nice hâdiselere şâhid oldum.

Yine Halîme Hâtun’dan nakledilmiştir:

Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, süt kardeşini hiç incitmediği gibi onun haklarına hattâ, sütüne bile saygı gösterirdi. Onun emdiği memeden hiç emmezdi. O emerken güzel yüzüne bakmaya dayanamazdım. Konuşmaya başlayınca ilk olarak “Kelime-i tevhîd” söyledi. Her şeyi tutarken “Bismillah” derdi. Çocukların oyunlarına karışmazdı. Hiç ağlamaz, kimseyi incitmezdi. Yanımda bu hâl üzere bir müddet büyüdü. Nihâyet Mekke’ye gidip Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem), annesine teslim ettim. Dedesi Abdülmuttalib’in çeşitli hediyeleriyle kabîleme döndüm.

Halîme Hâtun ve Hâris, Peygamberimizin peygamberliğini duyunca îmân ederek Eshâb-ı kirâmdan oldular. Yanına geldiği zaman Peygamberimiz de ona hürmet eder, iyilik ve ihsânda bulunurdu.

Huneyn Gazvesinden sonra, alınan esirler arasında Resûlullah’ın süt kardeşi Şeymâ da vardı. Resûlullah efendimiz onu tanıdı. Şeymâ Müslüman oldu. Ona çok ihsân ve iyilikte bulundu.

HALÎMÎ ÇELEBİ

Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. Yavuz Sultan Selim Hanın hocasıdır. İsmi Abdülhalîm bin Ali’dir. Kastamonulu olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1516 (H. 922) senesinde Şam’da vefât etti.

Zamânının âlimlerinden ilim tahsil etti. Molla Alâeddîn-i Arabî’nin hizmetlerinde bulunup, ondan ilim öğrendi. Molla Alâeddîn-i Arabî’nin vefâtından sonra, Arap diyârına gidip, çeşitli ilimleri tahsil etti. Hac vazîfesini yerine getirdikten sonra, İran’a gitti ve oranın âlimleriyle sohbetlerde bulundu. Tasavvuf büyüklerinden Şeyh Mahdûmî’nin hizmet ve sohbetinde bulunup, tasavvufta ilerledi. Daha sonra asıl memleketi olan Kastamonu’ya döndü. Onun maddî ve mânevî ilimlerdeki üstünlüğünü duyan ve henüz pâdişâh olmamış olan Yavuz Sultan Selim, Trabzon’dayken Halîmî Çelebi’yi kendine hoca edinip, ondan ilim öğrendi ve feyz aldı. Yavuz Sultan Selim ona pekçok iltifât ve ihsânlarda bulundu. Yavuz Sultan Selim Han ile birlikte Mısır Seferine katıldı. Mısır Seferi dönüşünde Şam’da vefât etti. Cenâze namazında Yavuz Sultan Selim de bulundu. Orada defn edildi. Nakledilir ki, Yavuz Sultan Selim Han, Anadolu topraklarına ayak basınca, sık sık hocasını hatırlar; “Mevlânâ Abdülhalîm ile sefere çıktık, şimdi sâdece onun hâtıralarıyla dönüyoruz.” diyerek saygı ile sevgisini dile getirirdi.

Abdülhalîm Efendi ilim ve irfânı yüksek, ilmiyle âmil, fazîlet sâhibi bir zâttı. Cömert, kerem sâhibi ve halîm (yumuşak huylu) idi. Az konuşur, çok dinlerdi. Kusur aramaz, herkesi bir takım üstün meziyetleriyle değerlendirirdi.

HALK EDEBİYATI

Alm. Volksliteratur (f), Fr. Litterature (f), Populaire, İng. folk literature. Türk ulusları (boyları) içinde, sözlü olarak manzum ve mensur bir şekilde yaşayıp gelen, zamanla yazıya geçirilen, anonim ve ferdî olmak üzere çeşitli sahalarda görülegelen, yüksek zümre edebiyatı dışında kalan edebiyat.

Bir milletin fertleri bütün olarak halkı meydana getirdiğine göre, Türk edebiyâtı da halk içinde bütünlük teşkil eder. Daha çok dil yönünden ayrılık ele alınarak yüksek zümrenin meydâna getirdiği edebiyât, halk edebiyatı dışında gibi görünürse de gerçekte bu edebiyatın yazıya geçirilmesi “dîvân” kelimesinin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur.

Dîvân, yazılmış defter mânâsına geldiğine göre, klasik edebiyâtımızdaki şâir ve yazarlar için kullanılması gâyet tabiîdir. Üstelik halk zevkinin pekçok akisleri yazılı edebiyâtımızda mevcuttu. Tanzimâttan sonra görülen Halk Edebiyatı tâbiri ile millet içinde sözlü olarak sürüp gelen bir edebiyat kasdedilmiş ve her millette olduğu gibi, bizde de bu mahsûlün toplanması yoluna gidilmişti. Wilhelm Radloff, İgnace Kunoş, Paul Sebillat, Von Gennep, Edmond Saussey gibi araştırıcılar sâyesinde bu mahsüller toplandı ve Litteratüre Populaire, yâni “Halk Edebiyatı” olarak adlandırıldı. Bunları, aynı isim altında araştırma yapan başka ilim adamları takib etti.

Türk Milleti, târihin kaydedemediği kadar eski zamanlardan beri millet hayâtı yaşadı, çeşitli medeniyet dâirelerine girdi ve kendi târihini yazarak ilk metinlerini daha sekizinci yüzyılda ortaya koydu. Ayrıca yazıya geçmeden önce ve yazılı edebiyattan sonra, millî-sözlü bir edebiyât devâm etti. Hangi medeniyet dâiresine girerse girsin, bâzı değişikliklerle millî ve sözlülük vasfını birlikte günümüze getirmesini bildi.

İslâmlıktan önceki Türk Halk Edebiyâtı:

 Türk halk edebiyatı, İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılmıştır. İslâmiyetten önceki edebiyâtımız daha çok destanlar devri mahsulleri (ürünleri) olarak görüldü. Bu devir edebiyatı mûsikiyle birlikte yürüdü. Kamlar ve baksı (bahşı)ların mühim bir yeri vardı. Hemen her Türk topluluğu (ulusu) kam ve baksıların ilâhî bir kaynaktan geldiği inancındaydı. Bu bakımdan her türlü âyinde kamlar ve baksılar bulunur ve kopuzları eşliğinde dînî-sihirbâzâne şiirler terennüm edilirdi. Hükümdâr sarayında da yer alan bu şahıslar ve baksılar ayrıca hekimlik gibi bir vazifeyi yerine getirirler, kâhin ve sihirbaz olarak efsun ve sihirle de uğraşırlardı.

İslâmiyetten önce Türklerde gerek nazım şekli, gerekse tür olarak; koşug, kojan (koşan), koşma, takşut, takmak, ır veya yır, küg, şlok, padak, kavi, baş veya başik gibi şiirle ilgili olan, bâzısı Sanskritçeden gelen tâbirler vardır. Yine bu devirle ilgili olarak; Aprınçu Tigin, Kül Tarkan, Sıngku Seli Tutung, Ki-ki, Prat-yaya-şiri, Asıg Tutung, Çusuya Tutung, Kalım Keyşi ve Çuçu gibi şâirler görülmektedir.

Baksı ve kamların kopuz eşliğinde anonim veya ferdî olarak okudukları şiirlerin yanında; destanlar, atasözleri ve bilmecelere de rastlandı. Hele destanlar, bu devir edebiyatında mühim bir yer tuttu. Bu devrin belli başlı destanları; Yaratılış, Saka, Hun-Oğuz, Siyenpi, Göktürk ve Uygur destanlarıdır.

İslâmlıktan sonraki Türk halk edebiyâtı:

İslâmiyetten sonra Türk halk edebiyâtında bir genişlik ve canlılık görüldü. Anonim edebiyatımız; destan, hikâye, masal, efsâne, atasözü, bilmece, latîfe-fıkra, türkü, mâni ve ninni gibi türlerle devâm etti. Buna paralel olarak dînî bir edebiyat doğdu. Ayrıca tekke ve âşık edebiyâtı ortaya çıktı. Bunun yanında doğu milletlerinin edebiyatlarından gelen, bilhassa İran tesirinde bir yazılı edebiyat gelişti. Bu edebiyat daha çok destan ve masal ağırlıklıdır. Bu devirde halk edebiyâtı mahsulleri, kısmen de olsa, yazıya geçirilmeye başlandı, yer yer divan edebiyâtı ile alışverişler oldu. Ancak halk edebiyatını divan edebiyatından ayıran özellikler de vardı. Bunların başında vezin gelir. Türkler eski devirlerden beri hece veznini kullanırlardı. Bilindiği gibi Türk millî vezni mısralardaki hece sayısı eşitliliğine dayanmaktadır. Karahanlılar devrinde hece vezninin, dokuz hecelisi dışında, beş heceliden başlayarak on beş heceliye kadar olmak üzere çeşitli şekilleri vardı. Hece sayısının fazla olduğu ölçülerde ise duraklar bulunuyordu.

Kâfiye bakımından ise Türk halk edebiyâtında çoklukla yarım kâfiye kullanılmış olmakla birlikte diğer kâfiye çeşitlerine de yer veriliyordu. Ancak yarım kâfiyenin şâire kazandırdığı bir serbestlik vardı. Bu da mânânın daha düzgün ve kuvvetli olmasına yardım ediyordu. Bunun yanında redifler de mühim bir yer tutuyordu.

Yüzyıllara göre Türk halk edebiyatı (atasözleri, nasihat, hikmetler, halk hikâyeleri, anonim hikâyeler, efsâneler, masallar): 

İslâmiyetten sonra Türklerde divan edebiyâtı ile halk edebiyatı birbirlerine oldukça yakındır. Ayrılık sâdece vezin ve kâfiyede görülürdü. İlk İslâmî eserlerimizden olan Kutadgu Bilig’de tecrübeye dayanan ve millet hayatı içinden süzülüp gelen pekçok atasözüne rastlandı. Aslında bu durum 8. yüzyılda Orhun Yazıtları’nda da görüldü. Aynı şekilde Dîvânü Lûgati’t-Türk’te de bu husus ihmâl edilmez ve bir hayli halk edebiyatı mahsülüne yer verildi.

Kutadgu Bilig’in nasîhat tarzında, devlet idâresine yer veren bir eser oluşu, daha sonra buna benzer eserlerin ortaya çıkmasına sebeb oldu. On ikinci yüzyıl eserlerinden olan Yüknekli Edib Ahmed’in Atâbetü’l-Hakâyık’ı da, Kutadgu Bilig’e nisbetle çok küçük olmasına rağmen nasîhat türünden bir eserdir ve vezin bakımından her iki eserde de Şehnâme vezni kullanıldı. On ikinci yüzyıl şâirlerinden olan Ahmed Yesevî’nin Hikmetler’i yine bu konudaki eserlerin başında gelirdi. Ancak Hoca Ahmed Yesevî, eserindeki manzûmelerin çoğunda hece veznini kullandı; bunları hecenin 4+4+4=12’li vezni ile yazdı ve bir tarîkata bağlı olması bakımından, tekke edebiyâtı içinde yer aldı.

On üçüncü yüzyılda Türk halk edebiyâtı varlığını sözlü olarak devâm ettirdi. Moğol istilâları yüzünden halk sefil düştü ve göç hayatı başladı. Bu istîlânın önünden kaçıp gelen Türk halkı, 13. yüzyılda derdini dindirme yoluna gitti; Mevlevî ve Bektaşî gibi tarîkatların içinde yer aldı. Büyük bir karışıklığın içine düşen halkın, aydınlatılmaya muhtâc olduğundan, doğudan gelen Yesevî dervişleri yanında Mevlevî ve Bektâşî dergahlarında terbiyesi yoluna gidildi. Dînî heyecânın ve cihad rûhunun baskın çıkması bu alp ruhlu milleti yeni eserler ortaya koymaya sevk etti. Böylece, Peygamber efendimiz ve Eshâbının hallerini, Emevî, Abbasî, Karahanlı ve Selçuklu menkıbe ve destanlarını konu edinen kahramanlık eserleri ortaya çıktı. Ebû Müslim Horasânî, Hamzanâme, Battalnâme, Dânişmendnâme, Oğuznâme gibi kahramanlık eserleri bunlardan bâzılarıdır.

Yine 14. yüzyılın başlarında Yûsuf-ı Meddah tarafından yazılan Varaka ve Gülşah mesnevîsi romantik bir aşk hikâyesidir. Aslında halk hikâyeleri, edebiyâtımızda bir hayli fazla olup daha çok 16. yüzyıldan sonra teşekkül etmişlerdir. Bunlar içinde âşıkların hayâtını konu edinen ve sevgiye yer veren Âşık Garib, Ercişli Emrah, Kerem ile Aslı, Karacaoğlan, Tufarganlı Abbas gibi romantik aşk hikâyeleri ilk akla gelenlerdir. Ayrıca Köroğlu gibi kahramanlık hikâyeleri vardır. Yaralı Mahmud, Necib ile Telli, Sürmeli Bey, Ali Şir ile Güllü, Latif Şah, Hasan Bey, Şehzâde Sencer gibi anonim hikâyeler de mevcuddu. Bunların pek çoğu içlerinde şiire (nazma) yer verdi. Bu hikâyeler “kara hikâye” olarak adlandırılırlar.

Bütün bunların yanında yaratılışın sırrını sebeplere bağlamaya çalışan; destan, masal, hikâye gibi unsurlarla beslenen; daha ziyâde mahallî olan efsânelerin anonim halk edebiyatımızda mühim yerleri vardır. Efsâneler daha çok inancı ilgilendirirler, fakat hurâfelerle, bâtıllarla içiçedirler. Bu türler anlatışta masal veya hikâye gibidirler, ancak fazla uzun değildirler.

Masallara gelince, Türk dünyâsı, sınırları çok geniş olduğundan, Arap, Fars, Hint, Çin gibi komşu milletlerden çok etkilendi. Anadolu’da yaşayan hikâye ve masallardaki bâzı motifler Tûtînâme’de yer aldı. Yine Celâleddîn-i Rûmî’nin (1204-1273) Mesnevî’sinde yer alan hikâye ve masallarda tamâmen Türk yaşayışı ve hayat tarzı işlendi. Türklerin, bulunduğu bölgenin durumu gereği, Çin ve Hint kültür ve geleneği ile temasları olmuştu. Bu durum Altun Yaruk (dokuzuncu yüzyıl) ile Palyanamkara, Papamkara hikâyelerinde görülmektedir. Bunlardan ilki Çince, ikincisi ise Sanskritçeden Çince yolu ile geldi. Yine, yabancı Hint ve İran kaynaklarından gelen ve edebiyatımızda yer alan mensur Kelile ve Dimne ile Marzubannâme çevirileri görüldü.

Masalların daha ziyâde sözlü gelenekte kalması, kültürümüzün bu yönü ile kaybolmasına ve zamanla ortaya çıkan değişikliklerin zaptedilememesine sebeb oldu. Masallar sözlü ve yazılı olmak üzere iki yönde varlıklarını devâm ettirdi. Yazıya geçirilen metinlerin başında on üçüncü yüzyılda zaptedilen Ahmed Harâmî Destanı, 16. yüzyılda Lâmiî Çelebi’nin Letâif’i, Ali Aziz Efendinin 1796 yılında tamamlanan Muhayyelât’ı görüldü. Buna ek olarak on dört masalı ihtivâ eden ve kimin tarafından kaleme alındığı bilinmeyen 1898 yıllarında George Jakob’un gördüğü Billûr Köşk adlı masal kitâbı vardır. Masal derlemelerinde 20. yüzyıl içinde, diğer asırlara nisbetle daha da ileri gidilmiş ve çeşitli araştırmalar yapılmıştır.

Tekke edebiyatı:

Hoca Ahmed Yesevî ile görülmeye başlayan tekke edebiyâtı, 13.yüzyılda Yûnus Emre, 14. yüzyılda Said Emre ve Kaygusuz Abdal’la devâm etti. On beşinci yüzyılda Hacı Bayram-ı Velî (1332-1429), Eşrefoğlu Rûmî (ölm. 1469) gibi tasavvuf ehli olan kimselerin yanında, tekke edebiyâtı içinde tasavvufî halk şiirinin en önde gelen temsilcisi Kemâl Ümmî (ölm. 1475)dir. Bu şâirden başka, Yûnus Emre ve Âşık Paşa’nın tesiri görülen, şiirleri Yûnus’tan ayrılmayan ve Halvetiye tarîkatına mensûb olan Âşık Yûnus (ölm. 1440) ile Bursalı Dervîş Yûnus bu asrı dolduran diğer tekke şâirleridir.

On altıncı yüzyılda; Ahmed Sârban (ölm. 1545), Üftâde (ölm. 1570) ve Ümmî Sinân (ölm. 1568) tekke şiirinin belli başlı temsilcileridir. Yine bu asırda sâde ve açık bir dil kullanan, Osmanlı düşmanı ve Şah taraftârı, kızılbaş, isyânkâr şâir Pîr Sultân Abdal da kuvvetli bir şâirdir. On yedinci yüzyılda ise bu edebiyâtı devâm ettiren belli başlı şâirler; Halvetiyye tarîkatının Mısriyye kolunu kuran Niyâzî-i Mısrî ile Sinân-ı Ümmî (ölm. 1664) veÜftâde’nin talebesi Azîz Mahmûd Hüdâî olup, her birinin çeşitli eserleri yanında dîvânları da vardır.

On sekizinci yüzyılda tekke edebiyâtının en mühim şâiri Gülşenî Şeyhi olan Sezâî Efendidir. Sezâî, asıl adı Hasan olup Edirne’de yerleşti ve 1738 yılında öldü. Şiirlerinin büyük bir kısmını arûzla söylemiş olup dili açıktı. Ayrıca yine aruzla yazan İbrahim Hakkı Erzurûmî (ölm. 1772)yi de tekke şâirleri arasında saymak gerekir.

Âşık edebiyatı:

Âşık edebiyâtı, Türk edebiyâtı içinde İslâm öncesi devreden günümüze gelen; önceleri kopuz eşliğinde şiirler söyleyen halk arasında büyük bir yeri olan, yerine göre hekim, sihirbaz, yerine göre şâir-mûsikîşinas olan kamlar ve bahşıların bir devâmı gibidir. Ancak İslâmiyet sihri ortadan kaldırdığı ve modern hekimliğin yolunu gösterdiği için bu “kopuz çalan, mûsikîşinas kamlar, İslâm medeniyeti dâiresine geçtikten sonra eski îtibârını kaybetti, “saz çalan ozan” durumuna geçtiler. “Bahşı” ise sonradan, daha ziyâde Timurlular devletinde “kâtip” yerine kullanıldı.

Bu şâirlerin zaman zaman ordu içinden yetişmeleri, saraya yakınlıkları ve bâzı paşaların halk şiiri ile yazıp söylemeleri, divan ve halk edebiyâtını da birbirine yakınlaştırdı. Bu bakımdan Türk edebiyâtı içinde 17. yüzyılda bir “mahallîleşme akımı” başladı. Bu asrın divan şâirleri açık Türkçe ile şiirler yazdıkları gibi, halk şâirleri de divan şiiri tarzında yazdılar ve eserlerinde klasik edebiyatın dilini kullanmaktan çekinmediler. Bu yakınlaşmanın sonucunda 18. yüzyıl şâirlerinden Nedîm ve Şeyh Gâlib gibi divan edebiyâtının büyük şâirleri, dîvânlarında yer verdikleri, türküler bile yazdılar.

Âşık edebiyâtında her şâir, şiirlerini sazla söylememiş ve her eline saz alan da şâir olamamıştır. Gerçekte âşık sınıfı, şehir hayâtının ortaya çıkardığı bir zümredir. Bu sebeple bunlar muntazam bir teşkilâta sâhib oldular. Esnaf teşekküllerinde çıraklığın önemi büyüktür. Bu sebeple saz şâirleri belirli terbiye ve tahsilden geçtiler, usta-çırak usûlüyle yetiştiler, zamanı gelince usta tarafından fasıllara alındılar. Diğer taraftan bu zaman zarfında, şehir hayâtının kültür havası içinde İslâm târihine, evliyâ menkıbelerine, şiire ve mûsikîye, klâsik edebiyatta kullanılan motiflere âit bilgiler edindiler; bunun da ötesinde, Mevlânâ, Hâfız, Sâdî gibi şâirlerin eserlerine yabancı kalmadılar. Hattâ bunlardan tahsil görüp kâtiplik yapanlar bile vardır. Önceleri sâdece saz çalan bu şâirler, sonraları sazın yanında çöğür denen çalgı âletini de kullanmışlardır. Şehir hayâtı dışında, köy ve kasabalarda, aşîretlerde yetişen, zaman zaman şehir âşıkları ile buluşan böylece bilgi ve görgüsünü arttıran köy ve aşiret şâirleri de vardı. Bütün bunlar, klâsik edebiyata paralel olarak, âşık tarzı ve âşık şiiri denen, kendi nevi içinde klâsikleşmiş bir durum gösteren âşık edebiyâtının doğmasına sebeb oldu. Böylece bu edebiyât mahsullerinin toplandığı, halk arasında şiir meraklılarının meydana getirdiği “cönk”ler (sığır dili, şiir mecmuası, bir çeşit antoloji) ortaya çıktı. Cönkler, az çok âşık edebiyâtına kaynaklık ettikleri gibi divan şiirine de yer verdi. (Bkz. Cönk)

Âşıklar, yâni saz şâirleri hakkında, başta divan şâirleri olmak üzere halkın ve âşıkların da çeşitli görüşleri vardır. Yüksek zümre edebiyatına mensup şâir ve yazarlar, âşıkları küçük gördüler bu îtibârla tezkirelerde şiirlerine yer vermediler. Bir kısım halk; saz şâirleri olan âşıkları “Hak âşıkları” ile karıştırmış, bu yüzden onların ilhâm olarak ilâhî bir kaynağa bağlı olduklarına inanmıştır. Âşıklar da kendilerini kalem şuarâsına karşı; irticâlen, yâni düşünmeden, gönlünden doğduğu gibi, diline geldiği şekilde, saz eşliğinde ve bir topluluk karşısında söylemek yönlerinden üstün gördüler.

Yüzyıllara göre ele aldığımız zaman âşık edebiyâtı şâirlerinin, 15. yüzyılın sonlarında ve 16. yüzyılın başlarında ortaya çıktıklarını görürüz. Bu devirde yaşayan bahşı ve ozan adlı şâirler edebiyâtımızda, bilindiği kadarı ile bunların ilk temsilcileridir. Asıl 16. yüzyılda; Kul Mehmed, Öksüz Dede, Hayâlî ve Köroğlu meşhur saz şâirleridir.

On yedinci yüzyılda Âşık Edebiyâtı bir hayli şâir yetiştirdi. Bunların başında Karacaoğlan gelmektedir. Ayrıca, Âşık Ömer, Kâtibi, Gevherî, Kuloğlu, Kayıkçı Kul Mustafa bu yüzyılın dirâyetli halk şâirleridir. Bunlardan Âşık Ömer ve Gevherî kâtiplik yapmış dîvân sâhibi şâirler olup aruz vezniyle de şiirler yazdılar.

On sekizinci yüzyılın saz şâirleri bir önceki asra nisbetle azdır. Bu asırda Ermeniler arasından saz şâirleri çıktı. Aşug olarak anılan bu şâirlerin önde gelenleri Âşık Vartan ile Recnûnî’dir. On dokuzuncu yüzyılda ise Erzurumlu Emrah, Dertli, Bayburtlu Zihnî, Seyrânî ve Dadaloğlu gibi kuvvetli şâirler vardır. Bunların çoğu aruz vezni ile de şiirler yazdılar. Cumhûriyet devrinde halk şâirlerine gösterilen ilgi azalmışsa da son zamanlarda îtîbâr görmeye başladılar.

Âşık edebiyatı nazım şekilleri olarak koşma, destan, semâî ve varsağı kullanırken; nazım türü olarak da güzelleme, taşlama, koçaklama ile ağıtı görürüz. Tekke edebiyâtının nazım türleri ise ilâhî, nefes, nutuk, devriye ile şathiyyât-ı sûfiyânedir. Ayrıca halk şiiri nazım şekillerinin bâzıları aruz vezni ile yazıldı. Bunlar; dîvân, semâî, kalenderî, selis, santranç ve vezn-i âhardır.

Bunların dışında anonim olan, mânî ve türkü gibi nazım şekilleri vardır. Mânî ve türküye nazım türü de denilebilir. Yine anonim edebiyat içinde ninni gibi manzum olan; atasözü, tekerleme, bilmece gibi seci tarafı ağır basan yarı manzum türler de görüldü. Bu türler de Türk halk edebiyâtı içinde eskiden beri yer aldı. Atasözlerinin toplandığı durub-ı emsâl adı ile anılan mecmûalar ortaya kondu. Dede Korkut gibi pekçok edebiyat malzemesinde atasözlerine yer verildi. Yerine göre divan şâirleri şiirlerinde atasözlerini kullandılar. Tekerlemeler ise, başlı başına kullanıldığı gibi, masal ve halk hikâyelerinin başlarında yer aldı.

HALKALI ZİRÂAT VE BAYTAR MEKTEBİ

İstanbul’da zirâat teknisyeni yetiştiren okul. Modern tarımın yerleşmesi için büyük gayret sarfeden Sultan Abdülmecîd Han tarafından 1848’de bugünkü Yeşilköy yakınlarında ilk zirâat mektebi kuruldu. Ancak iki yıllık bir öğretimden sonra öğrencilerin çıkardığı bir isyân üzerine kapatıldı. 1893’te ise Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından bugünkü Halkalı Zirâat Mektebi kuruldu. Pâdişâh bir yıl önce kurulan baytar mektebini de buraya alınca okulun adı, Halkalı Zirâat ve Baytar Mekteb-i Âlîsi oldu.

1930-31 yılında Zirâat Yüksek Öğretimi Ankara’da yapılmaya başlayınca, Halkalı Zirâat ve Baytar Mekteb-i Âlîsi, lise seviyesinde öğretim yapan Zirâat Teknisyen Mektebi hâline getirildi. 1967 senesine kadar, bölge zirâat okulu olarak öğretim yapıldı. 1967 yılında aynı seviyede Zirâat Meslek Okuluna çevrildi.

Bugün ortaokuldan sonra dört yıl öğretim yapılmakta olup, mezun olanlara zirâat teknisyeni diploması verilmektedir. Mektepte; 1) Tarla zirâati, 2) Bağ-bahçe zirâati, 3) Hayvancılık, 4) Zirâat sanatları, 5) Zirâat âlet ve makinaları üzerine öğretim yapılmaktadır.

HALKÂR

Alm. Vergoldung (f), Fr. Chrysographie dorue (f), İng. Chrysography, gildin. Altın yaldızlı süsleme. Halkârın çeşitleri çoktur. Câzib olan bu süsleme usûlü, bir kitapta, bir levhada, bir yazı kenarında veya herhangi bir yerde görülebilir.

Halkâr’da her çeşit şekle ve çiçeğe yer verilebilir. Halkâr, örneklerini tabiattan alması, çok çeşitli ve süslü olması ile bilinir. Doğuda, bilhassa Türk âleminde müstesnâ bir mevki almıştır. Tabiattan alınan halkâr nümûnelerinde yıldız çiçeği, çınar yaprağı, gül, nergis, reyhan, çam kozalağı, servi, gül goncası, lâle, sümbül, kuş gövde ve kanatları, pekçok yaprak nevileri (çeşitleri), yonca yaprakları, yer menekşesi, enginar yaprağı, hendesî (geometrik) şekiller ve benzeri tezyînî teferruât çok sık görülür.

Halkâr yapılacak kâğıdın âharlı, bir yere iyi yapıştırılmış olması, altın ve boyalarla düzgünlüğünü kaybedecek kadar ince ve âdi olmaması ve bir de zer-mühre denen parlatma taşı ile mühürlenebilecek kâğıtlardan olması lâzımdır. Halkâr hafif renklere boyanmış kâğıtlar üzerinde güzel bir tesir bırakır, çok güzel görünür. Sulu altın yaldız sürülmüş yapraklara “berg-i halkârî”, desenin renklendirdiği halkâriye de “zer-şikât” denir. Halkâr ata yâdigârı sanatlarımızdandır.

HALKÇI PARTİ

Siyâsî partilerden. 12 Eylül 1980 Harekâtından sonra bütün partiler kapatılmıştı. Siyâsî partilerin kurulması için izin verildiğinde, 10 Mayıs 1983’te Halkçı Parti kuruldu. İlk Genel Başkanlığına Necdet Calp’in getirildiği parti, 6 Kasım 1983’te yapılan genel seçimlere katıldı ve 17.328.735 geçerli oyun 5.277.698’ini alarak 117 milletvekili çıkardı. Böylece Anavatan Partisinden sonra en çok milletvekiline sâhib olan Halkçı Parti, mecliste ana muhâlefet partisi oldu. 25 Mart 1984 mahallî seçimlerinde HP, toplam oyların 8,87’sini aldı, fakat hiçbir yerde belediye başkanlığı kazanamadı. Partinin bu şekilde oy kaybına, aynı paralelde bulunan SODEP’in de seçimlere katılması yol açtı. Daha sonra HP ile SODEP 21 Eylül 1985’te birleşme karârı aldılar. 2 Kasım 1985’te HP, 3 Kasım 1985’te SODEP kendilerini feshederek Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) olarak birleştiler.

Halkçı Parti (HP) ile SODEP’in birleşmesiyle meydana gelen Sosyaldemokrat Halkçı Partinin iktisâdî görüşleri, devletçiliği benimsemektir. Bunların hepsi ortanın solu zihniyetindedir.

HALKEVLERİ

CHP’nin yan kuruluşlarından. 1931 yılında kapatılan Türk Ocaklarının yerine kuruldu. Halkevlerinde çalışmaları için eski Türk Ocağı mensuplarından dokuz kişi eğitilmek üzere Rusya’ya gönderildi. Kuruluş gâyesi, CHP’nin altı okunda gösterilen Cumhûriyetçilik, Milliyetçilik Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik ve İnkılapçılık prensibine uygun nesiller yetiştirmekti.

19 Şubat 1932’de resmen faaliyete geçen Halkevleri, çalışmalarına Türk Ocaklarından kalan binâlarda devam edecek, bu ocakların mal varlığını alacaktı. Böylece ilk kurulan Ankara Halkevi, Ankara Türk Ocağı Merkezine yerleşti.

Çalışmaları dil-edebiyât, güzel sanatlar, temsil, spor, sosyal yardım, halk dershâneleri ve kurslar, kütüphâne ve yayın, köycülük, târih ve müze şûbeleri olmak üzere dokuz bölümde toplanan halkevleri özellikle kalabalık nüfuslu şehir ve kasabalarda kuruluyordu.

Herhangi bir yerde halkevi açılabilmesi için, teklifin CHP il yönetim kurulunca parti genel sekreterliğine gönderilmesi, genel yönetimin de teklifi kabul etmesi gerekiyordu. Halkevine üye olmak herkese serbestti. Fakat buralarda yalnız CHP üyeleri ve devlet memurları yönetici olabiliyordu. Halkevi başkanları, bağlı bulundukları CHP yönetim kurullarınca tâyin edilirdi. Önemli merkezlerdeki başkanlar da CHP il başkanlığınca tâyin edilirdi.

CHP’nin bir yan kuruluşu olmasına rağmen, masrafları, özel idâreler ve köy bütçelerinden, bâzı bankalar ve mahallî parti teşkilâtlarından karşılanan halkevleri kısa zamanda bütün ülke sathına yayıldı. 1950’de 63 ilde toplam 478 halkevi, 4322 halkodası vardı. Bütün bunlar CHP düşüncesi doğrultusunda halkın örf ve âdetlerini yıkmak, onların mânevi değerlerle olan bağlarını koparmak için faaliyet gösteriyorlardı.

Şehirli-köylü, genç-ihtiyar, kadın-erkek herkesin gelebileceği yer olarak îlân edilen halkevleri, varlığını halktan toplanan vergilere borçlu olmasına rağmen, CHP’nin siyâsal ve politik gâyeleri doğrultusunda çalışmalar yaptığı, bunun da kânunlarla düzenlenen siyâsî partilerin eşit şartlarda mücâdele etmesi ilkesini bozması sebebiyle DP tarafından tenkid edildi. CHP’nin kabul etmemesi sebebiyle, muhâlefetteyken bu haksızlığı önleyemeyen DP, 14 Mayıs 1950 genel seçimlerini kazanıp tek başına iktidara gelince, 5830 sayılı kânun hükümlerince 1952’de halkevlerinin faaliyetlerine son verdi. Mal varlığını hazîneye devretti.

27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra UNESCO’nun tavsiyesiyle halkevlerinin yerini tutmak üzere Türk Kültür Dernekleri kuruldu. Bu derneğin ismi 1963’te halkevi olarak değiştirildi. Ancak tüzüğünde siyâsetle uğraşması yasaklanmasına rağmen halkevleri gittikçe siyâsetin içine girip, tekrar CHP’nin yan kuruluşu gibi çalışmaya başladı. 12 Eylül 1980 Harekâtında, bir takım siyâsî olaylar çıkarıp, gençliği anarşiye sürüklemesi sebep gösterilerek çalışmaları durduruldu. Yöneticileri tutuklandı. 1987’de yeniden açılmasına müsâade edildi.

HALKİYÂT

(Bkz. Folklor)

HALLÂC-I MANSÛR

Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi, Hüseyin bin Mansûr olup, künyesi Ebü’l-Mugîs’tir. Hallâc, lakabıdır. Doğum târihi bilinmemekle berâber 857-860 (H.243-246) yılları arasında İran’ın Beyzâ şehrinde doğduğu kaydedilmiştir. 918 (H.306) da şehîd edildi.

Kendisine Hallâç (pamuk atıcı) denmesinin sebebi şudur: Bir gün, bir hallâcın dükkânında otururken dostu bir iş için dışarı gitti. O da; “Senin işini ben görürüm!” dedi. Parmağı ile işâret edince pamuklar çekirdek ve tozlarından ayrıldı. Bu kerâmeti yayılarak “Hallâc” ismiyle meşhur oldu.

Gençliğinden îtibâren tasavvufa meylederek, iki sene Tüster’de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî’nin (kuddise sirruh), sohbetinde bulundu. On sekiz yaşında Basra’ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî’nin talebesi oldu. On sekiz ay sohbetinde kaldı. Her iki velînin yanında da çetin riyâzetler, mücâhedeler yaparak, nefsini ıslâh etti. Ebû Yâkûb-i Aktâ’nın kızı ile evlendi. Sonra Bağdat’a geldi. Cüneyd-i Bağdâdî’nin sohbetinde bulundu. Daha sonra Hicâz’a giderek, bir sene Ravda-i mütahherada kalıp tekrar Bağdat’a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî, rahmetullahi aleyh, suâllerine cevâb vermedi. Sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster’e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabul ve ilgi gördü. Daha sonra beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde dolaştı ve Ahvaz’a geldi. Burada nasîhatlerde bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabul ve ikrâm gördü. Ahvaz’da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrar hacca gitti. Dönüşte Basra’ya, oradan da Ahvaz’a geldi. “Halkı Hakk’a dâvet için şirk beldelerine gidiyorum.” diyerek, o zamanlar henüz Müslüman olmayan bâzı Türk kavimlerinin Müslümanlığı kabul etmeleri için, Hoten ile Turfan’a ve Hindistan’a gitti. Tasavvufta sekr hâli denilen kendinden geçme halinde iken Enel-Hak (Ben Hakk’ım) sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler. 918 (H.306) yılı Zilkâde ayının 24. Salı günü, Bağdat’ta asılarak şehid edildi.

Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin îdâmına sebeb olan “Enel-Hak” sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hâl ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı “Ben Hakk’ım” demek olan bu sözün hakîkî mânâsı, “Ben yokum, Hak teâlâ vardır” demektir. Tasavvufta çok ince bir bilgi ve hâl olan Vahdet-i vücûd mertebesinde söylenmiştir. Bu büyüklerin böyle sözleri, görüp müşâhade ettikleri şeyleri ifâde edecek başka söz, başka kelime bulamadıkları içindir. Onun bu sözü, İslâmiyetin zâhirine uymadığı için, zâhir âlimlerince ve câhil halk tarafından anlaşılamadığı ve “tevhid” ehli olan ve olmayanın bir daha böyle sözler söylememesi için şehid edildi. Bâzıları da “Ene’l-bâtıl” mı demeli idi diye müdâfaa ettiler.

Hallâc-ı Mansûr, hâlleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlayamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman ilâhlık dâvâsında bulunmadı. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; “Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım.” buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mübahları zarûret miktârı kullanırdı. Ömrünün temeli belâ üzerine kurulmuştu. Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve derecelerde görülen bir hâldir.

Onun hâl ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve evliyâ, yüksek bir velî olduğunu söylemiştir. İbn-i Atâ, Ebû Abdullah Hafîf, Şiblî, Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî, Şeyh Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr, Şeyh Ebü’l-Kâsım-ı Gürgânî hazretleri bunlardan bâzılarıdır. Büyük Evliyâdan Şiblî, onun için; “Ben ve Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi.” buyurmuştur. Yine Şeyh-ül-İslâm Abdullah-ı Ensârî; “Hallâç, imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Halkın akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Ona ne vâki olduysa, bu sebebten oldu.” demiştir.

Ali Râmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr’un hâlini; “Hüseyin bin Mensûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’nin oğullarından biri bulunsaydı, Mensûr îdâm edilmezdi.” buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mensûr’u tasavvufta takılıp kaldığı o dereceden, o makâmdan daha yukarılara geçirir, îdâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktı.

Hallâc-ı Mansûr’un kerâmetleri pekçoktur ve halk içinde yayılmıştır. Meselâ, insanlara yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca avucu, üzerinde; “Kul hüvallahü ehad” yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara “kudret paraları” derdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri haber verirdi.

Kerâmetleri yanında mârifet, hikmet ve ince mânâlar dolu sözleri de vardır. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri çok güzel gösteren delîllerdir. Hallâc-ı Mensûr bir kâfile ile berâber hacca giderken, sahrâda birkaç gün yiyecek bulamadılar. Hüseyin bin Mansûr’a; “Şimdi kelle kebâbı olsa da yesek!” dediler. Elini arkaya uzatıp, bir kebâb olmuş kelle ile iki pide alıp, birine verdi. Dörtyüz kişi idiler. Her defâsında elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Netîcede 400 kelle, 800 pide olarak ve her birine bir kelle iki pide verdi. O topluluk bunları yedikten sonra; “Tâze hurma olsa da yesek!” dediler. Kalktı ve; “Beni silkeleyin!” buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayadıysa ağaç, tâze hurma verirdi.

Sahrâda bâzı insanlar, kendisinden incir istediler. Elini havaya uzattı ve önlerine bir tabak incir koydu.

Bir gün “Sabır nedir?” diye sorduklarında “Sabır odur ki, iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez.” buyurdu. Nitekim kendisinin ölümü ve îdâmı böyle olmuştur.

Îdâm edilmeden önce, halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Taş atanlar, beni yakînen tanımıyorlardı. Tabiîdir ki hâlden anlamazlar. Hâlden anlayanların bir gülü bile beni incitti.”

Şehid edilmeden önce kendisinden nasîhat isteyen hizmetçiye; “Nefsi, yapması gereken bir şeyle (ibâdetlerle) meşgûl et! Yoksa yapılmaması gereken bir şeyle (haramlarla), o seni meşgûl eder.” dedi.

HALLÜSİNASYON

Alm. Halluzination, sinnestäuschung (f), Fr.Hallucination (f), İng. Hallucination. Bir his organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı olmaksızın, alınan bir hissin mevcudiyetine samîmi olarak inanma hâli.

Ruh hastalıklarında sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Hallüsinasyonlarda kişi, bir hastalığının olduğunu bilmeden, gördükleri, işittikleri ve hissettiklerine tamâmiyle inanır. Gözlerinde bir bozukluk olan şahısta veya migrende görülen ışık parıltıları ve zigzag çizgiler hallüsinasyon içine dâhil edilemez. Bunlarda hasta, olayın asıl hastalığından ileri geldiğini bilmektedir.

Hallüsinasyonun çeşitli hislerle ilgili olan şekilleri vardır. Görme hallüsinasyonları, kıvılcım, alev, parıltı, şeklinde olabildiği gibi, çeşitli çehreler, sahneler, hayaller gibi karışık görüntüler de hissedilebilir. Görme hallüsinasyonları daha çok ruh hastalıklarında, alkol, esrar, morfin gibi maddelerle zehirlenmelerde görülür. İhtiyarlık, görme hallüsinasyonlarını kolaylaştırabilir. Ayrıca, LSD, kannabiol (esrarın etkili maddesi), meskalin gibi uyuşturucu ve keyif verici maddelerle de husûle gelebilir.

İşitme hallüsinasyonları; gürültüler, çınlamalar, ıslık, insan sesleri, konuşmalar, kendine hitab eden cümleler, hayvan sesleri olabilir. Şahıs sesleri dinler, bâzan cevap verir bâzan da dinlemek istemez, dehşet içinde kulaklarını kapatır. Bâzıları aldığı emirleri yerine getirmek için harekete geçebilir.

Koklama ve tad hallüsinasyonları; kötü koku (kakozmi), mevcut olmayan koku (parosmi), hiç koku alamama (anosmi), değişik özellikle tatlar algılama olarak ortaya çıkabilir.

Temas hallüsinasyonları; kaşıntı, batma, yanma, bir cismin ten üzerinde gezinmesi. Tırmalama şeklinde olabilir. Bunlar çoğunlukla görme hallüsinasyonları ile birliktedir.

İç organları ilgilendiren hallüsinasyonlara, senestezik hallüsinasyonlar denir.

Hastanın düşünce ve fikirlerinin dışarıya ifşâ edildiğini sanması, düşüncelerinin bir başkası tarafından biliniyormuş hissine kapılması, yabancı fikirlerin kafasına direkt olarak sokulduğunu zannetme gibi çeşitli rûhî hallüsinasyonlar da vardır.

Normal şahıslarda aşırı fizik ve rûhî yorgunluk, ihtiyarlık zamânında uykuya dalarken ve uyanırken görülen geometrik şekiller, gri veya renkli nesneler görülmesi normal olarak kabul edilir.

Ruh hastalıklarından şizofreni, psikozlar, psikonevrozlar, kısa sürede gelişen iç sıkıntısı hâllerinde hallüsinasyonlar sık görülür.

Beynin bir kısmını veya tamâmını ilgilendiren tahribatlarda, tifo, menenjit, aşırı alkol kullanımı gibi durumlarda da çeşitli hallüsinasyonlar ortaya çıkabilir.

İlâçlardan LSD, amfetamin, kannabiol, meskalin, psilosibin,esrar, morfin, kokain gibi maddelerle de tecrübî olarak hallüsinasyon meydana getirmek mümkündür. Bu maddelere bu özelliklerinden dolayı, ilâç biliminde (farmakolojide) “hallüsinojenler” diğer adıyla “hallüsinasyon yapıcılar” denir.

HALLÜSİNOZ

Bir his organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı olmaksızın, alınan bir hissin mevcudiyetine samîmi olarak inanmama hâli.

Hasta bir takım objesiz idrâklerde bulunursa da, aslında bu idrâklerin vârit olmadığını, bu hâlinin bir hastalık olduğunu bilir ve bundan şikâyet eder. Kulağına gâipten gelen seslerin bir hayâlden başka bir şey olmadığını söyleyen ve bunun tedâvisi için hekime başvuran hastada bir hallüsinasyon değil, bir hallüsinoz bahis konusudur.

HALOJEN

Alm. Halogen (n), Salzbildner (m), Fr. Halogéne (m), İng. Halogen. Periyodik cetvelde 7A grubunu teşkil eden fluor (F), klor (Cl), brom (Br), iyot (I) ve astatin (At) elementlerinin meydana getirdiği sınıf.

Holojen, tuz yapıcı anlamına gelir. Çünkü bu elementler çok aktif olup tabiatta serbest halde bulunmazlar. Arz küresinin kabuğunda tuz bileşikleri şeklinde bulunurlar. Halojenler genellikle elektrolitik oksidasyon ile elde edilirler.

Astatin, yarılanma süresi çok kısa olan bir radyoaktif element olup çok az miktarda bulunur.

Holojenlerin atom ağırlıkları fluordan astatine gidildikçe artar. Atom ağırlığı artışına paralel olarak halojenlerin atomik hacmi, yoğunluğu, erime ve kaynama noktası artar. Atom numarası arttıkça, yâni 7A grubunda yukardan aşağıya inildikçe halojenin aktifliği ve elektron ilgisi azalır. Oda sıcaklığında fluor ve klor gaz, brom sıvı ve iyot katıdır.

 

ŞEKİL VAR!

 

Halojenler grubunda bulunan her elementin en dış yörüngesinin 7 elektronu bulunur. Bu yüzden elektron almak ve son yörüngeyi sekize tamamlamak isterler. Fluor, halojenlerin en küçüğü ve en aktifidir. Aynı zamanda bütün elementlerin en çok elektro negatif yâni elektron almaya arzulu olanıdır. Bütün bileşiklerinde (1-) değerlikli olur. Bu grubun diğer elementleri (1-) ile (7+) değerlik alabilirler. Metallerle yaptıkları bileşiklerinde daima metalleri yükseltgerler. Oksijensiz bileşiklerinde daima (1-) değerliklidirler. Fluor oksijenli bileşiklerinde de (1-) değerliklidir. Halojenlerin bileşikleri genellikle iyonik bileşiklerdir. Asitleri ise kovalent bileşiklerdir. Halojenler serbest halde iken çift atomlu, yâni F2, Cl2, Br2 ve I2 şeklinde moleküler yapıya sâhiptirler. Halojenler kendi aralarında ClF3 BrF3 ve IF7 şeklinde kompleks bileşikler de meydana getirirler.

Halojenlerden fluor, soğutucularda kullanılan bileşiklerin ve diğerlerinin sentezlerinde, diş mâcunlarında, içme sularında; klor, ağartma işlemlerinde, su arıtma tesislerinde, boya ve kimyâsal madde îmâlâtında; brom, organik bileşiklerin sentezlerinde ve önemli olarak benzine katılan etilen dibromürün hazırlanmasında; iyot ise, boya îmâlâtında ve antiseptik olarak kullanılır. (Ayrıca Bkz. Fluor, Klor, Brom, İyot).

İSİM

FLUOR

KLOR

BROM

İYOT

Sembol

 F

 C1

 Br

 I

Atom no

 9

 17

 35

 53

Atom ağırlığı

 18,99

35,453

79,90

126,90

Oda sıcaklığında

 Gaz

 Gaz

 Sıvı

Katı

Kaynama noktası

188°C

34,7°C

58°C

183°C

Gaz rengi

 Hafif

 Yeşilimsi

 Kırmızı

Menekşe,sarı,sarı

Elektron ilgisi (eV)

 3,58

 3,75

 3,53

3,22

HALON

Yangın söndürmede kullanılan bileşiklerin genel adı. Bu bileşikler genellikle halojenler dizilmiş alifatik hidrokarbonlardır. Metan veya etandan türemişlerdir. Elektriği iletmediklerinden özellikle elektrikli cihazların korunmasında kullanılırlar. Meselâ ticârî adı halon 1301 olan bromo triflorometan bilhassa tutuşan elektronik cihazların söndürülmesinde tercih edilir.

HALOTAN

Teneffüs yoluyla alınan anestezik bir madde. 2- bromo-2-kloro-1,1,1-trifluoro etan veya fluotan olarak da bilinir. Halotan, derin bir uyuşturma meydana getirebilmekte ve teneffüs yollarını tahriş etmediği gibi oksijenin teneffüs edilmesine de mâni olmaz. Halotan diğer uyuşturucuların aksine patlayıcı olmadığından emniyetle taşınabilir. Bir anestezik olarak bütün operasyonlarda kullanılabilir.

Halotan 1950’lerden beri geniş çapta kullanılmakla beraber bâzı dezavantajları vardır. Meselâ teneffüs ve dolaşımı engellediği gibi ciğerleri tahriş ettiği hususunda da bâzı endişeler uyandırmıştır. Halotanın defalarca kullanılmasından sonra ciğerlerde tahriş olduğuna dâir raporlar çıkmıştır.

Halotan 50°C de kaynayan (kolay buharlaşan) renksiz bir sıvıdır. Teneffüs edilen gaz karışımında %1- % 2 nispetinde bulunabilir. Emniyet sınırı pek yüksek değildir. Meselâ % 3’ün üzerinde bir nispete sâhib olursa (gaz karışımında) teneffüsü durdurabilir.