HÂLİD BİN VELÎD
Eshâb-ı kirâmın veİslâm kumandanlarının büyüklerinden. İsmi Hâlid, künyesi Ebü’l-Velîd ve Ebû Süleymân’dır. Nesebi Hâlid bin Velîd bin Mugîre bin Abdullah bin Amr bin Mahzûn’dur. Annesi Lübâbe, Resûlullah efendimizin hanımı Meymûne’nin kız kardeşidir. Hazret-i Hâlid bin Velîd’in soyu, Mürre bin Kâb’da Peygamber efendimizinki ile birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerinden ve kumandanlarındandır. Bütün Arap kabîleleri tarafından tanınır ve sevilirdi.
Bedr ve Uhud savaşlarında henüz Müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de düşman tarafında bulundu. Peygamber efendimiz umre yapmak için Mekke’ye geldiğinde Hâlid saklandı. Peygamber efendimize görünmedi. Peygamber efendimiz Hâlid’in Müslüman olan kardeşi Velîd’e dönerek; “Hâlid nerelerde. Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olmaz. Keşke o bütün gayret ve kahramanlıklarını Müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini sever üstün tutardık.” buyurdu. Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin bu sözlerini haber alınca İslâma meyli arttı.
Hicretin sekizinci senesinde arkadaşlarıOsman bin Talhâ ve Amr bin Âs ile berâber Mekke’den Medîne’ye gelerek, Müslüman oldu.
Hazret-i Hâlid bin Velîd, Müslüman olduktan sonra ilk defâ Mûte Gazâsında bulundu. Peygamber efendimizin vazîfelendirdiği kumandanlar Zeyd bin Hârise, Câfer bin Ebî Tâlib ve Abdullah bin Revâha şehid olduktan sonra sancağı ve ordu kumandanlığını alarak, o gün akşama kadar kahramanca çarpıştı. Ertesi günü sabah olunca, bir harb taktiği olarak İslâm askerlerinin düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol, sol taraftakileri sağ, ön taraftakileri arka, arka taraftakileri öne aldı. Bizans askerleri önceden tanıdıkları kişilerle karşılaşmayınca şaşırdılar. “Demek kiİslâm ordusuna yeni yardımcı kuvvetler gelmiş!” düşüncesi ile korkuya kapıldılar, moralleri bozuldu. Rum askerlerinin bu durumundan faydalanan Hâlid bin Velîd kumandasındaki mücâhidler hücûma geçtiler. Üç bin kişilik İslâm ordusu, yüz bin kişilik Bizans ordusunu bozguna uğrattı. Başkumandan Hâlid bin Velîd’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rumlar çok zâyiât verdiler. Peygamber efendimiz Hâlid bin Velîd’in bu fevkalâde başarısını öğrenince; “Hâlid, Allahü teâlanın kılıçlarından bir kılıçtır.” buyurarak onu; “Seyfullah= Allah’ın kılıcı” lakabı ile şereflendirdi.
Hazret-i Hâlid bin Velîd, Mekke’nin fethinde İslâm ordusunun sağ kanat kumandanıydı. Mekke fethedilince; Evtas, Sakîf ve Hevâzîn kabîleleri birleşerek Müslümanlara karşı harekete geçtiler. Hâlid bin Velîd bu gâzada süvârî birliği kumandanıydı. Büyük bir gayret ve kahramanlık göstererek savaşın kazanılmasında önemli rol oynadı. Savaş esnâsında yaralandı ve Peygamber efendimizin duâsına kavuştu.
Peygamber efendimiz, bundan sona Hâlid bin Velîd’i Benî Huzeyme kabîlesiniİslâma dâvet için gönderdi. Onlarla anlaşma yaptı. Hicretin onuncu senesinde, Hâris bin Kâ’boğullarına gönderdi ve ilk üç gün kılıç kullanılmamasını tenbih etti. Hazret-i Hâlid, tatlılıkla işi halletti ve onlar da İslâmı kabul ettiler.
Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra hazret-i Ebû Bekr devrinde, ortaya çıkan ve peygamberlik iddiâsında bulunan kimseler üzerine yürüdü. Bunlardan Tuleyha ve avânesini öldürdü. Ayniye bin Husayn’ı yakalayıp Medîne’ye getirdi. Yemâme’de Müseylemet-ül-Kezzâb’ın ordusunu dağıttı. Bu muhârebede Müseyleme, hazret-i Vahşî tarafından öldürüldü ve yirmi bin askeri kılıçtan geçirildi. İslâm ordusunun zâyiâtı iki bin şehitti. Bundan sonra Hâlid bin Velîd mürted olanlarla (dinden dönenlerle) ve zekât vermek istemeyenlerle savaştı. Muzar Muhârebesinde otuz bin kişilik İran (Sâsâni) ordusunu perişân etti. Kesker’de İran’ın büyük bir ordusunu ânî gece baskınıyla bozup, hezîmete uğrattı. İran kumandanı kederinden öldü. Hire üzerine yürüyerek kaleyi kuşattı ve anlaşma yaparak, Hire’yi harpsiz fethetti. Anbar ve Ayn’üt-Temr kalelerini fethetti. Dûmet-ül-Cendel’i de fetheden Hâlid bin Velîd, El-Cezîre’yi geri almak için hazırlanan İran ordusunu bir gece baskınıyla bozguna uğrattı. Fırat Nehri kenarında gayri müslim Araplar, Rumlar veİranlıların hazırladığı birleşik ordu ile çetin bir muhârebe yaptı. Bu zaferden sonra, Irak’ın her tarafı Müslümanların hâkimiyetine girdi.
Bu sırada Şam ve civarının fethi için görevlendirilen İslâm ordusu Yermük’te 200 bin kişilik bir Bizans ordusuyla karşılaşmıştı. Hazret-i Ebû Bekr, Hâlid bin Velîd’i İslâm ordusuna takviye olarak gönderdi. Böylece takviye birlikleriyle berâber İslâm ordusunun mevcudu 40 bin kişi oldu. Ordu komutanlığını üzerine alan Hâlid bin Velîd görülmemiş siyâsî manevralarla kendilerinden beş kat büyük Bizans ordusunu büyük bir bozguna uğrattı (Bkz. Yermük Savaşı). Böylece İran, Irak, Şam, Suriye, Filistin ve civarı Hâlid bin Velîd’in kumandanlığı ve fevkalâde güzel idâresiyle fethedildi.
Hazret-i Ömer devri fetihlerine de katılan Hâlid bin Velîd hazretleri 642 (H.21) yılında Humus’ta vefât etti. Rûhunu teslim edeceği vakit, muhârebe meydanında şehid olmadığına çok üzüldü ve; “Şimdiye kadar yüze yakın muhârebede bulundum. Bedenimde ok, kılıç, mızrak yarasından boş kalan yer yoktur. Ne yazık ki, ben yatağımda rahat can veriyorum!” buyurarak ebedî hayâta göç etti.
Bütün Eshâb-ı kirâm gibi, hazret-i Hâlid bin Velîd de, ömrünü İslâmiyetin yayılması için harcamıştır. Peygamber efendimize olan hürmeti, muhabbeti ve bağlılığı son derece idi. Yanında, Peygamber efendimizin ism-i şerîfinin salâtü selâm ilâve edilmeden yalnız olarak söylenmesine müsâade etmezdi. Resûlullah efendimizden kendisine bir şey gelirse, bundan büyük şeref ve seâdet duyar, iftihâr ederdi. Bütün Eshâb-ı kirâm gibi o da, Sevgili Peygamberimizin rızâsını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için çırpınırdı. Bunun için her şeyini fedâ eder, hiç bir şeyden çekinmezdi. Cesâret ve şecâatini ve askerlikteki tecrübelerini, İslâmiyetin her tarafa yayılması için harcamış ve bunun için Peygamber efendimiz tarafından medh edilmiştir. Peygamber efendimiz onun için; “Allah’ın iyi kullarından biridir.” buyurmuştur.
İran, Arap ve Bizans ordularıyla pekçok savaşa girdi. Hiçbirinde yenilmedi. Gideceği yere kendisinden önce adı varırdı. Fethettiği şehre bir işgalci gibi değil, bir fâtih gibi girerdi. Herhangi bir yere gitmeden önce yol boyunca öncüler gönderir, gerekli emniyet tedbirlerini alır, sonra yola çıkardı. Fethettiği yere bir vâli tâyin eder, idâreyi ona bırakırdı. Tâyin ettiği bir memur vâsıtasıyla zimmîlerden cizye toplatırdı. Köylü ve çiftçileri vergiden muaf tutardı. Savaşta fedâkarlığı kimseden beklemez, ilk önce kendisi atılırdı. Bunu gören asker kendisini örnek alır böylece bir ferâgat seli meydana gelirdi.
Hazret-i Hâlid bin Velîd’in kabri, Humus şehrinde, kendi adını taşıyan ve Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından tâmir ve tezyin edilen câmi içindedir.
Kimyâ ilminin temelini atan büyük İslâm âlimi. İsmi, Hâlid bin Yezîd bin Muâviye’dir. Annesi Ümmü Hâşim binti Utbe, Abdimenâf oğullarındandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 708 (H. 90) senesinde vefât etti.
Dedesi hazret-i Muâviye’nin tavsiyesi ile kimyâ ilmine yönelen Hâlid bin Yezîd, tıp ve astronomi gibi ilim dallarında da kendini yetiştirdi. Kimyâ ilmini tıbbın hizmetinde kullandı. Yâni hastalıklar için ilâç yapmakta kimyâ ilminden çok faydalandı. Zaman tâyini için yıldızların, ay, dünyâ ve güneşin hareketlerini incelemek sûretiyle kendini astronomide yetiştirdi. İslâm âleminde tatbîkî (uygulamalı) ilmi kurdu. İlk Müslüman kimyâcı olarak bilinen Hâlid bin Yezîd, ilmî çalışmaları yanında islâm dîninin emirlerine titizlikle uyar, yasaklarından şiddetle kaçınırdı. Gâyet fasih konuşurdu. Vaktinin bir kısmını insanlara vaaz ve nasîhatta bulunmak ve Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla geçirirdi. Humus’un meşhur câmiini o yaptırmıştır. Ömrünün sonunda zamânını insanlardan uzak olarak evinde geçirdi. Kendisini daha fazla ibâdete, okuma, araştırma ve eser yazmaya verdi.
Hâlid bin Yezîd’in dilden dile dolaşıp gelen hikmetli sözlerinden birkaçı şöyledir:
“Yalnız kendi şahsî fikrine göre hareket eden (istişâre etmeyen) kimse helâka uğramış demektir.”
Ona; “En yakın nedir?” diye sorulduğunda; “Ecel!” cevâbını verdi. “İnsanı en yalnız bırakan nedir?” diye sorulduğunda; “Ölümdür!” dedi. “Dünyâ nedir?” diye sorulduğunda; “Bırakılan mîrastır.” dedi. “Zaman nedir?” diye sorulduğunda; “Ölüme götüren tabakalardır.” buyurdu.
Eserleri: Hâlid bin Yezîd’in yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Kitâbu Vasıyyetihî ilâ İbnihî fis-San’ati, 2) Kitâb-ul-Harârât, 3) Kitâb-us-Sahîfet-il-Kebîre, 4) Kitâb-us-Sahîfet-is-Sagîre, 5) Selâsü Resâil fis-San’ati, 6) Manzûmetü Firdevs-il-Hikme fî İlm-ül-Kimyâ, 7) Kitâb-ur-Rahmet-i fil-Kimyâ.
Türk romancısı. İstanbul’da 1868 yılında doğdu. Bir kolu İstanbul’da bir kolu İzmir’de olan köklü ve zengin bir âilenin çocuğudur. Babası Hacı Halil Efendidir. İstanbul’da Sıbyân Mektebini ve Fâtih Rüşdiyesinde (Askeri Rüşdiye) okudu. Âilesi ile İzmir’e taşındı. Bir râhib okuluna yazıldı. Fransızcayı burada öğrendi. Yazı yazma hevesi de burada başladı. Tahsil hayatı bittiği zaman 19 yaşındaydı.
1893’te İstanbul’a gidinceye kadar İzmir’de arkadaşlarıyla beraber Nevruz ve Hizmet gazetelerini çıkardı. Bir yandan da Fransızca öğretmenliği ve Osmanlı Bankasında muhâsiplik yaptı. 1893’te İstanbul’a geldi. Reji idâresinde memur oldu. Servet-i Fünûn yazarları arasına katıldı. 1908’de İttihat ve Terakkî Partisine girdi. Meşrutiyetten sonra Dârülfünûn’da hoca olarak çalıştı. Beşinci Mehmed Reşâd’ın mâbeyn başkâtibi oldu. Birinci Cihan Harbinde hükümet adına çeşitli memleketlerde (Avrupa’da) seyâhat etti. Cumhuriyet devrinde Yeşilköy’deki köşküne çekilip uzun ve verimli bir yazı dönemine girdi. Hâtıralarını yazdı. Konforlu ve râhat bir hayat sürdü. Yabancı dostlar edindi. Avrupayı ve alafranga yaşayışı yakından tanıdı. Kendisi de onlar gibi yaşadı. Düzenli bir âile hayatı vardı. Ancak oğullarının ölümü onu büyük bir üzüntüye düşürdü. İstanbul’da 1945 yılında öldü.
Türk edebiyatının ilk büyük romancısı ve Servet-i Fünun edebiyatının nesir ustasıdır. Batı tekniğiyle ilk usta ve yerli roman, hikâyelerin başarılı örneklerini vermiştir. Kendine mahsus ve zamanında taklid edilen bir roman dili vardır. Artistik nesrin kurucusudur. Eserlerinde realizmin ve natüralizmin tesirleri açıkça görülür. Romanlarında konularını ve kahramanlarını çokluk aydınlar çevresinden, yüksek tabakadan seçtiği hâlde küçük hikayelerinde halk tabakalarına inmiş, daha sâde ve tabiî bir dil kullanmıştır. Eserlerinde psikolojik tahlillerin önemli bir yeri vardır. Bilhassa eşyaya yer verişi ve tasvir genişliği üslûbunun ana husûsiyetindendir.
Eserleri:
Roman, hikaye, hâtırat, tiyatro eserleri, makaleleri, tercümeler, mensur şiir gibi çeşitli türlerde 60’ı aşkın eser vermiştir. 150’den fazla hikâyesi 20-25 kitapta toplanmıştır: Heyhât, Bir Yazın Târihi, Solgun Demet, Hikâye-i Sevdâ, Hepsinden Acı, Aşka Dâir, Acı bir Hikâye bunlardan bâzılarıdır. Romanlarından; Sefile, Nemide, Bir Ölünün Hâtırâ Defteri, Ferdî ve Şürekâsı,İzmir’de yayınlanmıştır. Mâi ve Siyah, Aşk-ı Memnû, Servet-i Fünunda; Kırık Hayatlar isimli romanı ise Cumhuriyet’ten sonra İstanbul’da yayınlanmışdır. Kırk Yıl ile Saray ve Ötesikitapları hâtıra türünde önemli eserlerdir. Sanata Dâir isimli eserinde makaleleri toplanmıştır. Kâbus tiyatro eseridir.
Cumhuriyetten sonra eserlerinin dilini sâdeleştirerek yeniden bastırmıştır.
Büyük İslâm âlimi. Silsile-i aliyye olarak bilinen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Hazret-i Osman bin Affân’ın soyundandır. Yüzlerce büyük velî yetiştirdi. Asrının müceddidi idi. Bağdat’ın kuzeyinde Zûr şehrinde 1778 (H.1192) yılında doğdu.
Babası, Bağdâd’ın Şehrezûr kasabasından Ahmed bin Hüseyin’dir. Bâzı eserlerinde isminin Hüseyin olduğu da kayıtlıdır. Annesi ise, hazret-i Ali’nin soyundandır. Küçük yaşta aklî ve naklî ilimleri, yâni tefsir, hadîs, fıkıh, tasavvuf, akâid, nahiv, sarf, meânî, beyân, bedî, vad, âdâb, arûz, edeb, lügat, usûl, mantık, hikmet (fen), hey’et (astronomi) geometri, hesab ve diğer ilimleri öğrenmiş hattâ Firûzâbâdî’nin Kâmûs’unu ezberlemişti. Asrındaki bütün âlimlerden daha üstün bir ilme sâhip ve Kur’ân-ı kerîmin esrârına vâkıf idi.
Anlatılan ve anlatılamayan ilimlerde derin âlim Muhammed bin Âdem-i Kürdî’den, fazîletler sâhibi Sâlih-i Kürdî’den, üstünlükler sâhibi Abdurrahmân-ı Kürdî’den, fazîletli ilim deryâsı Abdurrahîm Berzencî’den, onun kardeşi Abdülkerîm Berzencî’den, Abdullah-ı Harpanî’den ve daha birçok âlimden ders görüp, ilim öğrenmiş ve onlardan icâzet (diploma) almıştır.
Süleymâniyye mütesarrıfı Abdurrahmân Paşa, bir medresede ders vermesini, her neye ihtiyâcı olursa ziyâdesiyle vereceğini teklif etti ise de, kabul etmedi. 1799 yılında üstâdı Seyyid Abdülkerîm Berzencî vebâdan vefât edince talebelerinin boş kalmaması için onlara ders verdi. Her taraftan âlimler dersine koştu. Şerh-i Muhtasar-ı Müntehî kitabını Bağdat’ta okutmaya başladı. Kâdı Beydâvî Tefsîrini, Şeyh ibni Hacer-i Mekkî’nin Tuhfetül-Muhtâc’ını, Şerh-i Mevâkıf’ı ve Şerh-i Mekâsıd’ı, Siyâlkûtî’in Haşiyeleri ile ve bunlara benzer en ince ve zor ilimleri okuttu. Bütün dünyâda “Ledünnî Hârika” adı ile anıldı. Böylece yirmi bir yaşındayken binlerce âlim ve talebeye üstâd olmuş, yedi sene ders okutmuştur.
Her müşkili çözer, her derde devâ olurdu. Dünyâya düşkün değildi. Dünyâ malına ve bununla ilgili şeylere ehemmiyet vermeyip, gece gündüz ibâdet ederdi. Dâima nefis muhâsebesi yapar, hep ağlardı. Çok düşünceliydi. 1805’te hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Verdiği cevâblarla âlimleri hayrette bıraktı. Alçakgönüllü olduğundan, orada Allâme Muhammed Küzberî’den hadis rivâyeti ve icâzeti, Mustafa Kürdî’den de hadis ve Kâdirî icâzeti aldı. Yollarda söylediği fârisî beyitler, nâzik ve ince rûhunun terennümleridir. Dîvânını gören hayrân olur. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman, şu beyitle başlayan Kasîde-i Muhammediyye’yi Farsça olarak yazmıştır:
Gül, rûy-i Muhammed’e gıbta eder (aleyhisselâm)
Kokumu, onun terinden aldım, der.
Mevlânâ Hâlid hazretleri hacca gittiğinde, Medîne’de Yemenli bir âlimden nasihat istedi. O zât; “Mekke’de dîne uymayan birini görürsen, hemen reddetme!” dedi. Mekke’de, bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı salevât kitabı olan Delâil-i Hayrât okuyordu. Düşkün kılıklı, siyah sakallı birinin Kâbe’ye arka çevirip kendine baktığını gördü. “Utanmadan, Kâbe’ye arkasını çevirmiş!” diye düşünürken, o zât; “Mümine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne’deki zâtın nasîhatını unuttun mu?” diye cevap verdi. Mevlânâ Hâlid bunun büyük velîlerden olduğunu anladı, af diledi. “Beni irşâd et!” diye yalvarınca; “Sen burada olgunlaşamazsın!” (Eli ile Hindistan’ı gösterip) Senin işin orada tamam olur.” dedi.
Mevlânâ Hâlid, hacdan, memleketine gelip ders vermeye başladı. Fakat gece gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Bir gün, Hindistan’ın o zamanki en büyük âlimi ve velîsi olan Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden biri geldi. İkisi bir yerde uzun zaman başbaşa kaldı. Talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler Hindliye kızmaya başladı. Bir süre sonra, ikisi birlikte Hind yolculuğuna çıktılar. Herkes yoldan çevirmek için çok uğraştı, fakat fayda vermedi.
Önce Tahran’a uğradı, Sonra Bistam, Harkan, Semnân ve Nişâpur’dan geçti. Uğradığı yerdeki evliyâyı şiirleriyle metheyledi. Tûs şehrinde, İmâm-ı Ali Rızâ’nın türbesini ziyâret edip onu metheden güzel kasîdeler okudu. Câm ve Herat’tan geçti. Her şehirden ayrılırken âlimler ve halk ona âşık olup saatlerce yolda uğurluyorlardı. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevâplarla hepsini hayran bıraktı. Delhi’ye tam bir senede geldi. Orada, hocası Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûrunda beş ay çalışıp büyük velîlerden olmak makamına erişti. Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbindeki bütün esrâra kavuştu 1811. Kendi vatanı olan Süleymâniye’ye geldi. Oradan, Bağdat’taki Abdülkâdir-i Geylânî hânesine yerleşti. Burada yüzlerce talebe yetiştirdi. Dört bin talebesine ilimde ve tasavvufta icâzet verdi. Bunların içinde en kıymetlileri; büyük âlim ve velî Seyyid Abdullah-ı Geylânî Şemdînî, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, Şeyh Muhammed Hâfız, Urfalı Ahmed Agribozî, Feyzullah Erzurûmî, İbn-i Âbidîn, Abdülfettâh-ı Akrî, Yahyâ Mezurî, Muhammed Hânî idi.
Mevlânâ Hâlid’i Bağdâdî irşad tahtına oturduktan sonra Bağdat vâlisi, Saîd Paşa ziyâretlerine geldi. Mevlânâ hazretlerinin celâlini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Hazret-i Mevlânâ’nın celâli değişince, Saîd Paşa sâkin oldu ve makbûl duâlarını istedi. Hazret-i Mevlânâ duâ buyurduktan sonra ona; “Kıyâmette herkes, kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork!Çünkü, senin önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün, aslında onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir.” deyip, nasîhat buyurunca; Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı. Hazret-i Mevlânâ, elleri ile Saîd Paşanın boynuna sarılıp, odalarına girdi. Sonra onun îmânının sağlam olduğunu, çevresindekilere müjdeledi. Ellerini onun boynuna dolamalarının hikmeti şu idi ki, sonunda Saîd Paşayı boğarak şehid ettiler.
Mevlânâ Hâlid, İmâm-ı Mâtürîdî’nin bildirdiği Ehl-i sünnet itikâdında ve Şâfiî mezhebindeydi. Sayısız kerâmetleri görüldü. Meselâ, Sultan Mahmûd’un saray nâzırlarından Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve îtibârını çekemeyerek halîfeye çekiştirdi ve;“On binlerce adamı vardır, devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır.” dedi. Sultan Mahmûd da; “Din adamlarından devlete zarar gelmez.” diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, halîfeye hayır ve selâmetle duâ eyledi ve; “Hâlet Efendinin işi, pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip, cezâsını verecektir.” buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Han, Mora İsyânına sebeb olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Orada idâm olundu. (Bkz. Hâlet Efendi)
Mevlânâ Hâlid talebeleri ile birlikte Bağdat’tan Şam’a hicret ederken, yolda kâfileyi basmak ve yağmalamak isteyen yol kesicilerin başı Saffet şöyle anlatıyor: “Kalabalık adamlarımla, Mevlânâ Hâlîd’e saldırdık. Gördük ki, kâfilenin içinde beyaz elbiseli, heybetli bir süvâri var. Gözümüzün önünde o kadar büyüdü ki, bir büyük dağ kadar oldu. Kâfile ile aramıza girdi. Hepimiz korkudan titremeye başladık. Mızraklarımız ellerimizden düştü. Hayvanlarımızdan yere yıkıldık. Bu kâfilede büyük bir velî olduğunu anladık. Pişman olup, «El aman, el aman!» dedik. Kâfilede Mevlânâ Hâlid’i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını ricâ ettik. Ayaklarına kapandık. Yaptıklarımıza tövbe edip talebelerinden olduk.”
1826 (H. 1242)da Şam’da ta’ûndan (vebâdan) vefât etti. Vefâtından sonra ayrılık ateşine, hasretine dayanamayanlardan dokuz kişi vefât edip, ona kavuştu. Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen ve “Beş vakit namâzda tehiyyatla, esselâmü aleyke eyyühennebiyyü... okurken, Resûlullah efendimizi baş gözü ile görmezsem, o namazı kazâ ederim.” diyen büyük Osmanlı âlimi Seyyidİbn-i Âbidîn kıldırdı.
İbn-i Âbidîn, hocası Mevlânâ Hâlid’in vefâtından birkaç gün önce bir rüyâ gördü: Şam’da Câmi-i Emevî’de Eshâb-ı kirâmın ileri gelenleri toplanmış, bir cenâzenin önünde saf bağlamışlardı. Bu kalabalığın yanına gelen İbn-i Âbidîn, cenâzenin kim olduğunu sordu. Oradakiler; “Hazret-i Osman’dır ve cenâze namazını sen kıldıracaksın!” dediler. Uyanınca, bu rüyâyı Mevlânâ Hâlid’e anlattı. O da buyurdu ki: “O cenâze benim!Ben yakında vefât edeceğim. Sen de benim cenâze namazımı kıldıracaksın! Zîrâ ben hazret-i Osmân’ın neslindenim.” Aynen buyurdukları gibi oldu.
Mevlânâ Hâlid buyurdu ki: “Bu fakîrin dostlarına ve sevenlerine nasihatı şudur ki, herkes elinden geldiği kadar Rabbine dönsün. Dünyâ, para ve giyecekler değildir. Kul neye rağbet eder, neyi elde etmeye canla başla çalışırsa onun dünyâsı o olur. Sevdiklerimiz için Allahü teâlâdan istediğimiz, dâimâ Hakk’ın divânında yüzlerini ak edecek amellerle meşgul olmalarıdır. Yüzleri sarartan o dehşetli günden el aman! Sâlih amel işleyen kendine, kötü iş yapan da yine kendine etmiştir. Vesselâm.”
Yine buyurdu ki: “İhlâsı olan (yaptığını Allah rızâsı için yapan) kurtulur. İhlâs ne kadar çok olursa, evliyânın yardımı o kadar ziyâde olur.”
“İnsanoğlu, dünyâyı (dünyâlık) elde etmek uğruna nice sonsuz nîmetleri ve saâdetleri kaçırdı!”
Çeşitli ilimlerde kaleme aldığı eserleri vardır. Bunlardan bilhassa İrâde-i Cüz’iyye Risâlesi; Câliyet-ül-Ekdâr; Fârisî dille yazdığı, ince rûhunun terennümlerini bildiren Dîvân’ı; Arabî ve Fârisî mektuplarını ihtivâ eden Mektûbât’ı; İ’tikâdnâme adındaki Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebinin îmân bilgilerini ihtivâ eden, bugün Îmân ve İslâm ismi verilerek Türkçeye tercüme edilmiş eseri çok kıymetlidir. Bu bilgiler Herkese Lâzım Olan İmân kitabı içinde de mevcuttur. Bu eserin Türkçe, Fransızca, Almanca ve İngilizce, Arapça yanında birçok dilde tercümeleri İhlâs Vakfı tarafından bastırılmıştır.
Dîvân’ından bir şiiri:
YÂ RESÛLALLAH!
Sen âlemlere tabib, ben kalbi gâyet hasta,
Şifâ bulmak ümidi ile sana getirdim.
Sırtımda günâh dağı ve yüzüm saman gibi
Ümidliyim buraya zevâl için getirdim.
Âlimlerin serveri, sana âşık hayranım;
Senin ayrılığından gece gündüz ağlarım.
Senin büyük rahmetin âb-ı hayât, ben susuz;
Bir damlası olmazsa ölürüm, cân veririm.
Akıl onu övmekte çok sıkıntıya düştü,
Maazallah mümkün mü, o bu kadar anlıyor.
O’nu hulkuyla övmek, boşuna uğraşmaktır.
O’nu sözle anlatmak bundan da zor geliyor.
Affedici ve kerim ve o kadar cömerttir.
Sudan inci, taştan cevher, dikenden gül geliyor.
Güneş nûr saçıyorsa, onun nûrlarındandır,
Güldeki ter damlası gül yüzünden geliyor.
Onu vasfetmek bundan daha yüksektir amma,
Daha yüksek söylersem, ağyâr inkâr ediyor.
Âlemi bir zerreye sığdırmak mümkün olur,
O’nu sözle anlatmak bundan da zor geliyor.
Roman, hikâye ve hâtıra türünde yazdığı eserleri ile bilinen kadın yazar. Hâlide Edib, İstanbul Beşiktaş’ta 1884 yılında doğdu. Âilesi çok zengindi. Annesi küçük yaşta vefât etti.
Üsküdar Amerikan Kız Kolejinden mezun oldu ve 1901’de Sâlih Zeki ile evlendi. Filozof Rızâ Tevfik’ten edebiyât ve felsefe dersleri, sonra kocası Sâlih Zeki’den matematik dersleri aldı. Meşrûtiyetin îlânından sonra Tamim Gazetesi’nde yazılar yazdı. Kız öğretmen okulunda ve kız liselerinde öğretmenlik, sonra müfettişlik yaptı. 1918 yılında profesörlük pâyesi verildi ve ilk Türk kadın profesörü olarak İstanbul Dârülfünûn’unda batı edebiyâtı okuttu.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgâli üzerine Fâtih ve Sultan ahmed mitinglerinde ateşli nutuklar söyledi. Sakarya ve Dumlupınar meydan muhârebelerinde bulundu. Cephelerde tercümanlık yaptı. 1924’te siyâsî kırgınlıklar yüzünden ikinci eşi Adnan Adıvar’la yurttan ayrılıp, 4 yıl İngiltere’de, on yıl Paris’te oturdu. 1931-32 yıllarında Amerika’da Columbia Üniversitesinde Türk târihi dersleri verdi. 1935 yılında Hindistan’da Delhi İslâm Üniversitesinde hocalık yaptı. 1940-1950 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyâtı bölümünde dersler verdi. 1950-54 döneminde, İzmir milletvekili oldu. 9 Ocak 1964’te öldü ve Merkez efendi Mezarlığına gömüldü.
Hâlide Edib’in yazarlığından başka çok yanlı ve ilgi çeken bir şahsiyeti vardır. Çoğu eserlerini İngilizce ve Türkçe olarak yazmıştır. Ziyâ Gökalp’in tesiri ile Türkocağı mefkuresini benimsemiş ve bir müddet Türkçü-Turancı olmuştur. Turan romanındaki “Yeni Turan, Güzel ülke söyle sana yol nerede?” sözü bir zamanlar dillerde dolaşmıştır. Hâlide Edib’e göre ilimde gerilememizin sebebi bilginlerimizin tecrübeye hiç önem vermeyip, hakîkati sâdece mantık yoluyla araştırmış olmasındandır. Bu hüküm, Osmanlı ilim hayâtı hakkında mâlûmât noksanlığını, bu hususta bilgisi olmadığını gösterir.
Batıyı iyi tanıyan bir romancı, düşünce ve yaşayışta batı tarzını benimsemiştir. Eserlerinde geçmişe yönelttiği tenkidlerde bu tarafının büyük payı vardır.
Hâlide Edib, şöhretini romancılığıyla yapmıştır. Aldığı kültür dolayısıyla, Fransız roman geleneğini bırakıp, İngiliz geleneğine bağlanan romancı olduğu söylenmiştir. İlk romanlarında tasarlanmış olaylar üzerinde durur. Sonra gözlenmiş vak’a ve hâdiseleri konu edinmiştir.
Ancak insanlarla olaylar arasındaki sıkı bağlantıya her zaman dikkat eder. Yazara göre romandaki olayların hayatta geçmesi şart değildir. Hayâlî veya çok abartılmış olabilir. Vurun Kahbeye gibi bâzı eserlerinde bu anlayışın netîceleri görülür. Nitekim yazar, böyle olunca belki hayattakinden daha gerçek olurlar fikrini savunur. Hâlide Edib romanlarında canlı, kuvvetli kişileri yaşatmıştır. İlk romanlarında birkaç kişiden ibâret olan kadro, Sinekli Bakkal, Döner Ayna gibi eserlerinde kalabalıklaşır. Hâlide Edib, kişi ve tiplerini ayrıntılarla tasvir ve tahlil edip, tanıtmakta ileri gitmiştir. Olaylar daha çok İstanbul’da geçer. İlk romanları biraz hayâlîdir ve lüks semtlerde geçer. Sinekli Bakkal’dan sonra kenar mahallelere ve arka sokaklara taşmıştır. Avrupa’nın bâzı şehirleri de çevre olarak görülür.
Hâlide Edib’in yazılarında tutuk, bazan çapraz hattâ bozuk ifâde görülür. Türkçesinde akıcılık yoktur. Çok yerde cümle düşüklükleri yapmıştır. Şîvesindeki aykırılık daha ilk yazılarında dikkati çekmiş ve Fâzıl Ahmed Aytaç’ın şu nüktesi ile hükme bağlanmıştır; “Hâlide Edib Hanım’ın romanları lezzetli, nefis ama kılçığı bol sardalya balığına benzer. Yiyebilmek için çok sabır ve emek lâzımdır.”
Eserleri:
Heyûlâ (roman, tefrikası 1909), Raik’ın Annesi(roman, tefrikası 1909), Seviyye Talib(roman, 1910), Harab Mâbedler (mensure, hikâye, 1911), Handân (roman, tefrikası 1912), Yeni Turan (roman, tefrikası 1912), Son Eseri(roman, tefrikası 1913), Mev’ud Hüküm(roman, tefrikası 1917), Dağa Çıkan Kurt(hikâye, 1922), Ateşten Gömlek (roman, tefrikası 1922), İzmir’den Bursa’ya (hikâye, mektup, tedkik, 1922), Vurun Kahbeye (roman, tefrikası 1923), Kalb Ağrısı (roman, tefrikası 1924), Zeyno’nun Oğlu (roman, tefrikası 1927), The Clown and His Daughter (roman, 1935); (Aynı yıl Sinekli Bakkal adıyle tefrika edildi), Yolpalas Cinayeti (roman, tefrikası 1936), Tatarcık (roman, tefrikası 1938), Sonsuz Panayır (roman, tefrikası 1946), Döner Ayna (roman, tefrikası 1953), Âkıle Hanım Sokağı (roman, tefrikası 1957), Kerim Usta’nın Oğlu(roman, tefrikası 1958), Sevda Sokağı Komedyası(roman, tefrikası 1959), Çâresiz(roman, tefrikası 1961), Hayat Parçaları(roman, 1963), Kubbede Kalan Hoş Sadâ(hikâye, mensure, sohbet, 1974). Ayrıca ikisi tiyatro olmak üzere İngilizce ve Türkçe pekçok telif, tercüme eseri vardır.
Allahü teâlânın emirlerinin yerine getirilmesinde Peygambere vekil olan zât. Emîr-ül-mü’minîn, İmâm-ül-müslimînyerine kullanılan bir tâbir olup, bütün Müslümanların emîri, hükümdârı mânâsına gelir. Kelimenin çoğulu, hulefâ’dır. Bu tâbir, tekil ve çoğul olarak Kur’ân-ı kerîmde geçmektedir. İlk halîfe ünvânı verilen, hazret-i Ebû Bekr’dir. Kendisine Halîfe-i Resûlullah(Resûlullah’ın halîfesi) denilmiştir.
Tasavvuf ilminde kâmil bir mürşidin, talebeleri içinden, talebe yetiştirmeye ehil olanlara, usûlüne göre izin vererek irşâd ile görevlendirdiği kimse için de halîfe tâbiri kullanılır.
Peygamber efendimizin: Allahü teâlâ tarafından vahyedilenleri bildirmek, öğretmek; mürşid olarak insanları terbiye etmek; din ve dünyâ işlerini, dînin gâyesini tahakkuk ettirerek kemâle erdirmek ve emir olması sebebiyle devlet işlerini yürütmek gibi başlıca üç vazîfesi vardı. Kendisinden sonra gelen ve Hulefâ-i Râşidîn denilen ilk dört halîfe bu üç vazîfeyi birlikte yaptı. Sonra gelenler bu üç vazîfeyi taksim ettiler. Hükümdarlar, sultanlar devlet idâresini üzerine aldı. İlim öğretmek vazifesi mezhep imâmlarına, âlimlere; insanları terbiye edip kemâle ulaştırmak vazifesi ise, tasavvuf büyüklerine(evliyâya) verildi.
Peygamberler aleyhimüsselâm, halîfe değildirler. Çünkü onlar, Allahü teâlânın insanlara gönderdiği elçiler, rehberlerdir. Peygamberlerden sonra gelen ise bu peygamberin halîfesi olur. Bu yüzden hazret-i Ebû Bekr halîfe olunca, kendisine Halîfe-i Resûlullah denilmesini emretti.
Hilâfet, İslâm devletinde din ve dünyâ ile ilgili işlerin yürütülmesi için Peygambere halef olarak konulmuş ve bu esâsa göre kabul edilmiş bir amme (kamu) müessesesidir. Bu vazifenin altından kalkabilmesi için halîfenin muktedir olması îcâb eder. Bu sebepten İslâm hukûkuna göre hilâfet makâmına gelecek, yâni halîfe olacak kimsede mühim bâzı şartlar aranır. Bunlar; Müslüman olması, Peygamberimizin ve Eshâbının gösterdiği yolda bulunması, akıllı, bâliğ yâni ergenlik çağına gelmiş, erkek, âdil, askerlik bilgisinin çok, din bilgilerinde müctehid olması, tebeasını korumada güçlü ve cesûr olması gibi şartlardır. Aranılan şartlar eşitse, Peygamberimizin mensup bulunduğu Kureyş kabîlesinden olan tercih edilir.
Halîfe seçiminde dört yol ve usûl kullanılmıştır: Birincisi; âlimlerden, hâkimlerden, kumandanlardan ve başka söz sâhibi kimselerden, bir araya toplanması ve bunların uygun olan birini seçip bîat etmesi ile olan idi. Hazret-i Ebû Bekr, bu yolla halîfe seçilmiş ve bî’at edilmiştir. İkincisi, halîfenin bir kimseyi seçerek vasiyet etmesidir. Bu tâyin edilene sonra bîat edilir. Bu şekilde halîfe tâyinine istihlâf denildi. Hazret-i Ömer’e bî’at edilip halîfe seçilmesi bu yolla olmuştur. Üçüncüsü, şûrâ usûlü olup halîfenin vasiyet ettiği birkaç kimse arasından birini seçmektir. Hazret-i Osman’a bu yolla bî’at edilmiştir. Dördüncü yol, birinin güç kullanarak hilâfeti zor ile elde etmesidir. Fakat bunun da İslâmiyete uygun olan emirleri kabul edilir. Bunun emri ile cihâda gidilir. Kendisine bîat edilince meşrû halîfe olur.
Bir kimsenin halîfe olacağı, nass ile yâni âyet veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ise buna, Hilâfet-i Râşide denir. Dört halîfeye bunun için Hulefâ-i Râşidîn denildi. Halîfe olacağı akıl ve nassın işâret etmesi ile anlaşılıyorsa buna Hilâfet-i Âdile denir. Hazret-i Muâviye’nin halîfeliği böyle idi. Hazret-i Muâviye’nin, melik olacağına hadîs-i şerîflerde işâret vardır. Bunun için hazret-i Muâviye, hazret-i Hasan hilâfeti kendisine teslim ettikten ve Eshâb-ı kirâm oy verdikten sonra halîfe-i âdil olmuştur. Halîfe olacağı açıkça veya işâret ile bildirilmemiş olan bir kimsenin kuvvet zoru ile hükûmeti ele geçirmesine Hilâfet-i Câire denir.
Halîfe seçiminde Hulefâ-i Râşidînin tâkib ettikleri yol, medenî (uygar) milletlere de ölçü olmuştur. Çünkü bu seçim, cumhûriyeti, mutlak saltanatı ve meşrûtiyeti bir araya toplamış bir sistemdir ve halîfe bütün Müslümanlar tarafından kayıtsız ve şartsız seçilir. Meşrûtîdir; çünkü seçim meşveretle (istişâre ile) olur. Mutlak saltanattır; çünkü halîfe seçilince dînin emirlerini yerine getirmekte son karar kendisindedir. Buna hilâfet için gerekli şartlar ilâve edilirse, dünyânın genel olarak en seçkin hükûmeti olur.
İslâm halîfelerinin vazife yükü ağırdı. Ancak teb’ası üzerinde de bir takım haklara sâhib idiler. Bunlardan birincisi, bütün Müslümanların kendilerine itâati idi. Nisâ sûresi 59. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allah’a itâat edin. Peygambere ve sizden olan emîr sâhiplerine de itâat edin.” buyruldu. Hadîs-i şerîfte de; “Emîre isyân eden kimseye, Cennet harâmdır.” buyruldu. Müslümanların fitne ve fesât çıkarması harâm olup, zâlim olan hükûmete de isyân etmek günahtır. Kânunlara, emîrlere karşı gelmek, cihâd olmayıp, fitne çıkarmaktır. Müslümanlar zulme ve haksızlığa teslim olmaz. Meşrû yollardan hakkını arar. Hükûmetin meşrû emirlerine uymak, her Müslümana vâcibdir. Hiç kimsenin harâm olan emirleri yapılmaz. Bu durum karşısında isyân edilmez ve fitne çıkarılmaz.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan korkunuz! Başınızdaki emir (başkan), Habeşli köle olsa bile, itâat ediniz! Benden sonra Müslümanlar arasında ayrılıklar olacaktır. O karışıklık zamânlarında benim sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin (dört halîfenin) sünnetlerine sarılın. Benim halîfelerim doğru yolu gösterirler. Onların gösterdiği yolda olunuz! Sonradan çıkarılan şeylerden sakınınız! Bid’atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.”
Halîfelerin Müslümanlar üzerindeki haklarından ikincisi, kendini ve âilelerini geçindirecek maaşı beytülmâlden (hazîneden) almalarıdır. Müslümanların dünyâ ve âhiret işleriyle uğraştıkları için beytülmâlden ihtiyaçlarının görülmesi kararlaştırıldı ve bütün halîfelere devlet hazînesinden maaş verildi.
Halîfenin, hilâfet makâmında kalması muayyen bir zaman olmayıp, ehliyet ve vazifelerini yerine getirmek şartına bağlı olarak ömrü boyunca idi. Ancak vefât, kendi kendini azletme, makâmını terk etmesi veya azl gibi sebeplerden biriyle halîfeliği son bulurdu. Halîfenin azlini îcâb ettiren hususlar, ahlâkî-mânevî ve bedenî kusurlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Halîfenin, Allahü teâlânın emirlerine ve dînin esaslarına aykırı hareketleri, ahlâkî ve mânevî kısma girer ve azli gerektirir. Körlük, dilsizlik, esâret, sağırlık, bedenî kusurlardandır ve vazifeyi yürütme imkânına göre azli gerektirir.
İlk halîfe hazret-i Ebû Bekr’dir. Daha sonra, sıra ile hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali halîfe olmuşlardır. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sırası gibidir. Bunlardan Şeyhaynın, yâni ilk ikisinin, diğer ikisinden daha üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın veTâbiîn-i izâmın hepsi söylemiştir. Bu söz birliğini, din imâmlarımız bildirmektedir. Hulefâ-i Râşidîn denilen bu dört halîfeden sonra, Resûlullah’ın torunu ve hazret-i Ali’nin büyük oğlu hazret-i Hasan halîfe oldu. Daha sonra halîfeliği kendi rızâsı ile hazret-i Muâviye’ye bırakınca, Emevî sultanlarının hilâfeti başladı. Bunun böyle olacağını Resûl-i ekrem şu hadîs-i şerîfi ile bildirmiştir: “Benden sonra halîfelerim otuz sene benim yolumu yaşatırlar. Ondan sonra ümmetimin başına melikler (sultanlar) gelir.” On dördüncü Emevî halîfesi Mervân bin Muhammed’den sonra hilâfet, 749 senesinde Abbâsî sultanlarına geçti. İlk Abbâsî halîfesi Sultan Abdullah Seffâh idi. Yavuz Sultan Selim Han ile Osmanlılara geçen ve saltanatla birlikte kullanılan hilâfet, saltanatın kaldırılması ile önce saltanattan ayrıldı (1922). Aradan çok geçmeden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği bir kânunla hilâfet kaldırıldı (3 Mart 1924).
Cumhuriyet devri roman ve hikâyecilerden. Asıl adı Cevad Şâkir Kabaağaçlı olup, 1886 yılında İstanbul’da doğdu. Zengin ve nüfûzlu bir zât olan Şâkir Paşanın oğludur. Çocukluk yılları Atina’da geçmiştir. İlköğrenimini İstanbul’da Büyüka’da Mahalle Mektebinde, orta öğrenimini İstanbul Robert Kolejinde yaptı. İngiltere’ye gitti. Oxford Üniversitesi Yeniçağ Târihi bölümünü bitirdi. İlk yazıları 1904 yılında İkdâm Gazetesi’nde yayınlandı.
1910 yılında gazetecilik hayâtına başladı. Bu arada resimler, karikatürler çizdi, süslemeler yaptı. 1925 yılında Resimli Hafta Mecmuasında yayınladığı asker kaçaklarının yargılanmaksızın îdâm edilişlerini tenkid eden bir yazısı yüzünden İstiklâl Mahkemesinde önce îdâma sonra Bodrum’a sürgüne gönderildi. Burada denize ve çiçeğe olan sevgisi daha arttı. O kadar ki, üç yıl sürgün olarak gittiği Bodrum’da 23 yıl kaldı. Çok hikâyelerinin konusunu oradan çıkardı. Orada süngercilik, balıkçılık ve tarımla uğraşarak geçimini temin etti. 1926 yılından sonraki eserlerinde Halikarnas Balıkçısı adını kullandı.
Sonra çocuklarını okutmak için İzmir’e taşındı. Bir süre belediye bahçıvanlığı yaptı ve yazılarının geliriyle geçindi. Son yıllarını turist rehberliği yaparak, İyon, Roma ve Türk İslâm devirlerini ve sevdiği Ege’nin masal ve mitos dolu kıyılarını yabancılara tanıtmakla geçirdi. Sevdâlı deniz yazıcısı olan Cevad Şâkir, su ve kıyı adamlarının hayallerini bir gözlemci gibi değil, onlar gibi yaşamış ve öyle anlatmıştır. Roman ve hikâye kahramanlarının korku ve hayranlıklarını, kader karşısındaki âcizliklerini, denizin kabarık ve uysal tabiâtını, kendi içinde duyarak yansıtmıştır. Eserlerinde devamlı olarak; “Anadolu, 1071 Malazgirt Zaferinden önce de kat kat bütün devirleri, medeniyetleri, âbideleri, kültürleri ile bizimdir. Onu benimsemekten de fazla, kendi malımız olarak bilmemiz, yabancılara karşı savunmamız gereklidir. Anadolu’da gelişen medeniyet ve kültürlerin Yunanlılıkla bir ilgisi yoktur. Biz medeniyetimizi elimizle Yunanlılara devrediyoruz.” fikrini müdâfaa etmiştir.
Hikâye ve romanlarında; bütün kıyıları, adaları, tersâneleri, kayıkları, gemileri, yeşil tepeleri, Ege Denizi ve dolaylarını konu edinmiştir.
Eserlerinde sınıf çatışması gibi doktrinci ve sanat dışı kompleksler katmayarak insâni gerçekler ve her sınıftan iyilerle kötüler üstünde durmuştur.
Uslûba ve plâna bakmaz. Denize âit gözlemlerini coşkun gür ve şiirli dille anlatır. Cümlelerini çok uzatır. Bozukça cümle dizileri yapar, sanat disiplininden mahrûmdur. Hikâye ve romanlarında olayların akışını keserek araya bilgiler sıkıştırması da önemli bir kusurdur.
Bunun yanısıra kıyılara, denize, balıklara, görünen görünmeyen deniz sâkinlerine âit efsâneler, inançlar ve fıkraları sâde bir üslub içinde anlatır. 1971 yılında Kültür Bakanlığının Devlet Kültür Armağanı’nı aldı. 13 Ekim 1973 târihinde İzmir’de vefât etti.
Eserleri:
Ege Kıyılarından(hikâyeler, 1939), Aganta Burine Burinata (roman, 1946) Merhaba Akdeniz(hikâyeler, 1947), Ege’nin Dili (hikâye, 1952), Yaşasın Deniz (hikâye, 1954), Anadolu Efsâneleri (1954), Ötelerin Çocuğu (roman, 1956), Gülen Ada (hikâyeler, 1957), Mavi Sürgün (Hâtıralar), Uluç Reis(roman, 1962), Turgut Reis(roman, 1966), Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek (hikâyeler, 1972), Gençlik Denizlerinde(hikâye, 1973).
Arap dili âlimi. İsmi, Halil bin Ahmed olup, künyesi, Ebû Abdurrahmân’dır. 718 (H. 100) senesinde doğdu. 786 (H. 170) de Basra’da vefât etti.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra ilk olarak Ahmed ismini alan zâtın oğlu olan Halil bin Ahmed, Eyyûb Sahtiyânî, Âsım el-Ahvel, Osmân bin Hâdır, Avâm bin Havşeb gibi zamânının ileri gelen âlimlerinden hadîs-i şerîf ve Arap lisânının inceliklerini öğrendi. Hac için Mekke-i mükerremede bulunduğu sırada önceden kimsenin bahsetmediği, sâdece kendisinden alınıp öğrenilebilecek bir ilim verilmesi husûsunda cenâb-ı Hakk’a duâ etti. Hac dönüşünde kendisine arûz ilmi nasîb oldu. Bu ilimde ilerleyerek, üstâd derecesine ulaştı. Câhiliyye devrinde ileri derecede kullanılan arûzu sistemli bir hâle getirdi. Arûz ilmine yeni bir çok bilgiler kazandırdı; bölümlere ayırarak geniş bir şekilde inceledi. Hammâd bin Zeyd, Nadr bin Mûsâ en-Nahvî, Vehb bin Cerîr bin Hâzım gibi birçok âlim yetiştirdi. Onlara hadîs-i şerîf ve Arap dilini öğretti.
Sâlih, akıllı, halîm, ağırbaşlı, menfaatten dolayı kimseye boyun eğmeyen, vakârını koruyan ve aza kanâat eden, vakitlerini ilim ile uğraşarak geçiren Halil bin Ahmed’in, Arapça lügat kitabı olan Kitâb-ül-Ayn, arûz ilminden bahs eden Kitâb-ül-Arûz ve Kitâb-üş-Şevâhid gibi birçok eserleri vardır.
Meşhur şâir Ahtal’ın şu mealdeki beytini çok söylerdi;
“Saklanacak, depo edilecek, hazırlanacak bir şeye muhtâc olduğun zaman, sâlih amel gibisini bulamazsın. En iyi zahîre, sâlih ameldir.”
HALİL HÂLİD BEY (Çerkesşeyhizâde)
Yazar, araştırmacı. Ankara’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. İngiltere’ye gitti. Cambridge Üniversitesinde dört sene Türkçe öğretmenliği yaptı(1902-1906). Bir ara Cezâyir’de bulundu. Bu seyâhat ile ilgili hâtıralarını Kâhire’de yayımladı. Hayâtı hakkında fazla bilgi bulunmayıp, bu hususta hâtıraları kaynak teşkil etmektedir. Bâzı gazetelerde yazdığı makalelerde Türkiye’nin siyâsî, ekonomik ve sosyal durumunu dile getirmiş ve 1934 yılında İstanbul’da ölmüştür.
Eserleri:
Bir Türk’ün Günlük Hâtıraları, İngiltere’de Türk Düşmanlığı Üzerine Bir Araştırma,Cezâyir Hâtırâtından, Hilâl ve Salîb Münâzarası, İslâm ile Nasrâniyyetin Münâsebât-ı Asliyesi, Rodos Fethinde Sultan Süleymân’ın Tedâbir-i Siyâsiyesi, Türkler ve İngilizlerin İlk Teması, Fusûl u Mütenevvia, Şehzâde Cem Vak’asında Mes’ele-i Hâmiyet, Bâzı Berlin Makâlâtı, İngiliz İşçisi ve Doğu, Türk Hâkimiyeti ve İngiliz Cihângîrliği, İntişâr-i İslâm Târihi’dir.
Son devir Türk şâirlerinden. 1882’de Trabzon’da doğdu, 1949’da Ankara’da vefât etti.
Trabzon Askerî Rüşdiye ve İdâdîsini bitirdi. Fransızca öğrenmek için, Trabzon-Fransız Frerler Mektebine devâm etti. Kendi şahsî merak ve gayretiyle edebiyât sâhasında ilerledi. Trabzon Düyûn-i Umûmiye İdâresine memur olarak girdi. Kısa zamanda yükselerek, aynı dâirenin Komiserlik kalemine intisâb ile İstanbul’a getirildi. Daha sonra aynı yerde müdür oldu. Düyûn-ı Umûmiyenin kaldırılması üzerine, Osmanlı borçlarının halli için Paris’e giden heyette bulundu (1925). Dönüşte, Gümüşhâne mebusu olarak meclise girdi (1927). Sekizinci dönem başına kadar, Trabzon mebusluğunda meclisteki görevine devâm etti (1946).
1908’den sonra, Fuzûli, Bâki, Nef’i, Nedim, Abdülhak Hâmid, Recâizâde Ekrem gibi eski ve yeni şâirlerin şiirlerine benzeterek, taşlamalar, yergiler kaleme aldı. Aruz ve hece veznini taklitte başarı gösterdi. İlk şiirlerini 1908’de İstanbul gazete ve dergilerinde yayınladı. Halil Nihâd, şiirdeki kudretini daha çok, mizâh, hiciv ve tehzil (bir esere latîfe tarzında, alaysı biçimde nazîre yazma) vâdisinde gösterdi. Şâirliği hiçbir zaman ciddi bir sûrette benimsemiş görünmemekle berâber, ince ve zarîf rûhuyla, seçkin ahlâk ve mizâcıyla, geniş ve derin edebiyât kültürüyle tam bir şâir hüviyeti taşıdı. İçinde yaşadığı içtimâi ızdırapları ve halk şikâyetlerini, gördüğü bütün yanlışları, hatâları; ince ve kuvvetli bir zekâ süzgecinden geçirerek, iğneli bir lisanla dile getirişi ve bütün bunları, eski hicvin aşırı taraflarına kaçmaksızın temiz ve seçkin bir lisânla söyleyişi, manzûm mizâh edebiyâtımızın zaferlerindendir. Devrin ileri gelenleri, şâirler, edibler, partiler, siyâsi simâlar, gazeteciler, Sihâm-ı İlhâm’ına hedef teşkil etmiştir. Cumhuriyet devrinde yapılan dil devrimine karşı çıkmış ve dilcilerin yanlışlarını ince esprilerle tehzîb edip alaya alan Ağaç Kasîdesi isimli eserini neşretmiştir (1931). Daha sonra aynı eseri, Cumhuriyette yapılan inkılapların çeşitli cephelerini tenkîd eden bin beş yüz beş beyit hâlinde yeniden yayınlamıştır (1947). Fransızcadan, özellikle Alphance Daudet’den tercümeler yapmıştır.
Eserleri:
Sihâm-ı İlhâm (1921), Âyîne-i Devrân(1924), Mâhitâb (1924), Ağaç Kasîdesi (1831 ve 1947), Nedîm Dîvânı (1922).
Ağaç Kasîdesi’nden
Vatanda dilsize döndüm değilken ehl-i sükût!
Yerindedir bana bir put demek, yürür bir put!
Lâkırdı etmeğe vermez aman lîsâniyyûn!
Azaldı bende tahammül, tükendi sabr ü sükûn!
Yanımda söyleşiyorlar garîb bir lehçe,
Bir ismi var: Ulusal Dil denir, fakat bence
Ne şîve-i Arabîdir ne Şîve-i Türkî!
Japonca, Çince mi? Aslâ! Bu öyle bir dil ki,
Ne anlıyor onu âlim, ne anlıyor câhil!
Bir etti âlimi câhille memlekette bu dil!
Bu yeryüzünde müsâvât olursa böyle olur!
Uyup hevâsına cehlin ve görmeyip mahzûr,
Bütün lügatları attık, bırakmadık bir tek!
Arapçadır diyerek ya Acemcedir diyerek!