HALA SULTAN
Kadın sahâbîlerden. İsmi bilinmemekte olup Ümmü Hırâm künyesi ile meşhurdur. Türkler tarafından Hala Sultan diye bilinmektedir. Babası Milhân bin Hâlid, annesi Mülkiyye binti Mâlik’tir. Hazrec kabîlesinin Neccâroğulları koluna mensuptur. Ensârın (Medîneli Müslümanların) büyüklerinden olan Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) teyzesidir. Resûlullah efendimizin de teyzeleri tarafından akrabâsı olup süt teyzesidir. Bi’setten (Peygamberimize peygamberliği bildirilmeden) önceMedîne’de doğdu. 647 (H. 28) senesinde Kıbrıs’ta şehid oldu.
İslâmiyetten önce Amr bin Kays ile evlendi. Ondan Kays ve Abdullah adlı iki oğlu oldu. Peygamber efendimiz, İslâmiyeti anlatmaya başlayınca Müslüman oldu. Kocası îmân etmeyince ayrıldılar. Daha sonra Ensar’ın büyüklerinden olan Ubâde bin Sâmit ile evlendi. Nikâhlarını Peygamber efendimiz kıydı. Bu evlilikten de Muhammed adında bir oğlu oldu. Medîne-i münevveredeki evini Resûlullah efendimiz ziyâret eder, o ise Resûlullah’a ikrâmda bulunup, hizmet etmekle şereflenirdi. Peygamber efendimiz bir ziyâreti esnâsında evinde uyumuştu. Gülerek uyandı. Ümmü Hırâm; “Yâ Resûllallah! Niçin güldünüz?” diye sorunca Peygamber efendimiz; “Yâ Ümmü Hırâm! Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kâfirlere gâzaya gider gördüm.”buyurdular.
Ümmü Hırâm da; “Yâ Resûlallah! Duâ et de ben de onlardan olayım.” dedi. Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle.” diye duâ buyurdular.
Peygamber efendimiz, tekrar uyuyup gülümseyerek uyandı. Tekrar gülme sebebi sorulunca: “Bu defâ da ümmetimden bir kısmının, pâdişâhların tahtlarına kuruldukları gibi debdebeli bir kalabalık hâlinde gazâya gittiklerini gördüm.” buyurdu. Ümmü Hırâm bu sefer de; “Yâ Resûlallah! Duâ et de ben de bir gâzi olarak onların arasında bulunayım.” deyince, Peygamberimiz; “Hayır, sen öncekilerdensin!” buyurarak onun deniz seferinde bulunacağını haber verdi.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra ilmî heyet içinde Şam’a gönderilen ve Humus’a yerleşen kocası Ubâde bin Sâmit ile birlikte oraya yerleşti.
Hazret-i Osman zamânında hazret-i Muâviye’nin emrinde Kıbrıs Adasına düzenlenen deniz seferine kocası Ubâde bin Sâmit’le birlikte gönüllü olarak katılan Ümmü Hırâm seksen altı yaşında olmasına rağmen bu zahmetli yolculuğa katlanarak Kıbrıs Adasına geçti. Mısır’dan gelen İslâm askerleri de kendileriyle birleşince Kıbrıs Rumlarına Müslüman olmalarını, yoksa cizye vermelerini, bunu da kabul etmezlerse savaş yapacaklarını bildirdiler. Kıbrıslılar Müslüman olmayacaklarını ve cizye vermeyeceklerini açıklayınca şiddetli çarpışma oldu. Kıbrıs Rum donanması İstanbul’a kaçtı. Rum donanması kaçınca çarpışmalar sâhilde devâm etmeye başladı. İslâm askeri bir çıkarma hareketiyle iç kısımlara daldılar. Askerlerle birlikte savaşa katılan Ümmü Hırâm genç askerleri gayrete getirmeye çalıştı. Ümmü Hırâm, Larnaka yakınlarında atının ayağının sürçmesiyle düşerek şehid oldu. İslâm ordusu da zafere ulaştı. Ümmü Hirâm’ın kabri Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Osmanlılar Kıbrıs Adasını 1570 (H. 978) senesinde fethedince, Ümmü Hırâm’ın kabrini îmâr ettiler. Hala Sultan adını verip kabri üzerine bir türbe, yanına bir dergâh ve câmi yaptırdılar.
Peygamber efendimizin akrabâsı olan Ümmü Hırâm fazîlet sâhibiydi. Müslümanlar ona hürmet edip duâsını alırlardı. Kabri, asırlardır ziyâret edilmekte feyz ve bereketlerinden istifâde edilmektedir. Türkler ona Hala Sultan deyip çok hürmet göstermektedirler. Osmanlılar zamânında ve sonrasında gemiler Hala Sultan türbesi istikâmetinde geçerler, toplarını çevirirler ve mübârek makâmı ziyâret maksadıyla selâmlarlardı.
(Bkz. Delhi Türk Sultanlığı)
Alm. Seil, Reep, Tau, Kabel (n), Fr. Corde (f), cordage amarre, câble (m), İng. Rope, cord, hawser. Üç veya daha fazla telden örülmüş kalın ip. Çelik veya keten, naylon vb. maddelerden yapılabilir. Denizciler çevresi 2.5-3 cm’den daha fazla kalın olanları halat olarak kabul eder.
Halat yapımında kullanılan en sağlam lifler, sisal keneviri ve meyve vermeyen muz ağaçlarından elde edilir. Bu ağaçlar dünyâda en çok Filipin Adalarında bulunur. Halat, kenevir lifi ve Hint keneviri gibi yumuşak liflerden de yapılır. On dokuzuncu yüzyılda daha dayanıklı halatların yapımından öncesine kadar, kenevir lifi geniş çapta kullanılmaktaydı.
Halat yapımı, lifin türüne bağlı olmaksızın aynı sistemle yürütülür. İlk önce örmeye hazırlık olarak lifler uzatılıp birleştirilir. Lifler bobinlere sarıldıktan sonra bunu eğiren bir makinadan geçirilerek halat telleri yapılır. Son safha, telleri halat hâline sokmaktır. İstenilen kalınlığa göre örme işlemi yapılır. Halatın kalınlığı tel sayısına bağlıdır.
Son zamanlarda sun’î lifler, tabiî liflerin yerini almaya başladı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde sun’î lif olarak ilk defa naylon kullanıldı. Naylon halatlar fazla elastikiyete sâhiptir. Diğer sun’î lifler dakron ve polyethylene lifleri dâhildir.
Halatlar insanların çok eskiden beri ürettiği ürünlerden biridir. İlk zamanlarda ağaçları bağlamak, ağ yapmak ve derin vâdiler üzerinde köprü yapmak maksadıyla kullanıldı.
Halat, insanların denize açılmalarından beri denizcilerin ana techizâtlarından biridir. Bâzı milletler halatı, kalasları gemilerinin iskarmozlarına bağlamada kullanmıştı. Uzun deniz yolculuklarının başladığı dönemde gerek yelkenleri germede, gerekse demirlemede esas malzemeydi. Hattâ modern nükleer gemilerde bile malzemeleri bağlama ve demirleme için kullanılmaktadır.
Anadolu’da 3-12 kişi tarafından oynanan halk oyunu. Halaylar bölge halkının özelliğine, eşlik eden çalgılara, halayın çıkış sebebine, oynanış şekline ve ezgilere göre değişik isim alır.
Halay daha çok davul, zurna eşliğinde bâzı yörelerde ise davul, zurna olmadan, oyuncuların söylediği ezgilerle de oynanır. Ege bölgesindeki halaylar saz ve diğer çalgı âletleriyle çekilir. Bâzı halaylar da def, darbuka ve klarnet eşliğinde oynanır.
Sâdece erkekler veya yalnız kadınlar tarafından oynanan halaylar olduğu gibi, kadın erkek karışık oynananlar da vardır.
Halay oynayanlar bölgenin özelliğine göre mahallî kıyâfetler giyerler. Genellikle erkekler poşu, yazma, işlik, şal, kuşak, çepken, gömlek, şalvar yemeni veya çarık; kadınlar ise, yazma, fes, başörtü, üç etek, şalvar, kuşak, çarık veya yemeni giyerler.
Halaylar bir, iki ve üç bölümlü olabilir. Çoğunda sona doğru hızı arttırılır. Halayı idâre eden başta bulunan halay başıdır. Buna “baş çeken” ve “sıra başı” gibi isimler verilir. Bunun en büyük yardımcısı sondaki oyuncudur. İkisi de ellerinde değişik şekillerde salladıkları mendillerle oyunun ritmine yön verirler. Diğer oyuncular, birbirlerinin küçük parmaklarından tutup, kol kola girerek veya kollarını birbirlerinin omuzlarına atarak oynarlar.
Bitlis’in çarşıda atlas, nâre, kevenki; Adana’nın, acem, avşar; Ağrı’nın basso; Bingöl’ün koçeri; Van’ın tümer ağası; Karadeniz bölgesi halayları ile Silifke’nin yoğurdu memleketimizin en çok oynanan halaylardır. Elazığ’ın da çayda çırası meşhurdur.
Türk hikâye ve oyun yazarı. Son Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânında İstanbul milletvekili olarak bulunan ve İstanbul Darülfünûn (Üniversitesi) Hukuk Fakültesi profesörlerinden Ahmed Selâhaddin Beyin oğludur. 1915 senesinde İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra yüksek tahsil için Almanya’nın Heidelberg Üniversitesine bağlı Siyasal Bilgiler Fakültesine girdi. Bir müddet sonra tüberküloza (vereme) yakalandığı için öğrenimini tamamlayamadan 1938’de Türkiye’ye döndü. 1950’de İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Alman Filolojisi ve Sanat Tarihi bölümünü bitirdi ve aynı fakültenin Sanat Târihi kürsüsünde asistan oldu. Sonra Viyana’ya giderek Mox Reinhardt Tiyatro Akademisinde okudu. Viyana tiyatrolarında reji asistanı olarak çalıştı. 1957’de tekrar Türkiye’ye döndü. Çeşitli fakülte ve yüksek okullarda tiyatro târihi dersleri verdi. Ayrıca Tercüman ve Milliyet gazetelerinde köşe yazıları yazdı.
Edebiyat dünyâsıyla talebelik yıllarından îtibâren tanışan Haldun Taner ilk hikâyelerini 1944’te yazmaya başladı. 1954’ten sonra çalışmalarını tiyatroya verdi. Skeçler yazdı. Eserlerinde daha çok büyük şehirlerdeki bozulmuş, gösterişçi, züppe, iki yüzlü çevreleri anlattı. Köy hikâyeleri yazmadığı gibi, belli bir sınıfın savunma veya kınanmasını da açıktan açığa yapmadı. Ancak daha sonraki oyunlarında moda olan sosyalist görüşlere ve düzen değiştirme çabalarına katıldı. Yahûdî asıllıAlman oyun yazarı Bertholt Brecth’in etkisinde kaldı. O da Brecth gibi siyâsî ve Marksist fikirleri epik tiyatroyla ortaya koymaya çalıştı.
Epik tiyatroda oyuncu belli bir bildiriyle ortaya çıkar; dekor seyirciyi uyarıcı biçimdedir; oyuncu-seyirci arasında bir tartışma ortamı bulunur. Seyirci mizah yoluyla düşünceye sevk edilir. Epik tiyatronun Türkiye’deki ilk temsilcisi olan Haldun Taner 1960’lı yıllardan itibâren Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım ve Vatan Kurtaran Şaban gibi oyunlarıyla dikkatleri üzerine çekti. 1967’de Ahmed Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’la birlikte kurdukları ve ortaoyunu ile tulûattan faydalanarak yazdığı kabare türü tiyatronun da öncüsü oldu. (Kabare; Fransızca “meyhâne” mânâsına da gelen, çeşitli gösterilerin yapıldığı eğlence yeridir.)
Birçok hikâyelerinde, insanlara, topluma, şüpheyle ve biraz da tiksinmiş olarak bakan Haldun Taner yerici ve alaylı ifâdelerle insanları dönek, ikiyüzlü, ahlâksız olarak niteledi. Ona göre: İnsanların bir kısmı silik, ezik, bir kenarda kalmış veya dengesiz yaratıklardır. Hele kadınlar iyice hafif, yalnız para, konfor ve erkek düşkünüdürler. İnsanların büyük bir kısmı ise; kompleksler, dolapçılıklar, çıkarcılıklar içindedir.
Haldun Taner’in hikâye ve oyunlarında başı sonu belli entrikalı, sürprizli, güldürücü olaylar vardır. Sosyete çevrelerinin, yeni zenginlerin, şımarık kadınlarla kızların, yabancı hayranlığında baygınlaşmış bütün değerlerden kopmuş tiplerin başlarından geçenler anlatılır. Mizah, hiciv ve alay tarzında işlenen eserlerde ahlâk dışı söz ve davranışlar, genel ahlâka olumsuz yönde tesir etmiş; genç ve kültürsüz kesimlerde tahribâta sebep olmuş; Türk sinema ve tiyatrosunun eğitici ve öğreticilikten ziyade ahlâksızlığa özendirici bir şekilde gelişmesine öncülük etmiştir.
Haldun Taner, hikâye ve tiyatro tarzında yazdığı eserleriyle Türkiye çapında ve milletlerarası seviyede tertiplenen yarışmalarda çeşitli dereceler aldı. Hikâyeleri Almancaya, Gürcüceye çevrildi ve çeşitli antolojilere girdi. Tuş adlı hikâyesi ve Keşanlı Ali Destanı adlı oyunu filme alındı. Haldun Taner, 7 Mayıs 1986’da İstanbul’da öldü.
Eserleri:
Tiyatro eserleri: Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Eşeğin Gölgesi, Fazilet Eczânesi, Günün Adamı, Dışarıdakiler, Ve Değirmen Dönerdi, Zilli Zarife, Vatan Kurtaran Şaban, Bu Şehr-i Stanbul ki, Lütfen Dokunmayın, Huzur Çıkmazı, Ay Işığında Şamata, Astronot Niyâzi, Dev Aynası, Yar Bana Bir Eğlence, Hayırdır İnşallah vb.
Hikayeleri: Yaşasın Demokrasi, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Tuş, Ayışığında Çalışkur, Konçinalar, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü.
Fıkra, gezi türü eserleri: Hak Dostum Diye Başlayım Söze, Devekuşuna Mektuplar, Düşsem Yollara Yollara, Ölür İse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, Yaz Boz Tahtası, Berlin Mektupları, Koyma Akıl Oyma Akıl, Önce İnsan Olmak.
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Halep’te yetişmiş Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, İbrâhim bin Muhammed bin İbrâhim Halebî’dir. Halebî İbrâhim diye meşhur olmuştur. 1461 (H. 866) senesinde Halep’te doğdu. 1549 (H. 956) senesinde İstanbul’da vefât etti.
İlk önce ilim öğrenmeye doğduğu yer olan Halep’te başladı. Şam, Mısır ve İstanbul’a giderek oralarda bulunan meşhur âlimlerden tefsir, fıkıh, hadis, fıkıh usûlü gibi ilimleri öğrendi. Kırâat ilminde, Arap dili ve edebiyâtında da kendini yetiştirdi. Gittiği yerlerdeki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulunarak evliyâlık yolunda ilerledi. Böylece hem din, hem de fen ilimlerinde yetişip zamânındaki âlimlerin büyüklerinden oldu.
İstanbul’a geldikten sonra buraya yerleşip Fâtih Câmiinde imamlık ve hatiplik yaptı. Daha sonra da Osmanlı âlimlerinden Sâdi Çelebi’nin yaptırdığı Dâr-ül-kurra Medresesinde müderris olarak vazîfe yaptı. Tefsir, hadis ve diğer ilimlerdeki üstünlüğü yanında bilhassa fıkıh ilminde söz sâhibi olan Halebî İbrâhim Efendiden, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânındaki pekçok âlimler istifâde ettiler. Hemen hemen bütün fıkıh meselelerini ve İslâm hukûkunu ezberlemiş olan Halebî İbrâhim, ilmiyle ve takvâsıyla tanınıp çok sevildi. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdikten sonra, 1549 (H. 956) senesinde doksan yaşındayken İstanbul’da vefât etti. Topkapı’daki Münzevî Caddesinde bulunan Edirnekapı Kabristânına defnedildi. Boğaz Köprüsü yolu yapılırken Edirnekapı Kabristânı yanında bulunan Sakızağacı Kabristânına nakledildi.
Eserleri:
Halebî İbrâhim Efendi, birçok kıymetli eser yazmıştır. Bu eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Mülteka’l-Ebhur: Bu eseri, Kudûrî, Muhtâr, Kenz ve Vikâye gibi kıymetli fıkıh kitaplarının birleştirilmiş şekli olup, bütün fıkıh kâidelerini kolay ve akıcı bir üslubla anlatmaktadır. Bu eseri hemen hemen Ortadoğu’daki bütün İslâm ülkelerinde meşhur olup, bilhassa Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuş ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir. 2) Gunyet-ül-Mutemellî fî Şerh-i Münyet-il-Musallî: Sedideddîn Kaşgârî’nin Münyet-ül-Musallî ve Gunyet-ül-Mübtedî adlı kitabının şerhidir. Bu eserinin bir adı da Halebî-yi Kebîr’dir. Daha sonra bu eseri Halebî-yi Sağîr adıyla yazdığı eserde özetlemiştir. Bu eserinde namaza âit fıkıh bilgilerini iyi bir tertiple ve anlaşılır bir şekilde îzâh etmiştir. 3) Tabakât-ül-Fukahâ: Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin hâl tercümelerini anlatan bir eserdir. 4) Telhîs-ül-Kâmûs li-Fîrûzâbâdî, 5) Dürret-ül-Muvahhidîn ve Riddet-ül-Mülhidîn, 6) Silk-ün-Nizâm Şerhu Cevâhir-il-Kelâm: Akâide dâirdir. 7) Şerhu El-Fiyet-il-Irâkî: Hadis ilmine dâirdir. Bu eserlerinden başka Burhâneddîn Mergınânî’nin Hidâye adlı eserine İbn-i Hümâm tarafından yapılan şerhini kısaltarak yazmıştır. Çeşitli ilimlere dâir başka eserleri de vardır.
Osmanlı devlet adamlarından. 1760 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmed Said’dir. Hâlet Efendi denmekle meşhur oldu. Kırımlı Kâdı Hüseyin Efendinin oğludur.
Hâlet Efendi, Şeyhülislâm Şerif Efendinin yanında yetişti. Bir müddet Atâullah Efendinin sonra da rikâb-ı hümâyun reisi Mehmed Râşid Efendinin mühürdâr yamağı oldu. Bir müddet sonra Ohrili Mir-i Mirân Ahmed Paşanın hizmetine girdi. Burada da uzun süre kalamadı. İstanbul’a dönüp Galata Mevlevihânesi şeyhi meşhur şâir Gâlib Dede’nin dergâhına girdi. Sonra, deryâ tercümanı Kallimaki vâsıtasıyla Fenerli Rumlarla dostluk kurdu. Beylik kesedârı maiyetine girerek hâcegânlık rütbesi aldı.Kısa süre sonra baş muhâsebeci ve orta elçi olarak Paris’e gönderildi. Üç seneden fazla Paris’te kaldı. Akka’da Cezzâr Ahmed Paşaya yenilen Bonapart, mağlubiyetini bir türlü hazmedemediğinden Hâlet Efendiye yüz vermedi. 1807 târihinde İstanbul’a döndü. Divân-ı hümâyun beylikçiliğine bir süre sonra da rikâb-ı hümâyun reisliğine getirildi. Bu vazifesi sırasında İngilizlerle gizli ilişkisi olduğu ortaya çıkarılınca Kütahya’ya sürüldü ise de sonra İstanbul’a döndü.
Bağdat Vâlisi Süleyman Paşanın yerine vezirlik rütbesi ile Said Beyin vâli tâyinini temin etmek maksadıyla memur olarak Bağdat’a gönderildi. Bir müddet sonra tekrar İstanbul’a dönünce rikab-ı hümâyun kethüdâlığına tâyin edildi.
Fenerli Rumların bâzılarına kâtiplik yaptığından, onların lehinde, devlet aleyhine bâzı yolsuz hareketlerde bulundu. Fenerli Rumlardan elde ettiği paralarla servetini çoğaltarak yeniçerilere para dağıtıp taraftar topladı. Mora İsyanında Rumlar tarafını tutarak Tepedelenli Ali Paşayı kötüledi ve idâm edilmesine sebeb oldu. İkiyüzlü politikaya devam ederek yeniçeriliğin ilgâsında dâimâ İkinci Mahmûd Hana muhâlif oldu. Yeniçeri ocağını elinde tutarak, kendisine dayanak noktası yaptı.
Hâlet Efendi, zamanındaki âlimlerin en büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi de halifeye çekiştirerek devlet için tehlikeli olduğuna iknâya çalıştı. Fakat İkinci Mahmûd Han; “Din adamlarından devlete zarar gelmez.” diyerek sözüne itibâr etmedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bunu duyunca halifeye hayır duâda bulunup, “Hâlet Efendinin işi, pîri Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’ye havâle olundu. Onu huzuruna çekip cezâsını verecekdir.” buyurmuştur. Az zaman sonra Sultan İkinci Mahmûd Han, Mora İsyanına sebeb olduğu için Hâlet Efendiyi Konya’ya sürdü. 1823 (H.1238) senesinde Hassa hasekilerinden Ârif Ağa tarafından idâm edildi.
Hâlet Efendi zekî, hitabeti kuvvetli biriydi. Son derece kindar olup, muhaliflerini, menfaatine dokunanları bilhassa makâmına rakip gördüklerini aslâ affetmezdi. İkinci Mahmûd Hana da devamlı muhâlefet etmiştir. Bunu devâm ettirebilmek için de yeniçeri ocağının ileri gelenlerini çeşitli hediyelerle elde etme yolunu seçmiştir. Yeniçeri ocağının yeniden tâmirine karşı çıkmış ve isyan çıkartmakla tehdit etmiştir. Bunun hâricinde bir şâir olarak evini her zaman âlimlere ve şâirlere açmış ilmî ve edebî meseleler üzerine münâzara etmiştir.
Hâlet Efendinin “Zînetü’l-Mecâlis” adlı Dîvân’ı ise birçok kasidelerden, bilhassa talebesi olduğu hocalarını öğmek için yazdığı şiirlerden meydana gelmiştir. Bu eser matbu olup 1842’de basılmıştır. Galata Mevlevîhânesi içinde bir sebil ile bir kütüphâne yaptırmıştı. Bu kütüphânenin kitapları bugün Süleymaniye Kütüphânesinde ayrı bir kısım olarak bulunmaktadır.
On altıncı asır Osmanlı âlim ve şâiri. Pîr Mehmed Azmi Efendinin oğlu olduğundan Azmizâde diye bilinir. 1570 senesinde doğdu.
Asıl adı Mustafa olan Hâletî, iyi bir medrese tahsîli görerek yetişti. Hoca Sa’deddîn Efendiden icâzet (diploma) aldı. Yirmi bir yaşında iken kırk akçe maaşla Hâce Hâtun Medresesi müderrisliğine (hocalığına) tâyin edildi. Birçok medresede ve Sahn-ı Süleymâniye’de müderrislik yaptıktan sonra 1602’de Şam, iki sene sonra da Kâhire kâdılığına (hâkimliğine) tâyin edildi. Mısır Emîr-ül-Ümerâsı Hacı İbrâhim Paşa, asker isyânı netîcesinde şehid düşünce onun yerine geçti. Fakat asâyişi temin edemediği için azledildi. İki sene açıkta kalan Hâletî, 1606’da Bursa kâdılığına getirildi. Bursa’nın, Kalenderoğlu tarafından kuşatılarak yağma edilmesinden sonra şehirden ayrılmak mecbûriyetinde kaldı.
1611’de Edirne kâdısı olan Hâletî, Yahyâ Efendinin yerine İstanbul kâdılığına getirildi. Daha sonra Mısır kâdısı oldu. Sultan Dördüncü Murâd’ın cülûsundan (tahta geçmesinden) bir ay sonra Anadolu kazaskerliğine getirildi ise de bir sene sonra ayrılmak mecbûriyetinde kaldı. 1627 senesinde Rumeli Kazaskerliğine tâyin edilen Hâletî, bir sene sonra Silistre arpalığı ile emekliye ayrıldı. 1631 senesinde İstanbul’da vefât etti. Sofular’da evinin karşısında tâmir ettirdiği mektebin bahçesine defnedildi.
Meslekî hayâtı yüksek mevkîlerde geçmekle berâber, gerek devrinin içinde bulunduğu sosyal, idârî ve siyâsî durum; gerek idâre kâbiliyetinden mahrum olması, gerekse bâzı ters işlerin netîcesinde bu mevkîlerde uzun süre kalamamıştır. Talebesi olan Atâî, Şakâyık Zeylinde onun hakkında; “Doğru, çalışkan, ilme ve kültüre son derece düşkün, geniş bilgili, cömert, iyi niyetli, sözü, sohbeti dinlenir bir zât idi.” demektedir.
Devrinin ileri gelen âlimlerinden olan Hâletî Efendinin ölümünden sonra evindeki kütüphânede bilfiil okunup kenarlarına not konulmuş, açıklamalar yapılmış üç-dört bin eser bulunmuştur. Âlimliği yanında, diğer meşhur bir yönü de şâirliğidir. Hâletî, gazel ve kasîdelerinden çok, rubâîleriyle tanınmış bir şâirdir. Özel ve meslekî hayatında karşılaştığı acılı hâdiseler ve hayâl kırıklıklarından akisler taşıyan Dîvân’ındaki rubâî dışındaki şiirlerinden çoğunluğunda yüksek bir şâir hüviyeti görülmez. Dîvân’ı ve Üçüncü Sultan Mehmed’e sunduğu kasîdesi, edebî bakımdan önemli bir değer taşımakla berâber devrinin Nef’î, Nâbî, Neşâtî gibi meşhur şâirlerinin eserleriyle karşılaştırılınca, nisbeten sönük kalır. Hâletî, tasavvuf konularını, Türk şâirleri içinde hemen hemen hiç kimsenin başaramadığı bir ustalıkla rubâîler ile ifâde etmiştir.
Azmizâde Hâletî’nin Dîvân’ı yanında çeşitli ilmî eserleri de vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1) Menâr Şerhi Hâşiyesi, 2) Dürer ve Gürer Hâşiyesi, 3) Muğn-il-Lebîb Şerhi, 4) Enîs-ül-Ârifîn fî Tercümet-i Ahlâk-i-Muhsinî, 5) Hidâye ve Miftâhşerhlerine Ta’likât, 6) Sâkînâme, Şehnâme vezninde yazılmış yaklaşık 520 beyitten meydana gelmiş uzun bir manzûmedir. On beş ayrı makâleden meydana gelmiştir. 7) Münşeât: Resmî yazılardan meydana gelen yazı ve mektupları ile kendi hayâtı ve yaşadığı devrin olayları anlatılmaktadır.
Haletî denince akla hemen gelen Rubâîyât-ı Hâletî’dir. Kâfiyelerini son harflerine göre tertib etmiştir. Meşhur şâir Nedim bile onun için:
“Hâletî, evc-i rubâîde (rubâî burcunda) uçar ankâ gibi” demektedir.
Alm. Teppich (m), Fr. Tapis (m). İng. Carpet. Renkli yün, ipek veya başka maddelerden yapılmış ipliklerden tezgâhta dokunarak evlerde kullanılan eşyâ.
Halıyı ilk dokuyan Türklerdir. Sekizinci yüzyılda İran yolu ile Avrupa’ya geçmiştir. Önce Fransa’da (732) halı dokunmaya başlanmış, sonra İspanya ve İngiltere’de halıcılık görülmüştür. İngilizler Türkiye’den Uşak halıları getirterek ve bunlardan istifâde ederek ülkelerinde halıcılığı geliştirmeye çalışmışlardır. Avrupa’da önce duvar halıları dokunup sonra halıcılığın gelişmesi ile yer halıları dokunmaya başlanmıştır.
Amerika’ya halıcılığı göçmenler götürmüşlerdir. Burada ilk halı fabrikası 1791’de kurulmuştur. Fransa’da ise 1626’da kurulmuştur. Fransız halılarında Türklerden görüp öğrendikleri Uşak düğümü kullanılıyordu. Türklerde ise, halıcılık Orta Asya’da başlamış ve göçlerle, Anadolu’ya taşınmıştır. Türk halıları dünyaca meşhurdur.
Eski halılar keçi kılından yapılırdı. Bu halılar çadır olarak kullanılırdı. Sonraları Türklerde göçebe hayat bitip sürekli yerleşim yerleri yapılınca, halı çeşitleri yün ve ipek olmak üzere ikiye ayrıldı.
Eski halılar daha ziyâde sarı, kırmızı ve kurum renginden meydana gelen desenlerle süslü olurdu. Figürleri çok alâka çekici idi. Türkler atkılı ve düğümlü dokumayı çok iyi yaparlardı.
İpekli halının yurdu Çin, yünlü halınınki ise Orta Asya’dır. İran halıları ise Türk ve Çin motiflerinin karışımından meydana gelmiştir.
Eski Yunan kaynakları Babil ve İran’da yumuşak halıların dokunduğundan söz eder. Ancak bu kaynaklarda düğümlü halıdan bahsedilmemektedir. Düğümlü halıyı kazılarda ilk defa 1948 yılında Sovyet arkeoloğu Rudenko bulmuştur. Rudenko’nun Altay Dağlarında yaptığı kazılarda, 2000 yıl buzlar arasında kalmış bir düğümlü halı çıkarılmıştır. Milattan önce beşinci yüzyıla âit olan bu halı üzerinde yapılan incelemede, bu halının bir desimetre karesinde üç bin altı yüz (3600) ilmek sayılmıştır. Desenlerdeki incelik, at ve geyik figürlerindeki stilizeyle dikkat çeken Pazirik adlı bu halı, şimdi Leningrad müzesindedir ve eski Türklere âittir.
Anadolu’ya halıcılığı Selçuklular getirmiştir. Türklerde halıcılık, Selçuklular devrinde en parlak zamanını yaşamıştır. Konya halıları, Selçukluların halı sanatına örnektir. Özellikle Konya-Alâaddîn Câmiindeki halılar, bugün için dünyânın en değerli halılarıdır.
On sekizinci yüzyıldan sonra Osmanlılarda halılar, dokunduğu yerin adını ve özelliklerini almışlardır. Meselâ Uşak, Bergama, Kula, Gördes, Konya, Hereke, Sivas, Isparta, Kayseri, Bünyan gibi. Bütün bu Anadolu halıları, batıda ressamlara konu olmuş, Anadolu halıları, “ressamlar halısı” adıyla anılagelmiştir. Ayrıca Anadolu halıları, renk cümbüşü içinde çeşitli figürlerden meydana geldiği gibi, üzerine İHLÂS sûresi ve ALLAHÜ EKBER (Allah en büyüktür.) ibâresi yazılı duvar halıları da vardır. Bugün de halıcılık, yurdumuzda üzerinde önemle durulan bir gelir kaynağıdır. Atalarımızdan miras kalan bir sanattır. Son yıllarda fabrikasyon olarak sentetik maddelerden imal edilenlerine de bu isim verilmektedir.
El halıları tezgâhlarda dokunur. Tezgâh, alt kısmı yere oturtulan, üst kısmı oynayabilen ve çeşitli kısımları olan büyükçe bir kasnaktır. Birbirine geçme kalın sırıklardan yapılmıştır. Halı tezgâhına, yukarıdan aşağı doğru yün iplikleri tarak dişleri gibi sık bir şekilde gerilmiş bulunur. Halı, bu ipliklerin üzerine dokunur. Bunlara “çözgü” denir. Çözgü ipliklerinin bir kısmı önde, bir kısmı arkada, iki yüzey meydana getirecek şekilde gerilmiştir. Aralarına da enlemesine olarak “varagele” adı verilen bir değnek, konulmuştur. Bu değnek, iplikler arasında aşağı, yukarı; indirilerek, çıkarılarak, bulunduğu yerdeki arka ve ön sıra ipliklerinin arasında bir boşluk bırakmaya yarar. Böylelikle, halı dokumada düğümleme işi rahatlıkla yapılır.
Halı tezgâhındaki çözgü ipliklerinin arasından her telin birini önde, diğerini arka kısımda bırakarak enlemesine geçirilen ipliğe “atkı” denir. Bu ipliğin geçişini sağlamak için ayrıca “gücü” veya “kücü” düzeni vardır. Gücü düzeni, çözgü tellerini tek veya çift sayılı sırayı arkada bırakacak şekilde, daha gerilme yapılırken ilmik arasından geçirip indiren ayrı bir düzendir. Her düğüm sırası tamam olup enlemesine atkı ipliği geçirileceği zaman gücü düzenine bastırılarak çift veya tek iplik sıraları geriye itilir. Düğüm sırası tamamlanınca bunları aşağı çekerek sıkıştırmak için, “kirkit” denilen tarak kullanılır. Yukarıdan aşağıya indirilmek sûretiyle atkı tellerine vurdurulan kirkit, iki atkı arasında kalmış olan düğüm sırasını aşağıya iter, neticede sıkıştırmış olur. Böylece halı bir sıra dokunmuş olur.
Halı iki şekilde dokunur: Düz ve desenli. Düz halının dokunması kolaydır. Desenli halının dokunması zordur. Çiçekli dokunacak halının mutlaka bir örneği olur. Bu örnek, karelere bölünmüş bir kâğıt üzerinde renkli bir resimdir. Halı ne kadar enli olursa, dokumada zorluk o ölçüde artar. Bu bakımdan halı dokuyan insanlar tezgâhın başına sıra olarak dizilirler. Bunlardan her biri, halının belli bir bölümünü düğümlemek üzere vazife alır. Renkli iplikleri önceden yukarıya asılmış olduğu için dokuyanlar, kendi karşılarına gelen iplikleri alıp, örneğe uygun tel adedini hesaplayarak, meselâ beş ilmik beyaz, dört ilmik sarı, dört ilmik yeşil vs. şeklinde düğüm yapar. Herkes, sıra düğümlemeyi, yâni ilmik atmayı tamamlayınca, “kücüye” basılarak, veya varagele aşağı çekilerek çözgülerin arası açılır. Bu arada atkı ipliği bir baştan bir başa geçirilir. Sonra kirkite basılarak düğümler ile atkı ipleri aşağı alınıp sıkıştırılır. Böylece renkli halı dokunmuş olur.
Bir halı dokunurken şunlara dikkat etmek gerekir: 1) İlmekler (düğümler) aynı sıkılıkta olmalı; 2) Kirkitle yapılan sıkıştırma işi, kullanılan yün ipliğinin esneklik durumuna göre yapılmış olmalı; 3) Halının dokuması bittikten sonra her yanında, santimetre kareye aynı sayıda ilmek düşmüş olmalıdır. Bu şartlara uyularak dokunan halı çok sağlam ve kıymetli olur.
Halı dokumak bu bakımdan bir maharet işidir. Anadolu’da en kıymetli halıları genç kızlar dokumaktadır. İyi bir halının dokuması kadar, boyasının da önemi vardır. Halıda boya, yıllar sonra rengini atmamışsa, o halının boyası çok iyi demektir. Bir de tabiî olarak mor, beyaz, siyah vs. renkli yünlerden yapılmış ipliklerde boyamak bahis konusu değildir. Halı tabiî rengi ile ortaya çıkar. Böyle halılara “natürel” denmektedir.
Halı dokunup bittikten sonra halı ustaları, bunun yüzünü düzeltirler. Halının tüylerini bir hizaya getirirler. Saçaklarını aynı uzunlukta bırakmak üzere keserler. Saçaklar halıyı güzel gösterir.
Halının kalitesi, sık dokunmasına ve kullanılan ipliğin kıymetine bağlıdır. Halıda her santimetreye ne kadar çok düğüm atılmışsa, kalite derecesi o kadar fazla olur. Ayrıca halıda kullanılan motifler de kıymetli olmasını etkiler.
Halıların bakımı: Kullandığımız halılar, eğer iyi bakılacak olursa, uzun yıllar dayanır. Halının düşmanı güve ve rutubettir. Güveyi önlemek için halıyı sık sık havalandırmak, güneşte bırakmak lâzımdır. Eskiyen halılar, bilen ustaya tâmir ettirilir.
Kullanılmayan halıları naftalin ve tuz atıp yuvarladıktan sonra dışından bir bez ile sarmak çok faydalıdır. Yalnız bunları yıllarca hiç açmadan muhafaza etmek halı için zararlıdır.İlk ve sonbaharda güneşte havalandırmak, sonra gerekli tozları atıp tekrar sarmak, güve tehlikesini önler.
Halılar temizlendikten sonra sirkeli su ile silinirse pırıl pırıl olur.
Alm. Goldenes Horn (n), Fr. Gorne d’Or (f). İng. Golden Horn. İstanbul’da Sarayburnu Yarımadası ile şehrin Beyoğlu yerleşme alanı arasında bulunan tabiî bir iç liman. Bizanslılar Chrysokeras, İngilizler Golden Horn ve Fransızlar Gorne d’Or ismini vermişlerdir ki her üç kelime de “Altın Boynuz” demektir.
Haliç’e kuşbakışı bakıldığında Kâğıthane veAlibeyköyü suları ile birlikte bir geyik boynuzu görüntüsündedir. Sularının temiz ve berrak olduğu zamanlarda, akşam güneşi vurunca suları altın rengini alırdı. Bu yüzden Halice “Altın Boynuz” ismi verilmiştir. Ayrıca en büyük gemilerin bile barınabildiği bir iç liman olduğu için deniz ticâreti yönünden ehemmiyetliydi. İki kıyısında da verimli ve zengin işyerleri bulunurdu. Sularında ise çeşitli ve nefis balıklar cirit atardı. Her ne kadar Haliç, güzellik ve zenginlik bakımından Boğaziçi ile boy ölçüşemese bile güvenlik bakımından korunma ve sığınma yeriydi.
Târihte, İstanbul’un ilk iskanının bu tabiî limanın dip kısmında iki akarsu arasındaki arâzide olduğu tahmin edilmektedir. Zamanla büyüyen şehir birçok defa düşman hücumlarına mâruz kalmıştır. Bizanslılar Haliç girişini Sarayburnu-Galata arasına gerdikleri bir zincirle kapamışlar, yüzyıllar boyunca düşman gemileri Haliç’e girememişti. 1203’de Bizans, Dördüncü Haçlı Seferi ordusu tarafından kuşatılmış ve 6 Temmuzda Haliç’e girilmiştir. İkinci olarak 1453 yılı 22-23 Nisan gecesi Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul muhâsarasında 70 parça gemiyi karadan kızaklar üzerinden yürüterek Galata sırtlarından Haliç’e indirmiş, şehrin fethi bundan sonra kolaylaşmıştır.
Osmanlı Devleti zamanında Haliç’e çok önem verilmiş, 1615 senesinde Kasımpaşa’da tersane inşaa edilmiştir. On sekizinci yüzyılda Kaptanı Derya Hasan Paşa da burada muhteşem bir bina yaptırmış ve kaptan paşaların ikametlerine tahsis etmiştir. Bugün bu bina Kasımpaşa Deniz Hastanesi olarak kullanılmaktadır. Kasımpaşa iskelesinin yanında, denize doğru uzanan kısımda bahçe içindeki yalı eski Bahriye Nezâreti (Deniz Savunma Bakanlığı) idi.
Sultan Üçüncü Ahmed zamanında Haliç’in kuzey batısında şiirlere konu olan Sâdâbât yıkılmışsa da, Kâğıthâne Deresi, severek gidilen bir gezi ve istirahat yeri olarak kalmıştı. Kâğıthâne Deresi, Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde de, temiz havası bol bir mesire yeriydi.
Osmanlı devrinde Haliç’te hazret-i Ebû Eyyüb-el-Ensârî’nin Türbesi ve çevresi büyük bir önem kazanmıştı. Bu semt dînî bir ziyaret merkezi, hem de burada inşâ edilen türbelerle, ölümle hayatın iç içe olduğu bir yer hâlini aldı ve Eyüb’ün yakınında şehrin en büyük mezarlıklarından biri doğup gelişti. Bu mezarları gölgeleyen serviler de, Haliç’in yeşiline yeşillik kattı.
Haliç’in yeşil’i, şehir halkının yalnızca dînî hislerine değil, gezme, eğlenme ihtiyacına da cevap veriyordu. Türk devrinde bu liman, bir ticâret ve gemi tezgâhları bölgesi hâlini alırken, aynı zamanda ticâret ve savaş gemilerinin barınağı, yukarı kesim ise çok sevilen bir mesire ve sayfiye yeri olmuştur. Tıpkı Boğaziçi gibi, köşklerin, yalıların, sarayların sıralandığı bir alan durumundaydı.
Boyu yaklaşık 8 km, en geniş yeri (Kasımpaşa-Cibâli arası) 700 m olan Haliç, kuzeybatı-güneydoğu yönünde uzanmaktadır ve etrafı dik yamaçlarla çevrilmiştir. İstanbul’un hâkim rüzgârlarından poyraz kuzeydoğudan, lodos ise bunun tam tersi güneybatıdan yâni boylamasına olan yönünden dik istikamette eser. Etrafındaki sırtlar iskan sahaları olup poyraz ve lodosu kesmektedirler. Sonuç olarak Haliç, rüzgârlara karşı oldukça korunmalı olduğundan, tersane (gemi yapım yeri) için fevkalade uygun bir iç limandır.
Haliç’in etrâfındaki toprakların verimliliği, tabiî güzelliği, deniz ve kara ulaşımına çok uygun bulunması, çok emin bir iç liman olması gibi câzip özellikler, bu semtin çok çabuk gelişmesinde büyük rolü olmuştur. Osmanlılar devrinde bu semtte bir taraftan yalılar, kasırlar (Sepetçiler Kasrı, Aynalı Kavak Kasrı gibi), park ve bahçeler yapılırken, diğer taraftan da tersâne ve iskeleler kurulmuş ve zamanla Haliç bir ticâret ve sanâyi merkezine dönüşmüştür. Ancak bu gelişmenin çevreye verebileceği zarar vaktinde anlaşılmış ve bunu önlemek için zamânın idârecileri bâzı tedbirler almışlardır. Meselâ, Mustafa Paşanın Netâyic-ül Vukûât kitabında belirtildiği gibi, Fâtih Sultan Mehmed, Haliç’in dolma ve kirlenme tehlikesinden korunması için özel bir ferman çıkarmıştır. Bu fermana göre Kâğıthâne sırtları tarımdan men edilmiş ve bu sâhada ağaçlandırma faaliyetleri başlatılmıştır. Ayrıca, Haliç’in etraftan sürüklenen rüsûbâttan (tortu ve çöküntülerden) temizlenmesini teşvik etmek gâyesi ile Haliç’in dibinden çıkartılan kili kullanan porselen işletmeleri vergiden muâf tutulmuştur. Haliç’e karşı gösterilen bu hassâsiyet, yirminci yüzyılda devâm etmemiştir. Nüfûsun hızlı artışı, plânsız sanâyileşme ve şehircilik kurallarına uymadan gelişigüzel kurulan yanlış yerleşme merkezleri, Haliç’in kirli ve düzensiz bir hüviyete bürünmesine sebebiyet vermiştir.
Haliç’in etrâfında yaşayan nüfusun artıkları 200’den fazla irili ufaklı deşarjla Haliç’e akıtılmaktadır. Bu deşarjların ne büyüklükte bir nüfusa hizmet ettiği bilinmiyorsa da, bir milyonun üzerinde olduğu söylenebilir.
Haliç ve onu besleyen Kâğıthâne ve Alibeyköy derelerinin kenarlarında bulunan ve artıklarını Haliç’e akıtan endüstri kuruluşları, Haliç’in kirlenmesinde en önemli sebeptir. Haliç’e akıtılan endüstriyel artıkların BOİ (biyokimyâsal oksijen ihtiyâcı) yönünden meydana getirdikleri kirlenme 1.720.747 kişilik bir nüfusun meydana getireceği kirlenmeye eş değerdir. Bu değerin, 1960’dan bu yana kurulan endüstrilerden dolayı üç milyonluk eşdeğer nüfûsu geçmiş olacağı tahmin edilmektedir. Haliç’e bir yılda bırakılan endüstriyel sıvı atık miktârı 1,9 milyon tonun üzerindedir. Sâdece, Eyüp kazâsında bulunan endüstri kuruluşlarından Haliç’e verdikleri atıklar 4,2 ton/günBOİ ve 6,3 ton/gün askı hâlinde katı madde ihtivâ etmektedir. Sütlüce’deki mezbaha tesislerinin atıklarındaki ortalama BOİ değeri ise, 1700 mg/lt’den fazladır.
1980 öncesinde belediyelerin katı atık toplama açısından yetersiz olması netîcesinde, Haliç’in sâhillerinde bulunan birçok kuruluş, çöplerini doğrudan doğruya Haliç’e atmak sûretiyle yok etme yoluna başvurmuşlardır. Bu bölgede bulunan endüstri kuruluşlarının senede yaklaşık 49.500 ton katı atık meydana getirdikleri tesbit edilmiştir. Bu atıkların bir kısmının, Haliç’e atıldığı düşünülürse, katı atıkların da Haliç’in kirlenmesinde önemli bir yeri olduğu anlaşılır.
Haliç’e bağlı en önemli iki dere olan Kâğıthâne ve Alibeyköy’ün sâhib oldukları 181.600 m2 ve 192.400 m2lik havzalarında oldukça dik meyilli yamaçlar bulunmaktadır. Bu iki derenin havzasında, bitki örtüsünün tahrîbi, havzada mevcut ve açılmakta olan taş ocakları, mermer ve tuğla ocakları dolayısıyla moloz ve katı maddelerin kolayca sürüklenebilir halde olması ve yağmur suyu direnaj sisteminin bulunmayışı, o arâziyi erozyona müsâit bir hâle getirmiştir. Her yıl Kâğıthâne Deresinden 54 bin m3, Alibeyköy Deresinde bulunan barajdan îtibâren Haliç’e kadar 17 kilometrekarelik alanda da 5100 m3 tortu ve artık Haliç’e taşınmaktadır.
Bu tortu ve artık Haliç için bir su kirletme kaynağı olmaktan başka, her geçen yıl Haliç tabanının biraz daha dolmasına sebeb olmaktadır. Bu dolma senede 6-10 santimetrelik derinlik azalmasına sebebiyet vermiştir.
Bunlara ilâveten, gemi söküm yerlerinde denize atılan atıklar, bir ek kirletici kaynağı oldu. Ayrıca çöp dökme yeri olarak kullanılan Habibler Köyü ve Levend Oto Sanâyi Sitesinden sızan sular da Haliç’e karışıyor ve kirlenmeyi arttırıyor.
Yabancıların “Altın Boynuz” dediği Haliç’in bu hâli bütün dünyânın da ilgilenmesine sebeb oldu. Yapılan incelemelerde Silahtar, Hasköy, Sirkeci, Beyoğlu İstiklal Caddesi, Eyüp, Ayvansaray gibi semtlerde hava, Ankara’nın Çankaya havasından daha kirli olduğu görüldü. Pisliğinden geçilmeyen Haliç hakkında basında zaman zaman yazılar çıktı. Çeşitli kişi ve kuruluşlarca yazılar yazıldı. Fakat ilk ciddi teşebbüs, 5 Haziran 1981’de yapılan “Çevre Günü Sempozyumu”ndan sonra oldu. Bu sempozyumdan sonra; Haliç Üst Kurulu, buna bağlı olarak Haliç Çalışma Grubu kuruldu. 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, İstanbul Belediye Başkanlığı, Boğaziçi Üniversitesi, İTÜ, İÜ, İSKİ Genel Müdürlüğü gibi, 18 kısım ve kuruluşun temsilcilerinden meydana gelen üst kurulun başkanlığı İstanbul Vâlisi’ne verildi.
Kurul, Haliç çevresinde bulunan, 696 fabrika ve 2020 küçük esnafa âit iş yerini kaldırmaya karar verdi. İstimlâk bedeli, çevre düzenlemesi, kollektör için gerekli maddi kaynak temin edildikten sonra, üç basamakta temizlik hareketine başlandı: 1) Haliç’i kirlendiren sebeplerin durdurulması; 2) Çevrenin tanzimi; 3) Haliç’in sularının temizlenmesi.
Haliç’in temizlenmesi için Çerkezköy ve Tuzla’da 600 bin metre kare arsa istimlâk edildi. İlk yıkım çalışmaları 23 Mayıs 1984 günü başladı.
Haliç’ten 44 mavna 19 batık gemi çıkarıldı. 696 fabrika ve 2020 küçük esnafa ait işyeri yıkıldı. Böylece çevrede bir milyon metrekarelik alan açıldı. Bir yandan da bu açılan alanlar yeşillendirildi. Oyun bahçeleri yapıldı.
Haliç’e olan akıntıları Marmara Denizine ve Karadeniz’e akıtacak kollektör çalışmalarına başlandı.
Eyüp, Haliç ve Fatih tünelleri ile taşınacak sıvı atıkları, Yenikapı’daki ön arıtma tesislerine getirecek olan Alibeyköy kollektörü yapıldı. Katı atıklar burada alıkonulduktan sonra fizikî arıtma yapılacak. Arıtmadan geçen atıksu Ahırkapı deniz deşarjından kıyıdan 6200 m açıkta ve deniz seviyesinden 60 m derinliğe pompalanacaktı.
12 Temmuz 1988 günü Güney kollektörü de tamamlanarak hizmete açıldı. Haliç’e akan kanalizasyon atıkları kollektörle Marmara’ya verilmeye başlandı. Ancak, 1989’dan sonra bu faaliyetler durdu.
Eshâb-ı kirâmdan. Peygamber efendimizin kâtiblerinden olup, Eshâb-ı kirâm arasında “Sâbikûn-ı evvelîn” denilen ilk Müslümanlardandır. İsmi, Hâlid bin Sa’îd bin Âs bin Ümeyye’dir. Annesi Ümmü Hâlid binti Habbâb es-Sekafî’dir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 634 (H.13) senesinde Yermük Harbinde şehid düştü.
Hâlid bin Sa’îd, Peygamber efendimizin insanları İslâm dînine dâvet ettiği ilk zamanlarda Müslüman oldu. Hanımı Ümeyye ve kardeşi Ömer onun teşvîki ile Müslüman oldu. Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Müslüman olmadığı gibi, Müslümanlığı kabul ettiği için oğlu Hâlid’e çok eziyet etti. Onu evinin mahzenine hapsettirip günlerce aç ve susuz bıraktı. Bir fırsatını bulup kaçan Hâlid bin Sa’îd, Mekke’nin kenarında bir yere gizlenerek babasına görünmedi. Fakat dâimâ Peygamber efendimizle bulundu. Peygamber efendimizin emriyle diğer Müslümanlarla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Birkaç sene orada kaldı. 628 (H. 7) senesinde Medîne-i münevvereye dönen Hâlid bin Sa’îd, bir rivâyete göre Hayber’in fethine katılıp ganîmetlerden pay aldı. Umret-ül-kazâ, Mekke’nin fethi, Huneyn Harbi, Taîf ve Tebük seferlerine ve bâzı küçük seriyyelere katıldı. Fakat Habeşistan’da olduğu için Bedir ve Uhud harplerine katılamadı. Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Peygamber efendimiz yazışma ve mektublaşma işlerini ona verdi. Yabancı devlet başkanlarına yazılan mektuplardan bir kısmını, yapılan antlaşmaları o kaleme aldı. Peygamber efendimiz onu Yemen’e vâli tâyin etti. Peygamber efendimizin vefâtına kadar Yemen vâliliği yapan Hâlid bin Sa’îd, hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliği sırasında ortaya çıkan mürtetler, yâni dinden ayrılanlarla yapılan muhârebelere katıldı ve büyük başarılar gösterdi. İrtidad yâni dinden dönme hareketlerinin bastırılmasından sonra Şam taraflarına gönderilen İslâm ordusuna katıldı. Ordunun bir kısmının kumandanlığı Hâlid bin Sa’îd’e verildi. Bizans ordusuyla meydana gelen bu muhârebelerde şehit düşen Hâlid bin Sa’îd bütün ömrünü harb meydanlarında geçirdiğinden Peygamber efendimizin kâtibi olmasına rağmen hadîs-i şerîf rivâyet edemedi.
HÂLİD BİN SİNAN ABESÎ ALEYHİSSELÂM
İsâ aleyhisselâmla, Muhammed aleyhisselâm arasındaki zamanda gönderilen bir peygamber. Aden beldesinde yaşayan bir kavme gönderilmiştir. Bu kavmin Abes kavmi olduğu rivâyet edilmektedir.
Hayâtı, yaşayışı, ümmeti ile olan münâsebetleri hakkında fazla bilgi bulunmayan Sinan bin Abesî aleyhisselâm, vefâtından kırk gün sonra kabrinin açılmasını vasiyet etti ve âhiretle ilgili hususları anlatacağını bildirdi. Ancak oğulları; “Bize öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler!” bahânesiyle kabrinin açılmasına mânî oldular. Böylece câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun vasiyetini de zâyi ettiler.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma peygamberlik emri bildirildikten sonra, Hâlid bin Sinan Abesî aleyhisselâmın kızı hayattaydı. Peygamberimizin huzûruna kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ridâsını sererek üzerine oturttu ve iltifat ederek; “Merhaba, ey kavmi vücûdunun zâyi olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı.”buyurdu.