HADÎCE-TÜL KÜBRÂ
Peygamber efendimizin ilk hanımı, ilk îmân eden hür kadın ve Müslümanların annesi. Kureyş Kabîlesinin kibar ve asil bir âilesine mensuptur. Babasının adı Hüveylid, annesininki Fâtıma’dır. Nesebi Hadîce binti Hüveylid bin Esad bin Abdü’l-uzzâ bin Kuseyy bin Kilâb bin Mürre bin Ka’b bin Lüey bin Gâlib idi. Nesebi, Peygamber efendimiz ile baba tarafından Kuseyy, anne tarafından Lüey Sülâlesiyle birleşmektedir. Câhiliye devrindeki lakabı Tâhire idi. Doğum târihi kesin bilinmemektedir. 619’da hicretten üç sene önce altmış beş yaşında Mekke’de vefât etti.
Hazret-i Hadîce’nin nesebi, güzelliği, ilmi, malı, şerefi, iffeti ve edebi pek fazlaydı. Ticâretle uğraşırdı. Bu yüzden devrin büyük tüccârları arasında yer almıştı. Memurları, kâtipleri ve köleleri vardı. Ticâreti; adamları veya ortaklık sûretiyle yapardı. Dul idi. Bu sebeple her taraftan kendisine tâlib olan ve rağbet eden çok kimse vardı. Fakat gördüğü bir rüyâ îcâbı hiç kimseye iltifât etmemişti.
Hazret-i Hadîce, gördüğü rüyâyı bilgili bir Hıristiyan olan amcası oğlu Varaka bin Nevfel’e tâbir ettirmiş, Varaka bin Nevfel de hazret-i Hadîce’nin, geleceği bildirilen son peygamberle evleneceğini ve o peygamberin vasıflarını bildirmişdi. Bu arada Ebû Tâlib, hazret-i Hadîce’ye giderek Peygamber efendimize sermâye vermesini ve ortak olmalarını teklif etti. Hazret-i Hadîce bu teklifi kabul etti. Yapılan ticârî ortaklık sonunda umulanın üzerinde kâr elde edildi. Hazret-i Hadîce, ticâret ortağı olan Muhammed aleyhisselâm üzerinde, Varaka bin Nevfel’in bildirdiği alâmetlerin olduğunu müşâhede etti. Daha sonra her iki taraftan gönderilen elçiler vâsıtasıyla hazret-i Muhammed ile hazret-i Hadîce’nin evlenmeleri kararlaştırıldı. Kararlaştırılan günde taraflar bir araya geldiler. Nikâh sırasında Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib ve hazret-i Hadîce vâlidemizin amcası Amr bin Esed birer konuşma yaptılar. Böylece nikâh akdi tamam oldu. Bir rivâyete göre mihr; 400 miskal altın, bir rivâyete göre de 20 deve idi. Ebû Tâlib, düğün ziyâfeti için bir deve kesip, o güne kadar görülmedik bir yemek verdi. Evlilik vâki oldu. Hazret-i Hadîce vâlidemiz bütün varlığını Peygamber efendimize hediye etti ve; “Bu malların hepsi yüce şahsınıza âittir. Ben de sana muhtâcım ve minnetin altındayım.” dedi. O zaman Peygamber efendimiz yirmi beş, hazret-i Hadîce vâlidemiz de kırk yaşında idiler.
Hazret-i Hadîce vâlidemiz, evlilik hayâtında sevgili Peygamberimize bütün gayreti ile hizmet etmeye çalıştı. O’nu hiç üzmedi. Her arzusunu büyük bir emir kabul edip, canla başla yerine getirdi. O’na dert ortağı ve tesellî arkadaşı oldu.
Evliliklerinden on beş sene sonra, Resûlullah efendimize Hira Dağında Cebrâil aleyhisselâm görünmüş, peygamberliğini bildirmişti. Burada Kur’ân-ı kerîmden ilk âyet-i kerîmeler nâzil oldu. Hazret-i Hadîce, Peygamber efendimize peygamberliğin ilk günlerinden îtibâren en büyük yardımcı oldu. Sıkıntılı hâllerinde O’nu teselli etti. İlk Müslüman kadın o idi. Herkes düşman iken, hazret-i Hadîce, Peygamber efendimize en büyük desteği verdi.
Peygamber efendimizin bu evliliği, Hadîce vâlidemizin vefâtına kadar yirmi beş sene sürdü. Bunun on beş senesi vahiy gelmeden önce, on senesi vahiy geldikten sonra idi. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, ilk zevcesi hazret-i Hadîce hayattayken, hiç evlenmedi. İkisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. Bunlar; Kâsım, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib veya Tâhir)dır.
Zeynep, kızlarının en büyüğü idi. En küçük kızı Fâtıma, babasının en sevgilisiydi. Hicretten on üç sene önce doğdu. Erkek evlâtları küçük yaşta vefât ettikleri gibi, hazret-i Fâtıma’dan başka bütün kızları da O’ndan önce vefât ettiler. Fâtıma vâlidemiz de Peygamber efendimizden altı ay sonra vefât etti. Hazret-i Ali ile evlenmişti. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın soyu, hazret-i Fâtıma’nın evlatları ile devâm etti. (Bkz. Fâtıma-tüz-Zehrâ)
Resûlullah efendimizin dert ortağı, yirmi beş senelik hayat arkadaşı olan hazret-i Hadîce vâlidemiz de, dert ve üzüntülerle geçen üç senelik muhâsaradan sonra, hicretten üç sene önce, Ramazan ayının başında, 65 yaşında vefât etti. Fahr-i kâinât sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, hazret-i Hadîce vâlidemizi kendi mübârek elleriyle Hacun Mezarlığına defneylediler. Onun ayrılığından çok hüzünlendiler. Aynı sene içinde amcası Ebû Tâlib’in vefâtı, Peygamber efendimizin üzüntüsünü daha da arttırdı. Böylece bu seneye senet-ül-hüzn, yâni hüzün yılıdenildi.
Hadîce vâlidemiz, Peygamber efendimize, evlâdına, Müslümanlara ve insanlara çok şefkatliydi. Ev işlerini iyi bilip, mükemmel iş görürdü. Peygamber efendimiz, bu hususta onun için; “Hem çocuk annesi hem de ev işi tanzim eden hâtun.” buyurdu. Peygamber efendimize karşı çok hürmetkârdı. Ne buyurursa hemen kabul ederdi. Bu her zaman böyle oldu. Resûlullah efendimiz de onu dâimâ medh ederdi. Hattâ bir gün yine onu medh ederken, hazret-i Âişe vâlidemiz dayanamayıp; “Cenâb-ı Hak size daha iyisini verdi.” dedi. Resûlullah efendimiz; “Hayır, ondan iyisi verilmedi. Herkes bana yalancı dediği günlerde, o bana inandı. Herkes bana eziyet verirken, o bana yâr oldu. Üzüntülerimi giderdi.” buyurdu.
Peygamberimiz yine o ve diğer üstün hâtunlar hakkında; “Dört hâtunun fazîletleri bütün dünyâ hâtunlarının fazîletlerinden üstündür: Meryem binti İmrân, Fir’avn’ın îmân etmiş hanımı Âsiye, Hadîce binti Hüveylid ve Fâtıma binti Muhammed.” buyurdu.
On sekizinci yüzyılda Osmanlı Devletinde yetişen büyük âlimlerden. İsmi Muhammed, künyesi Mevlânâ Ebû Sa’îd’dir. Hâdim’de doğduğu için Hâdimî nisbesi ile tanınmıştır. 1701 (H. 1113) deHâdim’de doğdu. 1762 (H. 1176) de vefât etti.Kabri Hâdim’dedir. Babası Horasan illerinden olan Buhârâ’dan Anadolu’ya gelip, Hâdim’de yerleşen bir âileye mensuptur. Babası pekçok âlim yetiştirmesi sebebiyle Fahr-ur-Rum (Anadolu’nun medâr-ı iftihârı, kendisiyle övündüğü) nâmı ile tanınan Kara Hacı Mustafa Efendidir.
Hâdimî hazretleri beş yaşında yüksek ilimler sâhibi olan babasından ilim tahsiline başladı. On yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arabî ve Fârisiyi öğrendi. On sekiz yaşına girince babası onu Konya’daki Karatay Medresesine gönderdi. Bu medresede devrin meşhur müderrislerinden olan İbrâhim Efendiden beş sene aralıksız ders aldı. Bu hocası ona icâzet (diploma) verdikten sonra İstanbul’da bulunan devrin en meşhur âlimlerinden Kazâbâdî Ahmed Efendinin medresesine gönderdi.
Hâdimî, tam sekiz yıl da burada okudu. Zamânın ilim dili olan Arapça ve Farsçada çok ilerleyip, ana dili gibi öğrendi. İstanbul’da zaman zaman bâzı câmilerde, dinleyenlerin çok istifâde ettiği vaazlar veren ve on dört sene memleketinden uzakta kalan Hâdimî, babasının vefâtı üzerine otuz iki yaşında, dört katır yükü kıymetli kitaplarla Hâdim’e dönüp babasının medresesinde müderrisliğe başladı. Birkaç ay sonra evlendi. Sa’îd isminde bir oğlu dünyâya gelince, Ebû Sa’îd künyesiyle anılır oldu.
Hâdimî hazretleri bilhassa fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişerek büyük bir âlim olup, babasının medresesinde ders vermeye başlayınca, ilim öğrenmek için, her taraftan akın akın gelen yüzlerce talebe, bu medreseye sığmaz oldu. Hâdimliler ona, o medresenin yerine yeni bir medrese yaptırdılar. Hattâ kısa bir zaman sonra, bu medrese de kâfi gelmeyince, Hâdimî büyük izdihamla açık hava tedrisâtına başladı. Yaz aylarında şehirden on iki kilometre uzaklıktaki Kervanpınar’da ders verirdi. Kışın ise Hâdim’deki medresesine dönerdi. Arabî, Fârisî, usûl-i fıkıh, fıkıh, tefsir, hadis, kelâm ve edebiyât gibi dersler okutan Hâdimî; başta oğulları Sa’îd, Abdullah, Emin ve Nu’mân efendiler olmak üzere, “Ayaklı kütüphâne” lakabıyla anılan Müftîzâde Muhammed Antâkî, meşhûr İsmâil Gelenbevî, Mehmed Kırkağaçî, Hâfız Osman Üskübî, AhmedÜrgübî, Konyalı İsmâil Hakkı, Hacı İsmâil Kayserî gibi âlimler yetiştirdi. Hem din ilimleri, hem de fen ilimleriyle mücehhez olan Hâdimî’nin şöhreti, birkaç yıl sonra Hâdim ve Konya’nın sınırlarını aştı. Ünü bütün Anadolu’ya yayıldı. Hattâ en büyük ilim ve kültür merkezi olan İstanbul’dan bile ona talebe gelmeye başladı. Şöhreti Osmanlı sarayına kadar varan Ebû Sa’îd Muhammed Hâdimî’yi önce Osmanlı pâdişâhı Sultan Üçüncü Ahmed, sonra da Birinci Mahmûd Han, İstanbul’a dâvet ettiler.
1762 (H. 1176) senesinin kış mevsiminde 61 yaşındayken üç gün yatakta yatıp, dördüncü gün âhirete irtihâl eden Ebû Sa’îd Muhammed Hâdimî hazretlerinin, başta çocukları olmak üzere, yetiştirdiği pekçok talebesi, memleketin her tarafına dağılmış, gittikleri yerlerde müftîlik ve müderrislik yapmışlar, halkı irşâd etmişlerdir. Onun soyundan gelen insanlar içerisinde de birçok ilim adamı yetişmiştir.
Eserleri:
Muhammed Hâdimî’nin İslâm ahlâkı ve hukûku ile ilgili eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) El-Berîkat-ül-Mahmûdiyye: İslâm ahlâkını anlatan bu kitâb İmâm-ı Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammediyye adlı eserinin şerhidir. İki cilt hâlinde basılmıştır; 2) Dürer Hâşiyesi, 3) Hâşiye alâ Tefsîr-i Nebe lil-Beydâvî, 4) Risâletün-fî Sülûki Nakşibendiyye, 5) Risâlet-ül-Huşû’ fis-Salât, 6) Risâle fî Hakk-ıl-Istihlâf, 7) Arâyis-ün-Nefîsi fî İlm-il-Mantık, 8) Mecâmi’ul-Hakâyık: Bu eseri, Mecelle’nin küllî kâidelerine kaynak olmuştur.
On sekiz çeşit ilim açısından Besmelenin mânâ ve hikmetlerini ortaya koymak için kaleme aldığı Şerh-ül-Besmele adlı eseri, Niğdeli Müderris Ahmed Efendi tarafından Tuhfet-ül-Besmele adıyla şerh edilip, basılmıştır.
Vaaz ve derslerinde vezinli ve kâfiyeli şiirler söyleyip dinleyenleri coştururdu. Bugün birkaç tânesi elde bulunan şiirlerinin ve ilâhîlerinin aslında bir Dîvân dolduracak kadar çok olduğu rivâyet edilmektedir.
Berîka adıyla meşhur eserinden tercüme edilen bölümler, kıymetli bir ahlâk kitâbı olan ve İhlâs A.Ş. tarafından yayınlanan İslâm Ahlâkıkitâbında yer almıştır.
Alm. Tradition, Überlieferung (f), Fr. Tradition, Parole (f), İng. Tradition, Hadith. Lügatte, “söz, haber, yeni şey” mânâsına gelen bir kelime. Dînî bir terim olarak hadis, “Peygamberimizin sözleri, işleri, halleri” demektir. Hadis, “sünnet” kelimesi yerine de kullanılır. Hadîs-i şerîfleri anlatan ilme “ilm-i hadîs (hadîs ilmi)” bu ilimle meşgul olan büyük âlimlere de “muhaddis” denir. “Usûl-i hadîs” isminde başka bir ilim daha vardır ki, bu ilmin usûlleri, metodları ile, hadîs-i şerîflerin nevileri (çeşitleri) ayırt edilir. Mütevâtir, meşhur, sahih, hasen, merfû, müsned, mürsel, zaîf, mevdû’ ve daha birçok hadîs çeşitlerinin ayrı ayrı ve uzun târifleri, izahları, tesbitleri kitapları doldurmaktadır. Her bir hadisin şartları, kayıtları vardır. Bu geniş bilgiler, ancak usûl-i hadîs ilminde ictihad derecesine yükselen büyük âlimlere mahsustur. (Bkz. İctihad)
Hadîs-i şerîfler iki kısımda incelenir: Hadisin asıl muhtevâsına “metin”; bu metin kısmını sıra ile birbirine nakletmiş olan, sözüne ve hâline güvenilir kimselerin, yâni râvîlerin isimlerini ihtiva eden kısma da “isnâd” adı verilir.
Bu ilmin gâyesi, insanların dünyâ ve âhiret saâdetidir. Hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmden sonra fıkhî rivâyetlerin dayanağı, dînî ilimlerin kaynağı, edille-i erbaa denilen dînin dört temel esâsının ikincisidir. Bu dört esas: Kitap (Kur’ân-ı kerîm), Sünnet (Hadîs-i şerîfler), İcmâ’ ve Kıyas’tır. (Bkz. Ahkâm-ı Şer’iyye)
Resûl-i ekrem efendimiz, önceleri hadîs-i şerîfleri yazmaktan Eshâbını men etmişti. Bunun hikmeti, âyet-i kerîmelerle karıştırılması ihtimali idi. İstisnâî bir sebeple bâzı hadislerin yazılmasına müsâade etmiş, bâzı sahâbeye de özel izin vermişti.
Hadîs-i şerîflerin yazılması yasağı, sonradan tamâmen kaldırılmıştır. Resûlullah’tan sâdır olan her hadis yazılmış ve bu yazılar birçok Eshâb-ı kirâm tarafından korunmuştur. Tekrar edilmişlerden başka 10.000 kadar hadîs-i şerîf vardır. Tekrar edilenleri de sayılırsa, milyonu aşmaktadır. Bütün bu hadîs-i şerîfler, başlıca şu 12 hususu bildirmektedir:
1. Allahü teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberimizin sünnetine yapışmak.
2. İslâmın beş şartı, zikirler ve ihsân, yâni kalp bilgileri. Tasavvuf bu ihsânı elde etmektir.
3. Muâmelâttır. Nafaka için ticâret, sanat ve ziraat bilgileri ve sosyal haklar bunun içindedir.
4. İyi ahlâk bildirilmekte ve övülmektedir.
5. Köle âzât etmek.
6. Fazileti çok olan amelleri ve Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri.
7. Peygamberimizin ve mühim kimselerin tarihi.
8. Kıyâmete kadar olacak mühim olaylar.
9. Kıyâmet hâlleri, haşır neşir, Cennet ve Cehennem.
10. Resûlullah’ın hayatı.
11. Kurân’ı kerîm okumak ve tefsir etmek.
12. Melekler, şeytanlar, tabâbet (doktorluk, tıp ilmi) gibi çeşitli ilimler.
Hadîs-i Şerîfin Çeşitleri
Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini tesbit etmek ve bunları tetkik etmek, usûl-i hadîs ilminin konusudur. Bu hususta kütüphaneler dolusu kitaplar yazılmıştır. Burada, hadîs-i şerîflerin çeşitleri, kısa târif ve açıklamaları ile birlikte bildirilecektir:
1. Hadîs-i mürsel: Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiînden birinin doğruca“Resûl-i Ekrem buyurdu ki” dediği hadîs-i şerîflerdir.
2. Hadîs-i müsned: Resûl-i ekreme isnâd eden Sahâbînin ismi bildirilen hadîs-i şerîflerdir. Müsned hadisler, müttasıl veyâ münkatı’ olur.
3. Hadîs-i müsned-i müttasıl: Resûl-i ekreme kadar, isnâdı müttasıl olan, yâni aradaki râvilerden hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîflerdir.
4. Hadîs-i müsned-i münkatı: Sahâbîden gayrı bir veyâ birkaç râvîsi bildirilmiyen hadîs-i şerîflerdir.
5. Hadîs-i mevsûl: Sahâbînin, “Resûlullah’tan işittim, böyle buyurdu” diyerek haber verdiği, hadîs-i müsned-i müttasıl demektir.
6. Hadîs-i mütevâtir: Birçok Sahâbînin, Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle hep çok kimselerin haber verdiği hadîsi şerîflerdir ki, bunların, bir yalan üzerinde söz birliği yapmalarına imkân olmaz. Mütevâtir olan hadîs-i şerîflere muhakkak inanmak ve yapmak lâzımdır. İnanmayan, İslâm dîninden çıkar.
7. Hadîs-i meşhûr: İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîs-i şerîflerdir. Yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahi, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler olup, son duyulan kimseye kadar, artık hep mütevâtir olarak bildirilmiştir.
8. Hadîs-i mevkûf: Sahâbiye kadar söyleyen hep bildirilip, Sahâbinin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, “Böyle buyurmuş” dediği hadîs-i şeriflerdir.
9. Hadîs-i sahih: Âdil ve hadis ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i müttasıl ve mütevâtir ve meşhur hadislerdir.
10. Haber-i âhâd: Hep bir kimse tarafından söylenilen, müsned-i müttasıl hadîs-i şerîflerdir.
11. Hadîs-i mü’allak: Baştan bir veyâ birkaç râvîsi veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîflerdir. Mürsel ve münkatı’ hadîsler de müallaktır. Baştan yalnız birinci râvîsi bildirilmeyen hadîse “müdelles” denir.
12. Hadîs-i kudsî: Mânâsı Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise Resûl-i ekrem tarafından olan hadîs-i şerîflerdir. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve hâlinden belli olurdu.
13. Hadîs-i kavî: Söyledikten sonra, bir âyet-i kerîme okuduğu hadîstir.
14. Hadîs-i nâsih: Son zamanlarında söyledikleri hadîs-i şerîflerdir.
15. Hadîs-i mensûh: İlk zamanda söyleyip, sonra değiştirilen hadîslerdir.
16. Hadîs-i âm: Bütün insanlar için söylenmiş hadîs-i şerîflerdir.
17. Hadîs-i hâs: Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîflerdir.
18. Hadîs-i hasen: Bildirenler, sâdık ve emin olup, fakat hâfızası, anlayışı, sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan hadîs-i şerîflerdir.
19. Hadîs-i maktû’: Söyleyenler, Tâbiîn-i kirâma kadar bilinip, Tâbiînden rivâyet olunan hadîs-i şerîflerdir.
20. Hadîs-i şâz: Bir kimsenin, bir hadis âliminden işittim dediği hadîs-i şerîflerdir. Kabul edilir, fakat senet, vesika olamazlar. Âlim denilen kimse, meşhur bir zât değilse kabul olunmazlar.
21. Hadîs-i garîb: Yalnız bir kimsenin bildirdiği hadîs-i sahihtir. Yâhut aradakilerden birine, bir hadis âliminin muhalefet ettiği hadîstir.
22. Hadîs-i za’îf: Sahih ve hasen olmayan hadîs-i şerîflerdir. Bildirenlerden birinin hafızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında şüphe bulunur. Za’îf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır. Fakat ictihadda bunlara dayanılmaz.
23. Hadîs-i muhkem: Te’vîle yâni meşhur olmayan mânâyı vermeye muhtaç olmayan hadîs-i şerîflerdir.
24. Hadîs-i müteşâbih: Te’vile yâni meşhur olmayan mânâyı vermeye muhtaç olan hadîs-i şerîflerdir.
25. Hadîs-i münfasıl: Aradaki râvilerden, birden ziyâdesi unutulmuş olan hadîs-i şerîflerdir.
26. Hadîs-i müstefid: Söyliyenleri üçten çok olan hadistir.
27. Hadîs-i muddarib: Kitap yazanlara, muhtelif yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîflerdir.
28. Hadîs-i merdûd: Mânâsı olmıyan ve rivâyet şartlarını taşımayan sözdür.
29. Hadîs-i müfterâ: Peygamberlik iddia eden Müseylemet-ül-Kezzâb’ın yalan sözleridir ve ondan sonra gelen münâfıkların, zındıkların, Müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, merdûd ve müfterâ hadisleri aramış, bulmuş, ayırmışlardır. Din âlimlerinin kitaplarında, böyle sözlerden hiçbiri yoktur.
30. Eser: Mevkûf ve maktû’ hadis veya duâ bildiren merfû’ hadis demektir. “Sened”, hadis rivâyet eden âlim demektir.
31. Hadîs-i mevdû “veya mevzû”: Mevdû’ kelimesinin, bir lügat mânâsı, bir de, ıstılah mânâsı vardır. Yâni, “usûl-i hadîs” ilminin verdiği mânâsı vardır. Lügatte mevdû’, bir yere sonradan konulmuş, uydurma demektir. Yâni, Peygamberimizin ağzından çıkmayıp da, bir zındık, bir münâfık, bir yalancı tarafından iftira olarak konulmuş ve hadis denilmiştir. Bu ise, iki yol ile anlaşılabilir. Birincisi: Hadîs-i şerîfin sâhibi olan Peygamberimiz, “Bu benim hadisim değildir.” yâni, “Bunu ben söylemedim.” demesi iledir. İkincisi: Nübüvvetin ve risâletin başladığı günden beri, âhirete teşrif edinceye kadar, hergün, Resûlullah efendimizin yanında bulunup, her sözüne, her hâline, her huyuna, titizlikle dikkat ederek, yazılanlar arasında bu mevdû’ hadisin bulunmaması ile anlaşılır ki, bu yol ile de anlamak mümkün değildir.
Usûl-i hadîs ilminde müctehid olan bir âlim, bir hadîsin mevdu’ olduğunu isbat edince, bu ilmin bütün âlimlerinin de, mevdu’ demesi lâzım gelmez. Çünkü, mevdu’ diyen müctehid, bir hadîsin, sahih olması için, lüzum gördüğü şartları taşımıyan bir hadis için, benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre, mevdû’dur der. Peygamberimizin sözü değildir, demek istemez. Yâni, hadîs-i şerîf denilen bu sözün hadis olması, bence anlaşılmamıştır demektir. Bu âlime göre hadîs olmaması, hakikatte hadis olmadığını göstermez. Hadis usûlü ilminin başka bir müctehidi de, hadisin doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadistir, mevdû’ değildir, diyebilir.
Büyük Hadis Âlimleri
Hadis âlimleri, çok yüksek insanlardır. Râvîleri ile beraber, yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilene hâfız denir. Kur’ân-ı kerîmi ezberleyene hâfız denmez kâri denir. Bugün, hadîs-i şerîfleri ezbere bilen bulunmadığı için, kâri’ yerine, yanlış olarak hâfız deniliyor. İki yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilene şeyh-ul-hadîsdenir. Üç yüz bin ezberliyene, huccet-ül-islâm denir. Üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ile, senedleri ile birlikte ezberleyene hadîs imâmıve hadis müctehidi denir. Bugün böyle bir İslâm âlimi dünyâda yoktur. Doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdik edilmiş olan hadîs kitaplarından altı tânesi, bütün dünyâda şöhret bulmuştur. Bu altı kitaba Kütüb-i Sitte denir. Kütüb-i Sitte’yi yazan altı büyük âlim şunlardır:
1. İmâm-ı Buhârî: İsmi, Muhammed bin İsmâil’dir. Hadîs kitaplarında kısaca “H” harfi ile gösterilir. Sahih-i Buhârîismindeki kitabında 7275 hadîs-i şerîf vardır. Bunları, 600.000 hadis arasından seçmiştir. Her hadisi yazacağı zaman gusül abdesti alıp, iki rek’at namaz kılar, istihâre ederdi. Buhârî-yi Şerîfi 16 senede yazmıştır. Yüzlerce şerhi yapılmıştır. Bunlardan İmâm-ı Kastalânî’nin, Aynî’nin ve İbn-i Hacer’in şerhleri meşhurdur. (Bkz. Buhârî)
2. İmâm-ı Ebü’l-HüseyinMüslim Nişâpûrî: Kısaca “M” harfi ile gösterilir. Câmi’üs-Sahihismindeki kitabını üç yüz bin hadîs-i şerîften seçmiştir. Birçok şerhleri bulunup en meşhuru İmâm-ı Nevevi’nin şerhidir. (Bkz. Müslim)
3. İmâm-ı Mâlik bin Enes: “Mâ” harfi ile gösterilir. Muvattâ ismindeki kitabı, ilk yazılan hadis kitabıdır. Bazı âlimler Kütüb-i Sitte’yi sayarken, Muvattâyerine, İbn-i Mâce’nin Sünenkitabını söylemişlerdir. Kısaca “MC” harfleri ile gösterilir.
4. İmâm-ı Tirmizî: İmam-ı Muhammed bin İsâ’dır. “T” ile gösterilir. Câmi’üs-Sahih ismindeki hadis kitabı çok kıymetlidir. Meârif-üs-Sünen adındaki şerhi en kıymetli şerhdir. (Bkz. Tirmizî)
5. Ebû Davûd Süleyman bin Eş’as Sicistânî: “D” harfi ile gösterilir. Sünen ismindeki kitabında, 4800 hadîs-i şerîf vardır. Bunları 500.000 hadis arasından seçmiştir. Birçok şerhi vardır.
6. İmâm-ı Nesâî: Adı, Ebû Abdurrahmân Ahmed bin Ali’dir. “S” harfi ile gösterilir. Sünen-i Sagîr Kütüb-i sittedendir.
İbn-i Esîr, kütüb-i sittedeki tekrarları çıkararak hepsini Câmi-ül-Usûl adı altında tek bir eserde toplamıştır. Meşhur ve çok kıymetli hadîs kitaplarından, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in Müsned’i “H” ve Ebu Yâ’lâ ve Abdullah Dârimî’nin Müsned’i “DR”, Ahmed Bezzâr’ın Müsned’i“Z” harfi ile gösterilir. Bu kitaplara Mesânîd denir.
Ayrıca İmâm-ı Suyûtî’nin Câmi-us-Sagîr ve Kebîr’i, Beyheki’nin Müsned’i ve Delâil’i, Hakim’in Müstedrek’i, Taberâninin Mu’cem-ul-Kebir, Sagir ve Evsat’ları, Heysemî’nin Mecma-uz-Zevâid’i meşhurdur. Usûl-i hadîs ilmini bildiren İmâm-ı Nevevî’nin Takrib’i ve bunun Suyûtî tarafından yapılan Tedrîb-ur-Râvi Şerhi çok meşhurdur. Günümüzde hadîs kitaplarının yeni yeni fihristleri yapılmaktadır. Bâzı hadîs-i şerîfler şunlardır:
Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri Cennete girecek, ötekilerin hepsi Cehenneme gidecektir.
Ümmetimin âlimleri, İsrâîloğullarının peygamberi gibidir.
Hikmet (yâni ilim ve sanat) müminin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın!
İki gün aynı halde bulunan, (yâni hergün ilerlemeyen, birşey öğrenmeyen) aldandı, ziyân etti.
Allahü teâlâ, sizin güzel sûretlerinize, mallarınıza bakmaz. Kalplerinize ve amellerinize bakar.
Bir saat ilim öğrenmek veyâ öğretmek, sabaha kadar (nâfile) ibâdet etmekten daha sevaptır.
Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar.
Herkes âhirette, dünyâdayken sevmiş olduğu kimselerle beraber bulunacaktır.
Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz.
Bir zerrecik (yâni çok az) bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir.
Osmanlı veziriâzamı. 1564’te Filibe’de doğdu. Bir müezzinin oğluydu.
On beş yaşında İstanbul’a gelip Enderun’a alındı. Uzun seneler saray hizmetinde bulundu. Sultan Birinci Ahmed Han zamanında müsâhib ve doğancıbaşı oldu. 1607’de vezirlik verilerek kapdân-ı deryâ tâyin edildi. 1609’da Şam, daha sonra Van, Erzurum, Bağdat ve Anadolu eyâletleri vâliliklerinde bulundu. Bilâhare tâyin edildiği Diyarbekir vâliliği sırasında, Bağdat’ta isyân eden yerli kullar kumandanı BekirSubaşı üzerine serdar tâyin edildi. Fakat Bekir Subaşı ihânet edip Bağdat’ı teslim için İran Şahına adam gönderdi. İran ordusunun yaklaştığını gören Hâfız Ahmed Paşa, Bekir Subaşı’ya vâlilik verip Diyarbekir’e çekilmek zorunda kaldı. İran Şahı şehri işgâl edip yağmalattı. Hâfız Ahmed Paşa, 1625’te veziriâzam ve İran üzerine gönderilen orduya serdâr tâyin edildi. Bağdat’ı sekiz ay kuşattı. Ancak Şah’ın da yardıma gelmesi, Osmanlı ordusunu iki ateş arasında bıraktı. Serdar açlık ve sıcaktan bunalan askerin isyâna varan tepkisi karşısında zafere çok yaklaştığı bir sırada kuşatmayı kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Bağdat’ı alamadan geri çekilmesi, Hâfız Ahmed Paşanın sadâretten azline sebeb oldu (1627).
İstanbul’a varışında ikinci vezirlik verilip, Sultan Dördüncü Murâd Hanın kızkardeşi Ayşe Sultan ile evlendirildi (1629). 1631’de tekrar sadrâzamlığa getirildi. Bir müddet sonra ayaklanan yeniçeriler, Sultanahmed’deki Atmeydanı’nda toplanıp, Pâdişah’tan sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa ve diğer bâzı vazifelilerin kendilerine teslimini istediler. Sultan Dördüncü Murad Han ayak dîvânı tertib edip, zorbabaşılara nasîhat etti ise de, söz dinletemedi. Pâdişâh’ı tahttan indirmekle tehdîd ettiler. Hâfız Ahmed Paşa, bu durum karşısında; “Pâdişah’ım! Hâfız gibi binlerce kulun yoluna fedâdır!” deyip, âsîlerin arasına daldı. Birkaç zorbayı telef ettikten sonra, Pâdişahın önünde şehîd edildi (1632).
Sâdık ve iyi niyet sahibi bir devlet adamı olan Hâfız Ahmed Paşa, aynı zamanda kalem sâhibi bir şâirdi. Onun Bağdat üzerine giderken yolda kaleme aldığı manzûmesinden bir beyit:
Bizimle Kerbelâ vâdisine hem-derd olan gelsün
Sınansun, arsa-i ferzânelerde merd olan gelsün
Osmanlı âlim ve hatâtlarından. İsmi, Osman olup, 1642 (H. 1052) târihinde İstanbul’da doğdu. Babası Haseki Câmii müezzini Ali Efendidir. 1698 (H. 1110) târihinde İstanbul’da vefât edip, müdâvimi olduğu Kocamustafapaşa’daki Sünbül Efendi Dergâhı bahçesine defnedildi.
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberlediğinden Hâfız Osman adıyla anılmaya başlandı. Kur’ân-ı kerîme karşı hürmet ve edebi ile dikkati çekti. Sadrâzam Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa tarafından himâye edildi. İstîdâd (kâbiliyet) ve hevesi dikkate alınarak, hat ustalarından Derviş Ali Efendiden ders alması temin edildi. O da ileri gelen talebelerinden Suyolcuzâde Eyyûblü Mustafa Efendiye havâle etti. Suyolcuzâde’den “aklâm-ı sitte” (altı yazı) adı verilen sülüs, nesih, muhakkak, reyhânî, tevkî ve rik’a yazı şekillerini öğrenip icâzet aldı. Daha sonra meşhur hattat Nefeszâde İsmâil Efendiye talebe oldu. Ondan Şeyh Abdullah Efendinin yazı üslûbunun inceliklerini öğrendi ve Şeyh-i Sânî nâmıyla meşhur oldu. Kırk yaşına kadar Hamdullah Efendinin usûlünde yazılar yazdı. 1679 târihinde sülüs ve nesihle kendi usûlünde eserler verdi. Zamânında hattan bahsedilen her yerde Hâfız Osman akla geldi. Devrin pâdişâhı Sultan İkinci Mustafa Hana hat dersleri verdi. Hâfız Osman Efendi yazı yazarken, pâdişâh, hokkasını tutardı. Sultan Üçüncü Ahmed Han da Hâfız Osman’ın hat dersi verdiği talebeleri arasındaydı.
Hâfız Osman Efendi diğer taraftan, Sünbül Efendi dergâhı büyüklerinden Seyyid Alâeddîn Efendinin sohbetlerinde yetişip, ilim ve feyzlere kavuştu. Çok mütevâzî ve cömertti. Talebelerine büyük emek verir, onları yetiştirmeye çalışırdı. Vakitlerini ilim öğrenmek, öğretmek ve ibâdetle geçirirdi. El alışkanlığı bozulmasın diye her gün hat yazmıştır. Kırk sene boyunca yirmi beş Mıshaf-ı şerîf, çok sayıda En’âm-ı şerîf, Delâil-i hayrât yazdı. Resûlullah efendimizi rüyâda görüp, aldığı emir üzerine levha şeklinde ilk defâ hilye-i seâdeti yazdı. Eserlerini yeğeni Hâfız Mustafa Çelebi ve Ahdeb Hasan Çelebi süslemiştir. Hâfız Osman hattı ile yazılan mushaf-ı şerîfler tab’ edilerek bütün dünyâya yayılmıştır.
Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi, Anbârîzâde Ali Efendi, Hasan Üsküdârî, Bursalı Mehmed, İbrâhim, Derviş Mehmed, Kevkek ve Yûsuf-i Rûmî yetiştirdiği talebelerin en meşhurlarıdır.
Bestekâr, hattât, şâir. 1630 senesinde doğdu. Asıl adı Mehmed’dir. Genç yaşta hâfız oldu. Hacca gitti. Dönüşte Tophâneli Mahmûd Efendiden hat derslerine devâm ederek, icâzet aldı. Kasımpaşalı Ömer Efendiden mûsiki öğrendi. Tanbûrî, hânende olarak geniş şöhret sâhibi oldu. Dîvân-ı Hümâyûnda kâtiplik yaptı. Kâğıt emini oldu. Aynı zamanda şâirdi. Bâzı tezkirelerde şiirlerine rastlanmaktadır. Itrî’den sonra en çok parça besteleyen mûsiki-şinas olarak tanınır.
1693 senesinde İstanbul’da vefât etti.
Büyük İslâm şâiri. Adı Şemseddîn bin Kemâleddîn’dir. 1318 (H. 720)de Şiraz’da doğdu.
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Çeşitli kırâatlara göre okuduğu rivâyet edilir. Tefsir ve gramer ilmiyle meşgul olmuş ve bâzı kitapları incelemiştir. Kelâm ve fen ilminden bahseden meşhur Mevâkıf adlı eseri iyice incelemiş ve zamânının medrese tahsilini tamamlamıştır. Yazdığı şiirler, Seyid Kâsım Envar tarafından toplanmış ve Dîvân hâlinde basılmıştır. Şiirleri gazel türünden olup, sâde, daha çok dervişâne, âşıkâne ve tasavvufîdir. Şiirlerinde Allahü teâlâya, Peygamberimize, sallallahü aleyhi ve sellem, evliyâya ve İslâmiyete karşı duyduğu derin muhabbet ve sevgiyi hâlisâne bir dil ile anlatmıştır. Nakşibendî yoluna mensup olduğu rivâyet edilir. Gazellerinde, Ahmed Câmi, Kemâleddîn Ebü’l-Vefâ gibi tasavvuf âlimlerinin isimlerine yer verir. Hâfız’ın Dîvânı, kendisinin zamanındaki hükümdâr ve vezirler ile olan münâsebetlerini anlamak için zengin bir kaynaktır. Dîvân çeşitli dillere çevrilmiştir. Türkçeye de Bosnalı Sûdi, Şem’i ve Surûrî tarafından çevrilmiştir. Bunlardan başka, Türkçeye çevirenler de olmuş ve şerhleri yapılmıştır.
Hâfız-ı Şirâzî, Tîmûr Han ile görüşmüştür. Bu hususta şöyle bir hikâye nakledilmiştir: Tîmûr Han 1387’de Şiraz’ı fethettiğinde şehir halkını vergiye bağlamıştı. Hâfız-ı Şirâzî’ye de bir miktar vergi düştü. Vergiyi verecek durumda olmadığı için Tîmûr Hana giderek iflas ettiğini ve fakir olduğunu söyledi. Tîmûr Han ona söylediği bir beytini hatırlatarak; “Mâşûkunun yüzündeki bene Semerkant ve Buhara’yı bağışlayan insan müflis olmaz!” deyince; Hâfız-ı Şirâzî; “İşte bu yüzden iflas ettik ya!” diye cevap verince; Tîmûr Han bu zarîf ve nükteli cevâbı çok beğenip, fakir olması sebebiyle Hâfız-ı Şirâzî’yi vergiden muaf tutmuştur.
Bu büyük İslâm şâiri doğduğu yer olan ve şiirlerinde çok methettiği Şiraz’da 1389 (H. 791)da vefât etti ve oraya defnedildi. Daha sonra Şiraz’ı zapteden Sultan Ebü’l-Kâsım Behâdır’ın veziri Muhammed Muammûî tarafından kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırılmıştır.
Dîvân’ındaki bir Fârisî beyit şöyledir:
Feryâdı boşuna değildir Hâfız’ın,
Şaşılacak şey çok, dili altında anın (onun).
Yahyâ Kemâl de ona şiirlerinde yer vermiştir:
Hâfızın kabri olan bağçede bir gül varmış,
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül, ağaran vakte kadar ağlarmış,
Eski Şirâzı hayâl ettiren âhengiyle.
Alm. Gedächtnis, Erinnerung (svermögen (n) (f), Fr. Mémoire (f), İng. Memory. Öğrenilen, işitilen, görülen, hissedilen, kısaca dış çevreden alınan bilgilerin hatırda tutulması ve gerektiğinde kullanılması. Hâfıza zihnin en önemli işlerinden biridir. Bütün bilgilerin beynin hücrelerinde kalıcı değişiklikler yaparak depolandığı kabûl edilir. Bilgiler, hücreden hücreye aracı maddelerle geçerler ve depolayıcı hücrelerde şekillenerek muhâfaza edilirler.
Herkes öğrendiği çeşitli bilgilerin muhtelif zamanlarda unutulduğunun farkındadır. Bâzı bilgiler birkaç sâniye içinde unutulduğu halde, hayâtımızda mühim yeri olan bilgi ve tecrübeleri hayat boyu hatırlayabiliriz. Bu durum hâfızanın çeşitli derecelerde işlediğini veya çeşitli basamakları olduğunu gösterir.
Genel olarak üç çeşit hâfızadan söz edilir: Hissî hâfıza, kısa süreli hâfıza ve uzun süreli hâfıza.
Hissî hâfızadan anlaşılan hissî bir algılamadan sonra his sinyallerinin çok kısa bir süre için beynin hisle ilgili olan alanlarında saklanabilmesidir. Genellikle bu sinyaller analiz için yüzlerce milisâniye el altında tutulurlar fakat yerlerini kısa bir sürede yeni hissî sinyaller alır. Beş duyumuz açıkken her an gayret sarf etmeden elde ettiğimiz hisler bu gruba girer.
Kısa süreli hâfızada bilgiler; birkaç sâniyeden birkaç dakikaya kadar beyinde tutulurlar. Meselâ kişinin telefon rehberinde bir numaraya baktıktan sonra birkaç dakika için bu numarayı aklında tutması bu tip hâfızaya bir örnektir. Bu hâfızanın sınırı yedi parçalı gibidir. Bunun için bir kişi ikinci bir telefon numarasına bakarsa birincisini büyük bir ihtimalle unutacaktır.
Uzun süreli hâfızada bilgiler, günler, aylar hattâ ömür boyu saklanabilir. Bunun da iki alt grubu vardır. Birincisinde orta derecede öneme sâhip olan bilgiler saklanır. Bunların unutulması kolay, hatırlanması bâzan zordur. İkincisinde ise bilgiler o derece kuvvetli iz bırakmıştır ki genellikle şahsın hayâtı boyunca saklanırlar. Bunlara örnek olarak kişinin kendi ismini unutmaması, akrabâlarını, yakınlarını tanıması verilebilir.
Bugün için hâfıza işleminde dört safha olduğu kabul edilir: Algılama, kaydetme, depolama ve hatırlama.
Algılama ve kaydetme bir sesin teyp bandına alınması gibidir. Depolama ise kaydedilen bilgilerin tekrar kullanılmak üzere uygun yerde ve şekilde saklanmasıdır. Kaydetme için dikkatin o noktaya yoğunlaştırılması gerekir. Bunun yapılamadığı şuur bulanıklığı, alkol alımı, uyuşturucu ilâç kullanma, aşırı yorgunluk gibi durumlarda hâfızaya alma işlemi gerektiği gibi çalışmaz.
Bir bilginin günlerce sonra hatırlanacak şekilde beyinde saklanması için sinir devrelerinde pekiştirilir. Bunun için gerekli zaman, en küçük miktarda pekiştirilmek için 5-10 dakika, tam pekiştirme için birkaç saat veya daha fazladır. İyi bir öğrenmeden sonra, beş dakika içinde beyinden elektrik akımı geçirilirse, uyandıktan sonra şahıs o bilgiyi hiç hatırlayamaz. Elektrik akımı 15 dakika sonra verilirse bilgilerin bir kısmını, bir saat sonra verilirse tamâmına yakınını hatırlayabilir.
Bir bilginin sürekli olarak tekrarı, kısa süreli hâfızayı, uzun süreli hâfızaya dönüştürür. Bu kâbiliyet, şahsa ve bünye özelliklerine bağlıdır. His hâfızaları içinde en kuvvetli olanı göz hâfızasıdır. Çocukların çoğunda göz hâfızası çok kuvvetliyken erişkinlerin pek azında bu özellik görülür.
Yapılan son çalışmalarda, öğrenilmiş basit bir bilginin hatırlanması için, beynin yaklaşık onda biri yâni en azından 5-100 milyon arasında nöron faaliyette bulunmaktadır. Hâfıza beyne yayılmış bir şekilde bulunmakta ve bâzı nöronlar, birden fazla bilginin depolanmasında görev almaktadır. Devamlı uyarılar, hücrelerin tamâmen değişmesini, dolayısıyla yeni nöron bağlantılarının meydana gelmesini sağlamakta ve hâfıza bu şekilde oluşmaktadır. Hâfıza oluşurken, geniş nöron grupları arasında son derece âhenkli bir yardımlaşmaya ve iş birliğine rastlanmaktadır.
Hâfıza bozuklukları: İhtiyarlamış ve bozulmuş dimağlar, yetersiz idrak ve kusurlu dikkatler netîcesinde şahıs yeni hâtıralar tesbit edemez. Bu, genellikle başın bir yere çarpması ve zihnî karışıklıklarda (bunamada) görülür. Şahsın konuşma ve muhâkemesi normaldir. Fakat birkaç dakika geçtikten sonra hiçbir şey hatırlamaz. Bu durum yeni kayıt yapamayan bir teybe benzetilebilir. Bâzan da eski hâtıraları hatırlayamayıp yeni hâdiseleri hâfızaya alabilir. Bu da kayıt yapan fakat eski kayıtları çalamayan bir teyp gibidir. Bâzan da kişi ne eski bilgilerini hatırlayabilir ne de yeni bilgileri hâfızasına alabilir.
Hâfıza yıkılması, en yeni öğrenilenden başlar. Bunaklarda akşam yediği yemek unutulur, ama senelerce önceki olaylar hatırlanabilir, bu durum hayret uyandırır. Hâfızanın bu şekilde yeni hâtıralardan başlıyarak yok olmasına, buna ilk defâ işâret eden araştırıcının ismiyle “Ribot Kânunu” denir.
Aşırı hâfıza denilen durum, şahsın evvelce hâfızaya kaydetmek için gayret sarf etmediği, unutulmuş zannedilen hâdise ve algıların hatırlanmasıdır. Bu duruma bilhassa “Mani” ruh hastalığında, sarhoşluklarda, histeride ve bâzı bunamalarda rastlanır. Normalde dikkat edilmeyen en ince ayrıntılarıyla birlikte eski hâdiseleri anlatabilir. Can çekişme sırasında da böyle bir hatırlama artması olur. Hâtıraların zorlukla hatırlanması melankoliklerde, bunaklarda görülür.
Yanlış hatırlamalar hiç görmediği birini, daha önce gördüğünü zannetme veya çok iyi tanıdığı birini yabancı olarak addetme şeklinde olabilir. Bu hâl, normal kimselerde de olabilir. Bâzan şahıs hatırlama noksanlığını hissedip beklediği arayı çeşitli hikâyelerle doldurmak eğilimine girer (masal uydurma).
Hâfızaya giren bilgilerin tam öğrenilmesi ve unutulmaması için şu dört şart gereklidir: 1. Gözle alma, 2. Dudakla tekrarlama, 3. İşitme, 4. Yazma.
Lisan öğrenmenin ve unutmamanın da temeli bu dört şarttır.
Kereviz ve kuru üzüm yemenin hâfızayı kuvvetlendirdiği bilinmektedir.