HACI SÂLİH EFENDİ

Son devir din adamlarından. İsmi, Sâlih olup, babası Trabzon’un ileri gelenlerinden Hânecizâde Hacı Şerîf Efendidir. 1899 (H. 1315) senesinde Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğdu. 1991 (H. 1411) senesinde İstanbul’da vefât etti.

Tahsilini bizzat babasından almış olan Hacı Sâlih Efendi, tasavvuf derslerini Hacı Ferşâd Efendiden aldı. Muâsırı olan Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi ile birlikte insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattılar. Günümüzdeki birçok din adamı Hacı Sâlih Efendinin ilminden istifâde etti. 3 Şubat 1991 (H. 1411) günü İstanbul’da vefât eden Hacı Sâlih Efendinin cenâze namazı 4 Şubat 1991 Pazartesi günü İstanbul Fatih Câmiinde kılındı. CenâzesiErzurum’a götürülerek Bakanlar Kurulu karâriyle Esa’d Paşa Câmii avlusuna defnedildi. Daha sonra Erzurum’un Pasinler ilçesi Çöğender köyü sâkinlerinin, Hacı Sâlih Efendinin kabrini gece yarısı açıp, aynı köyde hazırladıkları mezara defnettikleri de söylenmektedir.

Hacı Sâlih Efendinin Mefâtih-i Gaybiyye isimli bir risâlesi vardır.

HACİM

Alm. Volumen (n), Fr. Volume (m), İng. Volume. Bir cismin uzayda kapladığı yer. Geometri ve diğer bilimlerde hacim V ile gösterilir. Uzunluk tek boyuttur. Yüzey veya alan iki boyutlu, hacim ise üç boyutludur. Dolayısıyle cisimler de üç boyutludur: Uzunluk genişlik ve yükseklik. Maddenin üç hâli; katı, sıvı ve gazdır. Katıların sâbit ve belirli bir hacmi vardır. Sıvılar ise bulundukları kabın şekline uyarak yine sâbit bir hacime sâhiptirler. Gazlar, dâima bulundukları kapalı kabın tamamını doldururlar ve kabın hacmi kadar yer işgal ederler. Hacim, kabul edilen birimin kübü ile ifade edilir. Bu birim metre ise m3, cm ise cm3, mm3, foot3, inch3 vs.

Geometrik bakımdan düzgün olan prizmatik bir cismin hacmi hesaplanırken eni, boyu ve yüksekliği çarpılır. Bâzı geometrik cisimlerin hacimleri:

Küb: Kenar uzunluğu a olan bir kübün hacmi V= a3 tür.

Prizma: Kenar uzunlukları a,b ve c olan bir dik prizmanın hacmi, bu üç uzunluğun çarpımına eşittir:

V= a x b x c

Üçgen prizma: Taban alanı ile yüksekliğin çarpımına eşitir:

V= a x h/2 x H

Silindir: Bir silindirin hacmi, taban alanı (p. R2) ile yüksekliğinin (h) çarpımına eşittir:

V= p.R2.h

Koni ve piramit: Taban alanı ile yüksekliğin çarpımının 1/3’üne eşittir:

V= p x R2. h/3 (koni hacmi)

V= a x b x h/3 (piramit)

Küre: Yarıçapının kübü ile 4 p /3’ün çarpımına eşittir:

V= 4/3. p .R3= 4,18 x R3

Elipsoid: Eksenel yarıçapların çarpımı ile 4 p/3 ün çarpımına eşittir:

         4

V = ¾¾¾ p.a.b.c’dir.

         3

Geometrik bakımdan düzgün şekli bulunmayan cisimlerin hacimleri böyle kesin formüllerle bulunamaz. Eğer cisim yoğunluğu bilinen bir maddeden yapılmış ise kütlesi yoğunluğuna bölünerek (V= m/d) bulunur. Cismin yoğunluğu bilinmiyorsa cisim dereceli kap içinde bulunan suyun içine bırakılır. Suyun hacmindeki değişiklik cismin hacmine eşittir. Bir de cisim ağzına kadar tamamen su dolu bir kabın içine bırakılır. Taşan su zâyi edilmeden alınıp tartılır. Taşan suyun gram cinsinden kütlesi cismin cm3 cinsinden hacmine eşittir (Çünkü suyun yoğunluğu 1 gr/cm3).

HACİR

Alm. Bevormundung, Fr. İnterdiction, İng. İnterdiction. Bir kimsenin kendi malını kullanmasına veya bir şey yapmasına kânun îcâbı mâni olunması veya kânunda gösterilen şartlardan herhangi birinin varlığı hâlinde, fiil ehliyetinin tamâmen veya kısmen kaldırılması.

İhtiyârî hacir: Sakatlık, tecrübesizlik veya ihtiyarlık sebebiyle, işlerini lâyıkı vechile (gereği gibi) görmekte acze düştüğünü ispat eden her reşit kimsenin kendi rızâsıyla hacir altına alınması. Reşit kimsenin verâset altına konulması, mahkeme kararıyla hacir edilmesiyle mümkündür. Bunun neticesinde hacredilen kimsenin fiil ehliyeti tamâmen veya kısmen ortadan kalkar. Hacir muâmelesinin müsbet ve menfî olmak üzere iki tarafı vardır. Müsbet tarafı, vâsi tâyinidir. Menfî tarafı, fiil ehliyetinin kısmen dahi olsa kaldırılmasıdır.

Hacir sebepleri: Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı; israf, ayyaşlık, sû-i hâl ve sû-i idâre; hapis şeklinde medenî kanunda gösterilmiştir.

1. Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı: a) Akıl hastalığı, bir kimsenin rûhî, irâdî veya aklî dengesinin bozulması. b) Akıl zayıflığı, aklî ve zihnî (zekâ) fonksiyonlarının hiç olmaması veya yeteri kadar gelişmemesi veya gerilemeye yüz tutması(Med. Kâ. mad. 355). Bir kimsenin bu sebeplerden herhangi biri ile hacir altına alınabilmesi için onun bu hallerden birine tutulmuş olması kâfi değildir. Ayrıca yakalandığı hastalık sebebiyle acze düşmesi, dâimî bakıma ve gözetlenmeye muhtaç kalması veya başkalarının emniyetini tehlikeye düşürmesi îcâb eder. Bu vasıflarda bir hâlin varlığını tesbit veya öğrenen adlî veyâ idârî makamlar ve memurlar sulh mahkemesine anında ihbârla mükelleftirler (Med. Kâ. mad. 355/2). Velâyet, vesâyet ve mîras nizamnâmesi de bu mükellefiyeti, belediye başkanlarına, ihtiyar heyetlerine ve sıhhî müesseselerin idârelerine yüklemektedir.

2. İsraf, ayyaşlık, sû-i hâl ve sû-i idâre: a) İsrâf, mâlî iktidârı aşan, faydasız ve maksatsız harcamada bulunma. b) Ayyaşlık, içki müptelâlığı (aşırı düşkünlük). c) Su-i hâl, kötü hâl; cemiyet nizam ve intizâmını dâimî sûrette bozacak vasıfta çirkin, ahlâka muhâlif, haysiyetsiz bir şekilde yaşama. d) Sû-i idâre; kötü idâre, mal varlığının idâresinde, söz konusu edilebilen kâbiliyetsizlik ve âcizlik şeklinde ortaya çıkan irade zaafıdır. Bu hallerde hacir sebebi olması için sözkonusu kişinin kendini veya âilesini zarûrete düşürmesi, dâimî bakıma ve gözetlenmeye ihtiyaç göstermesi veya başkalarının emniyetini tehlikeye düşürmesi şartlarından herhangi birinin varlığı aranır.

3. Hapis: Bir sene veya daha fazla hapis cezâsına mahkum olan kimselere vâsi tâyin edilir. Cezâ Kânunu’na göre de beş seneden ziyâde ağır hapis cezâsına mahkum olan kimse, cezâ müddetince hacrolunur ve kendisine vâsi tâyin edilir. Söz konusu hacir, hapis cezâsının beş seneden ziyade ve ağır hapis cezâsı olması hâlinde işler ve hacir altına alınma kendiliğinden doğar. Bu durumda vesayet makamının vazifesi vâsi tayin etmekten ibârettir. Hapis cezâsının bir seneden ziyâde fakat beş seneden az olması hâlinde veya beş sene ve daha ziyâde olmasına rağmen ağır olmaması hâlinde, medenî kânunun ilgili hükümleri işler ve sulh mahkemelerince hacir kararı verilmesi lüzûm eder.

İsraf, ayyaşlık, sû-i hâl ve sû-i idârenin tahkîkinde (araştırılmasında) mahkeme, bizzât hacredilecek kimseyi dinlemek mecburiyetindedir. Akıl hastalığı ve akıl zayıflığının tahkîkinde (araştırılmasında) ise bilirkişi raporuna başvurulur.

İhtiyârî hacir, hacredilecek kimsenin kendi isteği ile olabilir. Burada hacir altına alınma şahsın irâdesine bırakılmıştır. İhtiyârî hacir hallerinde mahkeme re’sen (kendi başına) hareket etmez. Taleb üzerine karar verir. Ancak hacredilecek kimse, bunun için kânunda gösterilen sebeplerden herhangi birini ileri sürmek mecburiyetindedir. Kânunda gösterilen sebepler; malûliyet, ihtiyarlık, tecrübesizlik ve bunlardan herhangi birinden doğan acze düşme hâlidir.

İslâm hukûkunda hacir; kişiyi bâzı sözleşmelerden men etmektir.

Mümeyyiz, yâni akıllı çocuğun bunamış olan ihtiyarın ve sefihin yâni malını isrâf eden, dînin ve aklın uygun görmediği, lüzumsuz yerlere harcayanın yapacağı bâzı sözleşme ve işler geçersizdir. Bunlar bu işlerden, sözleşmelerden bu hâlleri geçinceye kadar men edilirler.

Mümeyyiz olmayan çocuğun ise bütün sözleşmeleri geçersizdir. Mümeyyiz olan çocuğun zararlı ve faydalı sözleşmelerinin sahih, geçerli olabilmesi için velîsinin izin vermesi lâzımdır. Bunamış ihtiyar da mümeyyiz çocuk gibidir. Bunlar bir malı veya canı telef ederlerse velîsi öder. Sefih olan âkıl bâliğ kimse de çocuk gibi hâkim tarafından hicredilir yâni, bâzı sözleşme ve işlerden men edilir.

Hacir üç grupta mütâlaa edilmektedir:

a) Hacr-i kâri: Meselâ mümeyyiz olmayan çocuğun yapacağı bütün sözleşmelerinin geçersiz olması gibi.

b) Hacr-i mütevassıt: Yapılan sözleşmelerin bâzılarının geçerli olması hâli. Mümeyyiz akıllı olan çocuğun, velîsinin izni ile yapacağı sözleşme ve işler gibi. Mümeyyiz akıllı çocuğun, zararlı da faydalı da olabilen sözleşmelerinin sahih olabilmesi için velîsinin izin vermesi lâzımdır.

c) Hacr-i zaîf: Kişinin geçici olarak bâzı sözleşmelerden men edilmesidir. Borçlunun, alacaklının isteği üzerine bâzı sözleşmelerden men edilmesi gibi.

HACİZ

Alm. Pfändung (f), Fr. Saise-arrêt (f), İng. Distraint, sequestration. Borcunu ödemeyen borçlunun menkul (taşınabilir) ve gayrimenkul (taşınmaz) mallarına, alacaklının talebi üzerine adlî ve idârî makamlarca el konulması.

İhtiyâtî haciz: Vâdesi gelen borcunu ödemeyen borçlunun, mallarını kaçırmak istemesi gibi hallerde, alacaklının talebi üzerine borçlunun gıyâbında, mahkemeden karar alınarak, mallarına el konularak satış ve devrinin önlenmesi.

Normal haciz (İcrâ-i haciz): Bir alacağın tahsil edilmesi için yapılan icrâ tâkibinin kesinleşmesi üzerine, alacaklı lehine, borçlunun mal ve haklarına icrâ memuru tarafından el konulmasıdır.

Haciz konulabilmesi, tâkibin kesinleşmesi şartına bağlıdır. Tâkibin kesinleşmesi; ilâmsız tâkiplerde ödeme emrinin tebliğinden itibâren 7 gün içinde itirâz edilmemesi ve borcun ödenmemesi hâlinde olur. Bu takdirde borçlunun mallarına haciz konulabilir.

Borçlunun elindeki malların haciz ile alınması muhâfaza, tedbiridir. Ancak, haczedilen mal alacaklının rızâsı ile borçluda bırakılabilir.

Borçlunun, borcunu karşılayacak menkul malı var ise gayrimenkulleri haczedilemez.

Haczin sonuçları: Haciz konulan malda borçlunun tasarruf yetkisi (alacaklı lehine) kalkar veya sınırlandırılır.

Haciz zaptı: Haciz yapıldığının ispat vesikasıdır.

Haczi câiz olmayan şeyler: Borçlunun ve âilesinin hayatlarını devam ettirebilmeleri için bâzı malların haczine izin verilmemiştir. Devlete âit mallar, borçlunun kendisi ve mesleği için lüzumlu eşyâ ve elbise, ibâdet eşyâsı ve dînî kitaplar, mutfak takımı ve eşyâsı, şâyet borçlu çiftçi ise bunun lüzumlu arâzisi, çift hayvanı, zirâî âletleri haczedilemez.

Ancak maaşlar, ücretler, sigortalar, emekli maaş ve îratları, borçlu ve âilesinin geçimleri için lüzumlu mikdâr ayrıldıktan sonra haczedilebilir.

HAÇ

Alm. Kreuz (n), Fr. Croix (f), İng. The cross. Hıristiyanlık dîninin bir remzi (sembolü); birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği şeklin adı. Ermenice “khaç”tan gelir. Kullanıldığı şekil ve yerlere göre değişik isimler alır. Kolları gama şeklindeki “gamalı haç”, Nazi Almanyasının sembolüdür. Lâtin haçının dikey kolu öbüründen daha uzundur. Lorraine haçının, yatay kolları birbirine eşit değildir. Malta şövalyelerinin taşıdıkları Malta haçının kollarının uçları yassı ve geniştir. Eşit uzunlukta dört koldan meydana gelen haça ise Yunan haçı denir.

Eski Mısır’da rûhun ebedîliği, kulplu haçla sembolleştirilmiştir. Hıristiyanlıktaki haç, hazret-i Îsâ’ya yapılan işkencenin, dolayısıyle de kurtarmanın alâmetidir. Hıristiyanlar arasında hazret-i Îsâ’nın çarmıha gerildiği, yayılmış bir inanç olmasına rağmen bu doğru değildir. Kur’ân-ı kerîm, hazret-i Îsâ’nın göğe çıkarıldığını açıkça haber vermektedir. Çarmıha haç şeklinde gerilerek öldürülen kimse Yehûda idi. Dîninden dönerek, ufak bir menfaat karşılığı, hazret-i Îsâ’yı Romalılara haber veren Yehûda’nın şeklini Allahü teâlâ, hazret-i Îsâ’nın şekline çevirdi. Romalı askerler, Yehûda’yı yakalayıp vâliye götürdüler. Yehûda, kendisinin Îsâ olmadığını iddiâ ettiyse de kimseye dinletemedi. Îsâ aleyhisselâmın yerine Yehûda, çarmıha gerilip öldürüldü. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın çarmıhta rûhunu teslim ettiğini, sonra diriltilip göğe çıkarıldığını kabul ediyorlar. Kur’ân-ı kerîm bu hâdisenin doğru şeklini haber vermekte, Hıristiyanların inancının yanlış olduğunu bildirmektedir. (Bkz. Îsâ aleyhisselâm)

Hıristiyan ikonografyasında iki çeşit haç vardır: 1. İlk Hıristiyanların taş mezarlarında rastlanan “T” şeklindeki haç; 2. Yalnız Hıristiyan inancına göre hazret-i Îsâ’nın çivilendiği iddiâ edilen dört kollu haç.

Hıristiyanlığın suç sayıldığı devirlerde haç taşımak çok dikkat istiyordu. Fakat Büyük Konstantin’den sonra serbest oldu. Önce din uğruna ölenlerin, sonra da bütün Hıristiyanların mezarlarına haç konmaya başlandı. Mezarlıkların girişine veya ortasına dikilen haçların üzerinde önceleri bir şey yoktu. Sonradan Gotik devrinde bunların üzerine hazret-i Îsâ’nın resmi denilerek bâzı resimler takılmaya başlandı.

En eski haçlardan biri de 16. ve 17. asırlara âit olan Roma’daki Sancta Sanctorum haçıdır. Üç kuşaklı haçı papalar, çift kuşaklısını da başpiskoposlar veya baş patrikler takar. Hıristiyanlar daha da aşırı giderek üzerlerine haç resmi işâreti çizmişlerdir.

Lâtinler ellerini alın, göğüs, sol omuz ve sağ omuzlarına götürerek haç çıkarırlar ve bunu yaparken, “Babanın, oğulun ve kutsal rûhun adına!” derler. Yunanlılar ise, eli önce sağ omuza götürürler. Bunlar kutsal saydıkları insan ve nesnelerin üzerine de haç çıkarırlar. Protestanlar haç çıkarmaktan vazgeçmişlerdir.

Haç, bozulmuş Hıristiyanlık dîninin bir sembolü (alâmeti) olduğu için, İslâm dînince, her ne sûrette olursa olsun kullanılması kesin olarak yasak edilmiştir. Bu hususta Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Müslüman olan bir kimse, (dîni başka olan) bir kavme benzerse, onlar gibi olur.” buyurdu. Bir Müslümanın boynuna, kolye şeklinde haç takması, elbisesinde haç resminin bulunması, haça karşı namaz kılması kesin olarak yasaktır, büyük günâhtır. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımı hazret-i Âişe’nin üzerindeki elbisede haça benzeyen bir resmi görünce, onu derhâl çıkarmasını emretmiştir. Hazret-i Ömer, İslâm ülkesinde yaşayan Hıristiyanların açıkta haç kullanmasını yasak etmiştir.

HAÇLI SEFERLERİ

Alm. Kreuzzüge (pl), Fr. Les Croisades (f.pl), İng. The Crusades. Papalığın teşvikiyle Hıristiyan Avrupalıların Müslümanlara karşı tertib ettikleri seferlerin umûmî adı. En önemlisi dînî olmak üzere, siyâsî, sosyal ve iktisâdî sebeplere dayanan Haçlı seferlerini Papa İkinci Urbanus, 1095 yılında toplanan Clermont Konsili’nde yaptığı konuşmayla başlatmıştır. Asırlarca devâm edip, milyonlarca insanın can kaybına, devletlerin yıkılıp ülkelerin tahrib olunmasına sebeb olmuştur.

Doğu Hıristiyanlığının temsilcisi Bizans İmparatorluğu (395-1453), 1071 yılında Selçuklu Devleti (1038-1194) ile yaptığı Malazgirt Savaşında yenilince, Türklere Anadolu kapıları açıldı. Selçuklu akıncıları, birkaç sene içinde Ege, Akdeniz ve Marmara kıyılarına ulaştılar ve Bizans’ın başkenti olan İstanbul’u zorlamaya başladılar. 1075’te Türkiye Selçukluları Devletini kurup, İznik’i başkent yapmaları, Avrupa’nın en büyük Hıristiyan devleti olan Bizans’ı kökünden sallamaya başladı. Bu durum Avrupalıları telâşa düşürdü. Çünkü Bizans’ın düşmesi Türklerin Avrupa’ya hâkim olmasına yol açacaktı. Bunun önüne geçilip, Türklerin durdurulması gerekiyordu. Hattâ Anadolu dâhil bütün Ortadoğu’dan atılmalıydılar. İkinci büyük sebeb ise, iktisâdîydi. Avrupa, 11. asırda müthiş bir fakirlik içindeydi. Kralların sarayları bile taş yığınlarından ibâretti. Altın, gümüş ve değerli mâdenlerin bir çoğu Türklerin ve doğu kavimlerinin elindeydi. Avrupa, en ibtidâî maddeler için bile doğuya muhtaçtı. Zirâat çok ilkel usûllerle yapılıyordu. Sulama sistemi yoktu. Fransa,Almanya, Venedik gibi büyük sayılan Avrupa devletlerinin senelik geliri, en mütevâzî Türk beylerinin gelirlerinden azdı. Halk, önüne gelenin yağma ve talanından bıkmış, bir asilzâde veya eşkıyâ tarafından öldürüleceği günü bekliyordu.

Bu sırada Büyük Selçuklu Sultânı Melikşâh vefât etmiş, iç karışıklıklar baş göstermişti. Şiî-Fâtımî Devleti, Selçukluların amansız düşmanı olup, Hıristiyanların müttefikiydi. Bütün bunlar, Papa İkinci Urbanus’u Hıristiyanları birleştirerek Müslümanların üzerine saldırtmaya teşvik ediyordu. Böylece, bu papaz, Kudüs şehrini, Türklerin elinden almak için faaliyete başladı. Sâdece Pierre L’Ermite isminde yoksul bir Fransız keşişi, etrâfına 50.000 Fransız toplamıştı. Bunlar, Almanya’ya gelince, kendilerine 50.000 Alman serserisi daha katıldı. Macaristan’da ve Balkanlarda daha da çoğalan bu çapulcu ordusu, 1096-1270 seneleri arasında tertiplenen sekiz Haçlı seferinin ilk ordusu oldu.

Birinci Haçlı Seferi (1096-1099): Papaz Pierre L’Ermite ve şövalye Yoksul Gautier öncülüğünde İstanbul’a gelen bu topluluk, Bizans İmparatoru tarafından hemen Anadolu’ya geçirildi. Bunlar, doğunun zenginliklerine kapılıp, yağma ve tahribâtlar yaparak yerli ahâliye zulmettiler. Anadolu Selçuklu Sultânı Birinci Kılıç Arslan, İznik önlerinde bu ilk Haçlı kuvvetlerini durdurarak, kılıçtan geçirdi. Bunların arkasından Aşağı Lorraine Dükü Gedefroi Bouillon’un komutasındaki Haçlı ordusu yola çıktı. Bu orduda; birçok ünlü şövalye, soylu, kont ve dukalar vardı. Avrupa’nın bütün imkânları kullanılarak hazırlanmış olan bu ordu, 600.000 kişiden müteşekkildi. Almanya’nın Rhein kıyılarında 10.000 Yahûdîyi kılıçtan geçiren bu Haçlı ordusu, İstanbul’a doğru gelirken, ülkesinde de yağma ve katliam yapılmasından endişe eden Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, onlarla anlaştı. Haçlılar, erzak ihtiyâçlarının temini karşılığında, Anadolu’da aldıkları yerleri Bizans’a vereceklerdi. Antlaşma sonrası Anadolu’ya geçen Haçlılar, 1097 senesi Mayıs ayında Türkiye Selçuklularının başşehri İznik’i kuşattılar. Kanlı çarpışmalar iki taraftan da ağır kayıplara sebeb oldu. Altı yüz bin kişilik Haçlı ordusu karşısında verdiği  kayıplara dayanamayan Birinci Kılıç Arslan, çarpışarak geri çekildi. İznik, Bizans’ın eline geçti. Eskişehir istikâmetinden Anadolu’ya giren Haçlı ordusuna karşı Sultan Birinci Kılıç Arslan (1092-1107) yıpratma savaşlarına başladı. Anadolu’da Haçlıları en stratejik bölgelerde yakalayıp, ânî baskınlarla imhâ hareketlerine girişti, pek çoğunu kırdı.

Haçlıların yanında, Bizans İmparatoru da, durumdan faydalanarak Türkiye Selçuklularının batı bölgelerindeki topraklarını işgâl etti. Ermeniler ise, Türklerin Haçlılarla uğraşmalarını fırsat bilip, Toroslara bir müddet hâkim oldular. Altı yüz bin kişilik kuvvetle Anadolu’ya geçen Haçlılar, Türklerin imhâ hareketi sonucu Antakya Kalesi önlerine geldiklerinde 100.000’e inmişti. 1097 yılı Ekim ayında Antakya’yı kuşatan Haçlılar, kale içindeki Hıristiyan ahâliden birinin ihâneti sonucu dokuz ay sonra, Haziran 1098’de şehre girebildiler. Musul Atabeği Kürboğa Beyin kumandasındaki Müslüman-Türk ordusu, Antakya’yı Haçlılardan geri almak için teşebbüse geçti. Fakat şehir alınmak üzereyken aralarında çıkan fitne başarısızlığa yol açtı. Haçlılar yaptıkları huruç hareketiyle bu Müslüman ordusunu dağıttılar.

Antakya’yı alan Haçlılar, kırk bine düşen kuvvetleriyle Kudüs’e hareket ettiler. Şiî-Fâtımîlerin elinde olan şehir, kısa sürede haçlıların eline geçti. Müslüman, Mûsevî ve Hıristiyanların yaşadığı ve her üç din mensuplarınca da mübârek olan Kudüs, Haçlıların eline geçince, büyük bir katliama uğradı. Yetmiş bin Müslüman ve Yahûdîyi, mâbetlere sığınan kadınlar ve çocuklar dâhil, acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları kan ve cesetlerden geçilmez oldu.

Birinci Haçlı Seferi netîcesinde Kudüs’te Katolik Lâtin Krallığı, Antakya ve Urfa’da birer Haçlı devleti kuruldu. Hıristiyanlar Ortadoğu’yu bu vesîle ile tanıyıp, Doğu Akdeniz kıyılarına yerleştiler. Müslümanlarca Mekke ve Medîne’den sonra en mübârek şehir olan Kudüs’ün, Şiî-Fâtımîlerce Haçlılara teslîmi büyük üzüntüye yol açtı. Müslümanlar, Haçlıları Ortadoğu’dan atmak için hemen teşebbüse geçtiler. 1144 senesinde Musul Atabeği İmâdeddîn Zengî, Urfa’yı geri aldı. Bu durum İkinci Haçlı Seferine sebeb oldu.

İkinci Haçlı Seferi (1147-1149): Urfa’nın Müslümanlar tarafından geri alınması üzerine, papa Eugenius’un teşvîki ve papaz Saint Bernard’ın propagandası netîcesinde İkinci Haçlı Seferi başlatıldı. Seferin komutanlığını Yedinci Louis ile Almanya İmparatoru Üçüncü Konrad yapıyordu. Alman İmparatoru komutasında 75.000 kişilik ilk kâfile, Konya Ovasına geldi. Bu ordu, Türkiye Selçukluları Sultânı Birinci Mes’ûd tarafından imhâ edildi. Alman İmparatoru canını zor kurtararak, beş bin kişiyle İznik’e sığındı. Fransa Kralı Yedinci Louis, 150.000 kişi ile yola çıktı. Alman İmparatorunun geriye kalmış döküntü kuvvetleriyle İznik’te birleşti. Bu kalabalık orduya karşı meydan muhârebesi yapmayı uygun bulmayan Sultan Mes’ûd, Haçlıları Toroslar geçidine çekti. Burada büyük kayıplara uğratılan Haçlıların artıkları Antakya’ya sığındılar. Şam’ı muhâsara ettilerse de, Türkler tarafından mağlûb edildiler.

Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192): Selâhaddîn Eyyûbî, Şiî-Fâtımî Devletini ortadan kaldırıp, Eyyûbî Devletini kurduktan sonra, Haçlılara karşı harekete geçti. 1097 senesinden beri Haçlıların elinde bulunan Kudüs’ü, 1187 senesinde Hattin Zaferinden sonra ele geçirdi. Hıristiyanların birkaç kıyı şehir hâriç, Ortadoğu’dan atılmaları, Avrupalıları endişelendirdi. Papa Üçüncü Clemens’in teşvikiyle Fransa ve İngiltere Kralları ile Alman İmparatoru, Üçüncü Haçlı Seferine katıldılar. Sonu hezîmet olmasına rağmen, Avrupa’nın en ünlü kral, imparator ve kumandanlarının katıldığı bu sefer meşhurdur.

Alman İmparatoru Friderich Barbarossa, kara yolu, Fransız Kralı Philippe Auguste ile İngiliz KralıArslan Yürekli Richard deniz yoluyla hareket ettiler. Alman İmparatoruna, Türkiye Selçukluları Sultânı İkinci Kılıç Arslan, elçileriyle Anadolu’ya girmemesini teklif etmişse de, kabul etmedi. Türkleri dinlemeyen İmparator Friderich Barbarossa, ordusunun büyük bir kısmını Selçuklu askerlerinin elinde kaybetti. Sonunda, Akdeniz’e ulaşamadan nehirde boğuldu. Başsız kalan ve ağır zâyiat veren haçlılar, perişan bir vaziyette Filistin’e ulaştılar. İngiltere Kralı, deniz yoluyla Kıbrıs’a varıp, Bizans vâlisini adadan kovarak Lâtin Krallığını kurdu. Kıbrıs’tan Akka’ya geçen Arslan Yürekli Richard ve deniz yoluyla Akka’ya varan Fransız Kralı, uzun süren muhâsaradan sonra kaleyi aldı. Kudüs’ü yeniden almak için savaştılarsa da muvaffak olamadılar. Fransa ve İngiltere kralları, acı tecrübeler ve ağır kayıplar netîcesinde Kudüs’ü alamıyacaklarını anlayınca, ülkelerine döndüler.

Dördüncü Haçlı Seferi (1204): Papa Üçüncü İnnocentius’un çağrısı, Foutges de Neville’nin propagandası netîcesinde Bonifacio’nun tertib ettiği bu Haçlı seferine Almanya İmparatoru Altıncı Heinrich katıldı. Papanın îtirâz etmesine rağmen Haçlılar, Venedik gemileriyle İstanbul önüne geldiler. 1204 yılında Ortodoks Bizanslılardan İstanbul’u aldılar. Şehrin zenginliği, Katolik Hıristiyanları şaşkına döndürdü. İstanbul’u yağmalayıp, tahrib ettiler. Dindaşlarına her türlü zulmü, her çeşit kötülüğü yaptılar. Bizans İmparatoru, tahtını İstanbul’dan İznik’e taşıdı. Bu olay, Bizans târihinde ilk defâ oluyordu. Nihâyet İstanbul’da 1261 senesine kadar devâm eden “Lâtin İmparatorluğu” kuruldu. Bu sefer sonunda Venedik ve Ceneviz Devletleri, Yakındoğu’da, büyük nüfûz ve toprak parçaları elde edip zenginleştiler. Haçlılar, dindaşları olan İstanbul’un Ortodoks Hıristiyanlarına çok zulüm ve eziyet yaptılar. İstanbul’un sanat eserleri, zengin olmak hırsıyla tahrib edildi, evler yağmalanıp, binlerce İstanbullu şehrin târihinde görülmemiş insanlık dışı tecâvüzlere uğradı, soyuldu ve işkenceyle öldürüldü. Dördüncü Haçlı Seferinden, Müslümanlardan ziyâde, Ortodoks Hıristiyanlar zarar gördü.

Beşinci Haçlı Seferi (1217-1221): Papa Üçüncü Honorius’un teşvîkiyle Macar Kralı İkinci Andrias, Kuzey Avrupa’dan gelen Haçlılarla, 1217 senesinde Akka’ya geldi. Kral Andrias, Müslümanlar karşısında dayanamayınca, geri döndü. Geride kalanlar Dimyat’a saldırıp, şehri aldılar. Daha sonra Kâhire’ye yöneldilerse de Eyyûbîler tarafından bozguna uğratılıp, dağıtıldılar.

Altıncı Haçlı Seferi (1228-1229): Papa Dokuzuncu Gregorius’un teşvikiyle Alman İmparatoru Üçüncü Frederich tarafından tertib edildi. Alman İmparatoru Kudüs’e kadar geldi. Eyyûbî Sultânı Melik Kâmil’in dış baskılardan bunaldığı bir devrede, Haçlıların Kudüs’e gelmeleri antlaşma zemîni doğmasına sebeb oldu. Antlaşma ile Kudüs Haçlıların eline geçti. Fakat Türkler tarafından mağlûb edilmeleri netîcesinde şehir, tekrar Eyyûbîlere teslim edildi.

Yedinci Haçlı Seferi (1248-1254): Kudüs’ün Müslümanlar tarafından alınması üzerine, Fransa Kralı St. Louis tarafından tertib edildi. Mısır’da yeni kurulan Memlûklüler, Haçlıları 1250 senesinde, Mansûre Meydan Muhârebesinde mağlub edip, Fransa Kralını da esir aldılar. Haçlılar dağıldı. St. Louis, Dimyat’ı Müslümanlara verip ülkesine döndü.

Sekizinci Haçlı Seferi (1268-1270): Antakya’nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve Yedinci Haçlı Seferinin öcünü almak için Fransa Kralı St. Louis tarafından tertib edildi. Bu seferin hedefi, Kudüs olmayıp, Akdeniz kıyılarındaki Müslüman denizciler üzerineydi. St. Louis, Tunus’a çıktıysa da, salgın hastalıktan öldü. Fransa ordusu geri döndü. Bu sefer de başarısızlıkla sonuçlandı.

1096-1270 seneleri arasında, Müslümanlara karşı tertib edilen Haçlı seferleri sonucunda bir takım Lâtin devletleri kuruldu. Bunlar, Kudüs Krallığı, Kıbrıs Krallığı, Trablus Kontluğu, Antakya Prensliği, Urfa Kontluğu, İstanbul Lâtin İmparatorluğu, Mora Prensliği, Atina Dukalığı, Kefalonya Kontluğu, Naksos Dukalığı, Saint Jean Şövalyeleri idi. Bu Lâtin devletleri Türkler tarafından ortadan kaldırıldı ve Haçlılardan hiçbir iz bırakılmadı. Fakat Haçlı seferleri, 1270 senesinde son bulmuş değildir. Her zaman Hıristiyanlar, Müslümanlara karşı askerî kuvvet birleşiminin yanında; siyâsî, kültürel ve ekonomik alanlarda da cephe birliği içinde olmuşlardır.

Asırlarca devâm eden Haçlı seferleri sonucu, pekçok kan döküldü ve milyonlarca insan can verdi. Nice ülkeler harâb oldu. Dînî, siyâsî, sosyal, kültürel, iktisâdî birçok hâdiselere sebeb oldu. Müslümanlara karşı savaşa katılmaya teşvik için Avrupa’da bir çok hıristiyan tarîkatları kuruldu. Seferlere iştirâk için Avrupalıların dindârına, mâcerâperestine, işsiz-güçsüzüne ayrı ayrı vaadlerle propaganda yapılıp, Müslümanların karşısında bütün bunların boş çıkması netîcesinde papalığın ve kiliselerin otoritesi sarsıldı.

Bu seferler sonunda Hıristiyanlar, Müslümanları yakından tanıdılar. Muhârebe meydanlarında aslanlar gibi cesûrâne döğüşen Müslümanların, aslında çok merhâmetli, iyiliksever, misâfirperver olduklarını yakından gördüler. Müslümanların, papazların bahsettikleri gibi olmaması, Avrupalı Hıristiyanların daha önceki düşüncelerini değiştirdi.

Papalık, bu seferlerin masraflarını karşılamak gâyesiyle Hıristiyanların rûhânî işleri için vergi almak âdetini çıkardı. Bulunduğu çevrenin kilisesine vergisini vermeyenler Hıristiyanlıktan afaroz edildi. Misyonerler faaliyetlerini artırıp, Asya ve Afrika’da Hıristiyanlığı yaymaya çalıştılar.

Haçlı seferlerine katılan şövalyelerin Müslümanlar karşısında güçsüzlüğü anlaşılınca, derebeylik idâresi zaafa uğradı. Merkezî otoritenin hâkimiyeti artıp, Avrupa’da krallık rejimi kuvvetlendi. Köle durumundaki köylü, toprak sâhibi efendilerinden arâzi alarak, mal mülk sâhibi oldu. Avrupa’da aralarında büyük eşitsizlik ve adâletsizlik uçurumu bulunan sınıflar arasındaki fark kısmen azaldı.

Doğu sanat ve medeniyetini tanıyıp, İslâmî eserlere hayran olan Haçlılar, Müslümanlardan sanat ve teknik alanda birçok yenilikleri ve keşifleri öğrendiler. Pekçok eseri yağmalayarak Avrupa’ya kaçırdılar. Bu ise Avrupa’da ilim ve tekniğin gelişmesine sebeb oldu. Müslümanlardan kâğıt ve pusulayı da öğrenen Haçlılarda gemicilik çok gelişti. Venedik, Cenova, Marsilya, Pisa gibi Akdeniz limanlarının önemi artıp, ticârî faaliyetler hız kazandı. Bu şehirler serbest bölgeler mâhiyetini alıp, Batı ve Doğunun ticâreti gelişti.

Haçlı seferleri netîcesinde Müslümanlar, Bizanslılar ve Yahûdîler çok zarar gördü. İslâm ülkeleri ve devletleri harâb oldu. Yüz binlerce Müslüman; Anadolu, Mısır, Suriye ve özellikle Kudüs’te kılıçtan geçirilip, yerleşim alanları yağmalanarak yakılıp yıkıldı. Kadınlar ve çocuklar bile hunharca öldürüldü. Haçlıların kılıcından sâdece Müslümanlar değil, Yahûdîler, özellikle Ortodoks Bizans da nasîbini aldı. İstanbul’un zenginliğine hayran kalan Lâtin Katolikler, şehrin sanat eserlerini zengin olmak hırsıyla yağmaladılar. Ortodoks ahâliye saldırıp mal, can ve ırzlarına ziyâdesiyle zarar verdiler. İstanbullular şehri terk etmek zorunda kaldı. Haçlı zulmü o kadar arttı ki, asırlardır İstanbul’da bulunan Bizans İmparatorluk tahtı şehirden çıkarılıp, önceden Türkiye Selçukluları Devletinin başşehri olan İznik’e taşındı. Bizanslılar 1261 senesinde tekrar İstanbul’u Haçlılardan geri aldılar.

Haçlı seferleri netîcesinde, İslâm medeniyetini tanıyan Avrupa’da ilim ve teknikte gelişmeler olup, merkezî otoritenin kuvvetlenmesi yanında, müslümanlara karşı asırlarca devâm edecek askerî, siyâsî, iktisâdî ve kültürel politikanın da tesbit edilip, safha safha tatbikine sebeb olmuştur.

Osmanlı Devletine ve diğer Müslüman devletlere karşı, 1364 Sırpsındığı, 1389 Birinci Kosova, 1396 Niğbolu, 1444 Varna, 1448 İkinci Kosova, 1453 İstanbul, 1538 Preveze, 1571 Kıbrıs, 1683 Viyana Kuşatması, Osmanlı Devletinin yıkılması ve 1919-1922 İstiklal mücâdelemizde Haçlılar ittifak edip, Müslümanlara karşı cephe aldılar. Hattâ Kudüs’ün elimizden çıkması üzerine müttefikimiz olan Almanlar bayram yaptılar.

Batılıların geçen asırlarda ve günümüzde İslâm ülkelerine karşı tatbik ettikleri yayılmacılık ve sömürgecilik hareketleri, İslâm dînine saldırmaları ve Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için yaptıkları bütün dejenerasyon faaliyetleri, geçmişteki haçlı seferlerinin hâlen soğuk harp, kültürel ve ekonomik harp olarak devâm ettiğini göstermekte, bugün bile pekçok eserimiz çalınarak batıya kaçırılmaktadır. Aksine batıdan ülkemize kaçırılmış bir tek eser bile görülmemiştir. Batı her hususta bunu bugün bile tatbik etmektedir.

HAÇOVA MEYDAN MUHÂREBESİ

Sultan Üçüncü Mehmed Han kumandasındaki Osmanlı ordusunun, Avusturya Arşidükü Maksimilyan’ın kumanda ettiği Alman, Macar, İspanyol, Leh, Çek, Slovak, İtalyan, Hollanda ve Belçika ordularına karşı kazandığı kesin zafer.

1595 yılında Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603) tahta geçtiği zaman Osmanlı kuvvetleri, Avusturya ve Alman kuvvetleri karşısında arka arkaya mağlubiyetler alıyordu. Bilhassa Estergon’un düşman eline düşmesi bütün yurtta derin bir üzüntüye yol açmıştı. Boğdan ve Eflâk’ta durum tamâmen Osmanlılar aleyhine olduğu gibi, Osmanlılara ait olan İbrahil, Kili, Silistre, Yergöği, Rusçuk, Akkirman ve Varna da elden gitmek üzereydi. Bu sebeple Sultan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendinin de tavsiyesiyle, bizzât Avusturya sefer-i hümâyûnuna çıktı. Kanûnî Sultan Süleymân Hanın ölümünden, 30 yıl geçtiği halde hiçbir pâdişâh, ordusuna bizzât başkomutanlık etmemişti.

21 Haziran 1596’da kapıkulu ocaklarıyla beraber hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed Han, 11 Ekim 1596’da Eğri Kalesini teslim aldı. Kale muhâfazasına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşayı bırakarak kendisi Macarların Kereşdeş dedikleri Haçova’ya geldi. Osmanlı ordusu Haçova’ya geldiği zaman burada imparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan’ın kuvvetleriyle karşılaştı. Arşidük’ün kumandası altında gerek Alman, Macar ve gerekse diğer devlet ve milletlerden toplanmış büyük bir ordu vardı. Kırım Hanı Gâzi Giray’ın biraderi Fetih Giray ile gönderdiği Tatar kuvvetlerinin de birlikte bulunduğu Osmanlı ordusu 100.000 kişi civârındayken, düşman ordusu 300.000 kişiye yaklaşıyordu. Düşman kuvvetlerinin Osmanlı ordusuna âni baskın yapmasından endişe edildiğinden, Câfer Paşa kumandasında on beş bin kişilik bir öncü kuvveti gönderildi. Câfer Paşa, bu kuvvetin azlığından bahisle sonucun kötü olabileceğini bildirdi Fakat Sadrâzam İbrahim Paşaya dinletemedi. Aslında düşman, Câfer Paşanın tahmininden de çoktu.

Cafer Paşa, aldığı emri yerine getirmek için düşman üzerine korkusuzca baskın yaptı. Ancak elindeki 15.000 kişilik kuvvet muazzam düşman kuvveti karşısında eriyordu. Cafer Paşa; “Alnımızın yazısı bu imiş.” diyerek korkusuzca ve yüz döndürmeden çarpışıyordu. Rumeli Beylerbeyi kuvvetleriyle geri çekildi. Muhârebeden çekilmeyen Câfer Paşayı ise yanındaki tecrübeli hudut komutanları zorlukla savaş alanından uzaklaştırdılar. Bütün ağırlık ve toplar düşman eline geçti.

Karşılaşılan bu hezimet dolayısıyla son derece üzülen Sultan Üçüncü Mehmed Han, derhal harp meclisini topladı ve ne sûretle hareket edeceğine dâir ordu görüşmesi yapıldı. Pâdişâhın kumandayı veziriâzama bırakıp geri çekilmesinin uygun olacağı düşüncesine karşı Hoca Sâdeddîn Efendi:

“Bu büyük bir iştir. Hasan Paşa, İbrahim Paşa ve gayrisi ile olur biter iş değildir; bizzat saâdetlü pâdişâhın, askere baş olup gitmesi lâzımdır.” dedi.

Ertesi sabah (26 Ekim) iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde Üçüncü Sultan Mehmed Han vardı. Başının üzerinde sancak-ı şerîf dalgalanıyordu. Pâdişâhın sağında vezirler, solunda kâdıaskerler ile Hocası Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş eyaletleri ve sağ kolda Rumeli ve Temaşvar beylerbeyleri kuvvetleri vardı.

Muhârebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri, Pâdişâhın bulunduğu merkez kısmını sardılar. Düşman ateşi tehlikesine düşen Pâdişâh otağına çekilerek sırtına Peygamber efendimizin hırka-i şerîfini giyip eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmış dans ediyordu. Vaziyet tehlikeli bir hâl almıştı. Yerinden kıpırdamadığı hâlde bu durumu bizzat gören Sultan Mehmed Han yanında bulunan hocası Sâdeddîn Efendiye; “Efendi şimdiden sonra ne yapmamız gerek?” diye sorunca, metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi:

“Pâdişâhım lâzım olan yerinizde sebât ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamanında olan, tabur muhârebeleri çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Mûcizât-ı Muhammedî ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hâtırınızı hoş tutun.” dedi.

Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişlerdi. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören at oğlanı (yâni seyis,) aşçı, deveci, katırcı, karakollukçu denilen hademe grubu bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken aynı zamanda “Düşman kaçıyor!” diye bağırarak askerleri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada ön kol kumandanı Cağalazâde de gizlendiği pusudan çıkarak süvârileriyle hücuma geçti ve Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı bataklıklara sokarak imhâ etti. Bu hengâmede Üçüncü Sultan Mehmed Hanı dimdik atının üzerinde, HocaEfendiyi de onun yanıbaşında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana dehşetli bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybolmuş sayılan Haçova Savaşı büyük bir zaferle neticelendi. On bin duka altın ile beraber en güzel Alman toplarının yüzde doksan beşi ele geçti.

Haçova Meydan Muharebesinde, Osmanlı ordusu Mohaç’tan sonra en büyük imhâ hareketini gerçekleştirmiştir. Târihçi Hammer bu savaş için; “Hoca Sâdeddîn’in cesâret ve tesiriyle kazanılan, Mohaç ve Çaldıran’la mukâyese edilen parlak zafer...” diye bahsetmektedir. Sultan Üçüncü Mehmed Han bu seferin sonunda “Eğri Fâtihi” ünvanını almıştır.

HADDELEME

Alm. Walzen, Ziehen, Fr. Laminage, ètirage, İng. Rolling. Mühendislikte sıcak yâhut soğuk haldeki metal malzemeye basit biçimler vermekte kullanılan işlem. Özellikle çeliğin haddelenmesi, sâdece biçim vermek değil, aynı zamanda çeliğin mekanik özelliklerinin geliştirilmesini de sağlar. Haddeleme işleminde metal, aynı hızda fakat birbirine ters yönde dönen ve aralarındaki mesâfe malzemenin kalınlığından biraz az olan iki merdâne (hadde) arasından geçirilir. Merdâneler ekseriyâ yüksek kaliteli çelikten yapılmıştır. Merdâneler düz yüzeyli olabileceği gibi, düz levha oluklu da olabilirler.

Malzemenin kalınlığında meydana getirilecek değişimin derecesi malzemenin sıcaklığına bağlıdır. Sıcaklık arttıkça çeliğin plastiklik özelliği de artar. Soğuk haddelemede levha, çubuk veya şerit biçimindeki malzeme merdanelere ısıtılmadan verilir ve istenilen biçim elde edilinceye kadar defâlarca haddeden geçirilir. Ekseriyâ sıcak haddelemeden sonra uygulanan soğuk haddeleme işlemi, malzemenin mekanik işlenebilir özelliklerini geliştirir, yüzeyini parlatır.

Günümüzde kullanılan hadde tezgâhlarında üst üste veya ardarda yerleştirilmiş birden fazla merdane çifti bulunmaktadır. Böylece malzeme merdânelere kesintisiz olarak verilerek belli bir biçimi alıncaya kadar defâlarca haddelenmesi sağlanır.

HADIM

Alm. Kastrat, eunuch, Fr. Castre, eunuque (f), İng. Castrate, eunuch. Testisleri (hayaları) veya sperma üreten organları alınmış erkek. Hadımlaştırma işleminden sonra damızlık atlar (aygırlar), iğdiş edilmiş beygir; boğalar, öküzler, koçlar da yine iğdiş edilmiş boğa, öküz ve koç adlarını alırlar.

Hadım etmek için şu sebeplerden birinin bulunması gerekir: İstenmeyen karakterlerin nesilden nesile aktarılmasını önlemek. Erkek hayvanların mücâdele etmeden bir arada yaşamalarını ve dişilerle erkeklerin üreme olmaksızın bir arada barınmalarını sağlamak. Erkek hayvanları daha kolay idâre etmek. Et üretiminde verimi artırmak. Tâlî seks karakterlerinin (ikincil cinsiyet özelliklerinin) gelişmesini geciktirmek ve bâzı iç organ yapılarında değişiklik sağlamak, testis hastalıklarını bilhassa bâzı tümörlerini tedâvi etmek.

Hadımlaşma işleminin yaşı, cinse göre değişir. Taylar genellikle bir veya iki yaşında, kullanılma niyetine ve has gelişmesinin derecesine göre veya diğer istenen karakterlere göre iğdiş edilirler. Buzağıları 6 haftalık veya 4 aylıkken, kuzuları 2-6 haftalıkken ve köpekleri, kedileri 6-12 aylar arasında hadım ederler.

Hadım etmenin usûlleri hayvanın cinsine göre değişir. Atlarda cerrahî yolla testislerin çıkartılması tercih edilir. Cerrahî işlem, anestezi altında hayvan ayaktayken veya yatarken yapılır. Buzağılar ile kuzular da cerrahî yolla iğdiş edilebilirler ise de, başka yollar da vardır. Bazı bölgelerde buzağı ve kuzular, testislerin üstüne plastik bant geçirmekle hadım edilirler. Bu usûl ile testislere kan akımı kesilir ve bir zaman sonra testisler düşer. Bâzan bu usûl tetanoz hastalığına yol açabilir. Üçüncü bir yol “emasculatome” denen âletin kullanılmasıdır. Bu âlet ile testislerden ayrılan ve muhtevasını dış ortama taşıyan spermatik kordon kesilmiş, testise giden kan akımı azaltılmış olur. Böylece testisler büzüşürler ve fonksiyonlarını kaybederler.

İnsanları hadımlaştırma binlerce yıllık bir maziye sâhiptir. Romada esirlere uygulanırdı. Doğu ülkelerinde de yaygındır. Çinde kralın maiyetinde, iç halkada bulunanlar arasında hadım edilmiş olanlar çoğunluktaydı. İtalya’da 18. yüzyıla kadar oğlanlar, Papanın korosunda ince seslerini korumak için hadım edilirlerdi. Osmanlı saraylarında, haremde çeşitli hizmetlerde kullanılan haremağaları, sonradan hadımlaştırılan kişiler değildi. Bunlar doğuştan hadım olanların içinden seçilirdi. Osmanlı kânunlarına göre Afrika’dan getirilen esirlerin hadım edilmeleri yasaktı.

Bugün insanlar için hadımlaşma işlemi habis hastalıklar, ilerlemiş tüberküloz, inmemiş testis ve büyük fıtık ameliyatlarında seçilebilecek bir uygulama olarak görülmektedir. Kötü huylu testis (haya) urlarında şayet fazla gecikme olmamışsa, bu kötü urun yayılmasını önlemek için, testis çıkarılır. Torbaya inmemiş, testis büluğ çağından sonra fark edilmişse, kanserleşme ihtimâli fazla olduğu için cerrâhi olarak çıkarılmalıdır. Şâyet bir testis çıkarılmış, diğer testis yerinde duruyorsa ve normalse, bu kişi hadım değildir, çocuk sâhibi olabilir.

Bir de doğum kontrolü sebebiyle, erkekler kısırlaştırılmaktadır. Bunun için de, erkek döl hücrelerini taşıyan kanallar, ameliyatla bağlanmaktadır. Bu ameliyatla erkeğin cinsel istek ve vazifesi değişmemekte, fakat artık çocuk sâhibi de olamamaktadır. Bunun yakın târihteki en yaygın örneği Hindistan’da binlerce erkeğin bu yolla kısırlaştırılması olmuştur.

HADIM ALİ PAŞA

Osmanlı sadrâzamlarından. Saraybosna kazâsına bağlı Drozgometva köyünden olup, babasının adı Radoşin’dir.

Devşirme olup, sarayda Akağalar odasında yetiştirildi. Bâbüsseâde ağasıyken İkinci Bâyezîd Han tarafından Karaman Beylerbeyliğine tâyin edildi. Semendire, İşkodra kumandanlıkları ile Mora ve Memlûklü seferlerinde gösterdiği başarılar sebebiyle 1484’te Rumeli Beylerbeyliğine getirildi. Bu vazîfedeyken Eflak’taki savaşlarda gösterdiği muvaffakiyetler sonucu vezirlik rütbesi verildi (1488). 1501 yılında vezîriâzam oldu. İki yıl sonra bu görevden azledildi ise de, 1506’da tekrar getirildi. İkinci Bâyezîd Han şehzâdeleri arasındaki mücâdelede Selim ve Korkud’a karşı Ahmed’i destekledi. Bâyezîd Han, 1511’de Ali Paşa ile oğlu Ahmed’i Şahkulu İsyânını bastırmakla görevlendirdi. Ali Paşa, Kayseri ile Sivas arasındaki Gökçay mevkiinde isyancıları pusuya düşürerek imhâ ederken kendisi de vurularak şehid düştü.

Hadım Ali Paşanın İstanbul’da, biri Divanyolu’nda diğeri Fâtih Zincirlikuyu’da olmak üzere iki câmisi ile bir medresesi ve bir imâreti vardır. İlim adamlarını himâye ve teşvik ederdi. Şâir Mesîhi, Ali Paşanın yanında kâtip olarak görev yapardı. Büyük âlim ve târihçi İdris-i Bitlîsî onun himâyeleri sonucu Heşt Behişt adlı eserini yazmıştır.

HADIM SİNAN PAŞA

Osmanlı sadrâzamlarından. Doğu Bosna’da Boroviniç isminde asil bir âileye mensuptur.

Enderun’da yetişti. Sarayda çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Bosna Sancakbeyliği ile dış hizmete çıktı (1514). Yavuz Sultan Selim’in İran üzerine hareketi sırasında Maltepe mevkiinde (Nisan 1514) Mustafa Paşa yerine Anadolu Beylerbeyi oldu. Çaldıran Savaşında Osmanlı ordularının sağ kanadına komuta etti. Savaş sırasında Şah İsmâil’in komutanlarından Ustaclu Mehmed Hanın saldırısını başarıyla karşıladıktan sonra karşı taarruza geçip, Safevî ordusunu arkadan çevirerek zaferin kazanılmasında önemli rol oynadı. Savaş sonunda, şehid olan Hasan Paşanın yerine Rumeli Beylerbeyi oldu (Eylül 1514).

Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı dönüşünde daha önceki isyân teşebbüsleri sebebiyle suçlu bulduğu Veziriâzam Dukakinoğlu Ahmed Paşayı Amasya’da îdâm ettirdi ise de boşalan göreve kimseyi getirmedi. 1515 ilkbaharında Sinan Paşayı Dulkadiroğlu Alâüddevle üzerine gönderdi. Hadım Sinan Paşa, Alâüddevle’yi mağlub ettikten sonra başını keserek Yavuz Sultan Selim’e gönderdi ve bu başarısından dolayı boş bulunan vezîriâzamlık makâmı kendisine verildi. Bu vazîfede üç ay kalan Sinan Paşanın yerine beşinci defâ olmak üzere Hersekzâde Ahmed Paşa getirildi. Ancak Hadım Sinan Paşanın azledilmesi herhangi bir hatâ sebebiyle olmadığından kendisine karşı Pâdişâh’ın teveccühü devâm ediyordu. Nitekim çok geçmeden Diyarbekir taraflarında İranlıların bâzı hareketlerinden dolayı Pâdişah, Hersekzâdeyi azlederek hapsettirdikten sonra yerine tekrar Sinân Paşayı getirdi (1516). Hadım Sinan Paşa, Mısır Seferine hazırlanan ordunun seraskeri olarak Diyarbekir’e gönderildi. Daha sonra Elbistan Ovasında Sultan Selim’in kuvvetlerine katıldı. Mercidabık Savaşının kazanılmasında büyük kahramanlıklar gösterdi (1516). Kansu Gavri’nin yerine Mısır-Memlûklü tahtına çıkan Tomanbay’ın mücâdeleye devâm etmesi üzerine Selim Han, onu dört bin kişilik kuvvetle Gazze üzerine gönderdi. Sinan Paşa, Gazze’yi kısa sürede fethetti. Daha sonra Ridâniye Savaşında Yavuz Sultan Selim, El-Mukattam Dağını dolaşarak Mısır ordularının gerisine sarkarken, Sinan Paşayı ise kendi yerine Osmanlı merkez kuvvetlerinin başında bıraktı. Şiddetli saldırılarla geçen savaşı kaybetmek üzere olduğunu anlayan Tomanbay bütün kuvvetleri ile Selim Hanı öldürmek için otağ-ı hümâyuna saldırdı. Yavuz Sultan Selim düşmanı geriden çeviren kuvvetlerin başındaydı. Memlûkler merkez kuvvetleri başındaki Sinan Paşayı pâdişâh zannederek bütün kuvvetleriyle bu hatta saldırdılar. Sinan Paşa göğüs göğüse yapılan bu çarpışmalar sonucu şehid düştü.

Savaşın kazanılmasından sonra Yavuz Sultan Selim, cesur, gözüpek, cihângîr ve aynı zamanda muvaffakiyetli olan bu değerli vezîrinin vefâtından pek müteessir oldu ve “Yûsuf aleyhisselâmın tahtına nâil oldum, fakat Sinân gibi sâdık ve cesûr serdârımdan ayrıldım!” sözleriyle elemini dile getirdi.