HÂCEGÎ MUHAMMED EMKENEGÎ
Evliyânın büyüklerinden. Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi birincisidir. 1512 (H.918) de Buhârâ’nın Emkene (İmkene) kasabasında doğdu. 1599 (H.1008) senesinde doksan yaşındayken Emkene’de vefât etti.
Evliyânın büyüklerinden Dervîş Muhammed hazretlerinin oğlu ve Muhammed Bâkî-billâh hazretlerinin hocasıdır. Din ve fen ilimlerini babasından öğrendi. Yine babasından feyz alarak tasavvufta yetişip kemâle erdi. Ruh ilimlerinin mütehassısı idi. Bütün ömrü; İslâmiyete hizmetle ve Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), güzel ahlâkını insanlara duyurmakla ve öğretmekle geçti. Hâcegî Emkenegî (İmkenegî) hazretleri, dünyevî sıkıntıları çok olduğu zamanlarda bile, talebeleri yetiştirmekle meşgul olurdu. Bir gün talebeleri ile dikenlik bir yerden geçiyordu. Bazılarının ayağında ayakkabı yoktu. Ayaklarına devamlı diken batıyor, gayet derinden acı ahlar çekiyorlardı. Buna rağmen, hocalarının peşinden gitmekten hiç geri kalmıyorlardı. Hâcegî Emkenegî hazretleri bir ara geri dönüp “Birâder! Izdırab veren diken batmadıkça, murad gülü açmaz!” dedi. Bu söz talebelerin pek hoşuna gitti.
Çok velî yetiştirdi. Yetiştirdiği velî zâtlardan en başta gelen talebesi, kendisinden sonra halîfesi olan Muhammed Bâkî-billah’tır. Muhammed Bâkî-billah bir gece rüyâsında Hâcegî Muhammed Emkenegî hazretlerini gördü. Ona; “Ey oğul! Senin yolunu gözlüyorum!” buyurdu. Bâkî-billah hazretleri buna çok sevindi hemen huzûruna gitti. Huzûruna varınca ona çok iltifât ve inâyet gösterip, yüksek hâllerini dinledi. Sonra üç gün üç gece birlikte bir odada başbaşa kalıp, sohbet ettiler. Hâcegî hazretleri ona feyz verip, yüksek fâidelere kavuşturdu. Sonra Bâkî-billah hazretlerine; “Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyeleri ile tamâm oldu. Tekrar Hindistan’a gitmeniz îcâb ediyor. Çünkü bu Silsile-i aliyyenin, orada sizin sâyenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifâde edip, büyük işler yapacak olanlar gelecek.” buyurdu.
Hâce Bâkî-billah kendilerini bu işe lâyık görmediğinden özür dilediyse de, Hâcegî Emkenegî, ona istihâre yapmasını emretti. Rüyâlarını Emkenegî hazretlerine anlattığı zaman, şu karşılığı aldılar: “Derhâl Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir azîz meydana gelecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ, siz de ondan nasîbinizi alacaksınız!”
Hâce Bâkî-billah hazretleri Hindistan’da Serhend şehrine geldiği zaman, kendisine; “Kutbun etrâfına geldin!” diye ilhâm olundu. Bu kutb, İmâm-ı Rabbânî hazretleri idi. Böylece bu kıymetli tohum, Semerkand ve Buhârâ’dan getirilmiş, Hindistan toprağına ekilmiş oluyordu.
Hâcegî Muhammed Emkenegî hazretleri, ömrünün sonlarına doğru şu şiiri çok okurlardı:
Zaman zaman ölümü hatırlarım,
Bugün ne olacak ben de bilemem.
İsteğim Rabbimden dûr (uzak) olmayayım,
Başka ne olursa ona râzıyım.
Alm. Heiliger schwarzer Stein in Mekka, Fr. Pierre noire bénite a la Mecque, İng. Holy black stone. Kâbe’nin doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak siyah taş. Lügatte, hacer “taş” ve esved de “siyah” demektir.
Kâbe, Müslümanların namazda kıblesi olup, hac emrini yerine getirmek için ziyâret edilmesi şart olan bir mesciddir (câmidir). Hacda, Kâbe’nin etrâfında dönerek ziyâret etmeye“tavâf” denir. Tavâfa Hacer-ül-esved’den başlamak ve bitirmek haccın sünnetidir (Bkz. Hac). Hacer-ül-esved, Kâbe’nin doğu tarafındaki duvarın bir buçuk metre yüksekliğine yerleştirilmiş olup, uzun çapı 30 santimetredir. Hacer-ül-esved’in kendisine mahsus bir kokusu vardır. Elin veya herhangi bir eşyânın ona sürülmesi hâlinde, bu koku uzun zaman hissedilir.
Hacer-ül-esved, Cennet’ten indirilmiş bir taştır. âdem aleyhisselâmın Cennet’ten ayrılıp, yeryüzüne (Hindistan’daki Serendip Adasına) indirilmesinden sonra ziyâret ettiği ilk hâne (ev) Kâbe’dir. Rivâyete göre âdem aleyhisselâm Cennet’ten dünyâya indirilince, meleklerin seslerini ve tesbihlerini (zikirlerini) işitemez olmuştu. Bu hâlinden yakınarak, Allahü teâlâya yalvardı. Allahü teâlâ, melekler vâsıtasıyla bir beyt indirdi. Bu beyt, Cennet yâkutlarından bir yâkut olup, parıl parıl parlıyordu. İndirilen bu beytin biri doğu, diğeri batı olmak üzere iki kapısı vardı. Üzerinde Cennet’ten kandiller bulunuyordu. O hâne, bugün Kâbe’nin bulunduğu yere indirilmiştir. Allahü teâlâ; “Ey âdem, senin için bir hâne (ev) gönderdim. Arşım etrâfını tavâf ettiğin gibi, bunun etrâfını da tavâf eyle! Arşın çevresinde namaz kıldığın gibi, bunun etrâfında da namaz kıl!” buyurdu. Hacer-ül-esved’i de bu beytle beraber gönderdi. Bu taş, yeryüzüne ilk indirildiğinde beyazdı. Câhiliyet zamânında, günâhkâr kişilerin ve hayızlı kadınların dokunmasıyla siyah oldu ve bundan dolayı ismine Hacer-ül-esved, (Siyah taş) dendi. Tufan olacağı zaman Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma Hacer-ül-esved’i Ebû Kubeys Dağında saklamasını ve tufandan kurtulmasını emretti.
İbrâhim’e, (aleyhisselâm) Kâbe’yi yapmaları emri verilince oğlu İsmâil aleyhisselâm ile berâber çeşitli dağlardan taş getirerek yaptılar. Bu arada Ebû Kubeys dağındaki Hacer-ül-esved’i İbrâhim aleyhisselâm aldı ve yerine koydu.
Hacer-ül-esved, asırlardan beri Müslümanların hürmet ve tâzim gösterdiği mukaddes bir taştır. Onun korunması için her türlü ihtimâmı göstermişlerdir. İslâmiyetten önce de bu taşın kıymeti bilinoyurdu. Mekke’deki Arap kabîlelerinin her biri, ona ihtimâm göstermeyi kendileri için bir şeref sayıyorlardı. Nitekim, Kâbe’nin yıkılmasını önlemek için yapılan bir tâmirât esnâsında, her kavim bir duvarın inşâatı ile meşgul oldu. Sıra Hacer-ül-esved’i duvardaki yerine yerleştirmek işine gelince, herbiri bu şerefin kendi kavmine âit olmasını istediler. Aralarında neredeyse harp çıkacaktı. İçlerinden yaşlı ve akıllı birisinin; “Aramızdaki bu ihtilâfı halletmek için birini hakem yapalım. Onun teklif edeceği hal çâresine uyalım!” demesi üzerine; “Buraya ilk gelen kişiyi aramızda hakem tâyin edelim!” diyerek anlaşmaya vardılar. Biraz bekledikten sonra, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm çıkageldi (O sırada henüz peygamberliği bildirilmemişti). Hepsi buna çok sevindi. Çünkü O, kavmi arasında “Muhammed-ül-emîn” diye tanınan, hiçbir kimseye haksızlık yapmıyan güvenilir bir kişiydi. Meseleyi ona arz ettiler. Arkasındaki mübârek paltosunu çıkardı. Hacer-ül-esved’i üzerine koydu. Her kavmin ileri gelenlerinden birini paltonun uçlarından tutturarak duvarın üzerine koydurdu. Sonra kendi mübârek eliyle yerine yerleştirdi. Böylece, çıkabilecek büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu. Târihte buna“Peygamberimizin Kâbe Hakemliği” olayı denmektedir.
Hacer-ül-esved’in korunmasında bütün Müslüman devletleri, her türlü ihtimamı göstermekte kusur etmemişlerdir. Hazret-i Ömer, bir gün Hacer-ül-esved’e yaklaşarak; “Hakîkaten bilirim ki, sen bir taşsın! Ne zararın, ne de iyiliğin vardır. Allah’ın Resûlünün sana yüz sürdüğünü görmeseydim, ben de sana yüz sürmezdim.” buyurdu.
Hacer-ül-esved zaman zaman bâzı kötü niyetli kimselerin tasallutuna da mâruz kalmıştır. 756’da çıkan yangın esnâsında bâzı parçaları düşmüştür. Hazret-i Ebû Bekr’in torunu Abdullah bin Zübeyr, bu parçaları gümüş muhâfazalık içine koyarak yerine yerleştirmiştir. Hattâ İslâm âleminde sapık inançlarını yaymak isteyen Karmatîlerin reîsi Ebû Tâhir Süleymân, 929’da Kâbe’yi basıp tavâf edenleri de kılıçtan geçirerek, Hacer-ül-esved’i alıp Bahreyn’e götürdü. 22 sene sonra vücudunda çıkan yaralardan korkarak, Kâbe’ye geri getirdi.
Osmanlı pâdişâhlarının, başta Mekke ve Medîne olmak üzere mukaddes beldelere ve mukaddes emânetlere gösterdiği ihtimamlar ve yaptıkları hizmetler sayılamayacak kadar çoktur. Denilebilir ki, Asr-ı saâdetten (Peygamberimiz devrinden) sonra Kâbe’ye yapılan en büyük hizmetler, Osmanlılar zamânında olmuştur. Kâbe’nin örtüsünün her sene değiştirilmesi, duvarlarına altın olukların yapılması ve Kâbe binâsının temellerine kadar inilerek yeniden inşâsı, mecbûriyet hâsıl olunca Hacer-ül-esved’in daha önceki gümüş muhâfazasının da değiştirilmesi hep Osmanlı sultanlarının hizmetidir. Hâlen Hacer-ül-esved’i çerçeveleyen gümüş muhâfaza, Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) tarafından yaptırılmıştır.
Hacer-ül-esved muhâfazaya alınırken, çevresinden kopan parçalar, İstanbul’a getirilerek bâzı câmi ve türbelere konuldu. Bu parçalardan birkaç tânesi Sokullu Mehmed Paşa Câmiinin girişinin, mihrabının ve minberinin üst kısmındadır. Biri de, Kânûnî Sultan Süleymân Hanın türbesinin giriş kısmının üst tarafında bulunmaktadır. Hacer-ül-esved’in bu parçaları, altın çerçeve ile kaplıdır.
On dokuzuncu yüzyılda Anadolu’da yetişen evliyâdan. Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun Kastamonu’da kurucusu oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halifelerindendir. Sa’dî tarîkatı dervişlerinden Demirci Ahmed Babanın oğludur. Siyah sarık sardığı için Siyâhî diye anılmıştır. 1777 (H. 1191) senesinde Kastamonu’da doğdu. 1874 (H. 1291) senesinde Kastamonu’da vefât etti.
Kastamonu’nun Kırkçeşme Mahallesinde ve Ahmed Dede Caddesindeki evde doğan Ahmed Siyâhî, Kur’ân-ı kerîm okumayı devrin zâhid ve âbidlerinden olan Şâban Efendiden öğrendi. İlk tahsilini MustafaEfendi namında bir zattan gördü. Amasyalı Uzun Ali Efendinin ders halkasına dâhil olup ilmini genişletti. Ulemâdan ve Nakşibendiyye yolu büyüklerinden olan Hoca Numan Efendiden ve Buhârî Abdülazîz Efendiden ilim öğrendi. İlim ve fazilet ufku genişledikçe tahsile olan şevki de arttı. Amasya’ya giderek Hacı Piyes’ten mantık, Hoca Mehmed Cânikî’den tefsir ve diğer ilimleri tahsil etti. Nakşibendiyye yolu ileri gelenlerinden Şeyh Hicâbî’nin sohbetlerinde bulunup, feyz aldı. Bu hocalardan icâzet aldıktan sonra Çorum’a gitti. Yûsuf Bahrî’den hadis ilmi öğrendi. Akranları arasında Hâfız-ı Hadîs ünvanını aldı. Daha sonra tekrar Kastamonu’ya döndü. Bu sırada meşhur Ayaklı Kütüphânenin en yüksek talebelerinden Müderris Hoca Osman Efendiden tefsir, meânî ve kelâm okudu. Birkaç defa Çerkeş’e giderek Halvetiyye yolu ileri gelenlerinden Şeyh MustafaEfendinin sohbetlerinde bulundu. Şeyh MustafaEfendi; “Senin feyzine sebeb olan zâtın ismi Hâlid olacak. Onu ara!” diye tavsiyede bulundu. Kendisini irşâd edecek olan Hâlid isminde zâtı aramaya başladı. Karadan hacca gitmek üzere yola çıktı. Şâm’a vardığı zaman Nakşibendiyye yolunun büyüğü olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetinde bulunup onun talebesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile birlikte hacca gitti. Başına siyah sarık sardığı için hocası ona Siyâhî lakabını verdi. Bundan sonra bu lakabla anılan Ahmed Efendi Hacı Ahmed Siyâhî diye meşhur oldu. Hac ibâdetini ifâ ettikten sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleriyle birlikte Şâm’a döndü. Bir müddet Şam’da kalıp hocası ona insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet verdi.
1827 (H. 1242) senesinde Kastamonu’ya döndü. Abdülbâkî Medresesi müderrisliğine tâyin olundu. Bir taraftan talebelere ilim öğretirken diğer taraftan insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Mertoğlu isminde hayırsever bir zengin evini medrese hâline getirip Hacı Ahmed Siyâhî hazretlerinin emrine verdi. Mertoğlu Medresesi veya Hacı Ahmed Efendi Medresesi diye adlandırılan bu medresede ilim okuttu. Kastamonu Vâlisi Sâmi Bekir Paşanın teberrû ve himmetiyle bu medreseye ilâve yapılarak bir tarafı dergâh haline getirildi.
Hacı Ahmed Siyâhî Efendi pekçok talebe yetiştirdi. Tasavvuf yolunda yetiştirip icâzet verdiği talebeleri şunlardır: Oğulları Abdülaziz ve Seyyid Ahmed Hicâbî, Benli Sultan Şeyhi Şâni Efendi, Sinop Müftüsü Hâfız Ali Lütfî Efendi, Hacı Mehmed Hulûsi Efendi, Namazgah Medresesi Müderrisi Hacı MustafaEfendi, İnebolu’nun Abana nahiyesinden Şeyh Ahmed Efendi, Kastamonu Reîsü’l-kurrâsı, Hâfız Hasan Efendi, Ma’rûfî-zâde Hâfız Hasan Efendi.
Pekçok kerâmetleri görülen HacıAhmed Siyâhî hazretleri ömrünün sonuna kadar ilim öğretti, talebe yetiştirdi, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak, onların bu dünyada ve âhirette kurtulmaları için çalıştı. 1874 senesinde Kastamonu’da vefât etti. Cenâze namazında bütün Kastamonulular bulundu. Vasiyeti üzerine Çamurcuoğlu Hasan Ağadan intikal eden arsaya defnedildi. Kabrinin üzerine türbe yapılmamasını vasiyet etti. Hacı Ahmed Siyâhî’nin vefâtı üzerine oğlu Seyyid Hicâbî Efendi onun yerine geçti.
Hacı Ahmed Siyâhî buyurdu ki:
Ey Oğul! Sana sâdık dost lâzımsa Allah dostlarıyla görüş. Onların muhabbet meclislerine git, kardeşlik yaptığın kimseye, muhtac olduğun malın fazlasını ver. Yahut onu nefsinle müsâvi tut veya onu nefsine tercih et. Onun bir ihtiyacı varsa kendi şahsî mühim işlerin üzerine tercih eyle. Yanındayken veya gıyâbında onun ayıp ve kusurlarını gizle. Evlat, akraba ve dostlarına muhabbet eyle. Kendi nefsinle beraber ona da duâ eyle. Ölünceye kadar kardeşlikte, dostlukta sebat lâzım olduğu gibi, öldükten sonra da evlat ve dostlarına dost olmak gibi haklara riâyet eyle. Bütün insanlara halîm, selîm, mütevâzi, güler yüzlü ve affedici olmaya ve güzel geçinmeye gayret eyle.
Seni Allah’tan başkasıyla meşgul edecek olan dünyâya, yüksek mevkiye gönül bağlama. Zîrâ, nefis ve heva, şeytan ve dünyâ insanın dört tane düşmanıdır. Herbirinin harb âletleri ve mağlûbiyet sebepleri vardır. Nefsin silâhı tokluk, hapishânesi açlıktır. Hevânın silâhı çok konuşmak; susmak ve sükût etmek ise zindânıdır. Dünyânın silâhı, insanlar ile çok görüşmek, hapsi ise köşeye çekilmek ve karışmamaktır. Şeytânın silâhı gaflet ve unutkanlıktır. Kurtarıcısı Allahı düşünmek ve Allah ismini anmaktır.”
Türk mûsikisinin önde gelen şarkı bestecilerinden birisi.
Tam adı Mehmed Ârif olup, Ârif Bey veya Hacı Ârif Bey diye meşhur olmuştur. Eyüp Şer’î Mahkemesi Kâtibi Ebû Bekir Efendinin oğludur. 1831 senesinde İstanbul’da doğdu. Küçük yaşta yeteneğiyle ve sesinin güzelliğiyle dikkati çekti. Bir müddet ünlü besteci Zekâî Dededen ders aldı. Daha sonra Eyyûbî Mehmed Beyin talebesi oldu. On üç yaşındayken Mehmed Beyin aracılığıyla, onun da öğretmenlik yaptığı Muzıka-i Hümâyûna girdi.
Bir tesâdüf neticesinde kendisini dinleyen Sultan Abdülmecîd Han onu saraya mâbeyinci olarak aldı. Ârif Bey sarayda bulunduğu sırada besteler yapmaya başladı. Kendisinin bulduğu kürdilihicâzkâr makamındaki şarkı besteleriyle dikkatleri üzerine topladı. Bir müddet saraydan ayrılıp beste yapmaya devâm etti. Hiçbir çalgı çalmadığı ve nota bilmediği halde bestelerini gâyet ustalıkla hazırladı. Sultan Abdülazîz Han devrinde tekrar saraya girerek bestelerini devam etti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde zaman zaman Muzika-i Hümâyûnda ders verdi. Hacca gitti. İran Şahı tarafından Tahran Sarayına davet edildiyse de gitmedi. 1884 senesinde İstanbul’da öldü. Beşiktaş’ta Yahya Efendi Dergâhı bahçesine defnedildi.
Çok yakışıklı, kibar, nâzik, kaprisli, huysuz bir kimse olan Hacı Ârif Beyin hafızası çok kuvvetliydi. Zeki ve iyi konuşan bir kimseydi. Bir gecede sekiz şarkıyı birden bestelemiş, bir gecede bir güfteye yedi ayrı beste yapmıştı. Mecmua-i Ârifî adıyla 600 sayfalık bir güfte dergisi yayımladı. Kürdilihicâzkâr makamıyla müsemmen usûlünü Ârif Bey buldu.
Dede Efendiden sonra 19. yüzyılın ünlü bestecisi olan Hacı Ârif Bey 1000’den fazla şarkı ve bir hayli ilâhî besteledi. Günümüze kadar gelen eserleri 327 şarkı, 7 ilâhî, ve bir yürük semâiden ibârettir. Hiçbir bestecinin bu sayıda şarkısı yoktur. Hacı Ârif Bey kendisinden sonra gelen hemen bütün şarkı bestecilerine tesir etmiştir.
On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Anadolu’da yetişmiş olup, Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. İsmi, Nûmân bin Ahmed, lakabı Hacı Bayram’dır. 1352 (H. 753) târihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfadl (Sol-fasol) köyünde doğdu. 1429 (H. 833) târihinde Ankara’da vefât etti.
Hacı Bayram-ı Velî küçük yaşta ilim tahsiline başlayıp din ve fen ilimlerinde yetişti. Ankara’da Melike Hâtun’un yaptırdığı Kara Medreseye müderris oldu. İlmi ve talebe yetiştirmekteki mahâreti ile kısa zamanda tanındı. Herkes tarafından sevilip hürmet gösterildi.
Bir gün medreseye birisi gelerek; “İsmim Şücâ-i Karamânî’dir. Hocam Hamîdeddîn-i Velî’nin selâmı var. Sizi Kayseri’ye dâvet ediyor. Bu vazîfe ile huzûrunuza geldim.” dedi. O da, Hamîdüddîn ismini duyunca; “Baş üstüne, bu dâvete icâbet lâzımdır. Hemen gidelim.” diyerek müderrisliği bıraktı. Birlikte Kayseri’ye yöneldiler ve Somuncu Baba diye bilinen Hamîdeddîn-i Velî ile Kurban Bayramında buluştular. O zaman Hamîdeddîn-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz!” buyurdu ve ona Bayram lakabını verdi. Talebeliğe kabul etti. Din ve fen ilimlerinde yüksek derecelere kavuşturdu.
Hacı Bayram-ı Velî, hocasının vefâtından sonra Ankara’ya gelerek doğduğu köye yerleşti. Yeniden talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Sohbetleriyle hasta kalplere şifâ dağıttı. Talebelerini daha çok sanata ve zirâate sevk ederdi. Kendisi de geçimini zirâatle sağlardı. Açtığı ilim ve irfân ocağına, devrinin meşhur âlimleri, hak âşıkları akın etti. Dâmâdı Eşrefoğlu Abdullah-ı Rûmî, Şeyh Akbıyık, Bıçakçı Ömer Sekînî, Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Edirne ve Bursa ziyâretlerinde talebeliğe kabul ettiği Yazıcızâde Ahmed (Bîcân) ve Mehmed (Bîcân) kardeşler ile Fâtih Sultan Mehmed Hanın hocası Akşemseddîn bunların en meşhurlarıdır.
Fâtih’in babası Sultan İkinci Murâd Han, Hacı Bayrâm-ı Velî’yi Edirne’ye dâvet edip, ilim ve mânevî derecesini anlayınca, fevkalâde hürmet göstermiş, Eski Câmide vâzettirmiş, tekrar Ankara’ya uğurlamıştır.
Sultan İkinci Murâd Han kendisinden nasîhat isteyince; İmâm-ı A’zam’ın, talebesi Ebû Yûsuf’a yaptığı uzun nasîhatı yaptı: “Tebean içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusûr etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyârete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Herkese îtimâd ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et. Müsâmaha göster. Hiçbir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.”
Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için çalıştı. 1429 (H. 833) senesinde Ankara’da vefât etti. Türbesi kendi ismiyle anılan Hacı Bayram Câmiine bitişik olup, ziyâret mahallidir. Vefâtından sonra Bayrâmiyye yolunu talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler.
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Yûnus Emre tarzında şiirler söylemiştir. Şiirlerinde Bayrâmî mahlasını kullanmıştır.
Hacı Bayram-ı Velî buyurdu ki:
“Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.”
“Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın sırlarını ifşâ etmeyiniz. Çünkü bu sırlar, size emânettir. Emânete hıyânet ise, çirkin bir harekettir.”
“Nefsinizi dâimâ kontrol altında tutunuz. Ateşe sürüklenmemesi için onu kendi hâline bırakmayınız.”
N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm,
Derd ü gam ile doldu bu gönlüm,
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Yanmada dermân buldu bu gönlüm.
“El-fakru fahrî, el-fakru fahrî”
Demedi mi ol âlemler Fahri,
Fahrini zikrin, fahrini zikrin,
Mahv ü fenâda buldu bu gönlüm.
Sevâd-ı a’zam, sevâd-ı a’zam,
Bana gelübdür arş-ı muazzam,
Mesken-i cânân, mesken-i cânân,
Olsa aceb mi şimdi bu gönlüm?
Bayram’um imdi, Bayram’um imdi,
Bayram ederler yâr ile şimdi,
Hamd ü senâlar, hamd ü senâlar,
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Seyyid Muhammed bin İbrâhim Atâ olup, lakabı Hacı Bektâş’tır. 1281 (H. 680) târihinde Horasan’ın Nişâbûr şehrinde doğdu. Seyyid olup, nesebi (soyu) hazret-i Ali’ye dayanmaktadır. 1338 (H. 738) târihinde Kırşehir’e yakın bir yerde vefât etti. Vefâtı hakkında başka rivâyetler de vardır. Türbesinin bulunduğu kasabaya sonradan Hacıbektaş ismi verilmiştir.
Bektâş-ı Velî küçük yaşta ilim öğrenmesi için, âilesi tarafından Ahmed Yesevî’nin halîfesi Şeyh Lokman-ı Perende’ye teslim edildi. Çocukken bir çok kerâmetleri görüldü. Lokman-ı Perende hacca gidip Arafat’ta kıbleye döndüğü sırada, bir anda karşısında Bektâş-ı Velî’yi gördü. Nişâbûr’a dönünce bu kerâmetini herkese anlattı ve “Hacı” lakabını verdi. Hacı Bektâş-ı Velî kendisinden kerâmet görenlerin şaşırdıklarını görünce; “Ben Resûlullah’ın neslindenim. Bana bunları çok görmeyiniz. Bunlar bana Allahü teâlânın bir ihsânıdır.” demiştir. Sık sık Hızır aleyhisselâm ile buluşurdu.
Hacı Bektâş-ı Velî, tahsîlini tamamladıktan sonra, Anadolu’ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayıp, kıymetli talebeler yetiştirdi. Kısa zamanda herkes tarafından tanındı ve büyük iltifât ve rağbet gördü. Bu sırada Anadolu’da dînî, iktisâdî, askerî ve sosyal bir teşkilât olan kendisine bağlı ahîlik teşkilâtı ile büyük hizmetler yaptı (Bkz. Ahîlik). Bundan dolayı Osmanlı sultanları tarafından sayılıp sevildi. Osmanlı Devletinin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük himmetleri oldu.
Hâcı Bektâş-ı Velî, Sultan Orhan ile sohbet etti. Yeniçeri askeri kurulurken duâda bulundu. Onlara İslâmiyetten ayrılmamalarını nasihat etti. Böylece Hacı Bektâş-ı Velî’yi kendilerine mânevî pîr olarak kabul eden bu ordu, mânevî hayâtını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektâş-ı Velî asırlarca yeniçeriliğin pîri, üstâdı ve mânevî hâmisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, yeniçerilerin sulh zamanlarındaki tâlimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok iyi neticeler verdi. Yeniçeriler, dervişler gibi cihâd azmiyle dolu olarak büyük kahramanlıklar gösterdiler.
Büyük evliyâ Hacı Bektâş-ı Velî’nin derslerini dinleyen, sohbetlerine katılan ve ondan feyz alanlara tasavvuftaki usûle uyularak “Bektâşî” bu yola da “Bektâşiyye” veya “Bektâşîlik” adı verildi (Bkz. Bektâşîlik). Bektâşîler zamanla azaldı. İki üç asır sonra hakîkî Bektâşîlik unutuldu. Tîmûr Hanın önünden kaçan Hurûfîler kendilerini kurtarmak için Bektâşî tekkelerine sığındılar. Kendilerini Bektaşî gibi göstererek bu tarîkatı kendilerine siper olarak kullandılar. Haramlara helâl, nefsin arzû ettiği kötü isteklere serbesttir demekle, bozuk rûhlu insanlar arasında yayıldılar. Halk arasında anlatılan Bektâşî fıkraları bu sahte ve yalancı Bektâşîlere âittir. (Bkz. Hurûfîlik)
Hâcı Bektâş-ı Velî’nin Makâlât adında Arapça bir eseri vardır. Sonradan “nefes” adıyla yazılan ve ona nisbet edilen şiirler, onun değildir.
Son devir din adamlarından. 1887 (H. 1304) senesinde Mora Yenişehir’e bağlı Alasonya’da doğdu. Bu sebeple Alasonyalı Cemal Öğüt veya Hacı Cemâl Öğüt diye meşhur oldu.
Müderris ve Müftü Ömer Hulûsî Efendiden Arapça ve Arap edebiyatı okudu ve hâfızlığını tamamladı. Ortaokul ve liseyi memleketinde okuduktan sonra, 1903 senesinde İstanbul’a geldi. Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesini bitirdi. Ayrıca ders vekili Hacı Ali Efendiden ilim öğrendi. Fatih dersiâmlarından İzmirli Halîl Efendi ve Düzceli meşhur âlim Zâhid Kevserî’den ilim öğrenip icâzet aldı.
Müezzin olarak din hizmetine başladı. İstanbul merkez vâizi olarak vazife yaptı. Gençliğinde güreşle ve hat sanatıyla meşgul oldu. Astronomiye karşı merak duydu. Dört defâ mukaddes topraklara gidip hac vazîfesi yaptı. Kurtuluş savaşında Millî Müdâfaa Grubu saflarına katıldı. Millî Müdâfâ Cemiyetinin İstanbul Beşiktaş havalisini teşkilatlandırdı. 44 maddelik tüzüğünü hazırladı. İstanbul’dan temin ettiği silâhları Anadolu’ya sevk etti. Kurtuluş Savaşından sonra Ankara’ya gitti. Ankara dönüşünde Şeyh Esad Efendi ile görüştü. Bir müddet evine çekilip inzivâ hayâtı yaşadı. Mısırda bulunan Mustafa Sabri Efendinin oğlu İbrâhim Sabri Beyin kendisine yazdığı mektuplar sebebiyle evi basılıp arandı. “Hilâfet istiyor!” diye suçlandı. Bütün dînî eğitim ve öğretim müesseselerinin kapatıldığı dönemlerde evinde gizlice din dersleri okuttu. 1950 senesinde Kore Şehitleri için ilk defa radyodan okunan mevlid proğramında konuşma yaptı. İmam-Hatip Okulunda Siyer ve Ahlâk dersleri okuttu, radyoda konuşmalar yaptı. Bir ara İmralı Açık Cezâevinde vazifelendirildi. 27 Mayıs İhtilâlinden sonra Diyânet İşleri Başkanı olması teklif edildiyse de kabul etmedi.
Güler yüzlü, hoş sohbet ve cömert bir kimse olan Hacı Cemal Öğüt herkesle iyi geçinirdi. “İctihad kapısı kapalı mıdır?” diye kendisine sorulan soruya: “İctihad kapısı açıktır, fakat ictihad yapabilecek ehil kimseler kalmadı.” şeklinde cevap vermişti.
Komünizmin en büyük düşmanlarından olup, komünizmi ıslâh edilmiş bir haraya benzetir. “Bu illetin Türkiye’mize yerleşeceğini görmektense ölmeyi tercih ederim.” derdi. Necip Fâzıl Kısakürek’le iyi görüşürdü.
1966 (H. 1386) senesinde İstanbul’da vefât etti. 7000 ciltlik kütüphanesi İstanbul İlâhiyat Fakültesine vasiyeti üzerine hibe edildi.
Eserleri: Hacı Cemal Öğüt dînî konularda birçok eserler yazdı. Bunlardan bâzıları: 1) Hazret-i Fâtıma, 2) Kadın İlmihâli, 3) Ana-Baba Hakkı, 4) Eyüp Sultan, 5) İçtimâî ve Ahlâkî Temizlik, 6) Kur’ân-ı Azîm-üş-Şâna Göre Maddî ve Manevî Fezâ Âlemleri.
On dokuzuncu yüzyılda Anadolu’da yetişen evliyâdan. Asıl ismi, Mustafa Fehmi’dir. Erzincanlı meşhur Terzi Baba’nın halîfelerindendir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1890 (H. 1298) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.
Zamânının usûlüne göre çeşitli ilimleri tahsil ederek kendisini yetiştiren Hacı Fehmi Efendi, tasavvufta Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yolunun edeplerini ve erkânını Erzincan’da yayan Terzi Baba’ya talebe oldu. Onun sohbetlerinde yetişip kemâle geldi. Hocasının vefâtından sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatıp, talebe yetiştirdi. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1877 senesinde meydana gelen ve Doksanüç Harbi diye bilinen harb esnâsında DoğuAnadolu’ya Rusların hücum ettiği sırada talebeleriyle birlikte harbe katılıp, büyük kahramanlıklar gösterdi. 1890 (H. 1298) senesinde hac ibâdetini yerine getirmek üzere gittiği Mekke-i mükerremede hastalandı. Otuz gün sonra da vefât etti. Hazret-i Hadîce’nin kabrinin ayak ucuna defnedildi.
Kırım Hanlığının kurucusu. Cengiz’in oğlu Cuci’nin küçük oğlu Tokay Timur’un neslinden olup Litvanya’da Troki’de doğdu.
Babası Gıyâseddîn Han, Altınordu devleti içindeki taht mücâdeleleri sebebiyle Litvanya’ya gitmişti. Gıyâseddîn Han taraftarı olan Şirin, Kongurat ve Berin kabileleri de Kırım’a göç etmişlerdi. Hacı Giray babasının başlattığı mücâdeleyi devam ettirerek 1426 yılında hanlığını îlân etti. Adına para bastırdı. Kırım limanlarına hâkim olan Cenevizlilerle savaştı. Osmanlılarla anlaşıp Cenevizlileri sıkıştırdı. Moskova prensliği ve Lehistan’la da, dostane ilişkiler kurdu. Altınordu hanları ile mücâdele etti. Topraklarını Kıpçak bozkırlarına doğru genişletti. Devlet teşkilâtlarında Altınordu devletini örnek aldı. Kırım limanlarında ticâret faaliyetlerinin yoğun olması sebebiyle geniş bir gümrük teşkilâtı kurdu.
1466 yılında başşehri Bahçesaray’da vefât etti. (Bkz. Kırım Hanlığı)
Kırım hanı. 1648 yılında Kırım’da doğdu. Kalgay Kırım Giray’ın oğludur.
İkinci Viyana kuşatmasına katıldı (1683). Bu sırada Kırım hanı olan Murat Giray’ın ihaneti üzerine muhâsara bozgunla neticelendi. Sancak-ı şerîfi düşman eline geçmekten Hacı Giray kurtardı. Savaş sonunda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kırım Hanı Murat Giray’ı vazifesinden alıp, yerine Hacı Giray’ı tâyin etti (1683). Hacı Giray’ın hanlığına karşı çıkan Şirin Kabilesi ve bâzı Kırım beyleri, ayaklandılarsa da duruma hâkim oldu (1684). Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın Viyana bozgunu sebebiyle idamı üzerine, İstanbul’daki en büyük desteğini kaybetti. Kırım’da kendisine karşı tekrar isyan başlaması üzerine hanlıktan alınan Hacı Giray Rodos’a gönderildi (1684). Yerine Selîm Giray Han tâyin edildi.
1689 yılında Rodos’ta vefât etti.
İlk Osmanlı kumandanlarından. Balıkesir’de doğan Hacı İlbeyi, Karesi beyliği ümerâsından olup, Evrenos, Ece Yâkub ve Gâzi Fâzıl Beylerle beraber Orhan Gâzi zamanında Osmanlı hizmetine geçti. Bundan sonra Karesi Beyi tâyin edilen Şehzâde Süleymân’ın emrinde olarak Rumeli fütûhâtına iştirâk etti ve büyük hizmetlerde bulundu.
Konurhisar’ın alınması ile oraya muhâfız tâyin edilen Hacı İlbeyi, burasını kendisine bir üs yaparak Malkara ve İpsala’yı zaptetti. Hayrabolu ve Çorlu taraflarına akınlar yaptı. Lüleburgaz’ı ele geçirdikten sonra üs merkezi olarak burayı kullanmaya başladı. Süleymân Paşanın ölümü ile ortaya çıkan karışıklık devresinde, karşı akınlara kahramanca göğüs geren Hacı İlbeyi, aynı zamanda Dimetoka’yı ele geçirdi ve Burgaz’a gelen Sultan Birinci Murâd’a müjde verdi.
Hacı İlbeyi, Birinci Sultan Murâd Han (1359-1389) zamanında da faaliyetlerine devâm etti. Edirne ve Filibe’nin alınmasında bulundu. Edirne’nin alınması Avrupalıları endişeye sevk etti ve Macar kralının kumandası altında Sırp, Bulgar ve Bosna kuvvetleri birleşerek büyük bir ordu ile Edirne üzerine harekete geçtiler. Bu sırada Edirne’de bulunan Lala Şahin Paşa, bu kuvvete karşı koyamayacağını anlayarak Murâd Gâzi’den yardım istedi. Aynı zamanda Hacı İlbeyi’ni bir miktar keşif kuvveti ile düşman üzerine gönderdi. Gâyesi Haçlıların kuvvet ve vaziyetini tetkik ettirmekti. Hacı İlbeyi, yanında bulunan 10.000 kişi ile beraber Haçlı kuvvetlerinin zafer sarhoşluğu içerisinde ihtiyâtı elden bırakıp zevk ve eğlenceye daldıklarını gördü. Elli bin kişi kadar olduğu tahmin edilen Haçlı kuvvetleri üzerine gece karanlığından da istifâde ederek şiddetli bir baskın yaptı. Asıl büyük Türk ordusunun geldiğini zanneden Haçlılar müthiş bir bozguna uğradılar. Büyük bir kısmı kılıçtan geçirilirken kaçabilenler ise Meriç Nehrinde boğuldular (1364). Macar kralı, canını güçlükle kurtarabildi. Osmanlı târihlerine “Sırpsındığı” olarak geçen bu savaş, Hacı İlbeyi’nin en büyük zaferidir. Ancak bu büyük kumandan çok geçmeden 1365 yılında vefât etti.
Osmanlı vezîri. Tokat ahîlerinden Ahî Bâyezîd’in oğludur.
Çelebi Sultan Mehmed’in Amasya sancakbeyliği sırasında timarlı sipâhî olarak onun askerleri arasına katıldı. Fetret devrindeki taht mücâdelesinde Çelebi Sultan Mehmed’i destekledi. Bursa subaşısıyken şehri, Karamanoğullarına karşı kırk gün müdâfaa etti (1414). Bu başarısından dolayı vezirlik verildi. İkinci Murâd zamânında ikinci vezir oldu. Şehzâde Mustafa Çelebi isyânının bastırılmasında önemli rol oynadı. Veziriâzam Çandarlı İbrâhim Paşayla anlaşmazlığa düştü. Bu sebeple 1427’de vezirlikten azlolundu. Bundan sonra Bursa’ya yerleşen İvaz Paşa 1429 yılında vebâ salgınında vefât edip, Pınarbaşı’nda Kuzgunluk mevkiine defnedildi.
Hacı İvaz Paşa, Bursa’da Yeşil Câminin resmini ve plânlarını bizzât hazırlayıp yapımına nezâret etti (1421). Dışardan sanatkârlar getirdi. Tokat’ta bir cami, Kazova’da bir medrese ve Bursa’da Kazzâziye (İmâdiye) Medresesini inşâ ettirdi. Mekke ve Medîne fukarâsı için vakıflar yaptı.
Büyük İslâm âlimi ve evliyâ. 1851 (H. 1268) senesinde Erzincan’ın Selüke köyünde dünyâya geldi. Babası, Kırtıloğullarından İbrâhim Efendidir.
İlk tahsilini köyünde yaptı ve köy hocasından Kur’ân-ı kerîm öğrendi. Erzincan’ın Eski Hükûmet tâbir edilen medresesinde Arapça ve Farsça tahsil etti. Fâtih Medresesinde diğer dînî ilimleri de öğrenmek üzere İstanbul’a gitti. Burada Medrese tahsilini tamamlayan Hacı Sâmi Efendi, müderrislik icâzetnâmesini (diplomasını) alarak Erzincan’a döndü. Burada Keleriç (bugünkü adıyla Karakaya) Köyü Câmiinde imâmlık ve hitâbet vazîfesine başladı. Zaman zaman Erzincan Câmi-i Kebirde vâizlik yaptı. Birkaç yıl sonra, Erzurum Rüşdiyesine muallim-i evvel olarak tâyin edildi ve burada dört yıl kadar hizmet yaptı.
Muhammed Sâmi Efendi, Erzurum’da bulunduğu sırada, PTT müdürlerinden İsmâil Efendi adında birisiyle tanıştı. İsmâil Efendi, o zamanlar Bitlis’in Hınıs ilçesine bağlı Nurşin köyünde bulunan hocası Hacı Şeyh Abdurrahmân Tâhî (Tâği)nin ilminden, büyüklüğünden ve yüksek ahlâkından bahsetti. Bunun üzerine bir tâtil günü ikisi birlikte Şeyh Abdurrahmân Efendiyi ziyârete gittiler. Hacı Sâmi Efendi, birkaç gün bu zâtın sohbetinde bulunduktan sonra, büyük bir evliyâ olduğunu görerek ona bağlandı. Bir gün sohbetten sonra, o zâtın elini öperek; “Efendim, kabul buyurursanız memuriyetten istifâ edip, hizmetinizde bulunmak istiyorum.” dedi. Şeyh Abdurrahmân Efendi, onun âilevî durumunu ve borcu olup olmadığını sorduktan sonra; “Senin biraz borcun varmış. Bir yıl daha çalışarak borçlarını öde; anne ve babandan müsâde aldıktan sonra da buraya gel.” diye emretti.
Bunun üzerine, Erzurum’daki vazîfesine geri döndü ve bir yıl daha çalışarak borçlarını ödedi. Erzincan’da bulunan babası, annesi ve âilesinden izin alarak, vazifesinden istifâ edip, Şeyh Abdurrahmân Efendinin hizmetinde bulunmak üzere Nurşin’e gitti. O zaman Şeyh Abdurrahmân Efendinin tekkesindeki talebelerle birlikte iki yıl kadar tasavvuf ilmini tahsil etti. Abdurrahmân Efendi, sohbetlerini Arapça ve Kürtçe yapıyordu. Hacı Sâmi Efendi, hocasının ilminden istifâde etmek, sohbetlerinden bereketlenmek için orada bulunduğu sırada Kürtçe öğrendi. Türkçe, Arapça ve Farsça’nın yanında, Kürtçeyi de ana dili gibi konuşur oldu. İki yıl sonunda kendisine icâzet (diploma) verilerek; insanlara İslâmiyeti öğretmek, doğru yolu göstermek için memleketi Erzincan’a gönderildi.
Hacı Sâmi Efendinin iki yıl gibi kısa bir zamanda icâzet alıp halîfe oluşu, tekke içinde hizmette bulunan diğer talebeler arasında bir takım dedikodulara sebeb oldu. Uzun zamandır orada bulunup, icâzet alamayan talebeler vardı. Bu durum hocalarına bildirilince; “Hacı Sâmi Efendinin hocaları, lâmbasının şişesine gazını koymuş, fitilini takmış, bize yalnızca bir kibrit çakmak vazîfesi kalmıştı. Biz de onu yaptık.” buyurdu.
Hocasının elini öpüp, duâsını aldıktan sonra Erzincan’a gelen Hacı Sâmi Efendi, önceden imâmlık yaptığı Keleriç köyüne gitti. Orada eski talebesi Beşir Efendi ile birlikte on kişi hizmetine girdi. Bir müddet kendi köyü Selüke’ye gelerek altı ay kadar kaldı ve kışı orada geçirdi. Daha sonra babasından izin alarak Erzincan’a gitti. Erzincan şehir kıyısında daha sonra Mecidiye-yi Kebîr adı verilen bir mahallede, Keçioğullarından altmış dönümlük bir tarla satın aldı. Bu tarla üzerine kendisi için bir mesken ve bitişiğine de gelen misafirlerin kalması için iki katlı bir bina, evlerin yanına bir de câmi yaptırdı. Hacı Sâmi Efendi, işte bu binâda hocasının emir buyurduğu şekilde insanları terbiye etmeye başladı. Allahü teâlânın dînini insanlara öğretti. Yanlış yollara gitmelerine mâni oldu.
Az zaman içinde, sözünden, sohbetinden, hal ve hareketlerinden lezzet alan halk, akın akın gelerek ona bağlanıp kendisinden istifâde ettiler.
Hacı Sâmi Efendi geriye Nusreddîn, Fahreddîn, Şeyhaddîn, Selâhaddîn, Eşref ve Hacı Bayram adında altı erkek; Hâlise ve Muhlise adında iki kız bırakarak 1914 (H. 1330) târihinde kurban bayramı akşamı vefât etti. Kabri Erzincan’da câmisinin bulunduğu yerdedir. Geride bıraktığı üç bine yakın kitap zelzelede zâyi oldu. Talebelerinin bâzıları Hahlı Hacı Abdurrahman, Kelkitli Hacı Ali, Refâhiyeli Hacı HasanEfendi, Hacı Mehmed Efendi ve Beşir Efendidir.
Buyurdu ki:
Kimsenin kalbini kırmayınız. Herkese hürmetle muâmele ediniz. Zîrâ karşındaki bir velî olabilir. Böylece onların nazarına, himmetine kavuşursun. “Evliyânın nazarı (bakışı) kimyâdır.” denilmiştir. Eğer onu bunu incitmeyi huy ve tabiat edinirsen bir gün bilmedenAllahü teâlânın sevdiklerinden birinin kalbini kırar, üzersin de, sonra perişan olursun. Nitekim hadîs-i kudsîde; “Ben kalbleri kırık olanların yanındayım.” buyuruldu. Bunun için, “Her gördüğünü Hızır bil!” demişlerdir.
Peygamber efendimiz; “Cemâatte rahmet vardır.” buyurdu. Cemâatten birinin duâsı, dileği kabul olursa cemâatin hepsinin birden duâsı kabul olur. Cemâatle namaz kılmanın hikmeti budur.
Yıldırım Bâyezîd Han devrinde yetişen fıkıh ve tıb âlimi. İsmi, Hıdır bin Ali bin Hattâb olup, Hacı Paşa diye meşhurdur. Lakabı Celâlüddîn’dir. Aslen Aydınlı olan Hacı Paşa, Konya’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1413 (H. 816) veya 1417 (H. 820) senesinde Ödemiş’e bağlı Birgi’de vefât etti.
Anadolu’da ilim öğrendikten sonra, Mısır’a gitti ve büyük âlim Ekmelüddîn Bâbertî’den yüksek din bilgilerini öğrenerek Hanefî mezhebi fıkıh âlimi oldu. Mübârek Şâh Mantıkî’den de aklî ilimleri tahsil etti. Aklî ve naklî ilimlerde tahsilini tamamlayıp, faydalı eserler yazdı.
Bir ara ağır hastalığa yakalanması, tıb tahsiline yönelmesine yol açtı ve kısa zamanda, devrinin en meşhur doktoru oldu. Kâhire’nin büyük hastahânesine baştabib tâyin edildi. İlâçlar ve hastalıklar üzerine ihtisâsını ilerlettikten sonra memleketine döndü. Aydınoğulları beylerinden Îsâ Beyin teveccühüne kavuştu. Îsâ Bey için Şifâ-ül-Eskâm ve Devâ-ül-Âlâm adlı eseri ile, Türkçe Teshîl adlı muhtasar bir tıb kitabı yazdı. Tîmûr Hanın tabibleriyle görüştü. Yapılan ilmî münâzarada, ilminin üstünlüğünü, tebâbetteki ehliyeti ve dirâyetini kabul ve tasdik ettiler. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleriyle görüşüp sohbette bulundu ve iltifâtlarına mazhar oldu. Yerleştiği Birgi kazâsında 1413 veya 1417 senesinde vefât etti. Hıdırlık Kabristanı yakınlarına defnedildi.
Hacı Paşanın 1380 senesinde tamamladığı Şifâ-ül-Eskâm ve Devâ-ül-Âlâm adlı eserinin genel plânı, İbn-i Sînâ’nın Kânun’una benzemektedir. Dört bölümden meydana gelen eserin birinci bölümünde genel bilgiler, ikinci bölümünde yiyecek ve içecekler, üçüncü bölümde hastalıkların sebepleri, dördüncü bölümde genel hastalıklar yer almaktadır. Hacı Paşa kitâbın girişinde, eseri yazarken karşılaştığı güçlükleri, hocalarından yaptığı tahsili, hastahâne tecrübelerini ve okuduğu tıb kitaplarını bildirmektedir. Ayrıca birçok gözlemlere de yer vermiştir. Hacı Paşa daha sonra bu eserini kısaltıp, Türkçe olarak Teshîl-üt-Tıb isimli kitabı yazmıştır. Bunlar arasındaki fark, Arabçasının ilmî olması, Türkçesinin ise halka hitâb edip, pratik olmasıdır. Hacı Paşanın Müntehab-üş-Şifâ adında diğer bir eseri daha vardır. Bu da Şifâ’nın başka bir kısaltmasıdır ve Aydınoğlu Îsâ Beye ithâf edilmiştir.
Hacı Paşa, ömrü boyunca, Allahü teâlânın dînini öğrenmek, insanlara doğru yolu öğretmek için uğraştı. Öğrendiği tıb bilgilerini, Allahü teâlânın kullarını tedâvide kullandı. İnsanların rûh ve bedence sağlam; dünyâ ve âhirette huzûrlu olmaları için çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi. Bahsedilen eserlerden başka, Kutbüddîn Râzî’nin Şerh-i Metâli-ül-Envâr adlı eserine bir hâşiyesi, İmâm-ı Beydâvî hazretlerinin Tevâlî adlı eserine de bir şerhi vardır.