H
Türk alfabesinin onuncu harfi. Konsonlar (sessiz, ünsüz) içinde sekizinci harf. Kimyâda hidrojenin, çeşitli ilimlerde zaman birimi olan saatin sembolü.
Genel olarak h, bir soluk sesidir. Nefes alt damağın ön tarafından geçerken bu ses çıkarılır. Eski Türkçede (sekizinci-dokuzuncu yüzyıl) bu ses yoktur. Onun için Göktürk alfabesinde bunu gösteren harfe yer verilmemiştir. Soğd, Uygur, Mani ve Brahmi alfabesinde ise yabancı dillerden geçen bu sesi göstermek için bâzı harf ve işâretler kullanılmıştır.
H, Türkçeye diğer dillerden geçmiş bir sestir. Türkçe han, hangi, hanım, hani kelimelerinin başındaki h, bu kelimelerin asıllarının (kan, kangı, kanım, kanı) başında bulunan k sesinin h’ye dönmesinden ortaya çıkmıştır. Türkçenin bâzı lehçe ve ağızlarındaki kelimelerin başında kullanılır. Bâzı ağızlarda (şivelerde) ise (Rumeli’de olduğu gibi) kelime başlarındaki h sesi düşmüştür: Hangi-angi, henüz-enüz gibi. Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra yeni dinlerini öğrenirken dînî metinlerden ve münâsebette bulundukları İran ve Arap topluluklarından bu sesi aldılar. Arap alfabesinde üç çeşit h vardır. Kur’ân-ı kerîmde de bu üç farklı h mevcuttur. Bu üç harfin yazılışları, ağızdan çıkış yerleri ve telaffuz şekilleri farklıdır. Türk alfabesinde bu üç h harfinden sâdece biri vardır. Bu ve bunun gibi bâzı harflerdeki ve telaffuz şekillerindeki farklılıklardan dolayı Kur’ân-ı kerîm’i Türkçe harflerle yazmak mümkün olmamaktadır.
H harfi, üçgen, piramit, silindir gibi birçok geometrik şekil ve cisimlerde yükseklik belirtme işâreti olarak da kullanılır.
Resûlullah efendimize îmân etmekle şereflenen ilk sahâbîlerden. İsmi Habbâb, künyesi Ebû Abdullah’tır. 586 senesinde Mekke’de doğdu. 657 (H.37)de Kûfe’de vefât etti.
Resûlullah efendimiz, Zeyd bin Erkâm’ın evinde bulunduğu bir sırada Müslüman oldu. İlk Müslüman olan erkeklerin altıncısıydı. İslâmın ilk günlerinde, inanmayanların kin ve intikamla baktığı bir zamanda Müslüman olmak, hattâ Müslüman olduğunu açıklamak çok zordu. Buna cesâret etmek; can, mal, îtibâr, kısaca her şeyini göze almak demekti. Müslüman olduğu için, müşrikler, inanmayanlar tarafıdan çok işkence yapıldı. Başı sıcak demirle dağlandı. Ümmü Enmâr isimli bir kadının âzâdlı kölesi olan hazret-i Habbâb, bir gün Resûlullah’ın huzûruna çıktı. Ümmü Enmâr’ın zulmünü ve başının dağlandığını arz edip, sırtındaki yaraları gösterince, Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Habbâb’a yardım et!” diye duâ etti. Bunun üzerine Ümmü Enmâr, şiddetli bir baş ağrısına yakalandı. Baş ağrısından inleyip durdu. Netîcede, bu ağrıdan kurtulması için başının ateşle dağlanması tavsiye edildi. Adâlet-i ilâhî tecellî etmişti. Bu sefer, hazret-i Habbâb, onun isteği üzerine Ümmü Enmâr’ın başını dağlıyordu.
Her geçen gün Müslümanların sayılarının daha da arttığını gören müşrikler, Habbâb bin Eret’e daha çok işkence yaptılar. Bu sıkıntılar karşısında yılmayan, hattâ îmânı daha da kuvvetlenen Habbâb bin Eret, hâlini Resûlullah efendimize arz edip, duâ isteyince Resûlullah efendimiz hazret-i Habbâb’ın sırtını okşadı ve duâ buyurdular:
“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri, etleri soyulup, kazınırdı da, bu işkence yine onları dîninden döndüremezdi. Testere ile tepesinden ikiye bölünürdü de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allahü teâlâ elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır. Bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip, San’a şehrinden Hadramût’a kadar tek başına giden bir kimse, Allahü teâlâdan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiç bir endişe duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.” Efendimizin rûhlara gıdâ ve şifâ olan bu latîf (güzel) sözleri hazret-i Habbâb’daki acıları dindiriverdi.
Peygamber efendimiz tarafından yeni Müslüman olan kimselere Kur’ân-ı kerîmi okumayı öğretmekle vazîfelendirilen Habbâb bin Eret, Hicret esnâsında Mekke’den Medîne’ye hicret etti.
Hazret-i Habbâb, Resûlullah’ın bütün gazâlarına iştirâk etti. Küçük seriyyelerden bâzılarında da bulundu. Hazret-i Ebû Bekr devrinde, yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarda ve Suriye taraflarına yapılan seferelere de katıldı. Hazret-i Ömer zamânında, İran savaşlarında kahramanca savaştı. Hazret-i Ömer, zaman zaman yaptığı konuşmalarda Habbâb bin Eret’ten bahseder, onun İslâmın ilk yıllarında çektiği eziyet ve sıkıntıları ibret olarak anlatırdı. Habbâb bin Eret, hazret-i Osman zamânında da muhârebelere katıldı, cihâddan aslâ geri kalmadı. 657 (H.37)de Kûfe’de vefât etti.
Alm. Nachrichtenaustausch (n), Fr. Communication (f), İng. Communication. İki nokta arasında haber alıp verme usûllerine ve bu usûllerin tatbiki sırasındaki faaliyetlerin tamamına verilen ad. Bir verici ve bir alıcı arasında mesaj, bilgi ve haberlerin alınıp verilmesi faaliyeti. Bilgi, duygu ve düşüncelerin paylaşılması için kurulmuş sistemler.
Haberleşmeden maksat sadece bilgi vermek veya almak değildir. Zâten bilginin kıymeti, bir harekete, bir işe, bir faydaya yol açmasıyla yakından ilgilidir.Tehlikedeki geminin S.O.S. işâreti vermesi, yangında itfâiyeye haber verilmesi, harpte beyaz mendille teslim işâreti verilmesi, trenin düdüğünü, otoların kornasını çalması hep bir harekete, bir işe yol açmak içindir.
İnsan beyni haberleşmenin merkezi durumundadır. Beynin hafıza kabiliyeti, bilgileri tasnif ve bir araya getirme fonksiyonları, insanın çevresinde olup bitenleri takip edebilmesine imkân vermiştir. Yine bu kabiliyetler, insanlar arası haberleşme vasıtalarından biri olan lisanın ve kültür adı verilen ortak hatıraların doğmasını sağlamıştır. İlk insanın yaratılması ile Allahü teâlâ ona kitap gönderdi ve ona birbirleriyle konuşmalarını öğretti. Hazret-i Âdem’in çocukları çoğalınca berâber konuştukları bir lisan meydana geldi. Lisanın böylece ilk defâ meydana çıkmasından sonra, değişik beldelerde yaşayan milyonlarca insan değişik lisanlar kullandılar. Bunlar zamanla gelişti.
Yazının mükemmelleşmesinde, Uzakdoğu’da keşfedilip, Avrupa’ya getirilen kâğıt ve mürekkebin devreye girmesinin önemli tesirleri olmuş ve 15. yüzyıldan îtibâren baskı teknolojisi gelişmeye başlamıştır. El yazması kitaplardan ucuza ve çabuk çoğaltılan kitaplara, oradan gazete ve dergilere ulaşılmıştır.
Konuşma ile gelişmeye başlayan haberleşme vâsıtalarının tekâmülünde teknolojik gelişmelerin büyük tesiri olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Zirâ mesajlar, her zaman akmak için en kolay, en çabuk ve en ucuz vâsıtalara meyletmektedir.
James Watt (1736-1819)ın geliştirdiği buhar makinasından güç alan Alman yapısı baskı makinaları ile Times Gazetesi o yıllarda inanılmaz bir hızla, saatte 1100 adet basılıyordu. 1886’da linotip dizgi makinaları piyasaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda 12 sayfalık bir New York gazetesinin rotatifteki baskı hızı saatte 96.000’e ulaşmıştı.
Matbaa ve basın, yazılı haberleşmenin ve dolayısıyla lisanın standartlaşmasını ve karadan, denizden ulaşabilen, her yere yayılmasını sağladı. Böylece yazılı-basılı mesajların iletilme hızı büyük ölçüde artmış oluyordu.
Mesajların kaynaktaki vericiden varış noktasındaki alıcılarına ulaşması için gerekli süre olan iletim süresi, artık taşıma araçlarının hızı sınırına dayanmıştı. Bu sınır mesajların önce elektrikî, sonra elektronik olarak ulaştırmasıyla ortadan kaldırılarak, mesâfenin bir haberleşme engeli olmasına son verildi. Bir bakıma eski Yunancada uzak mânâsına gelen “tele” devri açılmış oldu.
“Tele”lerin ilki olan telgraf (telegraf), elektriğin kontrolünü gerçekleştiren Benjamin Franklin, Volta Galvani, Ampere, Joseph Henry, Faraday, Maxwell, Heinrich Hertz ve diğer araştırmacıların çalışmalarına dayanan Samuel B.Mors tarafından geliştirildi. 1837’de patentini aldığı bu buluşu ile Mors, harfleri temsil eden elektrik sinyallerini kotlanmış olarak atölyesinde dolaştırdığı 16 km’lik bir tel üzerinden aktarmayı başardı. İlk ticârî telgraf hattı 1845 yılında Washington-Baltimore arasında kuruldu. Bu hatta Mors’un çektiği ilk telgraf şöyle idi: “Allah bizlere neler gösterdi!” (Bkz. Telgraf)
Daha Avrupa ile Amerika kıtaları arasındaki 3240 km’lik ilk telgraf kablosu atılmadan (1958), Osmanlı Devletinde ilk telgraf hattı Sultan Abdülazîz devrinde 1854 yılında Kilyos-Varna arasındaki denizaltı kablosu ile gerçekleştirilmiştir.
İkinci “tele” olan telefona gelince, Alexander Graham Bell’in, 1876 yılında telefonu bulmasıyla haberleşmede yeni bir devir açılıyordu. İlk ticârî telefon ABD’de aboneli olarak kurulmuş, Siemens, 1922’de ilk kadranlı telefonu îmâl etmiştir. Bugün kadranlı, tuşlu, hattâ görüntülü telefonlar, otomatik ve elektronik santrallarda gelişmesine devâm etmektedir.
Ülkemize ilk telefon makinası Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Bell’in keşfinden sâdece üç yıl sonra 1879’da gelmiş ve 2 yıl sonra da 1881’de İstanbul’da Posta ve Telgraf Nezâreti ile Postane arasına ilk telefon tesisi kurulmuştur. 1909’da 50 hatlık manyetolu lokal bataryalı bir santral şimdiki Büyük Postahaneye monte edilmiştir. Düzenli ve teşkilatlı ilk telefon şebekesi 1911 yılında faaliyete başlamış, 1914’te 9600 hatlık Tahtakale, 6400 hatlık Beyoğlu ve 200 hatlık Kadıköy merkezi hizmete verilmiştir. 1926 yılına kadar İstanbul’dan başka yerde telefon şebekesi yoktu. İlk şehirlerarası telefon 1929’da Ankara-İstanbul, ilk milletlerarası konuşma 1931’de İstanbul-Sofya arasında yapılmıştır.
Ülkemizde 1923’te 13 santralda 8450 telefon abonesi varken, 1984 sonunda abone sayısı 1.197.000 olmuştur. Memleketimizde 100 kişiye 2 telefon düşerken, dünyâ ortalaması 8,6’dır. 1993 yılında ilâve edilecek yeni hat kapasitesiyle telefon abone sayısı 10,2 milyona ulaşacaktır. Telefon abone yoğunluk oranının ise % 16,5 seviyesine yükselmesi beklenmektedir. (Bkz. Telefon)
Radyo, telli haberleşmenin özel, şahsî ve sınırlı olma özelliğini ortadan kaldıran yaygın bir haberleşme vâsıtasıdır. Radyonun esası olan elektromanyetik dalgaların Heinrich Hertz tarafından bulunuşundan sonra 1895’te Guglielmo Marconi, Mors kodunu kullanarak ilk telsiz mesajını gönderdi. Aynı yıl benzer bir deneyin Rusya’da Aleksandır Popov tarafından da yapıldığı bildirilmiştir. 1906’da Edison’un yanında çalışan Kanadalı Regina Fenenden, insan sesini ilk olarak radyo ile göndermeyi başardı. Radyoda yayınlanan ilk haber 1916’da ABD’de başkanlık seçimi sonuçlarının duyurulması idi. Müzik yayınlarıyla ilgi kazanan radyo ve radyo yayıncılığı hızla yayıldı.
Fotoğraf oldukça eski bir haberleşme vâsıtasıdır. Ancak görüntünün “dondurulması” bir asır kadar sürmüştür. Bir asırlık bir durgunluktan sonra resimlerin hareketi zaptetmesi, bir yerden bir yere anında nakledilmesi mümkün olabilmişti. Önce sessiz, sonra sesli sinema ve daha sonra televizyon, görüntünün durgunluğunu harekete dönüştürmüş ve büyük bir hız kazandırmıştır. On dokuzuncu yüzyılın başlarında fotoğraf keşfedildi. Bu asrın sonlarında fotoğrafın baskı ve basın hayâtına, daha sonra hareketle birlikte sinema hayatına girmesi büyük bir hâdise oldu.
Fotoğrafa benzer olarak seslerin dondurulması ve saklanması fotoğrafla mümkün olmuştur. Thomas A.Edison 1877’de mumlu silindirik fonoğrafı buldu. Daha sonra seslerin önce optik (sesli sinema doğdu), sonra manyetik olarak saklanıp, yeniden canlandırılması devri açıldı. Sinemanın ve manyetik ses kayıt cihazlarının sosyal hayat, kültür ve eğitim alanlarındaki tesirleri hâlâ devâm etmektedir.
Haberleşme araçları içinde insanlar üzerinde en büyük ve en derin etkiyi televizyon sağlamaktadır. Hem göze hem kulağa hitap etmesi ve sahib olduğu muazzam hız, bir yandan televizyonun yayılmasını bir yandan da toplumlara hükmeden bir araç hâline gelmesini sağlamıştır. Asrımızın müthiş silâhı olan televizyonun temeli, 1904 yılında ilk “telli fotoğraf”ın Münih’ten Nüremberg’e gönderilmesi ile atılmıştır, denebilir. 20 yıldan az bir zaman içinde resimler New York ve Filadelphia arasında telsiz olarak gidip gelmeye başladı. İlk faksimile haberleşme 1938’de başladı. Televizyon öyle hızlı yayıldı ki, 1967’de ABD’de 10 evden 9’unda televizyon alıcısı bulunuyordu. (Bkz. Televizyon)
Ses ve görüntünün anında manyetik kaydı ve anında tekrar görünüp dinlenebilmesini sağlayan videolarla birlikte televizyon şimdilik haberleşme teknolojisinin zirvesine oturmuş görünüyor. Onu da zirveden indirecek yeni teknolojik gelişmeler elbette var olacaktır. Çünkü yapılan keşifler ve yenilikler haberleşme sâhasında muazzam bir rekâbete yol açagelmiştir. Bâzıları birbirini tamamlayan, biribirine yardımcı olan yeni haberleşme vâsıta ve şekilleri hemen hemen dâimâ birbirleriyle rekâbet etmiştir. Her yeni buluştan sonra, bu buluşla herşeyin altüst olacağı iddiâ edilmiştir. Bu iddiâlar bir ölçüde doğru çıkmıştır. Yeni haberleşme imkânları eskilerin pırıltısını ve üstünlüğünü ortadan kaldırmıştır.
Haberleşme uyduları: Uzak mesâfe veya denizaşırı haberleşmede kullanılan yer yörüngesindeki araçlar. Mesajlar yerdeki bir istasyondan diğerine uydular yoluyla gönderilir.
1946’da Arthur C.Clarke adlı bir İngiliz, uzayda uygun yerlere yerleştirilecek üç aktif haberleşme uydusundan ibâret dünyâ çapında bir haberleşme sistemi teklif etmiştir. John R.Pierce, 1955’te Bell Telefon Laboratuvarlarından uydularla haberleşmede hazırlanan ilk farklı metodu analiz etti. Bu metodlardan birinde sinyaller herhangi bir elektronik cihazı olmayan pasif bir uydudan yansıtmaya diğeri ise sinyalleri alacak, güçlendirecek ve tekrar yeryüzüne aktaracak cihazlara sâhip aktif uydular kullanmayı öngörüyordu. Bugün her iki cinsten uydular da kullanılmaktadır.
Echo 1 ve 2 uyduları gibi pasif haberleşme uyduları sinyalleri yansıtan metal yüzeylere sâhiptirler. Sinyaller yerdeki bir verici istasyondan bu uydulara sevk edilir, uydudan yansır ve yerdeki alıcı istasyonda güçlendirilir. Alınan sinyaller çok güçsüz olduğundan, sınırlı miktardaki sinyali almak için bile çok büyük ve çok hassas alıcı istasyonlara ihtiyaç duyulur. Bu sebeple, pasif uydular, bol miktarda bilgi (sinyal) taşıyan ticârî haberleşme sistemlerinde pek kullanılmazlar. Echo 1, ilk haberleşme uydusu olarak 12 Ağustos 1960’ta, Courier 1B, 10 Ekim 1960’ta fırlatılan ilk başarılı uydulardır.
Telstar 1, Relay 1 ve Syncom 2 gibi aktif haberleşme uyduları ise, kendilerine gelen sinyalleri alan, güçlendiren ve yer istasyonlarına başka bir frekanstan gönderen mikrodalga cihazlarına sâhiptir. Bu cihazlarla, mütevâzi büyüklükteki alıcı yer istasyonlarına büyük miktarlarda bilgi aktarılabilmektedir.
Syncom 2, Syncom 3 ve Intelsat 1,2 ve 3 adlı ticârî haberleşme uyduları hep aktif uydulardır.
Ekvatordan 35.200 km yüksekte yörüngeye oturtulmuşlardır. Bu yükseklikte uydunun dönüş hızı ile yer kürenin dönüş hızı birbirine eşittir. Bu sebeple bu uydulara senkronize uydular denir.Yerdeki bir gözlemciye göre senkronize bir uydu hareketsiz görünür. İlk senkronize uydu, 26 Temmuz 1963’te fırlatılan Syncom 2 uydusudur.
Uydu aracılığı ile bütün dünyâya ilk ses nakli, 19 Aralık 1958’de ABD başkanı Eisonhower’in yeni yıl mesajının basit bir sinyal tekrarlama cihazına sâhib olarak yörüngede bulunan bir Atlas Füzesi ile gerçekleştirilmiştir.
Telotar 1: 10 Temmuz 1962’de fırlatıldı. ABD ve Avrupa arasındaki TV sinyalleri taşıyordu. 4800 km yükseklikte bir yörüngede bulunduğu için (senkronize olmadığından) ancak kesikli hizmet yapabiliyordu. Sürekli hizmet için çok sayıda yerleştirilmesi gerekiyordu. Halbuki senkronize uydulardan üç tanesi yer kürenin her noktasına sürekli hizmet edebilir.
Early Bird (Intelsat 1), ilk ticârî haberleşme uydusu 6 Nisan 1965’te Atlantik üstüne fırlatıldı. Senkronize bir uydudur. Bir TV kanalı ve 240 telefon hattı taşır (Denizaltı kablosu 480 kanallıdır).
İntelsat 2: Bu seriden üç uydu vardır. Kapasitesi Intelsat 1 kadardır. Biri Pasifik, diğeri Atlantik’tedir.
Intelsat 3: Serisi dört uydudan meydana gelir. 4 TV kanalı ile 1200 telefon kanalı vardır.
Sovyetlerin 1965’te fırlattıkları Molniya 1 uydusu Moskova Vladivostok arasındaki 30 yer istasyonuna TV yayınlarını aktarmaktadır.
(Bkz. Etiyopya)
Tunus devlet adamı. 1903’te Munestır’da doğdu. Tahsile Tunus’ta başladı. Paris Hukuk Fakültesini bitirdi.
Düstûr Partisine girerek siyâsete atıldı. Tunus’a dönünce (1927) lâiklik düşüncelerini savunan bir gazete çıkardı. Onun bu tutumu, partinin Eski Düstûr ve Yeni Düstûrcular diye ikiye bölünmesine sebeb oldu. Fransızlar tarafından çok defâ hapsedildi. 1942’de Almanlar tarafından serbest bırakıldı. Tunus’a dönünce, Fransızlar tarafından tekrar tutuklandı. 1945’te Tunus’tan gizlice ayrılarak, propaganda maksadıyla birçok ülkeyi dolaştı. Yeni Düstûr Partisinin önce genel sekreteri, sonra başkanı oldu. 1952’de tekrar tutuklandı. İki sene gözaltında tutuldu. Fransa Başbakanı Pierre Mendes, Habib Burgiba’yı serbest bıraktı. Fransa ile Tunus arasındaki görüşmelerde ülkesini temsil etti. 1956’da Tunus bağımsızlığını kazanınca, başbakan oldu. 1957’de Tunus Beyini görevden uzaklaştırarak, Tunus Cumhûriyetinin ilk cumhurbaşkanı oldu. Mart 1975’te Millet Meclisi tarafından ömür boyu cumhurbaşkanlığına getirildi. 1987’de başbakanı Zeynel Âbidîn tarafından devrilerek, iktidardan 84 yaşındayken uzaklaştırıldı.
Tek partinin ve devletin başkanı olan Habib Burgiba, dînin pekçok emir ve yasaklarını değiştirdi. Gelenek ve göreneklerde değişiklik yaptı. Beyrut’u terk etmek zorunda kalan FKÖ’yü Tunus’a çağırdı (1982). Ülkede çeşitli ayaklanmalar olunca, bunları yatıştırmak için, çok partili döneme geçmek, sendikalara serbestlik vermek zorunda kaldı.
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Muhammed’dir. 739 (H.120)da vefât etti.
Habîb-i Acemî hazretleri, âlim ve velîleri tanımadan önce, çok zengin olup fâize para verirdi. Bir gün hanımı yemek pişirip önüne koydu. Tam yemeği yiyeceği sırada, kapıya birisi geldi; “Allah rızâsı için bir sadaka!” deyince, yüzüne kapıyı kapadı. O kimse mahzûn olarak gitti. Habîb-i Acemî, geri sofraya geldiğinde kaptaki yemeğin kan olduğunu gördü. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Yerinde duramadı. Bir Cumâ günüydü. Hasan-ı Basrî’nin evine gitti. Giderken yolda oynayan çocuklar Habîb-i Acemî’yi görünce birbirlerine; “Kaçın kaçın, fâiz yiyen Habîb geliyor. Ayağından kalkan toz bize gelir de, onun gibi bedbaht oluruz!” diyerek kaçıştılar. Çocukların bu sözleri, kendisine çok ağır geldi. Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine gelip elini öptü. Allahü teâlânın sonsuz lütfu ve ihsânı ile tövbe-i nasûh eyledi ve onun talebelerinden oldu. Önceki yaptıklarına çok pişmân oldu. Allahü teâlâya şöyle münâcaatta bulundu: “Yâ Rabbî! Ben çok günahkârım. Fakat senin magfiretin sonsuzdur. Beni affet. Senin her şeye gücün yeter. Kudretin sonsuzdur. Dilediğini yaparsın. Sen öyle büyüksün ki, benim dermânım ancak sendedir. Ben ancak sana sığınırım. Yâ Rabbî! Fermânına boyun eğdim ve sana teslim oldum. Beni affet!”
Oradan ayrılıp evine dönerken, kendisine borcu olanlar, onu görüp alacaklarını ister endişesiyle kaçmak istediler. Bunları görünce; “Kaçmayın! Bugün benim sizden kaçmam lâzımdır!” dedi.
Habîb-i Acemî, şehrin her tarafına tellâllar çıkararak: “Her kimin Habîb’e borcu varsa, bundan vazgeçti. Aldığı fâizleri de geri dağıtacaktır!” diye îlân ettirdi. Servetinin hepsini fakirlere dağıttı. Günün birinde bir kimse geldi. Dağıtacak malı kalmadığından, üzerindeki gömleği gelen kimseye verdi. Yine bir gün çocukların yanından geçerken çocuklar bu defâ: “Çekilin, tövbe eden Habîb geliyor, üzerine bizden toz gitmesin ki, Allah’a âsi oluruz!” dediler. Habîb kendisine bir kulübe yapıp orada ibâdetle meşgul oldu. Gündüz Hasan-ı Basrî’nin (rahmetullahi aleyh) sohbetinde bulunup, gece ibâdet ederdi. Hasan-ı Basrî hazretlerinin sözleri kalbine çok tesir ederdi. Onu kendinden geçmiş olarak dinlerdi.
Habîb-i Acemî; Hasan-ı Basrî, İbn-i Sîrîn, Bekr bin Abdullah el-Müzenî ve diğer hadis âlimlerinden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de Süleymân Teymî, Hammâd bin Seleme, Mu’temir bin Süleymân, Osman bin Heysem gibi âlimler hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.Basra’da 739 (H.120)da vefât etti. Evliyâ olup, birçok kerâmetleri görülmüş olan Habîb-i Acemî, az kâra kanâat eder, doğruluğu sebebiyle herkes tarafından sevilirdi. Allahü teâlâdan nasıl korkmak lâzım ise öyle korkardı. O’nu nasıl tâzim etmek lâzım ise öyle tâzim ederdi. Dünyâya ve dünyâda olan şeylerin hiçbirisinde gözü yoktu. Hep Allahü teâlâyı düşünür, dünyâ zevklerinden uzak durur, âhiret ticâretiyle meşgul olurdu. Yanına ticâret ehli kimseler geldiğinde onlara önce ticâretten, dünyâ işlerinden bahseder; sonra ahret bilgilerini anlatırdı. Böylece gelenlerin istifâdesi çok olurdu.
Habîb-i Acemî hazretleri buyurdu ki: “Boş oturmayınız. Çünkü ölüm peşinizdedir.”
Âdem aleyhisselâmın iki oğlunun isimleri. Berâber yaşayıp büyüdüler. Bir gün ikisi arasında büyük bir ihtilâf çıktı. Kâbil haksız olmasına rağmen anlaşmazlığa son vermiyordu. Babaları Âdem aleyhisselâm nasîhat etti ise de Kâbil iknâ olmadı. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Mâdem bu ihtilâfa son vermiyorsunuz, Allahü teâlâ her şeyi en iyi bilendir. Bu işi halletmek üzere her biriniz Allah için birer kurban adasın” dedi. Kabul ettiler. Hâbil’in mesleği çobanlıktı. Koyunların arasından en iyisini alıp getirdi. Kâbil de, çiftçilik yapmaktaydı. Biçtiği buğdayların arasından en kötülerini ayırıp bir demet getirdi. Böylece her ikisi de kendi adaklarını bir tepenin üzerine koydular. Âdem aleyhisselâm duâ etti. Gökten bir parça ateş düştü ve Hâbil’in koyununu bir iz bırakacak kadar yaktı. O zaman ilâhî bir hikmetle Allahü teâlâ kabul buyurduğu kurban üzerine bir ateş gönderir ateş onu yakıp yok ederdi. Kabûl olmayan kurban ise olduğu gibi kalırdı. Böylece Hâbil’in haklı olduğu anlaşıldı. Fakat Kâbil’in niyeti temiz olmadığından bu anlaşmayı kabul etmedi. İşi daha da ileriye götürerek Hâbil’i öldürmekle tehdid etti. Hâbil: “Benim bir suçum yoktur. Eğer bana elini kaldırırsan, sana karşılık vermeyeceğim. Ben Allahü teâlâdan korkarım. Böyle bir şey yaparsan, bütün suç ve günâh senin boynuna, yerin de Cehennem olur.” dedi.
Kâbil doğru sözü dinleyip, anlayacak ve kabul edecek hâlden uzak olduğu için, Hâbil’e karşı, kininden vaz geçmedi. Bir gün ıssız bir yerde Hâbil’in başına vurarak öldürdü. Yaptığı bu kötü işi gizlemek için çâre aramaya başladı. Hâbil’in ölüsünü ne yapacağını düşünüyordu. Etrâfına bakınırken bir karganın başka bir kargayı öldürdüğünü ve leşini toprakla kapattığını gördü. O da Hâbil’in cesedini toprağa gömdü ve oradan ayrıldı. Fakat çok perişan ve pişmandı. Uykusu ve huzuru kaçtı. Çok kötü bir iş yaptığından ve büyük bir günâh işlediğinden dolayı çok bedbahttı.
Hâbil’in birdenbire ortadan kaybolması üzerine Âdem aleyhisselâm onu sormaya başladı. Hâbil’in öldürüldüğünü öğrendi. Kâbil’e; “Sen ne kadar bedbahtsın, hem kardeşini öldürdün hem de kendini mahvettin! Senin cezân çok büyüktür.” dedi.
Peygamber efendimiz de sallallahü aleyhi ve sellem Kâbil hakkında; “Zulm ile öldürülen her insanın kanından (günâhından) Âdem’in birinci oğlu Kâbil’e bir pay ayrılır. Çünkü cinâyeti âdet edenlerin önderi oldu.” buyurdu.
Âdem aleyhisselâm bu hâdiseye çok üzüldü. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm tesellî için geldi ve müjde verdi. “Allahü teâlâ sana yakın zamanda bir evlat verecek ve âhir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâm onun neslinden gelecek.” dedi. Müjdelenen bu evlat Şit aleyhisselâm idi.
Kâbil her geçen gün yapmış olduğu kötü işden dolayı perişan ve pişman oluyordu. Babasına karşı mahçuptu. Cezâdan korkuyordu. Çok huzursuzdu. Utanç ve korkusundan dolayı başını alıp çöllere düştü. Yıllarca avâre, başı boş yaşadı. Bu sırada şeytan Kâbil’in karşısına çıkıp; “Kardeşin Hâbil ile kurban takdim ettiğinizde Hâbil’in kurbanına ateş isâbet edip yakması ve onun kurbanının kabûl olunması, Hâbil’in ateşe tapması sebebiyledir. Sen de kendin için ve senden sonra gelecek neslin için bir ateş yak, ona tap!” diyerek Kâbil’i aldattı. Kâbil de bir yer yapıp, orada ateş yakarak tapmaya başladı. Böylece ateşperestlik ortaya çıktı. Kâbil’in çocukları ve nesli azgın bir cemiyet hâlini alıp, Nûh aleyhisselâm zamânında tûfanda helâk edildiler.
Âdem aleyhisselâmın bu iki oğlu arasında geçen hâdise, Kur’ân-ı kerîmde Mâide sûresi 27-31. âyetlerinde bildirilmektedir.
İslâmın beş şartından birisi. Diğerleri kelime-i şehâdet getirmek, namaz, oruç ve zekâttır. Lügatte hac, “Kastetmek, yapmak, istemek” mânâsına gelir. İslâm dîninde hac; belli bir zamanda, belli şeyleri yaparak Kâbe-i muazzama ve yakınındaki hac ile ilgili mübârek yerleri ziyâret etmek demektir. Bu belli şeylere “menâsik”, menâsiklerden herbirine de “nüsük” denir.Nüsük, ibâdet demektir. Hac ve örmeye de nüsük denir. Zengin olan hür, âkıl bâliğ (ergenlik ve evlenecek yaşa gelmiş olan) Müslümanın ömründe bir kerre Kâbe-i muazzamaya gitmesi farzdır. İkinci ve daha sonra yapılan haclar nâfile olur.
Haccın farz olduğu Kur’ân-ı kerîm ve sünnet ile sâbittir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresi 97. âyetinde; “... Ona bir yol bulabilenlerin (gidip gelmeye gücü yetenlerin) Beyti hac (ve ziyâret) etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır, farzıdır.” buyuruyor. Peygamber efendimiz; “İslâm beş esas üzerine binâ edilmiştir.” hadîs-i şerîfinde, beş esastan birinin hac olduğunu bildirmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Hac yapmayan, kendisi için hac yapmayı vasiyet etmeyen ve kendisi için hac yapılmayan kimsenin, kıyâmet günü hiç bir ameli makbûl olmaz, kabul edilmez.” buyurmuştur ve yine; “Allahü teâlâ size haccı farz kıldı. Haccı yerine getirin, emre uyun.” buyurdu.
Bir de ömre vardır ki, hac zamânı olan beş günden (Arefe ve kurban bayramının 4 gününden) başka, senenin her günü ihrâm ile yapılan tavaf, sa’y ve saç kazımak veya kesmektir. Ömre, ömründe bir kerre müekked sünnettir. Farz olan hacca, “Hacc-ı Ekber veya Haccetü’l-İslâm”, ömreye de “Hacc-ı Asgar” ismi verilir.
Hac yapan kimseye “hacı” denir. Üç türlü hacı vardır:
1. Müfrid hacı: İhrâma girerken, yalnız hac yapmaya niyet eden kimsedir. Mekke’de oturanlar, yalnız müfrid hacı olur.
2. Kârin hacı: Hac ile ömreye birlikte niyet eden kimsedir. Önce ömre için tavaf ve sa’y edip, sonra ihrâmını çıkarmadan ve traş olmadan hac günlerinde hac için tekrar tavaf ve sa’y yapar. Kârin hac sevâbı diğer ikisinden fazladır.
3. Mütemetti hacı: Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavaf ve sa’y yapıp ve traş olup ihrâmdan çıkan hacıdır. Memleketine gitmeyerek o sene, terviye gününde veya daha önce hac için ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac yapan kimsedir.Yalnız tavaftan sonra da sa’y yapar.Temettü hac sevâbı, ifrâd hacdan çoktur.
Kârin ve mütemetti hacıların şükür kurbanı kesmesi vâcibtir. Mekkeliler kârin ve mütemetti hacı olamaz.
Haccın şartları, farzları, vâcipleri ve sünnetleri vardır. Şartları iki çeşittir:
1. Vücup şartları: Sekizdir:
1) Müslüman olmak, 2) Kâfir memleketinde olanın, haccın farz olduğunu işitmesi, 3) Akıllı olmak, 4) Bâliğ olmak (ergenlik çağına, evlenecek yaşa girmek), 5) Hür olup köle olmamak, 6) Geçim ihtiyâcından fazla olarak hacca götürüp getirecek ve geride kalanlara yetecek kadar helal kazanılmış parası olmak. Buradaki ihtiyaç da zekâttaki gibidir. Bu durum fıkıh kitaplarında yazılmıştır. 7) Hac vakti gelmiş olmak. Hac vakti, arefe ve bayram günleri olmak üzere beş gündür. Yolda geçen zaman da düşünülerek, vücup şartları, bu zaman başında mevcut olan kimsenin ömründe bir kerre hacca gitmesi farz olur. 8) Hacca gidemeyecek kadar kör, hasta, çok ihtiyar ve sakat olmamak.
2. Edâ şartları: Dörttür.
1) Hapsedilmiş veya hac etmekten men edilmiş olmamak, 2) Hac için gideceği yolda ve hac yerinde selâmet ve emniyet olmak, 3) Mekke’den üç gün üç gecelik uzak yerlerde bulunan kadının hacca gidebilmesi için kocasının veya nikâhı düşmeyen akrabâsından haram işlemeyen âkıl ve bâliğ bir erkeğin berâber gitmesi ve kadının bunun yol parasını verecek kadar zengin olması da lâzımdır. 4) Kadın, iddet hâlinde yâni kocasından yeni ayrılmış olmamalıdır.
Vücup şartları bulunmakla berâber, edâ şartları da kendinde bulunan kimsenin o sene hacca gitmesi farz olur. O sene, hac yolunda ölürse hac sâkıt olur.
Vücup şartları bulunup da edâ şartından biri bulunmayan kimsenin hacca gitmesi farz olmaz ise de, bu âcizlik ölünceye kadar devam ederse, yerine bir Müslümanı vekil göndermesi veya öldükten sonra, yerine birinin gönderilmesi için vasiyet etmesi lâzımdır. Bir kimse hayattayken ancak devamlı özürlü olduğu zaman, emri ve malı ile onun yerine başkası hac yapabilir. Kendine hac farz olmayan kimse, nâfile hac için özür olmadan vekil gönderebilir. Vekilin ihrâma girerken emreden kimse için kalb ile niyet etmesi şarttır.
Zekât ve hac farz olan kimse önce hemen hacca gider. Hacdan arta kalandan zekâtını verir. Hacca gidemezse hepsinin zekâtını verir. Edâ şartlarını temin etmek lâzımdır. Yalnız, kadının hacca gitmesi için evlenmesi lâzım değildir. Hacca giden bir erkek ile muvakkat nikâhlanması da uygun değildir.
Haccın farzı üçtür. Bu üçünden biri yapılmazsa hac sahîh olmaz. Bunlar: 1) Haccı ihram içinde yapmaktır. İhrâm, peştamal gibi iki beyaz bez olup, biri belden aşağı sarılır, öteki, omuzlara sarılır. İple bağlanmaz, düğümlenmez. İnsana sanki kefenlendiğini, mezara girdiğini ve bu dünyâdan ayrıldığını hatırlatır. İhrâm denilen örtüye bürününce, hacca niyet edilir ve telbiye (Lebbeyk, diye başlayan belli sözler) okunur. (Bkz. İhrâm)
Kadınların başını örtmesi lâzım olup, dikilmiş elbise, mest, çorap giymeleri, örtü altına ziynet eşyâsı takmaları câizdir. 2) Arefe günü, Arafat’ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde, öğle ve ikindi namazlarından sonra vakfeye durmak. Herkes, imama karşı ayakta durup (ayakta duramazsa, oturup) imamın duâsını dinler. Sonra oturabilir, yatabilir. (Bkz. Vakfe) 3) Kâbe-i muazzamayı tavâf (ziyâret) etmektir. Tavâf, Mescid-i Haram içinde Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir. Dördü farz üçü vâcib olmak üzere yedi kere dönülür. (Bkz. Tavâf)
Hac ibâdetinin şartlarından ve farzlarından başka, vâcipleri, sünnetleri ve müstehapları da vardır. Bunlar, fıkıh kitaplarında ve daha açık olarak da Hac Rehberlerinde yazılıdır. (Türkiye Gazetesi yayınlarından Seâdet-i Ebediyye kitabında geniş bilgi vardır).
Hac ibâdeti, dünyânın her tarafından gelen Müslümanları, İslâmiyetin ilk defâ doğduğu ve yayıldığı topraklarda bir araya getirir. Allahü teâlânın yeryüzünde mübârek ve mukaddes kıldığı Kâbe’nin bulunduğu arsada bir araya gelen çeşitli ırk, renk ve dilden olan bu insanlar, büründükleri ihram içinde aralarındaki beşerî ayrılıklardan sıyrılarak İslâmiyetin emrettiği saf din kardeşliğini bütün varlıklarıyla yaşarlar. İstisnâsız hepsi tek bir kıyâfet, tek bir îmân ve tek bir nidâ (Lebbeyk... Allahümme Lebbeyk!.. [Allahım! Senin emrine her zaman itâat ederim; senin ortağın yoktur. Dâvetine can ve gönülden uyarım. Şüphesiz hamd (övgü), nîmet (vermek) sana mahsûstur. Mülk de senindir. Senin ortağın yoktur.)] ile ve topluca hac ibâdetini ifâ ederler. İbâdet günlerinin öncesinde ve sonrasında bir araya gelerek birbirleriyle yakından tanışır, konuşur, görüşür ve sevişirler. Dînî bilgi ve meselelerde âlimler arasında birbirleriyle istişâre etmek ve bilmediklerini birbirlerinden öğrenmek imkânı doğar. Ayrıca her memlekette yaşayan Müslümanların hâllerinden, sevinç ve üzüntülerden bizzat haberdâr olunarak din kardeşinin hâliyle hâllenir. Bu yakından tanışma ve sosyal yardımlaşma Müslümanlar arasındaki bağları kuvvetlendirir.
Alm. Schröpfen (n). Schröpfkur (f), Fr. Scarificatio (f), İng. Cupping, scarification. Hacamat bıçağı denilen bir âletle vücudun deriye yakın damarlarını keserek veya sülükle kan alma. Damardan kan aldırmaya fasd da denir. Hacamat yapmada kullanılan tarak biçimli âlete “hacamat bıçağı” adı verilir ve bu âlet, temizlik bakımından sülüğe tercih edilir.
Dünyânın en eski tedâvi metodlarından olan hacamatı, ilk kez kimlerin ve nasıl uyguladığı bilinmemektedir. M.Ö. 2000 yıllarından kalan belgelerden hacamatın o târihlerde Mısır’da yaygın bir tedâvi usûlü olduğu anlaşılmaktadır. Avrupa’da ilk olarak hacamat uygulamasına M.Ö. 450-360 yılları arasında Hippokrates’in çalışmaları sırasında rastlanır. Hippokrates, kan alınan kişiden dayanabileceği miktarın alınmasını, müzmin hastalara uygulanmamasını söylemişti.
Hacamat, İslâmiyetten sonra Müslüman topluluklarında geçerli bir tedâvi metodu olmaya devâm etti. Peygamber efendimiz her ay hacamat olurdu. Dînî kaynaklarda hacamat olmanın orucu bozmayacağı bildirilmektedir.
Hacamat olmak için yakın târihlere kadar bu işi meslek edinmiş olanlara başvurulurdu. Günümüzde şehirlere uzak bölgelerde sülükle kan alma metodu uygulanır.
Kan alma, göz ve beyin hastalıklarında, flebitte, kalp yetmezliklerinde uygulanır. Her sülük 15 gram kadar kan emdiğinden en az 10 sülüğün emdiği kan yeterli olabilir. Bu ise can yakıcı ve uzun süren bir iştir.
Günümüz hekimliğinde âcil durumlardan kalp yetmezliği, yüksek tansiyon, beyin şişmesi, akciğer ödemi (sıvıyla akciğerlerin dolup şişmesi) hallerinde damardan kan alma metodu uygulanır. Bu iş için genellikle koldaki bir sathî toplardamara sokulan şırınga ile istenen miktar kan alınır. Hacamat sıhhî esaslara uyulduğu sürece yukarıda anlatılan hastalıklarda geçici bir tedâvi olarak faydalıdır. Bununla berâber işi ehil kimselere yaptırmak, iltihâbî olaylara meydan vermemek gerekir.
Hacamatla ilgili olarak Peygamber efendimiz buyuruyorlar ki:
Bütün meleklerden işittim ki, ümmetine söyle, hacamat yaptırsınlar, yâni kan aldırsınlar! dediler.
Hacamat aklı arttırır, hâfızayı kuvvetlendirir.
Baştan kan aldırmak yedi hastalığa şifâdır: Cüzzam, cünûn (delilik), baras, uyuklamak, diş ağrısı, göz kararması ve baş ağrısı.
Arâbî ayın 17. veya 19. veya 21. günleri hacamat olunuz ki, kan artarsa (yâni tansiyon yükselirse) ölüme sebeb olur.
Emevî devletinin ünlü komutanı. Hicretin 41. yılında (M. 661) Taif’te doğdu. Gençliğinin ilk yıllarına dâir bilgi çok azdır. Mervanoğulları hizmetine giren Haccâc’ı Halife Abdülmelik kumandan yaptı. Çok geçmeden de Mekke-i mükerremede bulunan Abdullah bin Zübeyr’in (radıyallahü anh) üzerine gönderdi. Mekke’yi kuşatan Haccâc, Abdullah bin Zübeyr’in direnişini kırmak için, Kâbe’yi taş ve mancınıkla dövmekte ve yıkmakta tereddüt göstermedi. Yedi ay kadar süren muhasaradan sonra Mekke’yi tamâmen teslim aldı ve Abdullah bin Zübeyr’i şehid ettirdi. Şehirde büyük bir katliam hareketi yaptı. Bu arada yıkılan Kâbe’yi yeniden inşâ ettirdi.
Hicrî 75 (M. 694) yılında Hicaz ve Irak Vâlisi oldu. Hindistan’a kadar birçok yerleri fetheden Haccâc, bu arada çok sayıda Müslümanı şehid etti. O yıllarda Irak bölgesinde yıllardır devâm eden Hâricî isyanları vardı. Müslümanlar zulüm ve işkence altındaydı. Hâricîleri arka arkaya vurduğu darbelerle kahreden Haccâc, büyük bir üne kavuştu. Hâricîlerin belli başlı reislerini öldürdü. H. 86 yılında Velid’in halîfe olması ile yetkileri daha çok arttırıldı. Halîfe Velid bu çok güvendiği vâlisi ile istişâre ederdi. Ömrünü ülke içindeki kargaşalık ve siyâsî isyanları bastırmakla geçiren Haccâc, çabuk yıprandı. H. 95 (M. 714) yılında Vâsıt şehrinde vâliyken vefât etti. Şehrin bilinmeyen bir yerine gömüldü.
Haccâc, yirmi üç sene idâre ettiği memleketleri dehşet ve korku içinde bıraktı. Ömründe yüz yirmi bin kişiyi katl ve idâm ettirdi. Vefatında zindanlarda elli bin kişi olduğu rivâyet edilmektedir. Bu sebeple idâre ettiği bölgelerde “Haccâc-ı Zâlim” diye anılırdı. Güzel konuşur, nükteli sözleri severdi. Her zaman samîmî bir Müslüman intibâını vermekteydi. Hâricîlere vurduğu darbe ile Ehl-i sünnete büyük hizmeti dokunmuştu. Ayrıca Kur’ân-ı kerîme hareke koyup doğru okunmasını da sağlamıştır. Çiftçilere fâizsiz kredi verdi ve sulama tesisleri yaptırdı.
Çok zekî ve siyâseti kuvvetliydi. Keremi, cömertliği, ihsânı da zulmü gibi pek fazlaydı. Affı da çok olurdu.
Osmanlılar zamanında devlet dâirelerindeki yazı işlerinin başında veya defterdarlık, nişancılık gibi vazifelerde bulunanlara verilen sivil bir rütbe. Hâcegân yerine, “Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn” da denilirdi.
Hâcegânlığın Osmanlı Devletinde ne zaman kurulduğuna dâir kesin bir bilgi olmamakla beraber, Fâtih Kânunnâmesi’nde hâcegânların rütbesinin belirtilmesi bu memuriyetin önceleri de varlığına işâret etmektedir. Önceleri sayıları az olmakla beraber, zamanla duyulan ihtiyaç üzerine artmış, Sultan Üçüncü Ahmed devrinde yirmiyi bulmuştur. İlk zamanlar yalnızca dîvândaki dâire şeflerine bu ünvan verilirken sonradan bu ünvanın daha geniş şekilde kullanıldığı görülür. Gerçekten 18. asırdan îtibâren devlet merkezi dışındaki bâzı hizmet sâhiplerine ve vezirlerin maiyetindeki “Dîvân Efendisi” denilen memurlara da hâcegân ünvânı verilmiştir.
On sekizinci asırda hâcegân rütbesini hâiz memurlar şunlardı: Şıkk-ı Evvel, Şıkk-ı Sânî, Şıkk-ı Sâlis Defterdarları; Nişancı, Defter Emîni, Reîsül Küttâb, Büyük ve Küçük Tezkireci, Rûznâmeci-i Evvel, Beylikçi, Baş Muhâsebeci, Mektubcu, Şehremini, Tersâne, Darbhâne, Matbah ve Arpa Eminleri; Teşrifâtçı, Anadolu Muhâsebecisi, Atlı Muhasebecisi, Yeniçeri Kâtibi, Sipâhî Kâtibi, Silâhdâr Kâtibi, Cizye Muhâsebecisi, Mâliye Târihçisi, Mâliye Tezkirecisi, Büyük ve Küçük Rûznameciler, Piyâde Muhâsebecisi, Dîvân Çavuşları, Cebeciler Kâtibi, Küçük Evkâf, Kalyonlar Kâtibi, Garibler Kâtibi, Tophane Nâzırı, Baş Muhâsebe Kesedârı, İstanbul ve Selânik Baruthâneleri Nâzırı, Sergi Nâzırı, Sadrâzam Kethüdâsı ve Çavuşbaşı.
On dokuzuncu asrın başında mâliyeden bazı Mukâtaa Memurları ile Enderûn ve Bîrûn Kâtibi Eminleri ve Asâkîr-i Mansûre Ordusu Nâzırı da hâcegân sınıfına dâhil edilmiştir.
Bir senelik müddetle tâyin edilen hâcegânların tayinleri Şevval ayı içinde yapılırdı. Vazifede kalanlara derecelerine göre hediyeler verilirdi. Hacegânlığa tâyin şu sıra ile olurdu: Sadrâzam tevcihat listesini pâdişâha arz eder ve Hatt-ı hümâyûn ile tasdik alındıktan sonra tâyini yapılan şahıslara özel merâsimle memuriyet beratları verilirdi.
Sadrâzam, ordunun başında serdar-ı ekremlikle İstanbul dışına çıktığında kendisine mensup hâcegânlarla, diğer hâcegân da mühim defterlerle sefere katılırlardı. Bunların yerine İstanbul’da birer vekil kalır ve işleri yürütürlerdi. Asılları dönünce bunların vazifeleri son bulurdu.
On sekizinci asırda hâcegânlık ünvanı dört sınıf olarak mütâlaa olunurdu. Birinci sınıf: Üç defterdâr ile Nişancı, Reisül Küttab ve Defter Emini; ikinci sınıf: Mâliyeden Büyük Rûznameci, Baş Muhâsebeci ve Anadolu Muhâsebecisi; üçüncü sınıf: Tersâne Emini, Şehremini, Darbhâne Emini, Arpa Emini ve Masraf-ı Şehriyarî Emini; dördüncü sınıf ise: Mâliye Dâiresinin Kalem âmirleri, dört piyade ve dört mukâbelecileri, Kalyonlar Kâtibi, Tersane Ambarı Emîni, Tersane Ambarı Nâzırı, Tersane Reîsi, Tophane Nâzırı, Sergi Nâzırı, Enderûn Kâğıt Emini, Bîrûn Kâğıt Emini.
Hâcegânlıktan vezirliğe terfi edilebildiği için hâcegânlık mühim bir rütbeydi. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde yapılan yenilikler esnâsında, önceleri bir ünvân olan hâcegânlık rütbe olarak telakki edilmiş ve bunlara mahsus nişanla, resmî günlerde giyecekleri elbise tâyin olunmuş ve Hâcegân-ı Divân-ı Hümâyûn tâbiri böylelikle târihe karışmıştır.
Hâcegân, tasavvuf ilminde de kullanılan bir tâbirdir. Farsça bir kelime olan “Hâce”; hoca, efendi, mürşid, rehber mânâlarına kullanılır. “Hâcegân” da, hâce’nin çoğuludur. Bilhassa Mâverâünnehr ve Hindistan bölgesinde, Farsça konuşulan mahallerde bu kelimenin kullanılması yaygındr.
Hâce ünvanı, Orta Asya’da ilim ve irfân büyüklerine, makam ve mevkii yüksek olan kimselere verilmiştir. Bu ünvan ile ilk olarak yâd edilen, büyük âlim, Hâce Yûsuf-ı Hemedânî’dir. Tasavvufta Nakşibendiyye yolunun mürşidi kâmil olan büyükleri, bu vasıfla anılagelmişlerdir. Hâcegân hânedâna mensup bu büyük âlimler, Harezmşahlar, Cengiz Han (Moğollar), Emir Tîmûr Gürgan ve Timur Hanın sülâlesi saltanatına rastlayan devirlerde yaşamışlardır.
Tasavvufta bir tarîkata mensup talebeler, kendi mürşidlerini “Hâce” sıfatı ile zikrederlerdi. “Hatm-i Hâcegân”, tarîkata mensup kimselerin bir araya gelip, belli kelimeleri ve duâları okuyarak yaptıkları zikre denirdi.